Language, Mentality and Risale-i Nur

Giriş

Kur’an, Allah tarafından insana objelerin isimlerinin
öğretildiğini ve bunun insan için ayırt edici bir üstünlük konusu olduğunu
belirtir.1 İsimlerin öğretilmesi, beşerî potansiyellerin fiiliyata
geçmesinin ilk şartıydı. İsimleri öğrenmekle insan, aynı zamanda, yeteneklerini
kullanmayı ve diğer objelerle ilişki kurmayı da öğrenmiştir. Çünkü eşyaya isim
vermek, eşyanın niteliklerini, karşılıklı ilişkilerini ve işleyiş kanunlarını
keşfetme gücü demektir.2 Bu özelliğiyle insan, objeleri zihnine
kopyalamakla kalmaz, onları benzer özelliklerine göre sınıflandırır,
anlamlandırır ve düşüncenin formuna (dil) sokar.

Dil ve konuşma yeteneği, insana verilen en önemli ve ayırt edici
niteliklerdendir. Bazı düşünürler, “İnsan konuşan hayvandır (canlıdır).” Der. Bu
yargı elbette insan hakkında eksik bir tanımlamadır. Çünkü, insanın konuşma
yeteneğinden önce akıl ve vicdan yetenekleri daha önemlidir. Nitekim,
yeryüzündeki varlıklar arasında yalnızca insanın yüklendiği emanetin de akıl
ve/veya irade ve bunlara bağlılık sorumluluk olabileceği söylenir. Ancak şunu da
belirtelim ki, konuşma yeteneği, herkesçe anlaşılır sesler çıkartabilmek,
sesleri taklit edebilmek değildir. Çünkü ses ile söz farklı şeylerdir. Sözden
veya konuşmaktan söz edildiğinde, seslerin birer rumuz olarak kullanılması,
seslere çeşitli anlamlar ve değer yargılarının yüklenmesi, onların birer kavram
ve sözcük olarak kullanılması söz konusudur.

Dil, ahlaki değerlerin de kodlarını taşır. İnsan ahlaken
olgunlaşmak için en önce gözlemlerinden hareketle ahlaki kavramlara ulaşmalıdır.
İnsan duyuları ile gözlem yapar, dil ile gözlemlerinden çıkardığı sonuçları
formüle eder. Nitekim, “İnsana iki göz, bir dil, iki dudak vermedik, ona iki
yolu göstermedik mi?”3 ayeti duyular ve dil ile iyi-kötü, doğru
yol-sapkın yol ayrımı arasında ilişkilendirme yapmaya yöneltmektedir.

Snoptik İncillerden felsefî üslubuyla ayrılan Yuhanna İncil’ine
başlarken “önce söz (logos) vardı” denilmektedir. Kur’an’da da yaratılışındaki
âdet-dışılık sebebiyle, İsa (a.s.)’ya söz (kelîme) niteliği verilir.4
Aslında söz, yani “Kün!” emri, ilahî iradenin ifadesi ve oluşun sebebi, yaratma
olayıdır. Çünkü Allah’ın bir şeyi irade etmesi ile o şeyin olması arasında bir
zaman aralığı yoktur. Bu nedenle kimi kelamcılar tekvini Allah’ın ayrı bir
sıfatı olarak kabul etmezler. Onlar tekvinin yalnızca ilahî iradenin şeye
ilişmesinden (taalluk) ibaret olduğunu söylerler. Bu açıdan bakıldığında “Kün!”
sözü yaratma eylemidir, denebilir. Allah’ın iradesiyle insan, bir dile sahip
olmakla başka canlılarda olmayan bir etkinlik alanına sahip olmuştur. O,
varlıkları isimlendirerek, benzer nesneleri, durumları ve olayları aynı ad
altında toplayarak, onları düşüncesinin ve eyleminin konusu hâline getirir.
Soyutlamalar yoluyla da görünenlerin ve algılananların ötesine ulaşır.

İnsanın eşyayla ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine
dayandığından,5 isimlerin öğretilmesiyle insan, gelişen ve genişleyen
bir potansiyele, ilerleyen bir beşerî öznelliğe sahip olmuştur. Onun tabiattaki
diğer varlıklardan ayrılan hasleti buradadır. Diğer canlıların içgüdüsü vardır,
içgüdüleri onların çevreyle bir ilişki kurmalarını sağlar, ancak çevreyi
değiştirmelerine imkân vermez. İnsan ise diğer canlılardan farklı olarak,
fizyolojik yapısında bir tekâmül olmaksızın, yani genetik yapısını değiştirmeden
sosyal yapısını ve ruhsal yapısını; zihniyet, kimlik bilinci, ahlak, huy ve
karakterini değiştirip geliştirme gücüne sahiptir.6 Bütün bu
yerleşmiş özelliklerinin ve yaşadığı değişim ve tekamülün kodları, kullandığı
dildedir.

Dilin gelişiminde algıları kodlama ve bu şekilde objeleri
diğerlerinden ayırma işlemi, varlıkların zihinde yeniden düzenlenmesi7
ve kontrol altına alınabilmesi demektir. İsimlendirme olayı, bu bakımdan objeyi
kendinden ve diğerlerinden koparması, kavraması ve objeyi kendisi için yeniden
tasarlamaya hazır hale gelişi, dolayısıyla insanın hürriyet ve etkinlik
kazanmasıdır. Çünkü hürriyet, önce kendisini diğer varlıklardan ayırabilmekle
başlar. Yapabilmek için bilebilmek ve tasarlayabilmek gerekir. Bu sebeple
Sühreverdî’nin ifadesiyle, insan kün makamındadır; o maddi dünyaya ait
etkilerin, tezahürlerin failidir (ashabu’l-beraya).8 Diğer canlıların
ne tamamen belirmiş bir benlik algısı, kendilik bilinci vardır ne de tür olarak
sahip oldukları özelliklerin ötesinde bir karakteri mevcuttur. İnsan ise, miras
aldığı kültür, eğitim ve çabaları ile güçlü bir benlik bilincine ulaşır ve
kendine özel ikinci bir karaktere sahip olur.

Din de doğru bir benlik bilincine ve iyi bir karaktere
ulaşmasında insana yardım eder. Dinin bireye tanıdığı özgürlük de onun kimlik
kazanacağı, doğru bir benlik algısı ve yükselen ben ile var olacağı bir manayı
içermektedir. Din bu konudaki yol ve yön gösterme işlevini, öncelikle kavramları
yeniden ele alarak yapar. Örneğin, cahiliye Araplarının dilindeki Allah
kelimesi, Yüce Tanrı anlamına işaret ediyorken, Kur’an’ın mesajı doğrultusunda
tek Tanrı kavramına işaret etmeye başladığında, şirk ve putperestlikle yoğrulan
cahiliye zihni tevhit inancına dönmüş demektir. Buna bir başka örnek de iflas
kavramıdır. İnsanlar iflas denildiğinde ticarette zarar edip sermayeyi de
kaybetmeyi anlar. Ancak, İslam Peygamberi’nin (s.a.v.), kul hakkına riayet
etmemesi nedeniyle ahirette tüm sevabını kaybedip hakkını yediği kimselerin de
günahını yüklenen kimsenin asıl müflis olduğunu söylediğini görüyoruz.9
Bu hadis insanları her konuda olduğu gibi ticarette de tercihlerini doğruluk ve
dürüstlükten yana yapmaya yönlendirmektedir. Bu hadisi özümseyen bir tacir, kul
hakkı yemekle zarar etmek arasında kaldığında, iflas ve müflis kelimeleri ona
kul hakkı yemesi nedeniyle ahirette sermayesini kaybeden kişiyi
çağrıştıracaktır. Müflis kavramına yüklenen bu anlam, ticareti uhrevî
neticeleriyle birlikte düşünmeye, ticareti hak kavramıyla birlikte ele almaya
yöneltecektir. Dildeki değişime paralel olarak gerçekleşen ve dilin bilinçaltı
olarak da ifade edebileceğimiz bu durum, aslında bir zihniyet değişimidir.

Dildeki değişim, anlatılmak istenene işaret eden seslerdeki
yüzeysel bir değişim olarak kalmaz. Dilde çoğunlukla ses ve mana bütünleşir.
Öyle ki insan, düşünürken sözcüklerle düşünür. Sözcüklerle düşünme ise, okuma
yazma bilenlerde yazılı harflerin zihinde hızlı bir biçimde akışı ile olur,
okuma yazma bilmeyenlerde de sözcüklere ait seslerin zihinde hızlı bir biçimde
geçişi ile olur. Ayrıca sözcükler, kullanım yerlerinden ayrı düşünülemez.
Örneğin, sözlükten bir kelimenin anlamını ya da anlamlarını öğrenmek o sözcüğü
öğrenmek anlamına gelmez. O sözcüğün nasıl ve nerede kullanıldığını bilmeden
sözcük öğrenilmiş olmaz. Bu duruma en güzel kanıt eşsesli ve eşanlamlı
sözcüklerdir. Eşsesli kelimelerin yazılışı ve telaffuzu birdir, ama kullanım
yerlerine göre anlamları tamamen farklıdır. Eşanlamlı kelimeler ise bazen
birbirinin yerine kullanılabilirken bazen birinin diğer yerine kullanılması çok
gülünç olabilir.

Dil, zihindeki manaları dışa lafızlarla yansıtabilme yeteneği,
aynı zamanda ancak toplum halinde yaşayan insanların birbirini anlama
ihtiyacının gereği ve diyalogun temelidir. Konuşmanın öğretilmesi,10
ilahî iradenin insana diyaloga girme, toplum ve umran oluşturma kabiliyetini
vermesidir. Bu özelliğiyle dil, insan hakları arasında yer alır. Bir kişinin
anadilini yasaklamak insan haklarına aykırı olduğu gibi, hangi dilde ibadet
edeceğine müdahale de din hürriyetini kısıtlamaktır. Bu konuda Bediüzzaman,
“…hususî ve gayr-ı resmî, kendim tamir ettiğim bir mabedimde hususî bir iki
kardeşimle hususî ibadetimde, gizli ezan ve kametimize müdahale edildi. ‘Niçin
Arapça kamet ediyorsunuz ve gizli ezan okuyorsunuz?’ denildi… Böyle hususî
ibâdâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz.”11 demektedir.
Bediüzzaman’ın yukarıdaki ifadelerinde geçen hususi ibadetler kaydı, halka açık
yerlerde ve topluca yapılan ibadetler için de geçerlidir. Çünkü dilin, insanın
düşünce, inanç, kişilik ve toplumsal rolleri üzerindeki şekillendirici etkisi,
dili temel insan haklarından yapmaktadır.

İnsanın yaşamında ve kişiliğinin gelişmesinde dilin, öğrendiği
kelime ve kavramların çok önemli bir yeri vardır. Dili iyi bilen ve etkili
biçimde kullanan kişiler genellikle daha sağlıklı ilişki kurarlar. Bu da onları
hayatta daha başarılı yapar. Dili iyi bilmenin ve iyi kullanmanın önemli bir
yanı da insanın iyi düşünmesini sağlamasıdır. Çünkü söylenenleri iyi yorumlayıp
doğru biçimde değerlendirebilmek, önce onları anlamayı gerektirir. Ayrıca
meramımızı etkili biçimde ifade edebilmek için, öncelikle düşünceleri
taşıyabilecek kavramları ve cümle kurgusunun seçebilmeliyiz. Bu nedenle
düşüncenin remizleri olan sözcükler ne kadar zenginse düşünce ufku da o kadar
geniştir. Dolayısıyla düşüncenin aracı ve anahtarı dildir. Hayatı boyunca bin
kelimeyle yetinen insanların düşünce ufku hiçbir zaman elli bin kelime ve
kavrama sahip bir dağarcığın düşünme hızına ve genişliğine ulaşamaz. Bu nedenle
bedevilerde fasih bir dil olsa bile bilim ve felsefe yoktur.

Dil ve Ahlakî Yargılar

Kur’an’da geçen dünya hayatının süslü gösterilmesinin12
toplumdaki bir tezahürü de münker olarak kabul edilen davranışların maruf gibi
görülmeye başlamasıdır. Münker bir davranışın maruf gibi gösterilmesinde, o
davranışın adlandırılması oldukça önemli bir rol oynar. Kötü olduğu apaçık olan
bir davranışa yeni bir isim verildiğinde, insanların o davranışın ahlaki
değerine ilişkin yargılarında bulanıklık meydana gelir. Bu durum, akla,
Kur’an’da geçen bocalama ifadesini getirmektedir:

“Doğrusu, ahirete iman etmeyenlere amellerini süsledik, artık
onlar bocalarlar.”13

Eğer toplum bir davranışı kötü görüyorsa, bu yaklaşımını söz
konusu davranışı ifade etmekte kullandığı kelimeye bir anlam olarak yansıtır. O
davranışın güzel görülebilmesi için ise o davranışı ifade eden kelimenin yerine
başka bir kelimenin ikame edilmesi veya kelimenin anlam kaymasına uğratılması
gerekir. Örneğin, “düşüp kalkma” yerine “seviyeli ilişki” deyimleri aynı
davranışı ifade etse bile o davranış hakkında iki farklı ahlaki yargıyı
bünyesinde barındırır.

Aynı davranışlara ilişkin farklı yaklaşım ve değerlendirmeler,
yani çifte standartlar da önce dille temellendirilir. Örneğin başörtüsü ve
türban ayrımı da din hürriyeti konundaki bir çifte standardı temellendirmek için
ortaya konan kavram ikilileridir. Bu ayrım sayesinde düne kadar türban sözcüğünü
duymamış, anlamını ise dine karşı belli bir yaklaşımı savunan bir azınlıktan
öğrenmiş kimseler, türbanın korkutucu olduğu hissine kapılabilir. Bu hissi
sağlayan ise dilimize yeni girmiş bir sözcüktür.

Bu anlatılanlardan sonra şunu da dile getirmek gerekir: “Dindışı
insanın ahlaklı olmasının kaynağı da dindir.” İnsanlık tarih boyunca aralıksız
olarak dinin tesiri altında yaşadığı için din, ahlak, hukuk, anlayış ve dil
dâhil hayatın tüm tezahürlerine girmiş bulunmaktadır.14 Dine
inanmayan insanlar, ahlaki kavramları soyut düşünce ile temellendirme yoluna
gidiyor olsalar da pratikte bu kavramların dinden neşet ettiğini söylemek
gerekir. Dindar insanlar ile dini inanca sahip olmayan insanlar arasında ahlak
ve örf alanındaki ortaklıkların kaynağı, dinden dile giren bu ahlaki kavramlar
ve değer yargılarıdır. Bu kavramları samimi biçimde kullanmak da insanın dine
yaklaşmasını kolaylaştırmaktadır. Bu nedenle din, dolaylı olarak bireyin ve
toplumun hayatına yön vermeyi sürdürmektedir.

Kültürde Yabancılaşma

Dile giren ama toplumun mevcut zihniyet, inanç ve ahlakıyla
uyuşmayan yeni kelimeler, kavramlar, deyimler ve kalıp ifadeler, bir kültür
istilasıdır. Kültür istilası, toplumda kültürel bir şizofreniye ve kültürde
yabancılaşmaya neden olur. Buna çarpıcı örnek, bugün dilimizi çoktan istila
etmiş olan yabancı sözcükler, deyimler ve Hollywood filmlerinin dublajlarında
yer alan “Hey! Adamım!” gibi klişelerdir. Yabancı kelime ve kavramlar, en çok
slogan hâline gelen reklam ve tanıtım ifadeleri ile insanların zihnini
doldurmaktadır. Üzerinde espriler yapılan bu klişeleştirilmiş ifadeler,
insanların düşünme biçimini de etkilemekte ve dönüştürmektedir. İnsan, nesneleri
yabancılaşmış bir biçimde satın aldığı ve tükettiği gibi boş zamanlarını da,
maçları, filmleri, konferansları, eğlence toplantılarını da “satın aldığı
malları tükettiği o yabancılaşmış yolla” tüketir. Dil de bir tüketim nesnesi
hâline gelir. Bu noktada kültürel yabancılaşma devreye girer.

Bir kültürü yabancı kelimeler işgal ettiğinde, o kültüre mensup
insanlar kendileri gibi değil, başka bir kültürdenmiş gibi konuşmaya başlarlar.
Bu durum, yabancı kelimelerin ağırlığı kendini hissettirdikçe fark edilir hâle
gelir. Buradaki ikilem de en çok yerli değerler hakkında konuşurken
belirginleşir. Çünkü kendi değerlerimiz üzerinde kültürümüzü istila eden kelime
ve kavramlarla konuşmak, kendinin olmayan kelimelerle kendini anlatmak,
başkasından ödünç alınan kelimelerle düşünmek gibidir. Bu hâle düşen bir toplum
veya birey (yabancılaşmış kişilik), kendi duygu ve düşüncelerini kendi dışındaki
bir nesneye aktardığı için, artık kendisi değildir, âdeta onda bir “ben” ya da
“kimlik” duygusu kalmamıştır. Bu nedenle sekülerizmin önemli bir yöntemi de dini
sosyal hayattan dışlamak için, dinî duygu, inanç ve uygulamaları çağrıştıracak
kelimelerin dilden ayıklamasıdır. Bu nedenle, dilimizi yabancı kelimelerin ve
ifadelerin istilasından korumak, onun inancımızı yansıtmasına imkân vermek
anlamına gelecektir.

Burada şu husus göz ardı edilmemelidir. Her kültür başka
kültürlerden etkilenir, bu bir kültürün kendini farklı perspektiflerden
görebilmesini, kendini yenilemesini ve gelişip zenginleşmesini sağlar. Özellikle
başka milletlerin felsefe, bilim ve tekniklerini almak, bu alanlarda ilerlemeye
zemin hazırlar. Bunu sürece paralel olarak da dil, yeni kelime ve kavramlarla
zenginleşir. Dolayısıyla, dile yeni sözcüklerin, kavramların, deyimlerin ve
terimlerin girmesi, bizatihi kötü değildir. Kötü olan, başka dillerin müsveddesi
diyebileceğimiz, dile hiçbir katkısı bulunmayan ve bireylerin zihinlerini boş,
yararsız ve hatta zararlı duygu ve düşüncelerle meşgul eden sözcüklerin, argo
ifadelerin girmesidir. Türkçeye giren İslamî ilimlere ve felsefeye ait kavram ve
terimler, bunlardan ilkine örnektir. Bunlar, Türkçenin bir bilim ve düşünce dili
olabilmesi için bir alt yapı oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu kelimelerin
dilden çekilmesi; insanların bu kelimeler yerine öz Türkçe denen kelimelerle
yetinmesi, ifadelerdeki ince farklılıkların kaybolmasına, düşüncelerin kendi
incelikleri (genelde bu durum “nüans” diye ifade edilir) ile değil, onların
kabaca ve yaklaşık olarak anlatılabilmesine imkân verir.

Burada Risale-i Nur’un önemli bir rolü olduğuna dikkat
çekilmelidir. Risale-i Nur, Türkçeye girmiş Arapça ve Farsça kelimeler,
kavramlar ve terimlerin hepsini bir yerinde bulduğumuz bir eserdir. Onun
Osmanlıca ile günümüz Tükçesi arasında bir köprü görevi olduğu da söylenebilir.
Günümüzde pek çok insanın kütüphanesinde bir Osmanlıca sözlük bulundurmasının,
eskiden kullanılan Türkçeleşmiş Arapça ve Farsça kavram ve terimlere sözlükten
bakmasının ve onları öğrenmesinin en önemli nedeni, Risale-i Nur okuyor
olmasıdır.

Buraya kadar söylenenler, bizce, Risale-i Nur’un herkes
tarafından orijinal diliyle okunması gerektiği düşüncesini
temellendirmemektedir. Bu konudaki düşüncelerimizi ortaya koymaya bir örnekle
başlamak yararlı olacaktır. Bu örnek Elmalılı Tefsiri’dir. Bugün Elmalılı
Tefsiri’nin en çok okunan tefsir olması, yalnızca güzel bir tefsir olmasına
bağlı değildir. Onun çok okunmasının önemli bir nedeni de sadeleştirilmiş
olmasıdır.15 Bu tefsirin orijinal diliyle yapılmış baskısını
arayanlar oldukça azdır. Burada “Elmalılı tefsiri, günümüz Türkçesine uyarlanmış
olmasaydı, bu kadar çok okunur muydu?” diye sormanın bize önemli bir uyarıda
bulunduğu kanaatindeyiz. Şimdi de “Risale-i Nur, günümüz Türkçesiyle
sadeleştirilmiş olsaydı, onu okuyanların sayısında nasıl bir değişim görülürdü?”
diye soralım. Acaba, bu eserin halkın anlayacağı şekilde sadeleştirilmiş bir
baskısının yapılması, onu orijinal diliyle okumak isteyenleri engeller mi?
Acaba, Risale-i Nur’da neler anlatıldığını merak ettiği hâlde, onda aşina
olmadığı kelime ve kavramların çokça yer aldığı ve üslubunun yer yer çok
ağırlaştığı için oku(ya)mayanlar bulunmadığından emin miyiz?

Bir eseri okumak çoğu kez bir meyve bahçesinden meyve toplamak
gibidir; meyvelerin hepsini toplayamayız ama topladığımızla besleniriz. Ancak,
kimi insanlar Risale-i Nur’u anlamak ve hatta doğru olarak okumakta zorlandığı
için, onu okumayı bırakıyor. Risale-i Nur’un anlaşılması güç bir dile sahip
olduğu düşüncesi oluştuktan sonra da onların artık Risaleleri anlama gayretleri
kırılıyor.

Risale-i Nur’u özgün diliyle okumak, bir araştırmacı için
vazgeçilmezdir. Çünkü bir eseri özgün diliyle okumak, yazarının söylediklerine
üçüncü bir kişinin yorumlarını katmadan anlamaya çalışmak demektir. Ancak,
okuduğu metni anlama konusunda sorun yaşayan, örneğin çoğu kez okuduklarını
eksik anlayan bir kimsenin bu eseri özgün diliyle okuması amacına ulaşmıyor
demektir. Bu nedenle, Risale-i Nur’un asıl nüshalarına uygun (ve çoğu kez
yapıldığı gibi müellifi tarafından süreç içinde yapılan tashih ve ilaveleri ile
birlikte) baskısının bir gereklilik olduğu gibi, onu anlayacak derecede kelime
dağarcığına sahip olmayanlar için belli ölçüde sadeleştirilerek yayımlanması da
yararlı olacaktır.

Yeterli kelime dağarcığına sahip olmadan Risale-i Nur’u orijinal
diliyle okuyup anlamaya çalışmak, oldukça yorucudur. Bu güçlüğe karşın onun en
çok okunan eser olduğunu söyleyebiliriz. Onun bu derece sevilmesine neden iki
yönü üzerinde durmak gerekir. İlki fikir boyutu. İkincisi dil boyutu. Risaleler,
yalnızca üslubundaki güzellik nedeniyle değil, aynı zamanda dile getirdiği yeni
fikirler; ayetlerin farklı yorumları, güncel sorunlara ilişkin orijinal
çözümleri nedeniyle de sevilmektedir. Ancak, çok okunan bir eser olmasına
karşın, araştırdığı konuyla ilgili özgün çözümler içerdiği hâlde risalelerden
habersiz kalmaya devam eden insanlar da var. Kanaatimce, bu insanların da
risalelerle tanışmalarını sağlamak için risalelerin fikir boyutunu öne çıkartan
baskıları yararlı olabilir. Burada değinelim ki Bediüzzaman, vezin ve kafiye
için anlamın feda edilemeyeceğini belirtir:

“Safiyeyi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatin suretini nazmın
keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim.”16 “Evet, lafza ziynet
verilmeli, fakat tabiat-ı mana istemek şartıyla. Ve suret-i manaya haşmet
vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat
maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat
matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale
cevelân ve şaşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate
misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.”17

Buradan hareketle denebilir ki, orijinal üslubundaki güzelliği
hissetmek için onun anlaşılmasını ikinci plana itmek doğru değildir. Elbette,
sadeleştirilmiş metnin de Bediüzzaman’ın ifade etmek istediklerini tam ifade
edememe, onun üslubundaki güzellik, çekicilik ve etkileyiciliği yansıtamama gibi
kusurları olabilir. Ancak, böyle bir kaygı Kur’an meali için çok daha önemlidir.
Oysa Kur’an’ın her dile çevirisi yapılmaktadır. Türkçe meallere bakıldığında da
hepsinde Kur’an’ın anlamını, üslubundaki mucizevî özellikleri yansıtamama gibi
eksikliklerden uzak olduğu söylenemez. Ancak, bu durum ilim adamlarının meal
çalışmalarını terk etmelerine değil, aksine her geçen gün yeni meal çalışmaları
için motive olmalarına neden olmaktadır. Aslında bu meal çalışmalarındaki kimi
eksiklikler, Allah’ın yegâne mükemmel varlık oluşunun bir tezahürüdür. Onun
kelamı ile bilgi ve anlayışı kusurlu olan insanların tercümesi daima farklı
olacaktır. Konumuza dönersek, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi, hatta
sadeleştirilmiş muhtasarının hazırlanması da onu öğrenme yolundaki bir insanı,
her şeyi kendi başına anlama ve açıklama gibi uzun bir yolculuktan kurtaracak,
onun Risaleleri iyi anlayan kimselerin birikimlerine daha çabuk ulaşmasına
yardım edecektir. Bunun ikinci bir yararı da Risale-i Nur’un yalnızca Nur
talebelerinin değil, çok farklı inanç ve düşünceye sahip insanların da okuyup
onun üzerinde konuşmaları ve tartışmalarına zemin hazırlaması olacaktır.

Burada Risale-i Nur’un bölümleri arasında dil ve belağat
açısından önemli farklar bulunduğuna da dikkat çekmeliyiz. Zaman geçtikçe
Bediüzzaman’ın kullandığı üslubun daha sade hâle geldiği görülmektedir. Bunun
önemli bir nedeni, Bediüzzaman’ın dil alanındaki değişimi görerek, üslup ve
sanattan çok anlamı ön plana çıkarmaya başlaması olmalıdır. Günümüzde dil daha
da değişmiş durumdadır. Bu kadar hızlı değişimin ve bu hızlı değişimi takip
etmenin doğru olduğunu temellendirmek oldukça güçtür. Ancak vakıayı görmezden
gelemeyiz. Burada yine vurgulayalım ki, Türkçenin korunmasındaki en büyük rolü
İslam’ı anlatmak üzere telif edilen eserler yerine getiriyor. Çünkü bu
eserlerde, halkımızın asırlar boyu kullandığı, irfan dünyasını zenginleştirdiği
kelimeleri görüyoruz. İslam kültüründen alınan bu kelimeler, Anadolu’da yaşayan
farklı dillerin de ortak kelimelerinin çoğunluğunu oluşturuyor. Oysa bunların
yerine ikame ettirilen sözcükler, gerek eski ile yeni arasındaki gerekse
Müslümanların kullandığı farklı diller arasındaki ortak noktaları kaldırıyor.
Fikirlerin ortak bir zeminde buluşma imkânını azaltıyor. Çünkü kelimeler,
düşüncenin anahtarı, manaların taşıyıcıları olduğu için ortak kelimelerin
varlığı da benzer düşüncelere sahip olmak anlamına gelir. İnsanlar arasına
ayrılık fikrini sokmak isteyenler de önce dil farklılığını gündeme
getireceklerdir. Bu nedenle kimi kavramların Türkçeden ayıklanmaya çalışılması,
kimliğimize ve birliğimize zarar verecektir. Bu ortak kelime ve kavramların
korunmasında İslam’ı anlatan eserler, özellikle de Risale-i Nur’un katkıları
oldukça önemlidir. Bu hususun Risalelerin dilinin korunması için de önemli bir
gerekçe oluşturduğunun farklı olduğumuzu belirtelim.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus da
Risalelerde kullanılan dil ve üslubun amacıdır. Bu konuda S. Demirci’nin şu
tespitleri oldukça önemlidir:

“Risale-i Nur’da Osmanlıca bir tabir ya da terkibin hemen
ardından, o zamana göre fazlasıyla sadeleştirilmiş bir “tercümesi”nin
kullanılması, müellifinin Osmanlıcaya denk gelen dili, seçeneksizlikten değil,
özel bir seçimle kullandığını gösteriyor… [O,] aynı cümlenin içinde “eski” dil
ile “yeni” dili bir arada kullanmak istemiştir, yeni dilden bihaber olduğu için
“lisan-ı kadîm”e mecbur kalmış değildir.

Risale-i Nur’un özel bir Arapça eğitimi almadıkları halde,
okuyanlarının diline çoğu vahyî kavramı, Kur’an kelimelerini yerleştirmiş
olması, onun Türkçeyi değil de en azından Türkçe konuşanların hayatını iman
diline yaklaştırarak ihya etme… misyonu yüklendiğini gösterir.

Risale-i Nur’un örnek metni olarak Birinci Söz üzerinde
şöylesine bir göz gezdirme, “ağır” kelimelerin hemen hepsinin “Kadir-i Rahim”,
“Hâkim-i Ezelî”, “Mâlik-i Ebedî” gibi, esmânın talimi, … vahyin talim ettiği
temel düşünce kodlarının muhafazası ve zihinde yerleştirilmesine yönelik olarak
zikredildiğini gösterecektir.”18

Burada Risalelerin okuyucusuna İslamî kavramlara aşinalık
kazandırmadaki rolüne de dikkat çekilmelidir. Bu değerlendirmelere şunları da
ilave edebiliriz: Kelime cümlelerden kopartılıp öylece anlamlandırılmak
istenirse karşımıza bu kelimeyle arada daima bir anlam aralığını koruyan benzer
anlamda kelimelerden başkası çıkmaz. Bunu kabaca, bir ilim dalında terim hâline
gelmiş kelimeyi, günlük dildeki veya bir başka ilim dalındaki anlamıyla ifade
etmeye benzetebiliriz. Burada Hristiyan teslis inancının kaynağına dair bir
açıklamaya değinmek faydalı olacaktır. Öncelikle belirtelim ki, teslis inancını
bazı İncillerde görmek mümkün olmadığı gibi bugün Hıristiyanların kabul ettiği
İncil(ler)’de bulmak da kolay değildir.19 Teslis yorumu, konsüller
yoluyla dogma (akide) hâline getirilmiştir. Bu yorum gerek Ahd-i Atik’te gerekse
Ahd-i Cedid’de geçen “efendi, sahip, müdebbir” anlamlarına gelen kelimenin
hakiki anlamda baba olarak düşünülmesinin eseridir. Dilde hakikat-mecaz
ilişkisine dair Bediüzzaman da şu vurguyu yapmaktadır: “Cehil, mecazı eline alsa
hakikat yapar; ilmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılâp
hakikate. Hem açar hurâfâta kapılar.”20 Bu durum, dili anlama ve
kavramların hangi anlamlarda kullanıldığını bilmenin ne denli önemli olduğunu
gösteren bir örnektir. Burada şu sonuca da ulaşabiliriz: Eğer yeni nesle iyi bir
dil eğitimi verilmezse toplum, kısa sürede kültür, anlayış, zihniyet ve
ahlakından uzaklaşır, kimliğini ve sahip olduğu değerleri kaybeder. Aynı şekilde
İslam üzerine konuşan insanların İslamî ıstılahları yeterince bilmemeleri de
inanç alanında büyük sapmalara neden olacaktır. Örneğin Kur’an’da geçen kader
kavramını, günlük dildeki alınyazısı olarak düşünen ve bu düşünceye göre
tartışmalar yapan kimseler, bu konuda doğru bir neticeye varamazlar. Kur’an’da
geçen kavramların anlaşılmasında Bediüzzaman’ın Kur’an’ın tefsiri olarak
nitelediği Risale-i Nur’un önemli katkıları vardır.21 Bediüzzaman, bu
kavramları yalnızca açıklayıp yorumlamıyor, aynı zamanda üslubu ve kullandığı
kelimeler ile okuyucunun bu kavramlara aşinalık kazanmasını kolaylaştırıyor.

Risalelerin sadeleştirilmesine karşı en önemli gerekçe de
müellifinin sağlında böyle bir çalışmaya karşı çıkmış olmasıdır. Bir eserden
yararlanarak yeni bir eser yazılabilir, bu eserde çok farklı fikirler de yer
alabilir. Ama, bir eser üzerinde sahibinin iradesine aykırı olarak tasarrufta
bulunulamaz. Kanaatimce bu argümanlar ile dilin son yarım yüzyıldır geçirdiği
değişim birlikte ele alınmalıdır. Bu durumda, risalelerin özgün diline sadık
kalınarak bir tashih ve yarı sadeleştirmeden söz edilebilir. Bu sadeleştirmede
özellikle artık dilde kullanılmayan ve İslamî ilimlerin ıstılahları arasında yer
almayan kelimelerin yerine daha güncel olanları kullanılabilir.

Sonuç

Risale-i Nur, yüzyılımızda en çok okunan kitaplar arasında
gelmektedir. Bu özelliğiyle birlikte, onun dili daima tartışma konusu olmuştur.
Risale-i Nur’un dili üzerinde konuşmak aslında son yüzyılda yaşadığımız dil
problemi üzerinde konuşmak demektir. Bugün İstiklâl Marşı’nda geçen kimi
kelimelerin anlamını çoğu insanlar bilmiyor. İstiklal Marşı nedeniyle
öğrendikleri kimi kelimeleri ise çoğu zaman ne yazı dilinde ne konuşma dilinde
kullanıyor. Yine İstiklal Marşı’nda geçen Hak ve hak kelimelerinin
karıştırılması ise, sıkça rastladığımız bir durum. Aslında Risale-i Nur’u
okumanın ve anlamın zorluğu, Bediüzzaman’ın kullandığı dilin ağır olmasından çok
millet olarak yüzyıllar boyu kullandığımız dile bu son 70-80 yılda
yabancılaşmamızdır.

Risale-i Nur okuyucularının zihinlerine Kur’an kavramlarını,
Allah’ın sıfat ve isimlerini yerleştirmekte, onların düşünme biçimlerini ve
zihniyetlerini yeniden şekillendirmektedir. Bunun yanında, Risale-i Nur’un
öğrettiği ve aktif hâle getirdiği kavramlar, dilin kültürel miras ile
bağlantısının korunmasına, aynı inanca sahip coğrafyalarda ortak kelimelerin
konuşuluyor olmasına önemli katkıda bulunmaktadır.

Bu nedenle, Risale-i Nur’un dili konuşulmaya devam edecektir.
Bununla birlikte, onun içerdiği mesajı farklı kesimden insanlara ulaştırabilmek
için Risale-i Nur’un sadeleştirilerek yayınlanması ve farklı düşüncelere sahip
insanların kültür dünyasına dâhil edilmesi oldukça yararlı olacaktır. Burada
kaçınılması gereken, Risale-i Nur’un sadeleştirilmesinde öz Türkçe kaygısı
gütmek ve dilde hâlen yaşayan kelimelerin yerine daha güncel olanlarını
seçmektir. Çünkü bu Bediüzzaman’ın amacıyla uyuşmayacak bir tasarruf olacaktır
ki bu, bir sanat eserini sanatçının iradesi dışında bozmak gibidir. Bunun
yanında Osmanlıca’da yer bulan her Arapça ve Farsça kelimeyi yaşatmaya çalışmak,
günümüzdeki (vehamet olarak da adlandırılabilecek) vakıayı görmemek demektir.

Öz

Risale-i Nur, yüzyılımızda en çok okunan kitaplar arasında
gelmektedir. Bu özelliğiyle birlikte, onun dili daima tartışma konusu olmuştur.
Risale-i Nur’un dili üzerinde konuşmak aslında son yüzyılda yaşadığımız dil
problemi üzerinde konuşmak demektir. Risale-i Nur okuyucularının zihinlerine
Kur’an kavramlarını, Allah’ın sıfat ve isimlerini yerleştirmekte, onların
düşünme biçimlerini ve zihniyetlerini yeniden şekillendirmektedir. Bu çalışmada
Risale-i Nurların dili zihniyet ve kültür meselesiyle birlikte ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Dil, zihniyet, kültür, ahlaki yargılar,
sadeleştirme

Abstract

Risale-i Nur is one of the most widely read books in this
century. However, its language became always a discussion point. This discussion
is actually is a discussion about the language problem we faced in the last
century. Risale-i Nur puts on the mentalities of its readers the Qur’anic
concepts, the attributes and the names of God; and so, it shapes and re-shapes
the thought styles and mentalities of its readers. This article tries to deal
with the language of Risale-i Nur together with the issues of mentality and
culture.

Keywords: Language, mentality, culture, ethical norms,
simplification

Dipnotlar

1. Bakara, 2/31-34.

2. Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme, trc. ve nşr. Adil
Çiftçi, Ank. 2000, s. 25.

3. Beled; 90/8-10.

4. Nisa, 171; Âl-i İmran, 39, 45.

5. Mevdudi, Ebu’l-Âlâ, Tefhimu’l-Kur’an, çev. Kurul, İst.
1991, I, 62.

6. Akdemir, Süleyman, Devletin Unsurları ve Kuvvetler
Dengesi (Sosyal Denge Modeli: II), İst. 1991, s. 23.    

7. Nesne ile özne arasındaki bir ilişkiyi ifade eden bilgi
ve bilincin gerçekleşmesi için de öncelikle, Jaspers’in vurguladığı üzere,
öznenin nesneden ayrılıp kopuşu gereklidir. Özne bundan sonra söz konusu objeyi
diğer varlıklardan koparmaktadır. Jaspers, Karl, Felsefe Nedir?, çev. İ. Z.
Eyuboğlu, İst. 1986, 59-60.

8. Ziyaî, Hüseyin, “Sühreverdî: Aydınlanmacı Felsefe
Doktrini (Otoritenin Kaynağına Doğru)” Ed. Charles E. Butterworth, İslâm
Düşüncesinde Siyasi Düşüncenin Gelişimi (İst. 1999, 284)

9. Müslim, Birr, 59.

10. Rahman 55/4.

11. Said Nursi, “Mektûbât”, Risâle-i Nûr Küliyatı, Nesil
Yay., İstanbul 2002, I, 554-555.

12. Bakara, 212.

13. Neml, 4.

14. İzzetbegoviç, a.g.e., 214.

15. Burada Elmalılı’nın sadeleştirilmiş mealinin zaman zaman
orijinal mealden -konu benzerliği dışında- uzaklaştığını belirtmeliyiz.

16. Said Nursî, “Lemeât”, Risâle-i Nûr Küliyatı, Nesil Yay.,
İstanbul 2002, I, 318.

17. Said Nursî, Muhakemat, Risâle-i Nûr Küliyatı, Nesil
Yay., İstanbul 2002, I, 2011.

18. Senai Demirci, Risale-i Nur Dili,

www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSafasi&Date=02.04.2004&TextID=732

19. Markos İncil’ine göre çarmıha gerildikten sonra Çarmıha
gerildikten sonra “Saat üçte İsa yüksek sesle, “Elohi, Elohi, lema şevaktani”
yani, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye bağırdı.” (Markos 15: 34)
Bu, mevcut İncillere göre İsa’yı Tanrı’nın ayrı bir unsuru saymanın ya da
Tanrıyla bir düşünmenin sorunlu olduğunu ortaya koymaktadır.

20. Said Nursî, “Lemeât”, Risâle-i Nûr Küliyatı, Nesil Yay.,
İstanbul 2002, I, 328. Bediüzzaman, bu ifadelerden sonra küçüklüğünde şahit
olduğu bir ay tutulmasını anlamaktadır: Annesine ay tutulmasının nedenini
sorduğunda “Yılan yutmuştur.” Cevabını alır. Bunun üzerine yılan yutulduğu hâlde
Ay’ın niçin göründüğünü sorar. Annesi ona semada yılanların yarı şeffaf olduğunu
söyleyerek cevap verir. Bediüzzaman bunun, iki hayali kavisin yılana
benzetilerek ifade edilmesini gerçek anlamda yılan olarak anlamaktan
kaynaklandığını belirtir.

21. Kur’an kavramlarının anlaşılmasında şu iki aşamanın
ayırt edilmesi de oldukça önemlidir: İlk olarak bir kavramının Kur’an’ın
bütünlüğü içinde hangi anlamlarda kullanıldığının tespit edilmesi. İkinci olarak
Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığına ilişkin –en doğrusunu Allah bilir-
bilgilere sahip olduğumuz kavramın açıklanması ve yorumlanması. Risale-i Nur’un
en önemli özelliği Kur’an’ı anlamanın bu ikinci boyutuna yaptığı katkılardır.
Burada ele alınan kavram ve konulara yeni açılardan yaklaşabilmek, farklı
yorumlar getirebilmek, insanlığın bilim ve düşünce birikimiyle Kur’an’a
bakabilmek ve bu birikimi Kur’an’ın anlaşılması için seferber edebilmek,
vurgulayalım ki eskiden beri söylenenleri bir daha tekrarlamaktan daha önemli ve
ilmen daha değerlidir. Ancak günümüzde pek çok ilim ve fikir ehlinin zaman zaman
yeni şeyler ortaya koyma arzusu onların köklerden; doğru izah ve bilimsel temele
dayalı yorumlardan uzaklaşmalarına neden olabilmektedir. Buradaki yanlışın başta
gelen nedeni, kavramların Kur’an’ın bütünlüğü ve esas anlamıyla ilişkisini
kesmektir. Bunu da bir bakıma, bir dil ve kavram sorunu olarak açıklayabiliriz.
Kavramların Kur’an’ın bütünlüğü içindeki anlamından kopartılması Bediüzzaman’ın
“Kitaplar, içtihadlar Kur’an’ın âyinesi yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil
istemez o şems-i mu’cizbeyan.” (Said Nursî, “Lemeât”, Risâle-i Nûr Küliyatı,
Nesil Yay., İstanbul 2002, I, 322.) ifadeleriyle dile getirdiği yanlışın bir
türüdür.