Global Storm and the End of Capitalism
Küresel kapitalizm, tarihinin en büyük krizlerinden birini
geçiriyor. ABD Merkez Bankası eski başkanı Alan Greenspan’in tabiriyle yaşanan
tam bir “küresel kasırga”dır. Mortgage piyasasının çökmesiyle, finansal
piyasalarda başlayan güven krizi birkaç hafta içinde küresel boyutta bir trilyon
doların üzerinde servetin uçup gitmesine yol açtı. En liberal ekonomik
politikaları takip eden ülkeleri bile piyasaya müdahaleye mecbur etti. Gelişmiş
ülkelerin hükümetleri halkın vergilerini kullanarak sözkonusu krizi aşmak için
uğraştılar. Krizden sonraki birkaç hafta içinde, hükümetler farklı şekillerde
küresel piyasaya 2.4 trilyon dolar enjekte etmelerine rağmen kasırga büyüyerek
devam etti. Yıllardır devletçiliği eleştiren kapitalist ülkeler bazı özel
bankaları devletleştirmek zorunda kaldı. Economist dergisi bile kapitalizmden
uzaklaşıldığını ve sosyalist politikalar benimsendiğini kapak konusu
(“Capitalism at bay1”) yaptı. IMF’nin tahminlerine göre ABD kaynaklı
kötü krediler küresel boyutta 2.2 trilyon dolar zarara yol açacak. Doğrusu bu
çok iyimser bir tahmin sayılır. ABD hükümeti şimdiye kadar biri 700 milyar,
diğeri ise 787 milyar dolarlık iki harcama paketini kabul ederek kasırgayı
durdurmaya çalıştı. Ancak, iktisatçılar bunun daha başlangıç olduğu kanaatinde.
Devamının geleceğini düşünüyorlar. Bazı iktisatçılar sırf ABD bankalarını
zehirli kredilerden (toxic assets) temizleyip sağlıklı bir şekilde işletmek için
4 trilyon dolara ihtiyaç olduğunu söylüyorlar.2 Columbia Universitesi
Dünya Enstitüsü başkanı meşhur iktisatçı Jeffrey Sachs, kasırganın ABD’ye
maliyetinin 15 trilyon dolar olduğunu iddia ediyor.3 Bu da ABD’nin
bir yıllık GSMH değerine denk geliyor. Başka bir deyişle, bu durum ABD’de bir
yıl boyunca herkes tarafından üretilen mal ve hizmetlerin tamamının çöpe
atılmasına benziyor.
Kısacası, ABD’de finansal kriz olarak başlayan kasırga çok
geçmeden küresel bir boyut kazanarak büyük bir ekonomik krize dönüştü. Hem
Avrupa hem de Uzakdoğu’nun zengin ülkelerini kasıp kavurdu. Yeryüzünde bir
şekilde zarar vermediği insan bırakmadı. Olup bitenleri takip etmeye çalışan
milyonlarca kişi şu soruları soruyor: Acaba bu kriz kapitalizmin sonunu mu
getirecek? Yoksa, onu sadece sekteye mi uğratacak? Başka bir deyişle, acaba Karl
Marx gerçekten haklı mıydı? Kapitalist sistem kendi eliyle kendi sonunu mu
hazırlıyor? Bu makalede sözkonusu sorulara cevap vermeye çalışacağım. Öncelikle
kapitalizmin başarı sırrını paylaşacağım. Daha sonra, mevcut krizin kapitalizm
için bir sekte mi yoksa son mu olacağını anlatacağım.
Küresel Kasırganın Kökeni
Yazının başında da belirtiğim gibi, şu anda yaşanan küresel
kasırga kapitalizmi devletin yardım eline muhtaç etmiştir. Demek ki, piyasanın
“görünmez el”i tam işlemiyor. Niye acaba? Görünmez el felç mi geçiriyor? Yoksa,
geçici bir arıza mı yaşıyor? Bu soruların cevabını vermek için öncelikle yaşanan
krizin kökenini anlamak gerekir.
Finansal piyasalarda yaşanan kasırga, ABD’de kâr peşinde koşan
kapitalistlerin zevk peşindeki tüketicelere sorumsuzca kredi açmasından
kaynaklandı. Kolayca aldıkları kredilerle lüks evler alıp keyif çatanlar, gayrı
menkul piyasasında başlayan krizle, borçlarını ödeyemeyince, kapitalistlerin kâr
hayalleri kabusa dönüştü. Yüz yıllık geçmişi olan Lehman Brothers, Merill Lynch
gibi dev firmalar birer birer devrilmeye başladı. ABD piyasalarında başlayan
fırtına bir anda bütün dünya piyasalarını saran kasırgaya dönüştü. Herkes,
kapitalizmin sonu mu geliyor? diye sormaya başladı.
Yaşanan kasırganın birçok nedeni sayılabilir. Ancak, hepsinin
kökeninde hırs yatıyor. Oy hırsıyla hareket eden siyasiler, kâr hırsıyla hareket
eden kapitalist girişimciler ve zevk hırsıyla hareket eden tüketiciler kasırgayı
kaçınılmaz yaptılar. Popülist politikalar takip eden siyasiler, 1990’larda
başlattıkları de-regülasyon politikalarıyla finansal piyasaları kendi haline
bıraktı. Devlet denetimi minimum seviyeye indi. Rasyonel girişimcilerin piyasayı
en etkin şekilde işleteceği görüşü, finansal piyasalarda tam anlamıyla
uygulanmaya başlandı. Merkez Bankası, kredi kuruluşlarının verdiği konut
kredilerine güvence vererek onlara destek çıktı. Arkasını ABD hazinesine dayanan
kapitalist girişimciler piyasaya trilyonlarca dolar kredi sürdü. Öyle ki, Fannie
Mae and Freddie Mac adlı iki kredi kuruluşunun garantör olduğu konut kredisi
miktarı 6 trilyon dolara ulaştı. Doğrusu kâr hırsıyla hareket eden kapitalist
girişimciler kendilerince gayet rasyonel hareket ediyordu. Karlarını maksimum
kılmak için önlerine çıkan tarihi fırsatı sonuna kadar değerlendiriyordu. Mümkün
olduğunca kredi verip, paradan para kazanmaya çalışıyordu.
Öte yandan, “hayat eğlencedir” felsefesini benimsemiş zevk
hırsıyla hareket eden tüketiciler, yıllardır rüyasını gördükleri şeyi
gerçekleştirme fırsatını yakalamıştı. Bunlar, kısa dönemde çok düşük faizle ve
hiç peşinatsız ev sahibi olabiliyordu. Hem de geçmiş kredi tarihlerine
bakılmaksızın. Elbette bu fırsat kaçırılmazdı. Nitekim, çoğu da kaçırmadı.
Herkes ev sahibi olmaya başladı. Bir evi olanlar ikinci evi aldılar. Evi küçük
olanlar, büyüttüler. Neticede konut fiyatları artan taleple beraber yükselişe
geçti. Öyle ki, birkaç sene içinde, birçok yerde, gayrı menkuller iki kat, hatta
daha fazla değer kazandı. Fiyatlar yükseldikçe, mülk sahipleri kendilerini
zengin hissetmeye başladılar. Potansiyel servetlerine güvenerek (servet etkisi)
harcamalarını artırdılar. Birçokları bankalara gidip gayrı menkullerinin artan
değeri karşısında kredi çekti. Kimisi bu paralarla yat aldı. Kimisi LCD ekran TV
aldı. Kimisi arabasının modelini yeniledi. Kimisi, tatile çıktı. Hasılı, herkes
adeta bir tüketim yarışına girdi. Peter Ubel’in tabiriyle tam bir “Free Market
Madness” (Serbest Piyasa Çılgınlığı)4 yaşandı. Birkaç sene boyunca bu
çılgınlık devam etti. Konut fiyatları yükseldikçe yükseldi; alan memnun, satan
memnundu.
Başta Irak’ta olmak üzere ABD’nin dışarıdaki hesapları
tutmayınca, ekonomi SOS vermeye başladı. Hem artan petrol fiyatları, hem de
askeri harcamalardan kaynaklanan bütçe açıkları ülkeyi ekonomik durgunluğun
eşiğine getirdi. İşler kötüye gidince konut piyasasına olan talep azalmaya
başladı. Bu da birkaç senedir şişen balonun patlamasına yol açtı. Ev fiyatları
hızla inişe geçti. İşsiz kalanlar borçlarını ödeyemez oldu. Her ay yüz binlerce
ev sahibi, anahtarı bankalara teslim edip, evlerini boşalttılar. Öyle ki, yüz
binlerce dolara satılan bazı evlerin değeri on binlere düştü. Hatta bankaların
elinde kalan bazı evlerin değeri on binin altına bile düştü. Bankalar kendi
elleriyle inşa ettikleri kredi kulelerinin enkazı altında kaldılar. Kasalarına
tuttukları trilyonlarca dolar değerindeki “değerli kağıtların” birden değersiz
hale gelmesinin şokunu yaşadılar. Başta Fannie Mae and Freddie Mac olmak üzere,
bir zamanlar ‘Bin yıl daha yaşar’ denilen dev gibi kuruluşlar bir bir devrilmeye
başladı. Kriz çok geçmeden tam bir kasırgaya dönüştü. Bütün dünyayı tesiri
altına alıp küresel boyut kazandı. Öyle ki, kapitalist sistemin kıyameti olacak
diye kehanette bulunanlar bile oldu.
Kanaatimce, bu kasırga kapitalist sistemi sarsmakla beraber
sonunu getirmekten çok uzaktır. Çünkü yaşanan kriz, kapitalizmin sonunu
getirecek bir felç değil, geçici bir arızadır. Başka bir deyişle, yaşanan bir
sistem krizi değil, sistemin bir süre sekteye uğramasıdır. Kapitalist sistemin
tamamını insan vücuduna benzetirsek, para bu vücuttaki kan gibidir. Sistemin
temel dinamiklerinde ciddi bir problem yok. Asıl problem, sisteme kan enjekte
eden finansal piyasalarda yaşanıyor. Dolayısıyla, şu anda yaşanan kriz sistemin
sonunu getirecek bir kalp krizi değildir. Sistemi zayıflatan bir kan kaybıdır.
Bu kayıptan dolayı, finansal piyasalarda yaşanan daralma sistemin sonunu
getirmez, ancak zayıflamasına (küresel ekonomik durgunluğa) neden olur.
Öyle görünüyor ki, gelişmekte olan ülkelerin krizden zararı
nisbeten daha da büyük olacak. Çünkü, krizi aşmak için tarihte eşine rastlanmış
harcama paketleriyle piyasaya müdahale eden ABD’ye dünyanın her yerinden para
akıyor. Sermaye sahipleri, ekonomik altyapısı sağlam olmadığı için, gelişmekte
olan ülkelerin krizden daha çok zarar göreceğini düşünüyor. Bu nedenle de
sermayelerini ABD gibi uzun dönemde güven telkin eden ülkelere aktarıyor. Bu da
dolara talebi artırarak, doların diğer paralar karşısında değerlenmesine neden
oluyor. Bu durum kısa dönemde ABD’nin işine yarıyor. Çünkü, büyük harcama
paketlerini çok düşük faizli kredilerle finanse imkanı buluyor. Ancak,
gelişmekte olan ülkeler, hem doların aşırı değerlenmesinden dolayı zarar
görüyor, hem de uluslararası piyasada borç bulmada zorlanıyor. Nitekim,
Uluslararası Finans Enstitüsü’nün verilerine göre, gelişmekte olan ülkelere 2007
yılında 928 milyar dolar kredi akarken, 2008 yılında bu miktar 466 milyar dolara
düştü. Bu yıl ise bunun 165 milyar dolar seviyesine düşeceği tahmin ediliyor.
Kısacası, iddia edildiğinin aksine, yaşanan küresel kasırga,
kapitalist sistemin sonunu getirmeyecek. Aksine, alınteriyle kazanmadığı halde,
aldığı kredilerle keyif çatan kapitalist tüketicilerin borcunu bütün dünyaya
ödetecek. Kapitalist ülkelerdeki politikacılar, yeniden piyasa regülasyonuna
giderek, hatalarını telafi etmeye çalışacak. Yaşanan “serbest piyasa
çılgınlığı”nın bir daha yaşanmaması için devlet eliyle kısmi müdahele yoluna
gidilecek. İnsanların sandığı gibi, kısa dönemde pek de rasyonel olmadığı tezi
bir süre kabul edilecek. Onları rasyonel kararlar almaya yöneltecek kısıtlamalar
getirilecek. Peki, bu kasırgadan yakasını kurtaran kapitalizm acaba ebede kadar
devam mı edecek? Elbette, hayır. Her sistem gibi kapitalizm de bir gün mutlaka
son bulacak. Kapitalizmin sonunu getirecek başka bir kasırgadan bahsetmeden
önce, başarısının sırlarına değinmek istiyorum.
Kapitalizmin Başarı Sırrı
Avrupada birkaç asır önce başlayan kapitalist ekonomik sistem,
20. yüzyılın sonlarında rakip olma iddiasını kaybeden sosyalizmin yenilgisiyle
küresel dünyanın hakim sistemi haline geldi. Feodal toplumların sınırlı üretim
imkanlarını, sanayi, iletişim ve bilişim devrimleriyle olağanüstü derecede
genişleten kapitalist sistem, insanlığa tarihte eşine rastlanmamış bir üretim ve
tüketim imkanı sundu. Bu imkanların dağılımındaki büyük adaletsizliğe rağmen,
kapitalist sistemin günümüz dünya insanını, önceki asırlarda yaşayanlara
kıyasla, daha iyi ekonomik koşullara kavuşturduğu inkâr edilemez. Gelişmiş
kapitalist ülkelerdeki ekonomik göstergeler, kapitalist sistemin ekonomik
başarısının delilidir. Kısacası, kapitalist sistemin en büyük başarısı üretim,
sermaye birikimi ve tüketimde yaşandı. Kapitalist toplumlar, geçmişe oranla, hem
daha çok üretip, daha çok tüketme, hem de daha çok sermaye biriktirme imkanına
kavuştular.
Kapitalist sistemin bu başarısının sırrı neydi? Bu soruya cevap
vermeden önce, kapitalizmle ilgili olarak kavramsal boyutta bir karmaşaya
açıklık getirmek istiyorum. Bazılarının sandığı gibi, kapitalizmle piyasa
sistemi aynı şey değildir. Ancak, ikisi arasında öyle kuvvetli bağ var ki,
dikkatli bakmayan ikisini aynı şey sanır. Kapitalizm, parayı/sermayeyi (capital)
hayatın biricik gayesi haline getiren dünya görüşüdür. Karl Marx’ın meşhur
tabiriyle “Para Yahudilerin kıskanç Tanrısıydı ki, ondan üstün başka hiç bir
tanrı yoktu. Para bütün diğer tanrıları öldürdü ve onları eşyalaştırdı. Para her
şey için yeterli bir değer ölçütüdür… Yahudilerin Tanrısı sekülerleşti ve tüm
dünyanın Tanrısı oldu.” (Tucker, s. 50) Bu anlamda, kapitalist insanların
biricik gayesi kapital (para) elde etmektir. Çünkü, kapitalistlerin nazarında,
paranın açmadığı kapı yoktur. Kısacası, kapitalizm dinlerin ahirette cennet
vaadini dünyada gerçekleştirmeyi amaçlayan bir dünya görüşüdür. Kimileri buna
dünyevi bir din diyor. Kapitalizm, cennet vaadini yerine getirmek için piyasa
mekanizmasını kullanır.
Kapitalizmin üretim ve tüketimdeki başarısının en önemli sırrı
insan fıtratındaki bazı gerçeklere dayanmasıdır. Aynı şekilde, sosyalizmin
başarısızlığı da fıtrata aykırı hareket etmesiydi. Kapitalizm, insan
fıtratındaki nefis ve enaniyet hakikatini kavramış. Esaslarını bu hakikate
dayandırmış. Sözkonusu fıtri gerçeklerle uyumlu olduğu için “piyasa
mekanizması”nı benimsemiş. Kapitalizmin babası kabul edilen Adam Smith piyasa
sistemiyle ilişkin meşhur “görünmez el” (invisible hand) tabirini insan
fıtratındaki “menfaatperest/kendi menfaatini düşünen” (self-interest) hakikatine
dayandırıyor: “Masamızdaki yemeği, köşe başındaki kasap, bakkal veya fırıncının
iyilik yapma arzularına değil, onların şahsi menfaat duygularına borçluyuzdur.”
(Smith, s. 7) Bu anlamda “self” insanın enesine (veya ego), “interest” ise
nefsinin istek ve menfaatlerine tekabül ediyor. Adam Smith’in tabiriyle, şahsi
menfaatini takip etme (self-interest), buna dayalı arz ve talep, “görünmez el”
gibi piyasayı en etkin şekilde çalıştırır. Üretimde en yüksek verimi temin eder.
Üretilen mal ve hizmetlerin etkin paylaşımını sağlar. Dolayısıyla, devletin
elini, güvenlik, adalet gibi sınırlı hizmetler dışında, herşeyden çekmesi
gerekir.
Hatta denilebilir ki, “görünmez el” tarafından idare edilen
kapitalist piyasa sistemi, insanı kendi şahsi menfaatlerini en yüksek kılmaya
çalışan bir nevi bencil varlıklar olarak tanımlar. Bu anlamda insanların,
uzmanlaşmayla ürettiklerini piyasada değiş dokuş yapmaları yardımsever
olmalarından değil, aksine kendi menfaatleri böyle hareket etmeyi gerekli
kıldığındandır. Smith’in “ben merkezli” insanı, uzmanlaşmayla kıt kaynakların en
etkin bir şekilde kullanılmasını sağlayarak, toplam üretim ve tüketim miktarını
diğer ekonomik sistemlere nazaran daha yüksek seviyeye çıkarmayı temin eder.
Böylelikle bireyin kendi menfaatlerini tatmin arzusu toplumun menfaatine hizmet
etmiş olur. Kısacası, kapitalist sistem, bireylerin nefislerini harekete
geçirerek, şahsi menfaatlerini üstün tutmaya, hazır lezzetleri takip etmeye ve
hırsla sürekli daha fazlasını istemeye teşvik ediyor. Bireyin nefsini tatmin
için üretim ve tüketimde gösterdiği başarısını kullanıp enaniyetini
kuvvetlendiriyor.
Sosyalizm, insanın sosyal bir varlık olduğu ve toplumsal
menfaatlerin bireysel menfaatlerin üstünde olduğu görüşünü esas alır.
Dolayısıyla, bireyi toplum için fedaKarlığa davet eder. Ancak, bu fedaKarlığı
yapacak yüce değerleri telkin etmez. Hatta, onları din kaynaklı olduğu için
tahrip eder. Bu anlamda, sosyalizm insanın ben merkezli fıtratını inkâr ettiği
için başarılı olamamıştır. Kapitalizm ise, bu fıtratı tahrik edip, kullandığı
için başarılı olmuştur. Nitekim, Çin bu hatasını anlayıp, “piyasa sosyalizm”ine
geçtiği için son yirmi yılda dev gibi büyüme imkanı bulmuştur.
Kısacası, kapitalist sisteminin başarısı, kârını maksimum
yapmayı biricik gaye edinen üreticilerle lezzetini maksimum yapmayı biricik gaye
edinen tüketicilerin piyasa mekanizması dahilinde verdiği rasyonel kararlara
dayanır. Başka bir deyişle, rasyonel olan tüketici faydasını/lezzetini en yüksek
yapmaya çalışırken, rasyonel üretici de üretimini/kârını en yüksek yapmak için
çalışır. Kapitalist sistem, insanlara hayatın biricik gayesinin eğlence olduğu
mesajını verir. Bu gayeye ulaşmak için çalışarak (veya çalarak) zengin
olmalarını telkin eder. Bu sistemde yetişen kapitalist üreticiler, kârlarını
maksimum kılmak için hem mallarına talebi oluşturmaya hem de maliyetlerini
düşürmeye çalışır. Başka bir deyişle, her türlü reklamı kullanarak,
tüketicilerin doymak bilmeyen nefislerini galeyana getirip, mallarına talep
oluşturken, çalışanlarına prim vererek verimliliklerini artırmaya çalışır.
Böylece, kârını maksimum kılmaya uğraşır. “Hayat eğlencedir” felsefesiyle
yetişen tüketiciler, nefislerini arzularını tatmin için her türlü zorluğa
katlanmaya razı olur. Haftada bir gün eğlenmek için beş gün boyunca durmadan
çalışır. Böylece kapitalist sistemde birisi kârını maksimum kılarken, ötekisi
tüketimini maksimum kılmaya uğraşır. Arz ve talep “görünmez el” gibi çalışıp hem
üretici hem de tüketiciyi “sözümona” memnun eder. Dolayısıyla, piyasanın
“görünmez eli” en yüksek üretim ve tüketim imkanı sunduğu için, devletin
ekonomiden elini çekmesi beklenir.
Kapitalizmin Sonu
Avrupa’da zuhur eden kapitalist sistem, önce feodalizmin sonra
da sosyalizmin sonunu getirdi. 1989 yılında Rusya’daki kominist rejimin
çökmesiyle küresel boyutta rakipsiz kaldı. Öyle ki, Francis Fukuyama gibi bazı
düşünürler “Tarihin Sonu”nu ilan ettiler. Çünkü, Fukuyama’ya göre, insanlık
tarih boyunca aradığı en etkin sistemi liberal kapitalizmle bulmuş ve yeni bir
arayışa gerek kalmamıştı. Oysa, ABD’de başlayan finansal kasırgayla, birçokları
kapitalizminin sonunun geldiğinden sözetmeye başladı. Kanaatimce kapitalizm
tarihin sonu olmadığı gibi finansal kasırga da kapitalizmin sonu olmayacaktır.
Kapitalizm yaşanan kasırganın tahribatını birkaç yıl içinde tamir edecektir.
Çünkü, kapitalist oyuncular finansal kasırgayı ciddiye alıp seferberlik ilan
etmiş ve sistemin devamı için gerekli önlemleri almıştır. Ancak, gelişmiş
kapitalist toplumlarda yaşanan ve pek önemsenmeyen başka bir kasırga var ki,
kanaatimce kapitalizmin sonunu getirecektir. Buna “mutsuzluk kasırgası” diyorum.
Bu yazımda öncelikle kapitalizmin sonuyla ilgili bazı kehanetleri paylaşacağım.
Daha sonra kapitalizmin “mutsuz sonu”nun nasıl geleceğini anlatmaya çalışacağım.
Kapitalizmin Sonuyla İlgili Kehanetler
Tahmin edileceği gibi, kapitalizmin sonuyla ilgili kehanetler
genelikle marksist ideolojiye dayanır. Karl Marx, kapitalizmin sonuyla ilgili
bir asır önce yaptığı kehanette, sistemin sonunu gelir adaletsizliğine
bağlıyordu. Marx’a göre, işçiler (proloterya) ile işverenler (burjuvazi)
arasındaki gelir uçurumu gittikçe artacaktı. Ücretli köleler gibi çalışanlar,
“zincirlerinden başka kaybedecek birşeyleri olmadığını” anladıklarında
ayaklanarak kapitalizmi tarihin mezarlığına gömecekti. Geçen asrın başlarında
Marx’ın bu kehaneti kısmen doğru çıktığında, kapitalizm büyük bir tehlikeyi
yaşamıştı. Bir asra yakın süren mücadeleden, sonuçta kapitalizm galip
çıktığında, sosyalizm tarihe gömülmüştü. Marx şimdilik kehanetinde yanılmış gibi
görünüyor.
Kapitalizmin sonuyla ilgili kehanette bulunanlardan biri de
Joseph Schumpeter’dir. Schumpeter’e göre, rasyonellikten beslenen kapitalizm,
yeşerdiği ortamda rasyonelliği daha da güçlendirir. (Schumpeter, 1950) Ancak
rasyonelliğin yayılması geleneksel değerleri ve kurumları ortadan kaldırdığı
gibi burjuvaziyi destekleyen değerleri de öldürür. Bu aşamaya ulaşıldığı zaman
kapitalizmin meşruiyeti ortadan kalkar ve Marx’ın tahmin ettiği gibi sosyalist
bir sisteme geçiş olur.
Rosa Luxemburg5, kapitalist sistemin sermaye
birikimini devamlı kılması için kapitalist olmayan ülkelerle ticaret yapması
gerektiğini söyler. Emperyalist politikalarla sömürülecek yeni alanların
bulunması kapitalizmin büyümesini sağladı. Dolayısıyla bu sömürünün doğal
sınırına ulaşılınca, yani sömürülecek ülke kalmayınca, kapitalist sistem
çökecektir. Henryk Grossman, bu kehaneti biraz daha geliştirir6.
Kapitalizmin sonunun azalan kâr marjından kaynaklanacağını iddia etti.
Grossman’a göre, kapitalizmde kaçanılmaz olan kâr marjı düşüşleri sonuçta öyle
bir orana düşecek ki, kapitalistlerin üretken olmaları için teşvik edici
olmaktan çıkacak. Kâr unsuru üzerine işleyen kapitalist sistem işleyemez hâle
gelecektir.
Kısacası, kapitalizmin sonuyla ilgili kehanetlerin çoğu,
sistemin ekonomik alandaki başarısının sürdürülemez olduğu tezine dayanıyor.
Dolayısıyla, sistem büyük bir ekonomik çöküntüyle son bulacaktır. Ben tam
tersini düşünüyorum. Kapitalizmin ekonomik alandaki başarısızlığı değil,
başarısı onun sonunu getirecektir.
Kapitalizmin “Mutsuzluk Kasırgası”
Kanaatimce, piyasalarda yaşanan “finansal/ekonomik kasırga”
değil, bireysel ve sosyal alanda yaşanan “mutsuzluk kasırgası” kapitalizmin
sonunu getirecektir. Gittikçe büyüyen “mutsuzluk kasırgasının” kökenini anlamak
için kapitalist sistemin mutluluk modelini anlamak gerekir.
Kapitalizmin mutluluk modeli Benthamcı hedonistik (zevk
düşkünlüğü) anlayışa dayanır. Bentham’a göre, “Doğa, insanın fıtratına, ona
hükmetmek üzere, acı ve lezzetten oluşan iki efendiyi yerleştirmiştir…
Yaptığımız, söylediğimiz ve düşündüğümüz herbir şey bu duygular tarafından
şekillenir. Bu mahkumiyetten kurtulmak için yaptığımız hiçbir girişim sonuç
vermez, aksine mahkumiyetimizi perçinleştirir” (Bentham, s. 14)
Bentham, fayda kavramını; objelerde bulunan ve insana menfaat,
avantaj, lezzet veya mutluluk veren veya insanı acı, keder, mutsuzluktan
kurtaran bir özellik olarak tanımlar.7 “Fayda”, “lezzet”, “mutluluk”
ve “refah” kavramlarını eş anlamlı kullanır. Faydayı en yükseğe çıkarmak (fayda
maksimizasyonu) ise, lezzetleri en yüksek kılıp, acıları en aza indirmektir.
Evrensel boyutta, her birey, doğası gereği hayatından daha çok lezzet almak ve
daha az acı tatmak için mutluluk hesaplaması yaparak yaşamını şekillendirir. Bu
fayda veya mutluluk formülü birey için geçerli olduğu gibi, bireylerin bir araya
gelerek oluşturduğu topluluk için de geçerlidir. Birey doğasındaki duyguların
etkisiyle fayda prensibine göre hareket ettiği gibi, yasakoyucu da, toplumun
faydasını en yüksek kılacak kurallar koyarak aynı prensibe uygun hareket
etmelidir. Bentham’a göre, birey ve toplum için yasal/yasak, doğru/yanlış,
iyi/kötü için belirleyici olan lezzet ve acıdır. Her şey bu iki efendiyi memnun
etmek içindir.
Benthamcı anlayışta, kapitalizm insanı doğasındaki bu efendilere
köle yapan bir sistemdir. İnsanı arzularının (veya İslami terminolojide
nefsinin) esiri haline getirmiştir. Kapitalist bir tüketici nefsinin hoşuna
giden şeyleri yaparak daha çok keyif almayı nihai bir gaye görür. Nitekim,
kapitalist ABD toplumunda egemen olan “hayat eğlencedir (life is fun)” deyimi
kapitalist hayat felsefesini yansıtır. Bu felsefeden etkilenen insanlar haftanın
beş günü çalışarak kazandıklarını hafta sonları eğlencelerde tüketir.
Hayatlarından bekledikleri lezzetleri alamadıklarında ise, çoğu zaman
hayatlarına son vererek, hayatı lezzet endeksli algıladıklarını ve hayattan
lezzet almak dışında bir gayeye sahip olmadıklarını teyit ederler.
On sene önce gişe rekorları kıran The Matrix filmi kapitalizmin
insanı lezzetlerinin kölesi haline getirdiğini çok güzel ifade ediyordu. Film,
insanların iradesini kontrol altına alan ve bilgisayar programlarıyla çalışan
insanvari robotların gerçek insanlığa hakim olmasını konu ediniyor. Filmin bu
teması tamamen metaforiktir. Gerçekte Matrix, kapitalist ideolojinin oluşturduğu
illüzyonik dünyayı anlatıyor. Filmin başrolünde oynayan Morpheus filmin bir
kesitinde Matrix’in ne olduğunu şöyle açıklıyor: “Matrix illüzyonik bir dünya.
Her tarafı kuşatmış. Şu anda içinde bulunduğumuz odaya dahi girmiş. Pencereden
baktığın zaman görebilir veya televizyonunu açtığın zaman izleyebilirsin. İşe
gittiğin zaman, kiliseye gittiğin zaman, vergini verdiğin zaman bu illüzyonik
dünyayı hissedersin. Hakikate gözünü kör eden bir dünya bu… Sen bu dünyanın
kölesisin Neo. Herkes gibi sen de bu hapsin içine doğdun. Öyle bir hapis ki,
varlığını hiçbir şekilde hissedemezsin. Aklın için bir hapis.”8
Kapitalizm, insanın nefsani ihtiyaç ve arzularını tatmin için
her yolu denerken, ruhani ihtiyaçlarını inkâr veya ihmal etmiştir. İnsanı
şehvani duygularının esiri bir hayvan derecesine indirmiştir. Kapitalizmin
insanlara sunduğu mutluluk formülü (fayda maksimizasyonu) gayet basittir: ne
kadar çok çalışırsan, o kadar çok para elde edersin. Ne kadar çok para elde
edersen, o kadar çok mal ve hizmet satın alabilirsin. Ne kadar çok mal ve hizmet
alırsan, o kadar çok tüketim yaparak faydanı (mutluluğunu) artırabilirsin.
Kapitalist sistemde kimisi çok çalışarak, kimisi de çok çalarak nihai amaca
ulaşmaya çalışır. Meşhur iktisat tarihçisi Karl Polanyi’ye göre kapitalizm kâr
ve piyasayı toplum ve insani değerlerin üzerine çıkararak herşeyi alıp satılan
bir mal derecesine indirmiştir.
Kapitalist ideolojiye göre, daha yüksek satınalma gücüne
kavuşup, daha çok mal ve hizmet elde eden bireyler, hayatlarından nisbeten daha
çok lezzet alırlar. Hayatından memnun olan insanın intihar etmesi veya
depresyona girmesi beklenmediğine göre, ekonomik refaha kavuşan kapitalist
toplumlardaki sosyal sıkıntılar, kapitalist mutluluk formülünde bir yanlışlık
olduğuna işaret ediyor. Kapitalist ülkelerde ekonomik refahla birlikte,
streslerin, intiharların ve bunalımların artması, kapitalist sistemin insanlığa
gerçek mutluluğu getirme noktasında bir kriz eşiğinde olduğunu gösteriyor.
Kapitalist sistemin vaad ettiği mutluluğu getirmediğini ilk
ortaya çıkaran Easterlin (1974)’dir. 1946-1970 yıllarını kapsayan çalışmasında
ekonomik refah sevisyesindeki müthiş artışa rağmen insanların huzurlarında bir
artış olmadığını göstermiştir. Easterlin’den beri mutlulukla ilgili çalışmalarda
büyük patlama yaşandı. Bu araştırmaların birçoğu, artan gelir ve tüketiminin
sanıldığı gibi mutluluk getirmediğini açıkça ortaya çıkardı. Asgari ihtiyaçları
giderene kadar paranın mutluluğa olumlu etkisi olduğu, ötesinde ise etkisinin
yok denecek kadar az olduğu anlaşıldı. Başka bir deyişle, paradan mahrum olan
mutluluğu satın alma imkanına sahipken, parası bol olanlar bu imkandan
mahrumdur. Daha da kötüsü, materyalist değerleri benimseyenlerle ilgili
çalışmalar; mutluluğu kendi içinde aramak yerine (inrinsic) dışarıda arayanların
(extrinsic) daha yüksek depresyon, kaygı (anxiety), narsizm, ve kötü madde
bağımlılığına sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. (Duriez, 2006) Aynı şekilde
kapitalist sistemin insanları teşvik ettiği zenginlik, şan ve şöhretin insanı
uzun dönemde huzurlu yapmadığı anlaşılmıştır. Hatta, sözkonusu hedefler peşinde
koşanların, diğerlerine göre mutsuz oldukları görülmüş. (Kasser ve Ryan, 1996)
Gelişmiş ülkelerde bireylerin tüketim gücünü gösteren kişi
başına reel gelir (reel income per capita) son bir asır içinde birkaç kat artış
gösterdi. Daha önceki asırlarda hayal bile edilmeyen birçok mal ve hizmet
tüketimi son iki asırdaki insanlar için gerçek oldu. Ancak, paradoksal bir
şekilde, yaşam standardındaki iyileşmenin ve tüketimdeki artışın beklenildiği
gibi mutluluk getirmediği ortaya çıktı. Küresel kapitalizmin kalbi hükmünde olan
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yaşananlar bunun en açık örneğidir. ABD’de
1960’lardan günümüze, kişi başına reel gelirin üç kat artış göstermesine rağmen,
mutluluk ölçümlerine göre, bireylerin mutluluk seviyesinde düşüş yaşandı (Myers,
2001). Başka bir deyişle, Amerikalıların araba, soğutucu, elbise kurutma
makinesi edinme imkanları eskisine göre üç kat artmıştır. Yine eskiye oranla
insanların herhangi bir gece lokantada yemek yeme imkanları üç katına
yükselmiştir. Ancak boşanma oranları da ikiye katlanmış, gençlerin intiharı üç
katına çıkmış ve depresyonlar on kat artmıştır (Newsweek, 16 Eylül 2002). Bu
paradoksal gelişme literatürde, gelişmişlik paradoksu (progress paradox) veya
Amerikan paradoksu (American Paradox) diye biliniyor. Aynı durum diğer gelişmiş
kapitalist ülkeler için de geçerli. Örneğin, İngiltere’de 1950’den beri gelir
seviyesi üçe katlanmasına rağmen, bireylerin yaşam memnuniyeti yerinde saymış.
Kapitalizmin Başarısı Onun Sonunu Getirecektir9
Kanaatimce, kapitalizmin sonunu arzulayanlar, onun başarısı için
dua etmelidir. Çünkü, kapitalizmin başarısı onun sonunu getirecektir. Yani,
kapitalizm başarılı olduğunda, bireylere vaat ettiği cenneti getiremeyeceği
anlaşılacak ve bu da onun sonu olacaktır.
Küresel kapitalizmin açmazlarını, Tarihin Sonu adlı kitabıyla,
bu sistemin insanlığın ulaşabildiği en mükemmel sistem olduğuna inanan Francis
Fukuyama gibi kapitalizmin kahinleri de kabul ediyor. Fukuyama, 2003 yılında
yayınlanan Our Posthuman Future (Bizim İnsanötesi Geleceğimiz)10 adlı
kitabında, ilaç sektöründe ve bioteknolojide yaşanan gelişmelerin insan
fıtratını değiştirerek yeni bir insan tipi meydana getirmekte olduğunu anlatır.
Kârını en yükseğe çıkarmak isteyen kapitalist üreticiler geliştirdikleri, Prozac
gibi mutluluk ilaçları ile, hedonistik hayat felsefesine sahip tüketicilere kısa
yoldan kendilerini mutlu hissetme imkanı sunuyor. Bu ilaçlar insan beyni
üzerinde uyarıcı bazı etkilerde bulunarak insanın kendini daha iyi hissetmesini
sağlıyor. Fukuyama bu gelişmeyi endişe verici bulsa da, hedonistik bir tüketici
için önemli olan lezzetlerin en yükseğe çıkarılması olduğuna göre, Prozac gibi
ilaçlar bu maksada ulaştıran en etkin araç olabilir.
Kapitalizmin çıkmazlarını anlayan bazı sosyal bilimciler, daha
insancıl bir kapitalizmin geliştirilmesini öneriyor. Örneğin, Nobel İktisat
Ödülü almış Amitai Etizoni, Ahlaki Yön: Yeni Bir İktisada Doğru (1988)
kitabında, “insancıl iktisat” adını verdiği yeni bir iktisadi alandan söz
ediyor. Etinoza, kapitalist sistemin insanla ilgili varsayımlarında bazı hatalar
olduğunu söylüyor. Sistemin başarısının devamını, söz konusu hatalı varsayımları
düzeltip daha insani bir formata girmesine endeksliyor.
Son yıllarda, kapitalist sistemdeki paradoksal gelişmeyi ortadan
kaldırmak için bireylerin ve toplumların parasal zenginlik (satın alma gücü) ve
toplam üretim (gayri safi milli hasıla) yerine doğrudan doğruya mutluluğa
yoğunlaşması gereği vurgulanıyor. Gayri Safi Milli Hasıla’ya benzer mutluluk
seviyesini ölçen Gayri Safi Milli Mutluluk (Gross National Happiness (GNH)
indeksinin geliştirilmesi tavsiye ediliyor.
Kısacası, piyasa ekonomisine dayalı kapitalist sistem, insan
fıtratındaki bazı gerçeklere dayandığı için, onu etkin bir şekilde çalıştırıp,
üretim ve sermaye birikiminde tarihte görülmemiş bir başarı sağlamıştır. Öte
yandan, insanı mutlu yapacak bazı unsurları inkâr veya ihmal ettiği için aynı
başarıyı bireysel ve toplumsal mutlulukta gösterememiştir. Vaad ettiği huzuru
getirmek yerine, streslerin, depresyonların ve intiharların artmasına neden
olmuştur. Bu nedenle, kapitalist ülkeleri gittikçe büyüyen bir “mutsuzluk
kasırgası” sarmıştır. Öyle görünüyor ki, kapitalist sistem üretim ve tüketimde
başarılı oldukça bu kasırga büyüyecek. Eğer gerekli önlemler alınmazsa,
sözkonusu kasırga kapitalizmin “mutsuz sonu” olacaktır.
İnsan Fıtratı ve Kapitalizm
Kapitalist sistemin başarısı insan fıtratını kısmen bilip,
fıtrata uygun hareket etmesinden kaynaklandığı gibi, başarısızlığı da fıtratı
tam bilmemesinden veya bilerek bazı yönlerini ihmal etmesinden kaynaklanıyor.
Bundandır ki, sistem üretim ve tüketimde başarılı olmasına rağmen, huzuru
getirmede başarılı olamamıştır. Küresel boyutta insanların ruh alemini kasıp
kavuran büyük bir mutsuzluk kasırgasını beraberinde getirmiştir. Öyle görünüyor
ki, insanı doğru şekilde anlayıp, her türlü ihtiyaçlarını gidermeden sözkonusu
kasırganın önüne geçmesi pek de mümkün gözükmüyor.
Kapitalist sistemin en büyük hatası neredeyse bütün vurguyu dış
aleme yapmasıdır. Oysa, her insan bir alemdir. Bediüzzaman’ın tabiriyle kainat
alem-i kebir ise insan onun bir numunesi hükmünde “alem-i sağir”dir. Küresel
mutsuzluk kasırgasının kökeni, kapitalist sistemin dış aleme nazarları tevcih
edip, içimizdeki alemi ihmal etmesidir. Bediüzzaman, eserlerinde insanın iç
aleminin haritasını çıkararak onu hem dünyada hem de ahirette daimi ve elemsiz
saadete ulaştıracak bir reçete sunuyor.
Bediüzzaman’a göre, kapitalist ideolojinin öngördüğü “sefih
medeniyet” insanı nefis ve enaniyetten ibaret biliyor. İnsanın nefsini her çeşit
hayvani lezzetlerle tatmin edip, ihsan edilen edilen hediyeleri gasbederek
enaniyetli yapıyor. Oysa, Kur’an’ın öngördüğü “fazilet medeniyeti” insanı nefsin
esaretinden kurtarıp, bütün istidatlarını inkişaf ettirerek “insan-ı kamil”
derecesine çıkarmaya çalışır.11 Genç, yaşlı, sıhhatlı, hasta, zengin
ve fakir, herkesi ve herkesimi hakiki saadete ulaştırır. Bediüzzaman’ın her bir
insanda gördüğü potansiyel, Mevlana’nın Mesnevi’sindeki bir örneği anımsatır.
Mevlana insanı tavuk altına kuluçkaya bırakılmış kaz yumurtasına benzetir. Tavuk
altına kuluçkaya bırakılan kaz yumurtasından kaz çıkmasına rağmen, eğer bu yavru
kendisine verilen farklı yetenekleri tanımazsa ve tavuk gibi olduğunu düşünse
ancak karada yürür ve birkaç metre uçar. Oysa kendi yeteneklerini keşfetse hem
karada yürür, hem havada uçar hem de suda yüzer. (Eren, s. 55)
Bediüzzaman’a göre insanı mutlu kılmanın yolu onu tanımaktan
geçer. İnsanın sahip olduğu yetenekleri bilmeden onları inkişaf ettirmek ve
mutluluğa ulaşmada kullanmak mümkün olmaz. Bir çekirdek gibi büyük bir
potansiyele sahip olan her bir insan, meleklerin dahi ötesindeki makamlara
geçebilir. Bunun için Bediüzzaman, potansiyelini değerlendirmesi, hakikatı
bulması ve huzura ermesi için eserlerinde insanı kendini tanımaya ve iç alemini
keşfetmeye davet eder. Çünkü, kendini bilen Rabbini bilir. Kendi iç alemini
keşfeden bütün alemlerin Rabbini de keşfeder. O’na her an muhtaç olduğunu idrak
eder. Bunun için Bediüzzaman, “enfüsi” tefekkürü “afaki” tefekkürden daha önemli
bulur. Çünkü, insan afakta kaybolabilir. Ancak, enfüste kolay bir şekilde
Rabbine ulaşır.
Bediüzzaman, insanın iç aleminde birçok keşifler yapmıştır.
İnsan sarayının binlerce sakinleri olduğunu ortaya çıkarmıştır. “Ben” diye
konuşanın aslında tek bir “ben” olmadığını, binler “benler” olduğunu
göstermiştir.12 Bu anlamda, Bediüzzaman’a göre, insanın hakiki
saadeti “ben şunu istiyorum”, “bana şunu da ver” diyen nefsini tatminle değil,
bütün “benlerin” sesine kulak verip, onların ihtiyaçlarını gidermekle mümkün
olur. Çünkü, nefis binlerce “ben”den sadece birisi. Önemli olan bütün “benler”in
ihtiyaçlarını bilip yerine getirmek. Onları zararlı şeylerden koruyup muhafaza
etmektir.
Bediüzzaman eserlerinde insanın içindeki şu “benler”i
derinlemesine tahlil etmiş, onların kim olduğunu ve bizden neler istediğini
anlatmıştır: kalb, vicdan, nefis, akıl, şeytan, melek-i ilham, irade ve ene.
İçimizdeki Sultan: Kalb
Metaforik olarak ifade etmek gerekirse, kalb insan sarayındaki
“sultan”dır. Öncelikle gözetilmesi gereken sultanın arzu ve ihtiyaçlarıdır.
Diğer “ben”ler bir anlamda sultan için çalışmalı, ona hizmet etmeli, onu memnun
etmeye çalışmalı. “Kalb Sultanı”nın en büyük arzusu, kendisine verilen sonsuz
muhabbet duygusuyla, sonsuz güzellik, sonsuz kemal ve sonsuz ihsan sahibi
“Mevla”yı bilip, ona bağlanmaktır. Ancak, söz konusu sultan Mevla’yı bilmeyince,
O’nda aradığını “leyla”lar bularak tatmine çalışır. Bunun için biricik sermayesi
olan “muhabeti” kullanarak, güzellik, kemal ve ihsan sahibi şeylerle bağ kurmaya
uğraşır.
Bu anlamda, insan sarayının sultanı olan kalb için hayat
Leylalar bulup, onlarla bağ kurma serüveninden ibarettir. Ancak, ne garip ki,
hiçbir Leyla, onu tatmin etmez. Daha da kötüsü bağlandığı bütün Leylalar er yada
geç onunla bağını koparıp gider. Onu yüzükoyun bırakır, ağlatır, hatta bazen
kanlar içinde bırakır. Dünyayı ona zindan eder. Bediüzzaman, Leyla’yı ararken
belayı bulanların merhamete lâyık olmadığını söyler. Çünkü, onlar Mevla’ya
sarfedilmek için verilen hadsiz muhabeti Mevla’nın cemal ve kemal’inin yansıdığı
sönük aynalar hükmünde olan Leylalara sarfetmişler. Kendi iradeleriyle muhabbeti
yanlış yerde kullanmışlar. Ceza çekmeyi hak etmişler.13
Bediüzzaman’a göre, muhabbet yerinde kullanılırsa insana safi
bir saadet getirirken, yanlış yerde kullanıldığında ona hayatı zindan eder.
Çünkü İlahi hikmet herbir organı belirli maksatlar için halkettiği gibi, her bir
duyguyu da belirli gayeler için insana vermiştir. Bu anlamda insan, ancak sahip
olduğu duyguları veriliş maksadına uygun kullandığında saadeti yakalayabilir.
Bediüzzaman, sınırsız muhabbetin nasıl kullanılması gerektiği sorusuna cevap
verirken öncelikle muhabbetin nedenleri üzerinde durur. Çünkü insan ancak
belirli sebeblerle birşeye muhabbetini yönlendirir. Yani muhabbetin sebebleri
birşeyde ne derece bulunursa o şey o derece sevilir. Bu anlamda Bediüzzaman,
Seyyid Şerif Cürcânî‘ye atıfla muhabbetin sebeplerini şöyle beyan eder: İnsan
“ne şeyi severse, ya lezzet için sever, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi
bir müşâkele-i cinsiye için, ya kemal olduğu için sever.” (Nursi, Sözler, s.
579) Başka bir deyişle, muhabbetin en önemli nedenleri cemal, yani güzellik;
kemal, yani mükemmellik ve/veya ihsandır. İnsanın kalbindeki muhabbet sınırsız
olduğundan ancak sınırsız olan bir cemal, kemal ve ihsanı bulmakla tatmin olur.
Söz konusu meziyetler ise sadece Allah’a mahsustur. Mahlukatta görülenler ise
gerçekte ilahi güzelliğin, kemalin ve ihsanın yansımaları veya gölgeleridir.
Bediüzzaman’a göre, insanın kalben tatmin olması, Kur’an’ın da ifade ettiği gibi14,
ancak Allah’ı bulmak, bilmek ve sevmekle mümkün olur.
İçimizdeki Yargıç: Vicdan
Bediüzzaman’a göre vicdan, insanın içindeki “görünmez yargıç”
gibidir. Yaptıklarımızı yargılayıp, hakkımızda hüküm verir. Yanlış yaptığımızda
bize azap çektirir. Doğru yaptığımızda bizi rahatlatır. İç huzuru verir. Bu
nedenle insanın vicdanen rahat ve huzurlu olması ancak fıtrata uygun hareket
etmesi ile mümkündür. Yani insan “müeccel (sonra verilecek) ve muaccel (peşin)
iki ücret mukabilinde o Sâni-i Zülcelâlin makâsıdını bilerek tevfîk-ı hareket
(onlara uygun hareket)” etmelidir (Nursi, Sözler, 29. Söz, 4. Esas). Eğer,
fıtrat sahibini tanıyıp, “tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa,
vicdânı dâim azab içinde kalır.” (Nursi, Sözler, 6. Söz)
Vicdanın en önemli arzusu ebediyettir. Sürekli sonsuzluğu arar.
Sadece onunla tam tatmin olabilir. Bediüzzaman’nın ifadesiyle “İnsanın fıtrat-ı
zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık
vicdanını dinlerse, “Ebed, ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana
verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.” (Nursi, Sözler, s.
489) Çünkü insanın “öyle arzuları ve matlapları var ki, ebedî saadetten başka
hiçbir şey onları tatmin etmiyor. (Nursi, Şualar, s. 58) Bundandır ki bu dünyada
dahi nefis devam ve beka hissi ile lezzet alır. Eğer bu ebedi yaşama
aldatmacasını taşımasaydı, nefis hiçbirşeyden lezzet alamazdı. (Nursi, Mesnevi-i
Nuriye, s. 155)
Ölüme karşı tüm isyanlar ve ölümsüzlük için bütün çalışmalar
insandaki ebediyet arzusunun bir göstergesidir. Bediüzzaman’a göre bu arzuyu
sonsuz bir hayatta, sonsuz bir saadet müjdesi sunan Kur’an tatmin eder. Yoksa
binlerce sene dünya saltanatı dahi olsa ucunda yokluk görünen bir hayat, vicdan
için saadetten ziyade azaptır. Oysa, Allah’ı bulup O’na itimad eden vicdan,
ebedi hayata mazhar olacağını bildiği için bu dünyada bile tam huzuru bulur.
“Çünkü bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu dünyanın bir
menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için,
bahar sofrasında had ve hesaba gelmez, san’atlı, şirin nimetlerini her baharda
ihsan edip bir kahvaltı hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i
ebedîlerinde sekiz daimî Cenneti hadsiz bir zamanda hadsiz envâ-ı nimetiyle
doldurup ibâdına ihzar eden bir Rahmânü’r-Rahîmin rahmetine iman ile istinad
edip intisabını bilen, elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, en ednâ
derecesi, hadsiz ebedî emellere medet verip idame eder.” (Nursi, Lem’alar, s.
250)
İçimizdeki Fil: Nefis
Bediüzzaman, her insanda hayvani lezzetlere talip olan ve doymak
bilmeyen bir nefis olduğunu söyler. Bediüzzaman’ın nefis tasnifi, University of
Virginia’da Profesör olan ve kendisini ateist Yahudi olarak tanımlayan Jonthan
Haidth’ın “fil” metoforu arasında çok benzerlikler var. Haidth, her insanda fil
ve sürücü (rider) bulunduğunu söyler. Hayatı, ikisi arasındaki mücadele olarak
tarif eder. Gerçek mutluluk ise, sürücünün (yani aklın) fili kontrol etmesiyle
mümkündür. Haidth, günümüzde genelikle filin hakim olduğunu, sürücünün ise file
hizmetkâr olduğunu iddia eder. Haidth, gerçek mutluluğun fili kontrol edip,
sürücüyü hakim kılmakla mümkün olduğunu söyler. Haidth, laboratuvar
çalışmalarıyla filin isteklerin keşfetmeye çalışır. Sürücüyü hakim kılmanın
yollarını araştırır. Ancak, bunu gerçekleştirmenin neredeyse imkansız olduğunu
kabul eder. (Haidth, 2006)
Bediüzzaman’a göre, geleceği göremediği için hazırdaki
lezzetleri maksimum kılma hırsıyla dolu olan nefis (fil), eğer kontrol
edilmezse, insanı bütün latifeleriyle kendine hizmetkâr kılar. Herşeyi kendine
feda ettirir. Hazır lezzet için her türlü fedakarlığa razı olur. Çünkü “his ve
heves ise kördür, akıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman
lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat
hapis elemlerini çeker ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde,
binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti
mahvolur” (Nursi, Sözler, 13. Söz) Ancak, nefis terbiye edilip, meşru dairede
lezzetini aramasına izin verilirse, insanı hakka götüren bir binek olur.
Allah’ın nimetlerini tadıp, tanımaya vesile olan bir hizmetçi olur.
Bediüzzaman, nefsin insandaki üç temel yeteneği kullanarak,
insanı esir aldığını söyler. Bu yeteneklerin birincisi kuvve-i şeheviye ki,
cinsi istek kudreti, yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi yeteneklerdir.
İkincisi kuvve-i gadabiye (öfke duygusu) ki, zararlı şeyleri def etmeye insanı
sevk eden yetenektir. Üçüncüsü ise kuve-i akliye olarak adlandırılan nefse
danışmanlık yapan akıl melekesidir. Bediüzzaman’a göre bu yeteneklere sınırlama
konulmamıştır. Çünkü, Allah “insanı, pek çok envâ (türler) yerinde bir nev-i
câmi (türlerin numunesi) halk etmiş. Yani, bütün envâ-ı hayvânâtın (hayvan
türlerinin) muhtelif derecâtı kadar, birtek nevi (tür) olan insan ile o vezâifi
gördürmek irade etmiş ki, insanların kuvâlarına ve hissiyatlarına fıtraten bir
had bırakmamış, fıtrî bir kayıt koymamış, serbest bırakmış… Çünkü insan,
Hâlık-ı Kâinatın esmâsının nihayetsiz tecellîlerine (yansımalarına) bir ayna
olduğu için, kuvâlarına (yeteneklerine) nihayetsiz bir istidat (potansiyel)
verilmiş.” (Nursi, Mektubat, 26. Mektup, 3. Mesele) Meleklerdeki sabit makamlara
nisbetle, insanların en aşağı mertebeden meleklerin üzerine geçip kainatın
halifeliğine kadar uzanan mertebelere terakkisinde bu yeteneklerin büyük önemi
vardır.
İnsanın söz konusu fıtri yeteneklerine bir sınırlama
konulmadığından herbirisinin ifrat, tefrit ve vasat mertebesi bulunur.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle “kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne
helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki,
namusları ve ırzları pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise
iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur… Ve keza, kuvve-i gadabiyenin
tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat
mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne mânevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün
istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise
şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan
şeylere karışmaz… Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvettir ki,
hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı
hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi
ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinap
eder.” (Nursi, İşaratül İ’caz, s. 603) Bu anlamda insan yaşamak için kendisine
verilen bu üç temel yeteneklerini “orta yol” (vasat)da kullandığında saadeti
yakalar. Kur’ân gibi semavi mesajlar, haksızlık, zulûm ve sefahete neden olacak
bu temel yetenekleri vasata çekmek için gönderilmiştir.
İçimizdeki Düşman: Şeytan
Bediüzzaman’a göre, her insanda “lümme-i şeytaniye” denilen
şeytanın bir nevi bürosu var. Bediüzzaman, insandaki küçük şeytanın varlığını
alemdeki büyük şeytanın varlığına delil olarak takdir eder: “Lümme-i şeytaniye
denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî
lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve
sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve
hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir
delildir.” (Nursi, Lem’alar, 13. Lem’a, 13. İşaret)
Bediüzzaman, nefisle şeytanın çok iyi arkadaş olduklarını
söyler. Bu anlamda, nefis her zaman şeytana kulak vermeye hazır bir hizmetçi
gibidir. “Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine hem kabile
(kabul eden), hem nâkile (nakleden) iki cihaz hükmündedir.” (Nursi, Lem’alar,
13. Lem’a, 5. İşaret) Dolayısıyla, şeytanı dinleyip, nefsin arzularını kendine
mabud ittihaz edecek kadar önemseyen bir insan ancak elemli, geçici ve sahte bir
saadeti kazanır. Oysa, Kur’an’ın talimiyle nefsini terbiye edip, şeytana kulak
vermeyen insan en zirveye çıkıp “insan-ı kamil” olur. Zaten, Allah elmas ruhlu
Ebu Bekir ile kömür ruhlu Ebu Cehil’i nefis ve şeytanı süzgecinden geçirerek
ayırıyor. Eğer nefis ve şeytan olmasaydı ikiside aynı mertebede kalacaktı.
Bediüzzaman, başta İstiaze Risalesi olan 13. Lem’a olmak üzere,
muhtelif eserlerinde şeytanın yaratılış hikmetini anlatmış, şeytani telkin ve
tuzaklara karşı talebelerini uyarmıştır. Şeytanın en büyük desisesinin kendini
kendine tabi olanlara inkâr ettirmek olduğunu söylemiş. İnsanı içindeki şeytani
sese karşı teyakkuza davet etmiştir. Hem Allah’la hem de bireylerle olan
ilişkilerinde insanın kusurunu kabul etmemesini şeytanın telkinine bağlamıştır.
Çünkü şeytan insana kusurunu itiraf ettirmez. Ta ki, istiğfar edip, affa mazhar
olmasın. Dolayısıyla, şeytanı dinleyen bir nefis kendini avukat gibi savunur.
“Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil
ile tevil ettirir… Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez.
Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana
maskara olur.” (Nursi, Lem’alar, s. 91)
Bediüzzaman, tahribatın kolay olması, nefsin şeytanı dinlemeye
hazır olması ve şeytanın her vakit insana birşeyler telkine çalışması
hakikatlerinden hareketle şu ikazı yapıyor: “Madem öyledir, hazer et (teyakkuzda
ol), dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a,
bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.”
(Nursi, Lem’alar, 13. Lem’a, 3. Remiz) Bunun için, Bediüzzaman’ın tabiriyle,
insan içindeki nefis ve şeytan ikilisini tanıyıp, onlara muhalefet etmeli,
“belki adâvet (düşmanlık) etmeli; veyahut acımalı; veyahut mutmainne olduktan
sonra, şefkat etmeli.” (Nursi, Sözler, 24. Söz, Beşinci Dal, Birinci Meyve)
İçimizdeki Dost: Melek-i İlham
Bediüzzaman, zıtlar dünyasında herşeyin zıddı olduğu gibi,
insanda şeytanın zıddı olan ve onun desiselerine karşı insana ilham vererek
doğru yolu gösteren “melek-i ilham”ın bulunduğunu söyler. Böylece mücadele
kanunu gereği, “melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki
ilham, vesvese ile mücadele eder” (Nursi, Şualar, 11. Şua, s. 235)
İçimizdeki Bilge: Akıl
Akıl, insan sarayının bir nevi bilgesi gibidir. Hem nefse, hem
egoya, hem kalbe, hem de vicdana danışmanlık yapar. Hem kendilerini hem de dış
dünyayı tanımalarına yardımcı olur. Aksine, akıl çoğu zaman nefsin (filin)
hizmetkârı olur. Eğer, fil güçlenmişse, diğer sakinler zayıf kalmışsa, akıl file
tam bir hizmetkârdır. Onun arzularını tatmin için binbir yol gösterir. Şeytanla
da işbirliği yaptığında insanı en dehşetli canavar hükmüne geçirir.
Bediüzzaman, akla çok büyük kıymet vermekle beraber, onun tek
başına hakikati bulmakta yeterli olmadığını düşünür. Sadece aklıyla güvenip
hakikata ulaşmaya çalışanları karanlıkta tünel açmaya benzetir. Oysa, semadan
inen hakikatler, asansör gibidir. Veya karanlığı dağıtan güneş gibidir. Güneş
ışığından istifade edip, asansöre binmek varken, akıl fenerine güvenip, yolda
kalmak akıl kârı değildir. Sadece akla güvenenleri şöyle bir yolcuya benzetiyor:
“Güneşin ziyâsından (ışığından) gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir
yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek
(aydınlatmak) istiyor.” (Nursi, Sözler, 10. Söz, 8. Suret)
Bediüzzaman, “münevver akıl” kavramını kullanır. Yani, vahyin
getirdiği nur ile aydınlanan akıl. Böyle bir akıl, insan için hakikat gören bir
gözdür. İnsan, kainat kitabındaki ilahi ayetleri “akıl gözüyle” görerek tahkiki
imana kavuşur. Her türlü şüphelerden kurtulup, yakine ulaşır. Zaten, Risale-i
Nur’un yaptığı, Kur’an ve kainat kitaplarındaki parlak ayetleri “akıl gözü”ne
gösterip, “akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakin derecesinde bir kuvvetle
zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakin ile hakaik-ı imaniyeyi
tasdik” ettirmektir (Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 29). Yani, “akıl gözü”yle
Allah’ı görürcesine bir yakine ulaşmaktır.15
Bediüzzaman’a göre, bilimle uğraşanlar, vahyin nurundan mahrum
olduklarından hakikati göremezler. Şeytan insana bilgelik taslatır, vahye
ihtiyaç olmadığını telkin eder. İnsan da egosuyla bu telkine uyup, isyana gider.
“Evet, şeytanlar, güyâ ene’nin gaga ve pençesiyle, dinsiz feylesoflarının
akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır.” (Nursi,
Sözler, 30. Söz, Ene Risalesi) Nitekim, Bediüzzaman astronomi bilimiyle uğraşıp,
şeytanın verdiği telkinlerle Kur’an’ın bazı ayetlerini tenkit edenlere şöyle
hitap eder: “İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve
Kur’ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı (astronomici) efendi! Şu yedi
basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak, gözünü aç, kafa fenerini
bırak, gündüz gibi îcâz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından
bir hakikat yıldızı al; senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recm et.”
(15. Söz, 7. Basamak)
Bediüzzaman’a göre, akıl Kur’an nuruyla nurlandığında insan için
büyük saadet ve lezzet kaynağı olur. Çünkü, insan akıl gözüyle hem nihayetsiz
rahmetin kaynağını görür, kainat kitabındaki ilahi isim ve sıfatları tefekkür
ederek “entelektüel” ve “ruhsal” lezzetler alır. Daha Cennete gitmeden bu
dünyada insana bir nevi Cennet hayatı yaşatır. Akıl bir âlettir. Akıl, nefsin
arzu ve isteklerini yerine getiren bir hizmetçi olarak çalıştırıldığında, “öyle
meş’um (kötü) ve müz’ic (rahatsız edici) ve muacciz (sıkıcı) bir âlet olur ki,
geçmiş zamanın âlâm-ı hazinânesini (acılı hallerini) ve gelecek zamanın ahvâl-ı
muhavvifânesini (dehşetli hallerini) senin bu bîçare başına yükletecek yümünsüz
(uğursuz) ve muzır (zararlı) bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki,
fâsık (günahkâr) adam, aklın iz’âc (bunaltma) ve tâcizinden kurtulmak için
gâliben(çoğunlukla) ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikisine
satılsa ve O’nun hesâbına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki,
şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazînelerini ve hikmet defînelerini açar. Ve
bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyyâ eden (hazırlayan) bir mürşid-i
Rabbânî derecesine çıkar.” (Nursi, Sözler, 6. Söz).
İçimizdeki Komutan: Ego
İnsan sarayında olup bitenlerin farkında olan, sarayı
diğerlerinden ayrıştıran, koruyup kollayan, sahiplenen ve zahiren komuta eden
komutan ego (ene)dur. Ego, hem şuur hem de irade ile donatılmıştır. Yani, hem
kendisinin hem de ötekilerin farkındadır. Saraydaki işleri belirli bir derece
kontrol etme yetisine sahiptir. Saray çalışanlarını ya “fil”e veya “sultan”a
hizmet etmeye yönlendirir. Bu işlevini otomatik veya şuuri modda yerine getirir.
Sarayın bütün sakinlerinin yaptıklarını sahiplenir. Onlardan kendine bir hisse
çıkarır. Onlarla kendini tanımlar. Bilen, konuşan, tadan, düşünen, gören,
başaran “ben”im der. Kendi sarayında olup bitenlerin farkına varıp, sahiplenip,
ötekilerden ayrıştırır. Hatta, kainattaki herşeye bir mikyas, bir referans olur.
Herşeyi kendine göre tanımlar. Tarif eder. Değerlendirir. Hatta, alemlerin
Rabbini de yine kendinden hareketle tanır.
Bediüzzaman’a göre, ego (ene) dağların ve göklerin almaktan
çekindiği “emanet-i kübra”nın (en büyük emanet) bir parçasıdır (Nursi, 30. Söz,
Birinci Maksad, Ene Risalesi). İnsanın hem kendi potansiyellerini
değerlendirmesi, hem kainatı tanıması, hem de alemlerin Rabbini tanıması egoyu
çözmesiyle mümkündür. Ancak, ego kendisi de çözülmesi çok zor bir muammadır.
Çünkü, ego kapalı olan hakikat kapılarını açan bir anahtar olmakla beraber,
kendisi de açılması zor bir sandukçadır. Önce, ego sandukçasını açmalı. Sonra,
ego anahtarını kullanıp kainatın sırlarını açmalı. Zaten, Hz. Adem’den (as)
bugüne insanların asıl imtihanı ego ile olmuştur. Bir kısmı egoyu çözemediği
için dalalete girmiş, firavunlaşmış. Diğer kısmı ise, egoyu çözüp, alemlerin
Rabbini tanımış, O’na hakkıyla kul olmuştur.
Ego insanın herşeyle ilişkisini belirler. Birincisi, insan
egosuyla bizatihi ilişki kurar. Buna özne-özne ilişkisi denir. Yani kendini
tanımlar. Kendini bilir. Kendini sever. Kendini düşünür. Kendini över. Bu
anlamda, nefsini ıslah etmemiş biri bencil ve narsisttir. İkincisi, egosunu
referans yaparak kainatla ilişki kurar. Herşeyi kendine göre tanımlar. Buna
özne-nesne ilişkisi denir. Üçüncüsü, insan egosuyla başka insanlarla ilişki
içine girer. Dördüncüsü, insan egosuyla Rabbini tanımaya çalışır. Zahiri bir
ilim, irade ve kudretle iş yaptığını anlayarak, alemlerin Sahibinin hadsiz
icraatlarının arkasındaki sonsuz ilim, sonsuz irade ve sonsuz kudret gibi isim
ve sıfatlarını anlar. Hatta, kendi hissiyatından hareketle, Rabbinin şuunatını
idrak etmeye çalışır.
Bediüzzaman’a göre, ego bizzatihi var olmayıp, varlığı vacip
olan Allah’ı bilmek için insana verilen bir duygudur. Semavi mesajdan yoksun
Batı medeniyeti, insana ihsan edilenleri onun egosuna mal etmekle onu
firavunlaştırır. Birey her şeyi ego kaynaklı bilir. Her şeyiyle egosuna hizmet
eder. Her şeye sahip olduğunu, her şeyi idare ettiğini düşünür. Kendini bir nevi
tanrı bilir. Bu anlamda kapitalist dünya görüşünden ders alan biri, Allah’ın
insana ihsan ettiği hadsiz nimetleri egosuyla sahiplenip şirke girer. Oysa,
Kur’an’dan fazilet dersi alan bir mü’min, sahip olduğu her şeyi, hediye ve ihsan
bilir. Kendisini emanetçi olarak algılar. Onları sahiplenip şirke girmek yerine,
hakiki sahibini tanıyıp, şükreder.
Çünkü, Kur’an, her şeyi, hatta insanın kendi fiilerini dahi
Allah’a vererek, onu kibirden kulluğa çağırır. Kur’anı dinleyen biri “nefsinde
yalnız kusuru ve naksı (noksanlığı) ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehâsin
(iyilik) ve kemâlâtını (mükemmelikleri), Fâtır-ı Zülcelâl tarafından ona ihsan
edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr (büyüklük taslama) yerine şükür ve
temeddüh (böbürlenme) yerine de hamd” eder (Nursi, Sözler, 26.Söz’ün Zeyli).
Mahiyetinde, sonsuz acizlik ve sonsuz fakirlik olduğunu hatırlar. Bediüzzaman,
insanın fıtratındaki acizlik ve fakirliği sürekli kanayan iki dehşetli yaraya
benzetir. İnsanlığın bu iki yarasını tedavi etmek ona saadeti getirmek için
zaruridir. 7. Söz’de bu noktayı bir temsil ile açıklarken, insanın fıtratını
dikkate almayan ehl-i sefahati şiddetle tenkit eder ve insanlığın bu fıtri
yaralarına deva bulmadıkça söz söylemeye hakları olmadığını beyan eder.
Bediüzzaman, özellikle sağlıklı olduğunda kendisini çok kuvvetli
zanneden ve hatta bazen bu yanlış zannıyla kendisine ilahlık bile atfeden
insanın aslında sonsuz derecede aciz olduğunu söyler. Çünkü insanın gerçekte
kudretli mi yoksa aciz mi olduğu hayatı boyunca kendisine yönelen tehlikelere ne
derece karşı koyabildiğine ve maksatlarına ne ölçüde ulaşabildiğine bakılarak
anlaşılır. Bu anlamda insan kendisinin ve dostlarının ebedi bir saadet
ihtiyacına güç yetiremediğinden acizdir. Çünkü bu yöndeki arzularını
gerçekleştirmek için kullandığı kudret, bu arzularının önündeki engellerle
kıyaslanınca bir hiç hükmündedir. Her insan gerçekte öyle acizdir ki, lokmayı
bile kendisi ağzına götüremez. Çünkü, her şeyin kontrolü doğrudan doğruya
Allah’ın elindedir. Herşey O’nun kudretiyle hallolur. O insanı yarattığı gibi
insanın fiillerini de yaratıyor. Dolayısıyla her bir insan tamamen felç olmuş
gibi her türlü kudretten yoksundur. Ancak, hadsiz rahmet sahibinin kudretiyle
ihtiyaçları yerine gelir. O da bunun şuurunda olup şükredeceğine, egosuyla
sahiplenip şirke giriyor.
İnsanın sonsuz fakirliği ise bütün duygularıyla istediklerine
mukabil, bunların ne kadarına sahip olduğuna bakılarak anlaşılır. Ebedi bir
mekanda, dostlarıyla beraber ebedi saadeti isteyen ve buna şiddetle muhtaç olan
insan, yalnızca geçici bir hayata ve saadete sahip olduğundan sonsuz derece
fakirdir. Bu dünyada ne kadar zengin dahi olsa ebediyet için muhtaç oldukları
düşünülünce çok fakirdir. Aslında bu dünyada bile “benim”dir diye üzerinde
hakiki malikiyet iddia edebileceği hiçbir şey yoktur. Herşey, hatta vücudu ve
hissiyatı bile kendisinin değildir. Çünkü, kendisi yapmamış. Başka birinden
satın almamıştır. Hadsiz merhamet sahibi tarafından kendisine emanet olarak
verilmiştir. Dolayısıyla, insan hadsiz arzu ve ihtiyaçları için hadsiz mülkün
sahibi olan Allah’a her an muhtaçtır. O’nunla bağı bir an bile kopsa varlık
aleminde kalamaz. Yok olup, gider.
Bediüzzaman, eserlerinde ısrarla insanın mahiyetindeki hadsiz
acizlik ve sınırsız fakirliği işleyerek, egosunun şirke girmesine mani olmaya
çalışır. Bir nevi rububiyet dava edip, sarayın bütün latifelerini kendine
hizmetkâr yapmaya engel olur. İnsanı malikiyet ve hakimiyet noktasında
sıfırlayıp kullukta zirveye çıkarır.
Her bir insan, fıtratındaki sınırsız acizliği ve fakirliği
hissedip İlahi dergaha iltica edince tam bir saadete kavuşur. Görünürde bu iki
zaaf onun saadetine engel iken, gerçekte daimi saadeti bulmasına vesile olur.
Çünkü sınırsız acizlik ve fakirlik zaaflarına sahip biri, sınırsız kudret
sahibine “nokta-i istinad” ve sınırsız gına ve rahmet sahibinden “nokta-i
istimdat” ile iltica ederse derdine deva bulur. Bediüzzaman, insanlığın fıtratı
itibariyle bir dayanak ve yardım isteme noktası aradığını şöyle ifade eder:
“Nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i
istinada muhtaçtır ki, düşmanlarını def için o noktaya iltica etsin. Ve kezâ,
kesret-i hâcât ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdat edecek bir nokta-i
istimdada muhtaçtır ki, onun yardımıyla ihtiyaçlarını def etsin. Ey insan! Senin
nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i
istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi
olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur.
Lâkin, birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdat eden adam, kalben ve
ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki, hem mütesellî, hem
vicdanı mutmain olur.” (29. Lem’a 2. Bab)
Kısacası, Bediüzzaman’a göre, insan, fıtratındaki sonsuz acizlik
ve sonsuz fakirliği anladığı oranda egosunu kontrol edip, gerçek kulluğa
yanaşır. Kendine güvenip, kendine dayanmak yerine, günde beş defa kıldığı
namazla alemlerin Rabbine iltica eder. O’na dayanır. Çünkü “ibadetin mânâsı
şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i
Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve
muhabbetle secde etmektir.” (Nursi, Sözler, s. 37) Yani, “kendi zaafını ve
mahlûkatın aczini görmekle kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı
istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, O’na iltica
ve tevekkül” etmektir. Hem “kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr ve
ihtiyâcâtını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbinin ihsan ve in’âmâtını şükür
ve senâ ile ve Elhamdülillâh ile ilân” (Nursi, Sözler, s. 38) etmektir.
Sonuç ve Değerlendirme
Bediüzzaman’a göre, kapitalist ideolojiye dayalı Batı
medeniyeti, insanın nefis ve egosunu tatmine çalışırken, diğer latifelerini
ihmal ediyor. İnsanı herşeyiyle nefsine ve egosuna hizmetkâr ediyor. Bu anlamda,
gerçek ilerici olmak, beşeri zaaflarını ve fıtri ihtiyaçlarını bilip, ona göre
hareket etmekle mümkün olur. “Yoksa, ehl-i dalâletin terakkî (ilericilik)
zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin
her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve
aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakkî değil, sukuttur
(alçalmaktır).” (Nursi, Sözler, 23. Söz).
Bediüzzaman’a göre, nefse ve egoya hizmet eden sefih Batı
medeniyeti dehadan gelmiştir. Yani çoğunlukla akla dayanır ve insanların
ürettiği fikirlerden müteşekkildir. Oysa Kur’ân diğer ilahi kitaplar gibi
semavidir, Hüda’dan inmiştir. Deha aklı esas alır, kalbi inkâr eder, belki
karartır; Hüda kalbi kumandan yapıp aklı işletir, ruhu aydınlatır. Nefsi birer
hizmetkâr kabul eder ve diğer latifeleri işleterek insanı melekvari bir hayata
mazhar kılar. Deha ise evvela nefse bakar ve diğer latifeleri ona hizmetkâr
yapar. Her iyiliği kendinden bilerek enaniyeti şişirir. Bir nevi tanrılaştırır.
Şeytanın yardımıyla insanı nefsine esir bir adi hayvan derecesine düşürür.
Dehayı dinleyen tek hayatlı olduğundan maddeperest ve dünyaperver olur. Deha her
şeyi sağır, kör, şuursuz tabiata verir. Fakat Hüda bu kâinatın ustasını
bildirir, O’nun hikmet ve kudret dolu eserlerine baktırır. Hüda’ya kulak veren
her şeyi İlahi nimet bilir, ancak deha için her şey sahipsiz bir ganimettir.
(Nursi, Sözler, s. 666) Dolayısıyla, sefih medeniyetten ders alan birinin
“gaye-i himmeti hevesât-i nefsâniyeyi (nefsani hevesleri) tatmin ve hamiyet ve
fedakarlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini (şahsi menfaatini) arayan ve
hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî
olarak hiçbir şeyi sevmiyor, her şeyi nefsine feda ediyor. Amma Kur’ân’ın hâlis
ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata karşı da ubudiyete
tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-i ubudiyet
yapmaz bir abd-i azizdir.” (Nursi, Lem’alar, s. 122)
Kapitalizm, insanın fıtratındaki nefis ve ego hakikatlerine
dayandığı için üretim ve tüketimde tarihte görülmemiş bir başarı sağladı.
İnsanlara hayal bile edilmeyecek derecede tüketim imkanı sağladı. Oysa
sosyalizm, insan fıtratını inkâr ettiği için ömrü kısa oldu. Kapitalizmin
günümüzde yaşadığı kriz bir son değil, bir sektedir. Bu krizin kökeni yine
insanı tam tanımamaktan kaynaklanıyor. Onların piyasa sisteminde rasyonel
hareket edeceği varsayımından esinleniyor. Oysa, nefis hakim olunca, akıl devre
dışı kalıyor. İnsan, kısa dönemde lezzet veren, ancak uzun dönemde elemli olan
tercihlerde bulunabiliyor. Nitekim, ABD’de kısa dönemde kârlarını maksimum
kılmaya çalışan kapitalist girişimciler ve lezzet hırsıyla hareket eden sefih ve
müsrif tüketiciler yaptıkları “öngürülebilir irrasyonel” tercihlerle günümüzdeki
krizi kaçınılmaz kıldılar.
Kanaatimce, kapitalizmin ekonomik alandaki başarısızlığı değil,
başarısı onun sonunu getirecektir. Çünkü, ekonomik başarıyla birlikte insanlar
sistemin vaad ettiği huzuru getiremediğini anlayacaktır. Bunun somut göstergesi,
başta ABD olmak üzere, Batı ülkelerini kasıp kavuran “mutsuzluk kasırgası”dır.
Bediüzzaman’a göre, kapitalist ideolojiye dayalı sefih Batı medeniyeti, insanı
bütün latifeleriyle tanıyıp, tatmine çalışmadığı için, ona vaad ettiği saadeti
getiremeyecektir. Oysa, fıtratındaki acz ve fakr yarasıyla dehşetli yaralanmış
ve ebediyeti fıtraten isteyen bir kalbi taşıyan insan için hakiki huzur yolu;
Malikini bulmak ve imanla O’nu tanımak, O’nunla bağını ubudiyetle devam ettirmek
ve O’nun rahmetine iltica ederek acz ve fakrına deva bulmaktan geçer.
Dipnotlar
1- Ekonomist dergisinin 16 Ekim 2008 tarihli sayısı.
2-http://www.reuters.com/article/GCA-CreditCrisis/idUSTRE50S6VT20090130
3- 3 Mart 2009 tarihinde NPR radyosuna verdiği röportajda bu
tahminini
kamuoyu ile paylaşmıştı.
4- University of Michigan’dan davranışbilimci Peter Ubel,
yakınlarda Harvard Businness Press tarafında basılan “Free Market Madness”
isimli kitabında piyasa sisteminde bireylerin verdiği iktisadi kârarların niye
insan fıtratıyla çeliştiğini açıklıyor. Piyasa sisteminin insan fıtratıyla
ilgili bazı varsayımlarında yaptığı hatanın yaşanan krize kaynaklık ettiğini
iddia ediyor.
5- Luxemburg, Rosa: The Accumulation of Capita, Routledge,
2003.
6- Grossman, Henryk: The Accumulation of capital and the
Breakdown of the Capitalist System, Pluto Press, London, 1992
7- Bentham ile başlayan faydacılık (utilitarianism) akımının
sonradan birçok versiyonu geliştirildi. “Hedenostik faydacılık”, “psikolojik
faydacılık”, “teolojik faydacılık”, “sınırlı faydacılık”, ve “ideal faydacılık”
bunlardan birkaçıdır. Hepsinin ortak özeliği, insanın temel gayesini lezzetleri
en yüksek ve acıları minimum kılmaya çalışmak olarak tanımlamalarıdır.
8- The Matrix (1999) filmindeki konuşmadan alınmıştır.
9- Küresel kapilizmin başarısının nasıl onun için bir son
olacağını 2004 yılında yayınlanan şu makalede ayrıntılı olarak analiz etmiştik:
“Global Kapitalizmin (Mutluluk) Krizi”, Köprü, Yaz Sayısı, 2004.
10- Fukayama, Francis: Our Posthuman Future: Consequences of
the Biotechnology Revolution, Picador, May 2003.
11- İki medeniyetin kıyasıyla ilgili ayrıntılı bilgi için
Köprü dergisinde yayınlanan şu makalemize başvurabilirsiniz: “Medeniyet-i
Sefahet ile Medeniyet-i Faziletin Mukayesesi”, Köprü, Kış Sayısı, 2003.
12- Yunus Emre’nin “beni bende deme ben bende değilem! Bir
ben vardır bende benden içeru” sözündeki ilk ben insanın egosuna işaret ediyor.
İkincisi ise “hüve” (O) hakikatına denk geliyor. Yani egoyu bir kenara
bırakarak, herşeyiyle “hüve” demeli. Yani, Birinci Söz’de ifade edildiği gibi,
“Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni
ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı.”
13- Bediüzzaman muhabbet konusunu muhtelif eserlerinde
işlemekle beraber, “muhabet risalesi” diyebileceğimiz derinlemesine tahlili 32.
Söz’ün İkinci Noktasının İkinci Mebhası’nda yapıyor. Sözkonusu eserde,
muhabbetin tanımı, önemi, sebebleri, doğru ve yanlış kullanımı konularını
derinlemesine anlatıyor.
14- “Kalbler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur”, Ra’d
Suresi, 28.
15- Bediüzzaman, “asfiya mesleği” diye tarif ediyor Risale-i
Nur mesleğini. Ve bütün asfiyaların münevver akıl ile Allah’a görüp,
gösterdiğini beyan ediyor: “Asfiyâ ve sıddıkînde bir Hâlık-ı Küll-i Şeyin âyât-ı
vücûbunu ve berâhin-i vahdetini (birliğinin delillerini) ilmelyakîn ile tasdik
eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, Senin vücûb-u vücuduna ve
sıfat-ı kudsiyene ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve Esmâ-i Hüsnâna şehâdet
etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.” (Nursi, Şualar, 3. Şua)
Kaynakça:
Bentham, Jeremy: An Introduction to the Principles of Morals
and Legislation, Batoche Books, Kitchener, 2000.
Duriez, B., Vansteenkiste, M., Soenens, B., & De Witte, H.
(2006). Evidence for the social costs of extrinsic relative to intrinsic goal
pursuits: Their relation with right-wing authoritarianism, social dominance, and
prejudice, Journal of Applied Social Psychology, v. 36, Issue 12, P. 2892 –
2908.
Easterlin, Richard A. (1974) “Does Economic Growth Improve
the Human Lot?” in Paul A. David and Melvin W. Reder, eds., Nations and
Households in Economic Growth: Essays in Honor of Moses Abramovitz, New York:
Academic Press, Inc.
Eren, Şadi: Mesnevi Bahçesi’nde Tasavvuf, Nesil Yayınevi,
1996.
Haidth, Jonathan (2006), The Happiness Hypothesis, Finding
Modern Truth in Ancient Wisdom, Basic Books, 2006.
Kasser, T., & Ryan, R. M. (1996). Further examining the
American dream: differential correlates of intrinsic and extrinsic goals.
Personality and Social Psychology Bulletin, 22, 280±287.
Lane, Robert E.: “Does money buy happiness?”, The publıc
Interest, Fall 1993.
Lu, Luo:“Sources of Happiness: a qualitative approach”,The
journal of social psychology, April 1997.
Madigan, Timothy J.: “Godless hapiness”, Free İnquıry,
Summer 1998.
Myers, David G: “Finding Happiness: is it just avoiding
pain?”, Current; Nov 1997.
Myers, D. (2000). The American Paradox: Spiritual Hunger in
an Age of Plenty, Yale University Press, New York.
Nursi, Bediüzzaman Said: İşaratül İ’caz, Sözler Yayınevi,
İstanbul, 1994.
Nursi, Bediüzzaman Said: Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994.
Nursi, Bediüzzaman Said: Mektubat, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994.
Nursi, Bediüzzaman Said: Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya
Neşriyat, Germany 1994.
Nursi, Bediüzzaman Said: Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul,
1994.
Nursi, Bediüzzaman Said: Şualar, Yeni Asya Neşriyat, Germany
1994.
Nursi, Bediüzzaman Said: Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya
Neşriyat, Germany 1994.
Russell, Bertrand: “The Conquest of Happiness”, Liveright
Publishing Corporation, New York, 1930.
Smith, Adam (1952); “An Inquirity Into The Nature and Causes
of the Wealth of Nations”, Chicago, London, Encylopedia Britannica Inc.
Tucker, Robert C.: The Marx-Engels Readers, Second Edition,
Norton Company, New York.
Öz
Küresel kapitalizm, tarihinin en büyük krizlerinden birini
geçiriyor. ABD Merkez Bankası eski başkanı Alan Greenspan’in tabiriyle yaşanan
tam bir “küresel kasırga”dır. ABD’de finansal kriz olarak başlayan kasırga çok
geçmeden küresel bir boyut kazanarak büyük bir ekonomik krize dönüşmüştür.
Bugünlerde çok sık sorulan sorulardan bazıları şunlardır: Acaba bu kriz
kapitalizmin sonunu mu getirecek? Yoksa, onu sadece sekteye mi uğratacak? Başka
bir deyişle, acaba Karl Marx gerçekten haklı mıydı? Kapitalist sistem kendi
eliyle kendi sonunu mu hazırlıyor? Bu makalede sözkonusu sorulara cevap vermeye
çalışacağım. Öncelikle kapitalizmin başarı sırrını paylaşacağım. Daha sonra,
mevcut krizin kapitalizm için bir sekte mi yoksa son mu olacağını anlatacağım.
Anahtar Kelimeler: Küresel Kasırga, ekonomik kriz,
kapitalizm, sosyalizm, mutluluk, mutsuzluk, kalp, akıl, vicdan, nefis, ego
Abstract
Global Capitalism is facing the biggest crisis of its history.
It is definetly a “global storm” as the chairman of the United States Federal
Reserve Board Alan Greenspan said. The financial crisis which had started in the
USA had turned into a global economic crisis in a short time. Some of the
frequently asked questions in recent days are: “Will this crisis be the end of
the capitalism? Or only it will be impeded? In other words, was Karl Marx really
right? Is the capitalist system suiciding? In this article, we will try to
answer above mentioned questions. Firstly, we will explain the success secret of
capitalism. Later, we will analyze the meaning of recent crisis for the future
of capitalism.
Keywords: Global Storm, economic crisis, capitalism,
socialism, happiness, unhappiness, heart, mind, conscience, self, ego