Attribute of Speaking: “Those who can speak actively and with creatures, can also speak expressively”

Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır.1
Cenab-ı Hak harf, ses, dil, lisan vs.’ye muhtaç olmadan ezelî olarak konuşur. Kelam,
O’nun yedi subuti sıfatından biridir. Mütekellim ismi de Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından
kaynaklanır. Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatı ve Mütekellim ismi, zatının bir gereğidir
ve olmazsa olmazıdır; çünkü kelam bir kemal, konuşamamak ise büyük bir eksiklik
ve kusurdur. Cenab-ı Hak ise her türlü kusur ve eksikliklerden münezzehtir. Canlı
ve şuur sahibi varlıkları sayısız dillerle konuşturan bir Yaratıcının konuş(a)maması
aklen ve hakikaten imkânsızdır.

Arapçada anlamlı kelimelerden oluşan bütüne kelâm denir.2
Kelâm, muhatapla ilişki kurmanın sembolik yolu olan dilin kullanılması demektir.
Allah’ın insanla (vahiy manasında en son) sözlü ilişkisi, miladî yedinci asırda
Arap dili ile tecelli etmiştir. Aslında Allah’ın nasıl konuştuğunu, insanlar bilemez.
Onun, dünyada konuşulan herhangi bir dille konuştuğunu da söyleyemeyiz. Çünkü yeryüzünde
konuşulan diller, tarih içinde insan toplumlarının birbirleriyle anlaşabilmek için
icat edip geliştirdikleri bir olgudur. Yani dil, insanî ve tarihî bir olgudur. Dolayısıyla
Allah’ın dilinden söz edilmez; O’nun Kelâm’ından bahsedilir.3

Allah’ın kelamını dünyada konuşulan herhangi bir dille sınırlamak
mümkün olmamakla birlikte O, tüm dilleri işitmekte ve bilmektedir. Enbiya Suresi’nin
dördüncü ayetinde Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) “Rabbim gökteki ve yerdeki her
sözü bilir. O, Semi’dir, Alîm’dir”4 demesinden bahsedilir. Ayetin Semi’
ve Alîm isimleriyle hülasa edilmesi ise çok manidardır. Çünkü konuşmak için işitmek
ve bilmek zaruridir. Kelamı ve sözü sonsuz olanın, işitmesi ve ilmi de sonsuz olmalıdır.
Allah Semi’ ismiyle kâinattaki gizli, aşikâr tüm sesleri ve duaları işitir. Alîm
olmasıyla ise bu seslerin ve duaların ne mana ifade ettiklerini bilir. Her şeyi
işiten ve bilen ise Zatına, Ulûhiyetine ve Rububiyetine yakışır bir şekilde ezeli
ve ebedi olarak konuşur. Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle “zihayatla fiilen ve halen
konuşan (Allah) kavlen ve kelamen de konuşur”.5

Sözlükte “maddi ve manevi açıdan etkilemek, yaralamak” anlamındaki
“kelm” kökünden masdar ismi olan kelam, “konuşma, söz söyleme, sözlü etkiyi algılama”
manasına gelir. “Konuşma melekesinden yoksun bulunmaya aykırı durum, zihinde bulunan
anlamın dille ifade edilmesi” diye tanımlanan kelam, örfte “ağızdan çıkan anlaşılır
ses”e verilen addır. Dini bir terim olarak da “Allah’ın konuşma yetkinliğine sahip
bir varlık olduğunu bildiren sıfatı” diye tanımlanabilir. Kelam sıfatına ilişkin
tartışmalar erken dönemde başlamış ve hem kelam ilminin doğması hem adlandırılması
üzerinde etkili olmuştur. Kelam âlimleri, keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri
sürmekle birlikte Allah’ın kelam sıfatı bulunduğu görüşünde birleşmiş ve nasların
yanı sıra akli delillerden hareketle bunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Buna göre
konuşmak bir yetkinlik, konuşamamak ise eksiklik ve aczdir. Mahlûkatı konuşturan
Allah’ın, mahiyeti insanlarca tam olarak bilinemeyen bir konuşma sıfatına sahip
olması yetkin varlık oluşunun gereğidir; konuşamamak ise Allah hakkında muhaldir.
Allah’ın emreden, nehyeden ve bunları yaratıklarına bildiren bir varlık olması da
kelamın, ulûhiyetin ayrılmaz vasıfları arasında yer aldığını gösterir.6

“Ulûhiyet risâletsiz olamaz”7 diyen Bediüzzaman bunu
daha açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir: “Çünkü nasıl güneş, ziyâ vermeksizin
mümkün değildir; öyle de, Ulûhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin
mümkün değildir”.8 Ulûhiyet risaleti, risalet ise vahyi, yani Allah’ın
Mütekellim ismiyle peygamberleriyle konuşmasını gerektirmektedir. Mütekellim ismi
azamî derecede Hz. Musa’da (a.s.) tecelli etmiştir.9 Kur’an’da Allah’ın
Hz. Musa’ya (a.s.) Tur dağının sağ tarafından seslendiği, onunla gizlice konuşmak
için kendisine yaklaştırdığı,10 doğrudan konuştuğu11 ve bununla
seçkin kıldığı12 bildirilmiştir. Tur-i Sina’da Allah’ın kelamının azami
mertebesine mazhar olan Hazret-i Musa (a.s.) ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül
edebilmiştir. Hz. Musa (a.s.) hayretinden “Senin konuşman böyle midir?” diye sormuştur.
Allah ise “Bütün dillerin kuvveti benimdir” diye karşılık vermiştir.13
Ezeli kelamda ehemmiyetine binaen sıkça zikredilen bir kıssa olan Hz. Musa’nın (a.s.)
kıssasının tevhid bürhanlarından birinin üzerinde kelam sıfatının ve Mütekellim
isminin mührünün görülmesi dikkat çekicidir. Hz. Musa (a.s.) Allah ile konuşmak
için Tur dağına gittiğinde kavmi ziynet eşyalarını ateşte eritip böğüren bir buzağı
heykeli yapar. Bu işe önderlik eden Sâmirî ve adamları “Bu sizin de ilâhınızdır,
Musa’nın da ilâhıdır. Öyle iken Musa, (ilâhını burada) unuttu (da onu Tur’da aramaya
gitti)”14 diye vesvese vererek onların buzağıya tapmalarını sağlarlar.
Kur’an, Musa’nın (a.s.) kavmi için “Onun kendileriyle konuşmadığını ve onlara hiçbir
yol göstermediğini görmediler mi?”15, “Onlar bu heykelin, sözlerine karşılık
vermediğini, kendilerinden hiçbir zararı uzaklaştıramayacağını ve onlara hiçbir
fayda sağlayamayacağını görmezler mi?”16 diye sorarak “kavl”17
ve “kelam”18 sahibi olmayanın ilah olamayacağını beliğ ve mu’cizevi bir
şekilde bildirmiştir.

Her ne kadar Hz. Musa (a.s.) Mütekellim ismine azami derecede mazhar
olsa da, İsm-i Azam’ın, dolayısıyla tüm Esmanın azami derecelerinin mazharı olan
Peygamber Efendimiz’de (a.s.m.) Mütekellim isminin tecellisi olağanüstü bir mertebededir.
O’nun (a.s.m.) meşhur mu’cizelerinin bir şekli de dağların, taşların, ağaçların
ve hayvanların kendisiyle konuşmasıdır. Sanki O’nun (a.s.m.) hidayet hediyesinin
manevi hayatı, cansızlara ve hayvanlara da sirayet etmiş ve onları da nutka getirmiştir.19
Şüphesiz Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Mütekellim ismine azami derecede mazhariyetinin
asıl nedeni kırk vecihle mu’cize olan Kur’an’ı ve Miraç mu’cizesidir. Kur’an İsm-i
Azam’dan ve her ismin azami mertebesinden geldiği için aynı zamanda Mütekellim isminin
de en azami mertebesidir. Miraç ise “Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında
Mütekellim-i Ezelinin Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselama olan tekellümü”20
sırrını taşımaktadır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kab-ı Kavseyn makamına çıkıp
ehadiyet ile Allah’ın kelamına ve rü’yetine mazhar olmuş yegâne varlıktır.21

Risale-i Nur Külliyatı’nda Allah’ı Mütekellim,22 Mütekellim-i
Ezeli,23 Mütekellim-i Âlim24 isimleriyle isimlendiren Bediüzzaman
kâinattaki bilerek yaradılışı, hikmetli tasarrufu, görerek idare ve terbiyeyi delil
göstererek vahyin gerekliliğini savunmuştur. Kâinatın mükemmelliği, Allah’ın iş
ve fiillerinin mükemmelliğini gerektirir. Mükemmel ve sanatla yapan ise kusursuz
bir bilgiye sahiptir. Kusursuz bilgi sahibi ise elbette konuşmalıdır. Çünkü hiçbir
kemal ve cemal gizli kalmak istemez. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “madem yapan bilir;
elbette bilen konuşur”. Konuşacaksa, konuşmasını bilenlerle de konuşacaktır. Konuşmasını
bilenler içinde Allah’a tam anlamıyla, eksiksiz muhatap olabilen insanlarla mutlaka
konuşacaktır. İnsanlar içinde ise kabil-i hitap olabilen mükemmel insanlarla en
ulvi bir şekilde konuşacaktır.25 Nitekim başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.)
olmak üzere yüz yirmi dört bin peygamberle konuşmuştur. Tüm peygamberler ve onlara
gelen vahiy hakikatleri, Allah’ın kelam sıfatının ve Mütekellim oluşunun en parlak
ve kesin delilini teşkil etmektedirler.

Allah’ın Mütekellim ve Kur’an’ın da Allah’ın kelamı olduğunda tüm
İslam mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur’an’ın kelam sıfatı gibi kadim
(ezeli) mi, yoksa mahlûk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mi olduğu konusunda
çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki
belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş’ariye ile Mâturidiyye tarafından savunulmuştur.
Selef’e göre Kur’an Allah’ın kelâmıdır ve mahlûk değildir. Allah’la kaimdir ve O’ndan
ayrı değildir. Kur’an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin
toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur; harfler de mahlûk değildir. Kulun okuyuşu,
sesi ve okuma fiili yaratılmıştır; Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur’an
mahlûk değildir, Allah ile kaimdir. Allah’ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan
anlamın hikâyesi değil, ibaresidir. Selef’in benimsediği anlayışın tam karşısında
Mutezile’nin görüşleri yer alır. Mu’tezile’ye göre Kur’an ses, harf, âyet, sûre
vb.’lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma)
nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahlûktur. Allah’ın konuşması,
Mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail’de, peygamberlerde,
Levh-i Mâhfuz’da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur’an’ın kadim (ezeli) olması,
Allah’ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide
ters düşer. (Ehl-i Sünnet) Eş’ari ve Maturidi kelamcılar Selef ile Mutezile arasında
bir yol izlediler. Bunlar kelamı “nefsi” ve “lâfzî” olmak üzere ikiye ayırdılar.
Nefsi kelam (kelam-ı nefsi), Allah’ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız
ezeli bir sıfattır. Lâfzî kelâm (kelâm-ı lâfzî) ise nefsi kelâma delalet eden ses
ve harflerden oluşan Kur’an’ın lafzıdır. Bu lâfzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri
taşıdığı için ezeli değildir, mahlûktur. Eş’arî ve Maturidîler nefsi kelâmın işitilip
işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş’arîlere göre nefsi kelam işitilebilir.
Çünkü var olan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsi kelamın
işitilemeyeceğini savunurlar.26

Cenab-ı Hak, kelamının nihayetsizliğini iki ayette sarih bir şekilde
açıklamıştır. Bir ayette kendini Aziz ve Hakîm olarak isimlendirdikten sonra “Eğer
yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona
katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez”27 diyerek kelamının
sonu olmadığını bildirmiştir. Diğer bir ayette ise Peygamber Efendimiz’e (a.s.m.)
“Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek
(denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi”28
demesini emretmiştir.

Kur’an’ın çok ehemmiyetli ve azametli bir hakikatini ifade eden
bu iki ayet, Risale-i Nur Külliyatı’nın Lem’alar isimli eserinde akıl, kalp vs.
duyguları tatmin edecek bir tarzda tefsir edilmiştir. Namaz tesbihatında kendisine
ilham edilen bu ayetlerin yüzlerce nüktesinden bir nüktesini altı cihetten kuşatıp,
daire içine alma niyetinden bahseder Bediüzzaman. Said Nursi’ye göre Allah’ın kelamının
nihayetsiz olmasının en birinci sebebi, kelamın O’nun ezeli bir sıfatı olmasıdır.
Ezeli olan bir şeyin ise zaman ve mekânla sınırlanması mümkün değildir. İkincisi,
bir zatın işitilen kelamının, onun vücudunu bin delil gücü ve kuvvetinde ispat etmesidir.
Kur’an gibi bir kelamın Allah’ın varlığına delaleti ise, her bir suresinin, ayetinin,
kelimesinin; hatta harfinin mu’cizeliği derecesinde –ulaşılması imkânsız- nihayetsiz
bir yüceliktedir. Üçüncüsü, Cenab-ı Hak Kur’an ile tüm insanlar, cinler, ruhlar
ve meleklerle konuşmaktadır. Her bir şuur sahibi ömrü boyunca Cenab-ı Hakk’ın ezeli
kelamından kendi hissesini almaktadır. Dördüncüsü, beşerin âdi, zayıf ve ruhsuz
sözlerini hava zerreleri sayısınca çoğaltan Cenab-ı Hakk’ın kendi kelamını hava
âleminden sema tabakalarına kadar nihayetsiz âlemlerde yankılanacak, duyulacak şekilde
teksir etmesidir.29 Beşincisi, hareket eden, değişen, farklılaşan her
bir varlığın “kudretin mücessem kelimeleri” ve “ilmin kaderi kelimeleri” olması
hakikatidir. Bu kelimeler de yine nihayetsizdir. Altıncısı ve sonuncusu ise, meleklere,
insanlara ve hatta hayvanlara gelen ilhamların bir nevi İlahi kelam olmasıdır. Kâinatın
ezeli ve ebedi padişahı olan Allah’ın, ordusu mahiyetindeki tüm canlılara daimi
emirleri olan ilhamlar adedince nihayetsiz kelimeleri vardır.30

Mütekellim-i Sermedî olan Cenab-ı Hak hareket ve faaliyetle, kâinatı
ve içindeki varlık türlerini sessizce konuşturmaktadır. Said Nursi’nin veciz ifadesiyle
“göklerin ve zeminin müteharrik mevcudları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki
kelimelerdir ve teharrük ise bir tekellümdür”.31 Göklerin kelimeleri
güneşler, aylar, yıldızlar, berkler, şimşekler, ra’dlar, katrelerdir. Zeminin kelimeleri
ise hayvanat, nebatat, ağaçlar, yapraklar, çiçekler, meyveler, tohumcuklardır.32
Risale-i Nur Külliyatı’nda bitkiler ve hayvanların (nebatat ve hayvanat) “kelime-i
tesbihfeşan”33, “kelamat-ı hikmet”34, “hayattar kelimat”35,
“manidar kelimeler”36 şeklinde ifade edilişi bu açıdan manidardır. Yine
aynı bakış açısı yıldızların “kelime-i hikmetnüma”37, “nurefşan kelimat”38,
“şehadet kelimeleri”39 gibi ifadelerle vasıflandırılmasında da aynı bakış
açısı söz konusudur. Fakat kâinatın bu manevi konuşmasını işitmek için “nur-u iman”a
sahip olmak gerekmektedir.40 “O nur-u iman sayesinde rüzgârların terennümatını,
bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş
vs. gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat İlahi
bir musiki dairesidir.”41

Başta insan olmak üzere tüm varlıkların seslerinin işitilmesi için
havanın olması gerekir. Hava bir tarla gibi tek bir kelime tohumundan ânında milyonlar
kelimeleri meyve verebilir. “Kulağınla nazar et ayine-i havaya, kelime-i vahide
olur milyon kelimat”42 ve “latif şeyler matbaa gibidir; basılan bir kelimeden
bin kelime çıkar”43 sözleriyle Bediüzzaman bu hakikate dikkat çekmiştir.
Sayısız sesleri aynı anda çoğaltarak, karıştırmaksızın, bozmaksızın iletebilen havanın
Allah’ın Mütekellim ismine parlak bir ayna olduğu söylenebilir. Öyle ki bu ilahi
kelam olunca çok daha harikulade bir boyuta ulaşır. Sıradan, zayıf ve ruhsuz sözleri
hava zerreleri sayısınca çoğaltan Mütekellim-i Ezeli, kendi kelamı olan Kur’an’ı
hava âleminden sema tabakalarına kadar nihayetsiz âlemlerde yankılanacak şekilde
çoğaltmaktadır.

Cenab-ı Hakk’ın insanla konuşması üç türlüdür. Şura Suresi’nde bu
hakikat bizzat Cenab-ı Hak tarafından şöyle ifade açıklanmıştır: “Allah, bir insanla
ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi (resul) gönderip,
izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O Aliyy ve Hakîm’dir.”44 Elmalılı
Hamdi Yazır’a göre “vahiy yoluyla” konuşması, doğrudan doğruya vahyederek, gayet
hızlı ve gizli bir işaret halinde anlatarak ve birden bire kalbe bırakıp ilham suretiyle
–sözün sırf ruhani olarak- vasıtasız içe doğması ve alınmasıdır. Miraç gecesi Peygamber
Efendimiz’in (a.s.m.) Cenab-ı Hak’la konuşması bu yolun en zirve noktasıdır. İkinci
yol olan “perde arkasından” konuşması ise, bazı cisimlerde ve kulaklarda kelam,
söz yaratıp işittirmesiyle birlikte kimin söylediğinin görülmediği durumdur. Hz.
Musa’nın (a.s.) Cenab-ı Hak’la konuşması doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki
işitme gücüne söylendiğinden perde arkasından olup bu yolun şahikasıdır. Bir elçi,
resul vasıtasıyla konuşmak olan üçüncü yol ise, Hz. Cebrail (a.s.) gibi tebliğci
bir melek vasıtasıyla Cenab-ı Hakk’ın konuşmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın peygamberlerle
çoğu zaman konuşması bu şekilde gerçekleşmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, peygamberlerin
diğer insanlara tebliğlerini de bu sınıfa dâhil etmiştir.45 Diğer taraftan
Hamdi Yazır’ın söz konusu ayetin nihayetinde tercih edilen Esma-i Hüsna’ya dair
tespiti de gayet manidardır: “Aliyy. Çünkü O çok ulu, çok yücedir. Onun için insanoğlu
O’nun yüksekliğine yetişip de kadîm (ezelî) olan kelamını olduğu gibi almaya dayanamaz.
Fakat Hakîm, hüküm ve hikmet sahibidir. Onun için hikmetine göre vahiy veya ihya
ile söyler.”46

Risale-i Nur’da vahiy, “vahy-ı sarihi” ve “vahy-i zımnî” olarak
iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısım olan vahy-i sarihide peygamberin müdahalesi
söz konusu değildir. Vazifesi onda yalnızca tebliğ etmek ve tercüman olmaktır. Kur’an
ve bazı kudsi hadisler birinci kısma giren vahiylerdir. Vahy-i zımnî olan ikinci
kısım vahiylerde ise peygamberin içtihadıyla bir dahli söz konusudur. Vahy-i zımnînin
özü ve hakikati vahye dayanmakla birlikte, ayrıntılı ifadesi ve açıklanması ise
peygamberin ferasetine veya ona gelen ilhama dayanmaktadır.47

Kur’an’da “Mûsâ’nın annesine, onu emzir, başına bir şey gelmesinden
korktuğun zaman onu denize (Nil’e) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz
ve onu peygamberlerden kılacağız” diye vahyettik”48 ve “Rabbin bal arısına,
dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan evler edin, sonra meyvelerin her birinden
de ye diye vahyettik”49 gibi ayetler de bulunmaktadır. Bu ayetlerde geçen
vahiy kelimesi ilham manasındadır. Fakat ilhamın pek çok dereceleri vardır. Bediüzzaman’ın
tabiriyle “balarısının ve hayvanatın ilhamatından tut, ta avam-ı nasın ve havass-ı
beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından ta havass-ı kerrubiyyunun
ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir.”50

Avamdan havassa kadar tüm meleklerle ilham vasıtasıyla konuşan Cenab-ı
Hak, hayvan türlerine ilhamında meleklere de vazife vermiştir. Yeryüzünde hayvan
türlerine nezaret etmekle görevli meleklerin vazifelerinden biri de51
“evamir-i İlahiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek”tir.52

İlham manasına gelen vahiy kelimesiyle Kur’an’da ifade edilen bir
hakikati, vahyi kabul etmeyen felsefe “sevk-i tabii” olarak nitelendirmiştir. Bediüzzaman’a
göre hayvanlardaki bu duygunun “ilham-ı fıtri”, “saika-i İlahi”, “sevk-i kaderi”
ve “saika ilhamı” tabirleriyle ifade edilmesi gerekir. Ona göre gözü kör olan bir
kedinin ihtiyacı olan ilacı bulması, sağlık memuru mahiyetindeki kartalın bir günlük
uzaklıktaki bir cenazeyi tespit etmesi ve yeni dünyaya gelmiş bir arının bir günlük
mesafeyi gidip yolunu kaybetmeden geri dönmesi bu hakikatin en çarpıcı misalleridir.53
Hayvanların kâinatla olan münasebetlerini, hayat şartlarını ve yeteneklerini çok
kısa bir sürede öğrenmelerinin sırrı da ilhama mazhar olmalarından kaynaklanmaktadır.54
Bu his hayvanlardan çok daha gelişmiş şekliyle insanlarda da vardır. İnsanın dünyasından
gayp âlemlerine pencere açan ve daima doğruyu söyleyen bu his onun altıncı hissidir.55

Bediüzzaman, insanlığın yeryüzü hâkimiyetinin, medeniyetinin ve
yüksek teknolojisinin asıl sebebini nev’inin gücüne ve zekâsına bağlamaz. Benlik,
enaniyet ve gurur sahibi insanları temsil eden Karun’un “Ben kendi ilmimle, kendi
iktidarımla kazandım” mealindeki haksız ve hakikatsiz sözünün Kur’an’da geçmesini
bu anlamda ibretli bulur. Çünkü insan tüm varlıklar içinde nazlı bir çocuktan farksızdır.
Ağlamasıyla, istemesiyle ya da hazin haliyle şefkati celbederek isteklerine kavuşan
bir çocuk misali, aslında insanoğlu da, acziyle Allah’ın kudretini ve fakrıyla Allah’ın
rahmetini celbettiği için güçlü ve zengindir. Bediüzzaman’ın eşsiz ifadesiyle “onun
aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için
ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş”tir.56

İnsanlığın terakkisini ve medeniyetini nübüvvet yoluna ve dinlerin
ilhamına bağlayan Said Nursi’nin Avrupa medeniyetine bakışı da bu eksendedir. 1933-1934’lü
yıllarda57 telif ettiği bir eserinde Avrupa medeniyetine toptancı yaklaşmadığı,
tespitlerinde müspet ve menfi taraflarını beraber düşünüp hakperestliği esas aldığı
görülür. O’na göre “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyeye nâfi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden
birinci Avrupa” ile “felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin
zannederek, beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa”58
olmak üzere iki ayrı Avrupa vardır. İkinci Avrupa olan seyyie kefesinin, hayır kefesi
olan birincisine ağır bastığı tespitinde bulunan Bediüzzaman, yine de bu medeniyeti
tümüyle reddetme yolunu tercih etmemiştir. Çünkü o, medeniyette görülen “mehasin”
ve “terakkiyat-ı sanayi”59 gibi gelişmeleri, mukaddes olan her şeyi inkâr
eden ateist felsefenin bir ürünü olarak değerlendirmemiştir. Aksine insanlığın yakaladığı
tüm yükselişleri, başta Kur’ân olmak üzere bütün semavi kitapların ilhamı olarak
görmüştür. Said Nursi, “günahları iyiliklerine galebe etmesiyle kusan bir medeniyetin
yeryüzünü kanla bulaştırması”60 olarak tarif ettiği dünyanın iki büyük
savaşından ilki olan Birinci Dünya Savaşı esnasında yazdığı tefsirinde “Şu terakkiyat-ı
hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hâsıl olan ilhamlar
üzerine vücuda gelmişlerdir”61 diyerek geçmişi geleceği aynası olarak
görmüştür. Peygamberlerin, ibretli kıssalarıyla manevi alanda, mu’cizeleriyle ise
maddi alanda insanlığa her yönüyle rehber olduklarına dikkat çekmiştir. Hatta insanlığın
henüz keşfedemediği, fakat gelecekte zamanla bulacağı birçok icadı peygamber mu’cizelerinin
ders verdiğini söylemiştir.62

Said Nursi, imanın akıl ve dimağda değil, kalbde ve vicdanda olduğunu
savunur. Bu nedenle dimağdaki vesveselerin ve ihtimallerin –kalbe girmediği sürece-
imanı sarsmayacağını söyler. Ona göre fikir ve dimağ, imanın “bekçi”si; hakkalyakin,
imanın “ruh”u; altıncı his olan saika, imanın “tarîk”ı; hads ve ilham ise, imanın
“delil”idir.63 Hadsi “şimşek gibi bir sürat-i intikal” diye tarif eden
Bediüzzaman’a göre ilham ise, “hadsin muzaafı”dır.64

Bediüzzaman evliya ilhamlarında –istemeden de olsa- bazı arızaların
ve hataların olabileceğini belirtmiştir.65 Tasavvufu yanlış anlayıp aşırılığa
kaçan, Kur’an’ın ve Sünnet’in ölçülerini dikkate almayan bir kısım kişiler tarafından
ilhamın vahiy gibi zannedilmesi ve ilhamı vahyin bir türü olarak görülmesi Said
Nursi’ye göre en büyük hatalardandır.66 Hatta nefis sevgisi taşıyan ve
enaniyetini terk etmeyen bir kısım sofilerin kalbine ilham olarak gelen cüz’i manaları
kelamullah zannedip, ayet olarak tabir etmeleri ise, onun tabiriyle “hata-i mahz”dır,
yüzde yüz hatadır.67

Cenab-ı Hakk’ın kelamı olmak itibariyle birbirine benzeyen vahiy
ve ilham arasındaki farklara dair Nur Risalelerinde şu noktalar belirtilmiştir.
Vahiy peygamberlere gelir, ekseri melek vasıtasıyladır,68 gölgesizdir,
sâfîdir ve havassa özeldir.69 İlham ise ekserisi vasıtasızdır,70
gölgelidir, renkler karışır ve umumidir.71

Mütekellim-i Ezeli olan Allah’ın iki türlü konuşması vardır. Birisi
“cüz’i ve has”tır ki ilhamın özelliğidir, diğeri ise “külli ve âmm”dır ki vahyin
mahiyetidir. Bediüzzaman Allah’a ait bu iki farklı konuşmanın herkes tarafından
daha rahat anlaşılabilmesi için sultan ve güneş temsillerine başvurmuştur. Mesela
sultanın -tek olduğu halde- sıradan bir halkıyla, onun küçük bir ihtiyacına dair,
özel bir telefonla dostane konuşmasıyla; büyük bir memuruyla, memleketinin tamamını
ilgilendiren meseleleri, ihtişamlı fermanıyla, sultan ve halife makamında muhatap
oluşu arasında çok büyük farklar vardır. Yine benzer şekilde güneş de tektir; fakat
küçük bir aynada, onun kabiliyeti oranında ısısı, ışığı ve yedi renginin cüz’i özellikleriyle
yansıdığı aynı anda yeryüzünün yarısını ve güneş sisteminin tamamını ihtişamlı bir
şekilde nurlandırmakta, gezegenlerini büyük bir manevra meydanının etrafında seyahat
ettirmektedir.72 Allah’tan gelen vahiy ve ilham da, mazharların kabiliyetlerine
göre farklılık arz eder. Bir padişahın veziriyle konuşması ile bir vatandaşıyla
konuşması elbette aynı değildir. Vezirini huzura kabul edip bütün ülkeyi ilgilendiren
meseleleri konuşurken, raiyyetinden birisiyle, o kişiyi ilgilendiren özel bir meseleyi
telefonla görüşmesi yeterlidir. Bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ın peygamberlerle konuşması
bütün insanlığı ilgilendiren konulardadır. Veli bir kuluyla görüşmesi ise, genelde
hususiyet arz eder. “İşte şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat
eden bir veli der: ‘Kalbim benim Rabbimden haber veriyor’. Demiyor, ‘Rabbü’l Âleminden
haber veriyor’. Hem der: ‘Kalbim Rabbimin aynasıdır, arşıdır’. Demiyor ‘Rabbü’l
Âleminin arşıdır’”73. İlham her zaman görülen bir keyfiyet değildir.
İlhama mazhar olan kişi zaman zaman bir inkişaf hali yaşar. Bu halde iken, duyguları
daha hassas bir alıcı şeklini alır. İlhama mazhar kişi eğer bir şair ise kendisine
gelen ilhamla yeni bir şiir yazar. Eğer bir kâşifse, insanlığa yeni bir eser takdim
eder. Eğer bir âlim ise, ilimde yeni bir merhaleye imza atar. Kendisine ilham gelen
kişi, o anda bunu kaydedebilirse orijinal eserini ortaya koyar. Yoksa daha sonra
uğraşsa bile aynı hali yakalayamaz.74

Risale-i Nur’da ilhamın mahiyeti ve hikmeti dört nurani hakikatle
ifade edilmiştir: Birincisi, “teveddüd-ü İlahi” diye tabir edilen, Allah’ın kendini
sohbetiyle sevdirmesidir. İkincisi, “icabat-ı Rahmani” diye tabir edilen, kullarının
dualarına perdeler arkasında cevap vermesidir. Üçüncüsü ise, “imdadat-ı Rabbani”
denilen, kullarının imdat isteyen feryatlarına, konuşmasıyla yetişmesidir. Dördüncüsü,
“ihsasat-ı Sübhani” ifadesiyle, Allah’ın varlığını ve yakınlığını kalp telefonundan
konuşmasıyla hissettirmesidir.75

Vahyin kudsi hakikati ise beş esasa dayandırılarak açıklanmıştır:
Birincisi, “tenezzül-ü İlahi” denilen insan aklının seviyesine göre onunla konuşmasıdır.
İkincisi, “taarrüf-ü Rabbani” denilen, Allah’ın kendi eşsiz ezeli sözleriyle kendini
tanıtması, tarif etmesi hakikatidir. Üçüncüsü, “mukabele-i Rabbani” olarak tabir
edilen, Allah’ın kendisine yönelik dualara ve şükürlere fiilen olduğu gibi, sözüyle
de karşılık vermesidir. Dördüncüsü ise, “mükâleme-i Sübhani” denilen, sermedi hayatının
ve ihatalı ilminin gereği olan kusursuz, mu’cizevi kelamını göstermesidir. Beşincisi,
“iş’âr-ı Samedani” denilen, ulûhiyetin gereği olarak kendi vücudunu konuşmasıyla
ispat etmesi hakikatidir.76

Yemeklerin biri gıda, diğeri meyve olmak üzere iki kısım olması
misali, Bediüzzaman’a göre kelamın da iki türü vardır. Gıda manasındaki bir kısım
kelamlar tekrarlandıkça ruha ve fikre hayat verir. Meyve kabilinden iştahı açan
kelamların ise tekrarında usanç, değişiminde lezzet vardır.77 Bütün ayetleriyle
Kur’an ruhların, kalplerin, akılların vs. gıdası hükmünde olduğundan gıda hükmündedir;
tekrarında lezzet ve huzur vardır. Hatta Kur’an yalnız insanlığın manevi ihtiyacı
değildir, belki hayattar hakikatleriyle “hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın
aklıdır”.78

Kelam gücünü, yüksekliğini ve güzelliğini dört kaynaktan alır. Bunlar
“mütekellim”, “muhatap”, “maksat” ve “makam”dır. Başka bir ifadeyle “Kim söylemiş?
Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?”. Kur’an bu dört kaynak itibariyle
eşi benzeri olmayan bir kitaptır.79 Mütekellim, bütün âlemlerin Rabbi
ve bütün kâinatın Halık’ı olan Allah’tır. Muhatap ise, bütün kâinatı ve meleklerin
en büyüklerinden Cebrail’i (a.s.) arkasında bırakıp Kab-ı Kavseyn makamına çıkan
ve bütün varlıkların temsilcisi olan Hz. Muhammed’dir (a.s.m.). Maksadı ise, tevhid,
nübüvvet, haşir, ubudiyet ve adalet gibi iki dünya saadetine (saadet-i dareyn),
kâinatın yaradılış sebeplerine ve ondaki Rabbani maksatlara dair insanın tek başına
kavramakta aciz kalacağı külli meselelerdir.80 Kur’an-ı Kerim, zerrelerden
galaksilere, yerden Arşa kadar her şey tasarruf altında olan bir Yaratıcının iş
başındayken, sözü ile fiilini birleştirmesi, kendi fiilini hem göze, hem kulağa
tasvir etmesi makamında eşsiz ezeli bir hitaptır.81

Kur’an birinci derecede, Mütekellim-i Ezeli olan Allah’ın her şeyi
kuşatan Rububiyetin geniş makamından, kâinat adına muhatap olan Peygamber Efendimiz’in
(a.s.m.) geniş makamına hitap etmiş olsa da, bu hakikatle sınırlı değildir. Belki
bütün insanların her asırdaki irşadlarının yüksek makamından avam tabakasının akıllarını
okşamak derecesine kadar herkesi muhatap alan bir mahiyete sahiptir.82
Kur’an’ın “tenezzülat-ı ilahiye” hakikati gereği avam tabakasına hitap etmesi onun
için bir nakise değil, aksine mükemmelliktir.83 Çünkü bir kelam, bir
yönden mütekellime baksa da birkaç yönden muhatabına bakar. Kur’an’ın en birinci
muhatabı insandır ve insanlar içinde en büyük kitle ise avamdır. Kur’an’ın maksadı
insanın bilmediklerini bildirmek ve öğretmektir. Bunun için insanın Kur’an’dan ürkmemesi
ve onu anlaması gerekir. Âlim birinin, bir çocukla konuşurken onun seviyesine inip,
onun şivesiyle konuşması misali Cenab-ı Hak da insanlarla konuşurken onların seviyesine
inmiş, tenezzül etmiş, akıl terazilerinin tartabileceği ölçüde konuşmuştur.84
Böylelikle Kur’an insanlığa her daim imam, mürşid, rehber ve muallim olmuştur. İnsan
duasını ondan öğrenmiş, meselelerini onun lisanıyla zikretmiş, edeb-i muaşeretini
vs. ondan ders almıştır.85

Bediüzzaman, Kur’an’ın mukaddes kelamlarına pek büyük kuvvetlerin,
bereketlerin ve feyizlerin bağlandığını söyledikten sonra bu ilahi kelime ve kelamları
“mukaddes maşrapa”lara benzetmiştir. Kur’an’a muhatap herkesin kalpleriyle aldıkları
zevki ise “ma-i hayat” ve “şarab-ı Cennet” tabirleriyle ifade etmiştir.86
O’na göre Kur’an’ın “tekellüm-ü İlâhî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten
gelen feyizler ve nurlar çok ehemmiyetlidir”.87 Öyle ki, 28. Söz’ün girişinde
Cennet’e dair Kur’an ayetlerini “Cennet’ten daha güzel, hûrilerinden daha latîf,
selsebilinden daha tatlı”88 olarak tarif etmiştir. Said Nursi’ye göre
Mükellim-i Ezeli olan Allah’ın kelamı, mukabilinde Cennet de olsa -yaratılmış olan-
her şeyden daha güzel ve mükemmeldir. Çünkü kelamullah ezeli ve ebedidir, yaratılmış
değildir, Allah’ın zatına mahsustur. En büyük bir nimet olsa bile Cennet yaratılmıştır,
mahlûktur, ancak ebedi olabilir.

Cennetin nimetlerinden bile ehemmiyetli ve lezzetli olan Kur’an’a
nasıl muhatab olunacağı da ehemmiyetlidir. Cenab-ı Hakk’ın ezeli hitabına en güzel
bir şekilde muhatap olmak için ise “hacât-ı süfliye” ve “malayani halat”ı terk etmek;
yemek, içmek gibi beşeri ihtiyaçlardan uzaklaşarak melek gibi bir vaziyet takınmak
ve Kur’an’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek büyük bir önem arz eder.89
Said Nursi’ye göre Kur’an’a üç türlü muhatap olunabilir. Biri Peygamber Efendimiz’den
(a.s.m.), ikincisi Hz. Cebrail’den (a.s.), üçüncüsü ise Mütekellim-i Ezeli olan
Allah’tan dinliyor gibi bir kudsi halete mazhar olmaktır.90 Bunun devamı
olarak insanın Kur’an’ın ayetlerine fiilleriyle, halleriyle ve sözleriyle tercüman
olup başkalarına da tercüman olması ve Kur’an’ın insanlığa gönderiliş gayesini hayatıyla
göstermesi gibi vazifeleri de bulunmaktadır.

“Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine,
Hem her asırdaki tabakata, derece-i istidad,
Rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifâza-i nurânî.
Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşâde.91

Güyâ her demde, her yerde taze nâzil oluyor o kelâm-ı Rahmânî.

İhtiyarlandıkça zaman, Kur’ân da gençleşiyor.”92

“Kelâm-ı ezelîden gelen, ebede gidecektir.”93

Öz

“Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır” gerçeğinden
hareketle bu yazıda, zatının bir gereği ve olmazsa olmazı olarak Allah’ın kelam
sıfatı ve Mütekellim ismi üzerinde durulmuştur. Konuşmak bir kemal, konuşamamak
ise büyük bir eksiklik olduğundan, her türlü kusur ve eksikliklerden münezzeh olan
Allah’ın konuşmasının zaruri olduğu gerçeği dile getirilmiştir. Canlı ve şuur sahibi
varlıkları sayısız dillerle konuşturan bir Yaratıcının konuş(a)mamasının aklen ve
hakikaten imkânsızlığına dikkat çekilmiş, Allah’ın iki türlü konuşması olan ilham
ve vahiy hakikatleri arasındaki farklılıklara Risale-i Nur’un verilerinden faydalanılarak
izahlar getirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Mütekellim, kelam sıfatı, Kur’an, vahiy, ilham

Abstract

"The most obvious sign of the existence of a substance is his utterance".
Inspired by this fact, this article tries to explain God's attributes of Word and
Speaking which are the necessity of his Substance. Speaking is perfection, and not
being able to speak is a failure. Therefore, God who is exempted from every kind
of failures has to possess this attribute necessarily. The author draws attention
to the logical and factual impossibility of the failure of speaking by God as a
Creator who makes the living and the conscious beings speak in various languages.
He also explains the differences between the two types of God's speaking in forms
of revelation and inspiration from Risale-i Nur's point of view.

Keywords: Speaker, attribute of Word, Qur'an, revelation, inspiration

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said NURSİ, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2001, s. 135.

2. Söz (kelâm), sözcük (kelime), terim (ıstılah), anlam (mânâ)
ve kavram (mefhum) beşlisi genellikle birbirine karıştırılarak kullanılır ve aralarındaki
fark pek fark edilmez. Anlam taşıyıp taşımadığı dikkate alınmaksızın ağızdan çıkan
seslere lâfız; şayet hiç anlam taşımıyorsa lâf, anlam taşıyorsa kelime (sözcük);
tamlamaları kapsıyorsa kavl, cümleyi kapsıyorsa kelâm (söz) denir. Belirli bir grup
tarafından özel olarak kullanılan sözcüklere ise terim (ıstılah) adı verilir. (Dücane
CÜNDİOĞLU, “Korkudan dilin nutkunun tutulduğu bir yer var mı?”, Yeni Şafak Gazetesi,
(Çevrimiçi) http://www.yenisafak.com.tr,
(13 Şubat 2005)).

3. (Çevrimiçi)
http://www.haksever.net/haksever/kuran/kuran_adlari/011.htm

4. Kur’ân, Enbiya Suresi, 21:4.

5. NURSİ, Şualar, 11. Şua, 9. Mesele, s. 215.

6. Yusuf Şevki YAVUZ, “Kelâm Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi, C. 25, Diyanet Yayınları, Ankara 2002, s. 194.

7. NURSİ, Sözler, 10. Söz, 2. İşaret, s. 64.

8. NURSİ, A.g.e., 10. Söz, 2. İşaret, s. 63.

9. Bediüzzaman Said NURSİ, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2001, s. 519.

10. Kur’ân, Meryem Suresi, 19:52.

11. Kur’ân, Nisa Suresi, 4:164; A’raf Suresi, 7:143.

12. Kur’ân, A’raf Suresi, 7:144.

13. NURSİ, Sözler, 15. Söz’ün Zeyli, s. 170; Mektubat, 26. Mektub,
1. Mebhas, s. 300.

14. Kur’ân, Taha Suresi, 20:88.

15. Kur’ân, A’raf Suresi, 7:148.

16. Kur’ân, Taha Suresi, 20:89.

17. Kur’ân, Taha Suresi, 20:89.

18. Kur’ân, A’raf Suresi, 7:148.

19. Bediüzzaman Said NURSİ, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
202, s. 159.

20. Bediüzzaman Said NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 2004, s. 120.

21. NURSİ, Sözler, 31. Söz, 2. Esas, s. 518.

22. NURSİ, Sözler, s. 519; Mesnevi-i Nuriye, s. 215.

23. NURSİ, Sözler, s. 416; Mektubat, s. 383, 390; Şualar, s.
135, 216, 218; Mesnevi-i Nuriye, s. 119.

24. NURSİ, Şualar, s. 215.

25. Bediüzzaman Said NURSİ, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2001, s. 90-91.

26. Âdem ÖZALP, “Kelâm Maddesi”, İslam Ansiklopedisi, (Çevrimiçi)
http://www.cileweb.net

27. Kur’ân, Lokman Suresi, 31: 27.

28. Kur’ân, Kehf Suresi, 18: 109.

29. Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar
yalnız insanlar değildir. Cenab-ı Hakk’ın zişuur muhlukları ve ruhanileri ve melaikeleri
kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin; ihlâsı
esas tut ve yalnız rıza-i İlahiyi düşün. Ta ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin
havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz
zişuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın. Çünkü
mesela sen “elhamdülillah” dedin. Bu kelam, milyonlarla büyük küçük elhamdülillah
kelimeleri, havada izn-i İlahi ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı
için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş.
Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli
birer meyve gibi ruhanilerin kulaklarına girer. (Lem’alar, 20. Lem’a, 3. Sebep,
s. 214)

30. Bediüzzaman Said NURSİ, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2001, s. 344-345.

31. NURSİ, Mektubat, 24. Mektub, 1. Makam, 2. Remiz, s. 278.

32. NURSİ, Sözler, 33. Söz, 19. Pencere, s. 610.

33. NURSİ, A.g.e., s. 128, 337, 399.

34. NURSİ, A.g.e., s. 273.

35. NURSİ, A.g.e., s. 394.

36. NURSİ, A.g.e., s. 610.

37. NURSİ, A.g.e., s. 128, 337, 399.

38. NURSİ, A.g.e., s. 394.

39. Şualar, s. 45; Tarihçe-i Hayat, s. 333.

40. “İnsan kendi kelamını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevi’l
hayatın da, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek her şey sağır
adam gibi yalnız kendi kelamını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatın lisanlarıyla
tekellüm ettikleri Esma-i Hüsna’nın delillerini fehmeder.” (Mesnevi-i Nuriye, 10.
Risale, s. 179)

41. Bediüzzaman Said NURSİ, İşaratü’l İ’caz, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 2004, s. 71.

42. NURSİ, Sözler, Lemeat, s. 645.

43. NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s. 76.

44. Kur’ân, Şura Suresi, 42:51.

45. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 7, Feza
Gazetecilik A.Ş., İstanbul, s. 35.

46. YAZIR, A.g.e, s. 37.

47. NURSİ, Mektubat, 19. Mektub, 2. Esas, s. 94.

48. Kur’ân, Kasas Suresi, 28:7.

 49. Kur’ân, Nahl Suresi, 16:68.

50. NURSİ, Mektubat, 29. Mektup, 4. Telvih, s. 432.

51. Bediüzzaman’a göre meleklerin diğer külli vazifeleri şunlardır:
“Rububiyetin tecelliyatını memur olduğu nev’de müşahede etmek”, “kudret ve rahmetin
cilvelerini o nev’de mütalaa etmek”, “o nev’in ef’al-i ihtiyarisini bir nevi tanzim
etmek”, “onların tesbihat-ı maneviyelerini melek lisaniyle temsil etmek”, “onların
hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelal’e karşı takdim ettiği tahiyyat-ı maneviyelerini melek
lisaniyle ilan etmek” ve “onlara verilen cihazatı hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere
tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmek”. (Sözler, s. 318)

52. NURSİ, Sözler, 24. Söz, 4. Dal, s. 318.

53. NURSİ, Mektubat, 28. Mektub, 1. Risale olan 1. Mesele, s.
333.

54. NURSİ, Sözler, 23. Söz, 4. Nokta, s. 285.

55. “Beşerin havassü’l-hums-u zahire ve batınadan başka, alem-i
gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i
samia, basıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan saika vardır.
Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış
gidemez.” (Mesnevi-i Nuriye, Nokta, s. 215)

56. NURSİ, Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas, 4. Nükte, s. 296.

57. Bu eserin aslı, Hicri 1340, Miladi 1921 senesinde telif
edilen ve daha sonra Mesnevi-i Nuriye kitabı içinde bir araya getirilen Zühre Risalesidir.

58. NURSİ, Lem’alar, s. 119

59. NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, s. 77.

60. Bediüzzaman Said NURSİ, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1995, s. 42.

61. NURSİ, İşaratü’l İ’caz, s. 256.

62. İşaratü’l İ’caz’ın iki sayfasında anlattığı bu ehemmiyetli
hakikati, bu eserinin telifinden 14 sene sonra kaleme aldığı 22. Söz’ün 2. Makam’ının
on iki sayfasında genişçe izah etmiştir.

63. NURSİ, Sözler, Lemaat, s. 673.

64. NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, Nokta, s. 215.

65. NURSİ, Sözler, 24. Söz, 3. Dal, 5. Asıl, s. 308.

66. NURSİ, Mektubat, 29. Mektub, 9. Kısım, 8. Telvih, Dördüncüsü,
s. 438.

67. NURSİ, A.g.e., 29. Mektub, 9. Kısım, 4. Telvih, s. 432.

68. NURSİ, Sözler, 12. Söz, s. 125.

69. NURSİ, Şualar, 7. Şua, s. 116.

70. NURSİ, Sözler, 12. Söz, s. 125.

71. NURSİ, Şualar, 7. Şua, s. 116.

72. NURSİ, Sözler, 31. Söz, 1. Esas, 516-518; Sözler, 12. Söz,
4. Esas, 123

73. NURSİ, A.g.e., 12. Söz, s. 124.

74. Risale-i Nur Enstitüsü, Enstitü Sayfası, “Gerçeğe Ulaşmada
Bilgi Kaynaklarımız”, (Çevrimiçi) http://www.risaleinurenstitusu.org,
01.02.2002.

75. NURSİ, Şualar, 7. Şua, s. 116-117.

76. NURSİ, Şualar, 7. Şua, s. 115.

77. NURSİ, İşaratü’l İ’caz, Sure-i Bakara, s. 35.

78. NURSİ, Sözler, 10. Söz’ün Zeyli, s. 103.

79. NURSİ, A.g.e., 25. Söz, 2. Şule’nin 3. Nuru, s. 395.

80. NURSİ, A.g.e., 1. Zeyl, 6. Nokta, s. 413.

81. NURSİ, A.g.e., 25. Söz, 2. Şule’nin 3. Nuru, s. 396; “Mesele-i
vahide, iki mütekellimden sudur eder. Birisi, mebde ve müntehası ve siyak ve sibaka
mülâyemetini ve ehavatıyla nispetini ve mevzi-i münasipte istimalini, yani, münbit
bir zeminde sarfını nazara aldığı için, o fende olan maharetine ve melekesine ve
ilmine delâlet ettiği halde, öteki mütekellim şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine
ve taklidiyetine delâlet eder. Hâlbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu fark
etmezse, ruhun hisseder.” (Muhakemat, s. 150); Bkz: İşaratü’l İ’caz, s. 166.

82. NURSİ, Sözler, 25. Söz, Emirdağ Çiçeği, s. 416-417; Şualar,
11. Şua, 10. Mesele, s. 218-219.

83. Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını
temin için nâzil olan Kur’ân’ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs’atle beraber,
tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı
teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât,
Kur’ân’ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir bürhan olduğu halde, hasta olan
nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir.
İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur’ân mürşiddir. İrşad
umumî oluyor. Bunun için, Kur’ân’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların
iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu
merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur’ân’ın herbir ifâdesinde
aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan
ve mirsadıyla, mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer. (Mesnevi-i Nuriye, Katrenin
Zeyli, s. 68)

84. NURSİ, İşaratü’l İ’caz, s. 209.

85. NURSİ, Sözler, 15. Söz’ün Zeyli, s. 170.

86. NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s. 72-73.

87. NURSİ, Mektubat, 26. Mektub, 8. Mesele, s. 327.

88. NURSİ, Sözler, 28. Söz, s. 458.

89. NURSİ, Mektubat, 2. Risale olan 2. Kısım, 6. Nükte, s. 390.

90. Kur’ân-ı Kerim okunurken, istimâında bulunduğun zaman muhtelif
şekillerde dinleyebilirsin.
1) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev-i beşere hitaben
Kur’ân’ın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayalen dinlemek için kulağını
o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun.
2) Veya Cebrâil (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) tebliğ ederken, her iki hazretin
arasında yapılan tebliğ-tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol.
3) Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelînin
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma olan tekellümünü dinler gibi ha-yalî bir vaziyete
gir. (Mesnevi-i Nuriye, Zeylü’l Habbe, s. 119)

91. Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asra bakan manevi mu’cizesidir.
Kur’an ve iman hakikatlerini yediden yetmiş yediye, avamdan havassa herkese ders
veren eşsiz bir tefsirdir. Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an’ın gençleştiğinin en parlak
delilidir. Birinci Şua’daki otuz üç ayetin delaletiyle Kur’an tarafından müjdelenen
ve övülen bir eserdir. Öyle ki Risale-i Nur’un Türkçe lisanı dahi Kur’an’ın medh-ü
senasına mazhar olmuştur. (Bkz: Şualar, 1. Şua, 3. Ayet, s. 625.

92. NURSİ, Sözler, s. 674-675.

93. NURSİ, Muhakemat, s. 39; “Eğer o şeriatın nevâmisinden sual
edersen ki, “Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz?” Sana şöyle cevap verecekler
ki: “Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat
için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı faniyeyi kestikten sonra, bizim sûrî olan ir-tibatımız
kesilirse de, daima mâneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı rûhânîsidir.” (Muhakemat,
s. 142.)