Language of Light
Eski zamanda en büyük tehlike “hariçten” gelirdi. Onun için,
karşı koymak, mukavemet etmek kolaydı. Eski zamanın dahilî en büyük tehlikesi
ise, “cehaletten” gelirdi. Onun da izalesi kolaydı.
Çağımızdaki durumun büyük çapta değiştiğini kaydeden Bediüzzaman
Said Nursî, Sebilürreşad gazetesi sahibi ve başyazarı Eşref Edip Bey’e 1952’de
verdiği mülâkatta “Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi.
Şimdi, mukavemet güçleşti” diyor ve şunu ekliyordu: “Korkarım ki, cemiyetin
bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen
en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman
kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur.”1
İman kalesinin bu zamanda tehlike altında olması şimdiki
tehlikenin hem içeriden, hem dışardan; imanın âdeta dört koldan taarruza
uğramasından kaynaklanmaktadır. Üstelik tehlikenin cehaletten değil de ilim, fen
ve felsefe cânibinden geldiği düşünülürse, meselenin önemi daha iyi anlaşılmış
olur.
Bediüzzaman’ın bu tehlike karşısındaki can alıcı tesbiti ve
önerisi “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen
bir dalâletle, kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i
yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun.”2
şeklindedir.
Buna göre zamanın en büyük dalâlet tehlikesine karşı galebe
çalmanın, bozulan kalpleri ıslâh etmenin ve zedelenen iman kalesini tamir edip
kurtarmanın yegâne çaresi Nur’dur, nuru göstermektir.
Bu yazıda ifade etmek istediğim “lisân-ı nur” da bu hakikate
dayanmaktadır. Risale-i Nurlar bu asırda dûçar olduğumuz ferdî ve içtimaî
problemlerimize çare olabilecek yegâne eserlerdir. Ancak bu eserlerin okunması
veya okutulması esnasında, eserlerin dili ile ilgili bazı itirazlara ve
önerilere rastlayabilmekteyiz. Şöyle ki: “Risâle-i Nur’un lisânı ağır ve
ağdalıdır; bu yüzden anlaşılamamaktadır. Bu eserler herkesin daha rahat
anlayabilmesi için sadeleştirilmelidir…”
Yukarıda da ifade edildiği şekliyle, bu zamanın en büyük
tehlikesi, imanı tehlikeye düşüren menhus cereyanlar karşısında, Lisân-ı Nur’un
târifiyle, ehl-i iman olanlar dahi, “Bu zamanda, âhiretin elmas gibi
nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını ona
tercih ediyor”3 durumuna düşebilmektedir.
Bana göre asıl mesele; dilin zorluğu, lisanın anlaşılmaması
falan değildir. Asıl yapılmak istenen, imanları sarsan gaflet tabakasının
kalınlaşması, dalâletin yaygınlaştırılması, basiretin körelmesi, kalp ve kafa
midesinin bulandırılması yolunda bu tehlikeleri bertaraf edecek olan Risale-i
Nurların diline müdahale ederek onun tesirinin azaltılması veya ortadan
kaldırılmasıdır. Yakın tarihimizde, milletimizin tarihi ve dini bağlarıyla
ilişkisini kopartmak için dil üzerinde oynanan oyunlar herkesin gözü önünde
cerayan etmiştir. Esasen dil, milletin tarihi, dini, kültürel bağlarıyla
ilişkisini sağlayan önemli bir araçtır. Dilin sadeleştirilmesi, bilinmeyen
kelimelerin bu dilden ayıklanması gibi girişimler, bu sağlam bağı kopartmak
anlamına gelmektedir. Risale-i Nurlar, bu köprüyü kuran, lisânıyla bunu daha da
sağlamlaştıran eserlerdir. İşte, bunun için de nur lâzımdır; nurlu, feyizli bir
lisân gerekmektedir.
Bu meyanda ihtiyaç duyulan reçete, Risâle-i Nur’un
orijinalitesinde vardır. Bu orijinaliteye müdahale edildiği zaman, o nur
zayıflar, o kuvvet, o feyiz ve bereket sönmeye yüz tutar, o köprü de büyük
sarsıntı geçirir.
Risâle-i Nur’un, Kur’ân’ın feyzine dayanan sünûhât ve ilhamât
ile telif edildiğini muhtelif bahislerde (Birinci Şuâ, 24. âyetin tevili) ifade
eden Bediüzzaman, Birinci Şuâ’nın son bahsinde de, Kur’ân’ın bazı âyetlerine
istinaden şu dokunulmaz ve cerhedilmez kudsî hakikati serdetmektedir:
“…Âyet, Risâle-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder. …Âyet,
mânâ-i remzî cihetinde, vazife-i irsiyeti yapan Risâle-i Nur’u, efrâdı içinde
hususî bir iltifatla dahil edip, lisân-ı Kur’ân olan Arâbî olmayarak, Türkçe
olmasını takdir ediyor.”4
İşte, Risâle-i Nur’un nurlu lisânını Kur’ân takdir ve tahsin
ettiğine göre, bu mesele başkasının kesbî müdahalesine açık değil, kapalıdır
demektir. Böyle bir hassasiyete, yani müellifin kendi görüşlerine ve
tasarruflarına herkesin hürmet göstermesi gerekmez mi?
Bediüzzaman, başka bahislerde de, telifatı olan Risâle-i Nur’un
değil lisânına ilişilmesine, tabirâtına dahi dokunulmasına kesinlikle müsaade
etmemekte ve müsamaha göstermemektedir.
Risâle-i Nur’un nurlu lisânı, lâfızdan ziyade mânâya bakar,
mânâya ehemmiyet verir. Bu itibarla da, Risâle-i Nur’un lisânı yeterince arıdır,
durudur, sadedir, berraktır, sarihtir, fasîhtir.
Nur’un lisânı, “şerh, tanzim ve izâh ruhsatı”nın (Mektûbât, s.
413) ötesinde, asliyetine zerrece dokunulmayacak kadar açık ve anlaşılır bir
sadelik arz etmektedir.
Ayrıca bu anlaşılma meselesi de herkesin kabiliyetine, gayretine
ve samimiyetine göre ayrı ayrı derecelenmektedir. Kur’ân’ın bu zamanda bir
“mu’cize-i mâneviyesi” olan, Kur’ân’ın semâsından nüzûl eden, Kur’ân-ı Hakîm’in
feyzinden nebeân ile ziyâsından iktibas olunan Risâle-i Nur’un5 lisân
ve üslûbundaki sadeliğini, cezâletini, fesâhatini, vuzûhatını ve usandırmayan
halâvetini anlamayanlar olduğu gibi, anlamak istemeyenler yahut da anladığı
halde kabullenmek istemeyenler de vardır.
Şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Hemen her fırsatta ve
bazen de hiç gereksiz yere Risâle-i Nur’un lisânına ilişenler, asliyetine
müdahale edenler, orijinalitesini bozmak isteyenler, değişik niyet ve emeller
tahtında hareket etmektedirler veya bu tarzda hareket edenlere bilmeden yardımcı
olmaktadırlar.
Bunların bir kısmı gerçekten de samimîdir, kalbîdir, hasbîdir.
Mesele onlara izah edildiğinde, aynı samimiyetle Nurları okumaya ve hizmetinde
bulunmaya devam ederler.
Bir kısmı art niyetlidir. Risâle-i Nur’un asliyetini kasten
bozmak isterler. Tâ ki, me’hazındaki kuvve-i kudsiye zayıflasın, dağılsın,
kaybolsun. Risâle-i Nur’u hiç olmazsa “sıradanlaştırmak” isteyen bu sûiniyet
sahipleri karşısında durmak ve tahribatını izâle etmek de, çok zor bir hadise
değildir.
Diğer bir kısmı ise, Risâle-i Nur’a ilmen olduğu kadar lisânen
de “kıskançlığından” dolayı müdahale etmek ister. Kıskançlığı sebebiyle, bunlar
da Nur’un lisânını bozmak, (hâşâ) adileştirmek ve sıradanlaştırmak isterler. Tâ
ki, kendi ilmî/fikrî düzeylerine insin. Kendileri o yüksek seviyeye
çıkamadıkları, çıkmaları da mümkün olmadığı için, “Nur’un kıymetinin tenzîlini
arzu eder”ler. (Mektûbât, s. 413)
“Kardeşlerim!” nidâsıyla Nur Talebeleri’ne seslenen Bediüzzaman,
adı geçen eserin aynı sayfasında “Bir şey daha kaldı, en tehlikesi de odur ki”
diye başlayan paragrafta, ürpertici bir hakikati şu cümlelerle sürdürür:
“İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı
bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir
kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette
enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da,
nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ
yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı
istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen
kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin
tenzilini arzu eder-tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi
satılsın.”6
Gerek İşârâtü’l-İ’câz ve gerekse Münâzarât isimli eserlerinin
başlarında, Risâle-i Nur’da kullandığı lisâna ilişilmesine ve tâbiratına
dokunulup değiştirilmesine kesinlikle râzı olmadığını belirten Bediüzzaman,
bunun bir gerekçesini şöyle izah ediyor: “…Başkasının tashîhine katiyen râzı
olamıyorum. Zirâ, külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü, sözlerimle hiç
münâsebet ve ülfet peydâ etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.”7
Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur’daki söz ve tâbirleri, bir nevi
“patent” gibidir. Orijinal haliyle nerede görünse, nerede okunsa hemen fark
edilir. “İşte bu söz Risâle-i Nur’dandır; Üstad Bediüzzaman’ın sözüdür” şeklinde
kendisini fark ettirecek tarzda orijinalliğe sahiptir.
Sadeleştirmeyle bu patent elden gider ve orijinalindeki kuvvet
dağılır, kudsiyet zayi olur. Daha, tekrâren okunmasına da ihtiyaç kalmaz.
Oysa Risâleler, hem ferden, hem de müçtemian tekrar be-tekrar
okunan, okunması gereken ve ortak bir dil oluşturarak cemaatleşme şuurunu
yerleştiren eserlerdir.
Sıradanlaştırıldığında ise, seksen iki yıl evvel (1926) Barla’da
mayalanan o ulvî, kudsî, mânevî “cemaatleşme şuuru” da Risale-i Nurların ortaya
koyduğu sair ulvî hakikatlerle birlikte zayi olup gider.
Öz
Zamanın en büyük dalâlet tehlikesine karşı koymanın ve bozulan
kalpleri ıslâh etmenin ve zedelenen iman kalesini tamir edip kurtarmanın yegâne
çaresi Risale- Nur’dur. Bu yazıda Risale-i Nurların bu yönü vurgulandıktan sonra
Risale-i Nurların dili ile ilgili tartışmalara yer verilmektedir. Buna göre
Risale-i Nurların dilini sadeleştirerek onun orijinalliğini bozmak, Risale-i
Nurların iman hizmetini sarsmak ve cemaatleşme şuurunu ortadan kaldırmak
anlamına gelecektir.
Anahtar Kelimeler: Risale-i Nurlar, iman, lisan,
sadeleştirme, cemaatleşme
Abstract
Risale-i Nur is the only tool to save the belief tower, to
reclaim the broken-down hearts and to stand against the greatest danger of
perversion. This text emphasizes this aspect of Risale-i Nur and talks about the
discussions on language in Risale-i Nur. Accordingly, the simplification of the
language of Risale-i Nur implies the termination of its originality, the
destruction of its service on faith and the annihilation of its community
consciousness.
Keywords: Risale-i Nur, belief, language, simplification,
being community
Dipnotlar
1. Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neş., İst., 2004,
s. 542
2. Nursi, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neş., İst., 2004, s. 107
3. Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş., İst., 2004,
s. 17
4. Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neş., İst., 2004, s. 625
5. Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neş., İst., 2004, s. 6,
612, 615
6. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst., 2004, s. 413
7. Nursi, Said, Münazarat, Yeni Asya Neş., İst., 2004, s. 17