Global Crisis: The Reasons and Consequences
I- Krizin Patlak Vermesi ve Seyri
ABD mortgage piyasasında patlak veren ve tüm dünyaya yayılan bir
ekonomik krizle karşı karşıyayız. Bir uzman görüşüne göre, finansal krizler
özünde hep aynıdır; ama detayda birbirinden farklıdır. Nitekim yaşanmakta olan
son kriz de diğerleriyle aynı davranış kalıbını sergilemiştir. Önce varlık
fiyatları aşırı şekilde şişmiş, krediler genişlemiş, spekülasyon yaygınlaşmış,
aşırılıklar ortaya çıkmıştır. Sonra, fiyatlar düşmüş, kredi ödemeleri aksamış ve
nihayet panik havası yaygınlaşarak krize yol açmıştır.
Son krizin kendine has özellikleri olduğunu kabul etmek daha
gerçekçi olacaktır. Mesela, önceki krizlerde merkez bankaları müdahale ederek,
piyasaya likidite şırınga ederler ve ekonomileri uçurumun kenarındayken
kurtarırlardı. Bu krizde merkez bankalarının likidite sağlaması hiçbir şeyi
değiştirmedi.
ABD’de yaşanan kredi krizinde, 1980 yılından bu yana, büyüyen
balon (bubles), bir yandan fiyatları ve kredi hacmini sürekli yükseltti, diğer
yandan da konut fiyatlarının kredilerden bağımsız bir şekilde yükseldiğine dair
yanlış bir zihniyete yol açtı. Bu durum da bankaların daha kolay ve daha gevşek
şartlarla kredi açmalarına neden oldu. Taşınmaz piyasası tarihi bu tür hatalarla
dolu olmasına rağmen, aynı hataya tekrar nasıl düşüldüğünü ancak beşeri zaaf ile
açıklamak mümkün olsa gerek. Gerçekten, kural olarak, balonlar kredileri bir
genişletir bir daraltır ve sonuçları hep felakettir. Finans piyasaları ise,
balon oluşturmaya çok yatkındır.
ABD’deki mortgage krizi, ilk semptomlarını 2006 yılında gösterdi
ancak, o tarihlerde muhasebe oyunlarıyla örtbas edildi. Hazine Bakanı,
kamuoyunun karşısına çıkarak, konut piyasasındaki durgunluğun geçici olduğunu ve
endişe edilecek bir durum olmadığını açıkladı. ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı
ise, subprime mortgage piyasasında verilen kredilerin kalitesinin bozulduğunu,
ancak ortada bir kriz olmadığını savundu. FED Başkanı, Bernanke, mecbur
kalınmadıkça piyasaya müdahale edilmemesi gerektiği görüşünü savundu ve
piyasanın kendi dinamikleri içinde dengeye gelmesini beklediğini ifade etti.
Biraz da Başkan Bush’un izlediği politikalar gereği, sorunu çözmeye yönelik
hiçbir önlem üzerinde durulmadı ve subprime mortgage kredilerine sınırlama
getirilmedi.
Ancak, 2007 Temmuz’una gelindiğinde, kredi piyasasının
kendiliğinden dengeye gelmediği ve krizin her gün büyüyerek artık inkar edilemez
hâle geldiği görüldü. Mortgage kredilerinin asıl amacı özellikle dar gelirliler
olmak üzere, ABD vatandaşlarını konut sahibi yapmaktır. Fakat, kriz
patladığında, mortgage işlemlerinin neredeyse tamamen spekülasyona dönüştüğü
fark edildi. Son 5-6 yıldır konut fiyatlarının sürekli yükselmesi, spekülatif
amaçlı konut kredilerinin herkes için karlı olmasını sağlamıştı. Ancak, finansta
“ hiçbir trend sonsuza kadar sürmez” kuralı gereği, inşaat sektörü durgunluğa
girip, konut fiyatları düşmeye başlayınca, yeterli geliri olmadığı, hatta işsiz
olduğu halde, spekülasyon için kredi kullananlar temerrüde düşmeye başladı.
Başka bir deyişle, saadet zinciri kırıldı. Kriz, ABD’den sonra; önce İngiltere
olmak üzere, hızla bütün Avrupa’ya ve daha sonra da Kore ve Çin gibi Uzak Doğu
ülkelerine yayıldı. Bir müddettir de, Türkiye’yi olumsuz etkisi altına almış
durumdadır. Bu arada, finans ve likidite krizi olarak başlayan dengesizlik, reel
sektöre de sirayet ederek, genel bir ekonomik buhran niteliğini kazandı.
Global finans krizinin büyüklüğünü değerlendirmek için; 1929
genel buhranıyla ilgili bir mukayese yapalım. 1929 yılında, kredilerin toplamı
gayri safi dahili hasılanın yüzde 160’ı idi; bu oran 1932’de yüzde 260’a
yükseldi. Buna karşılık, 2008 krizine yüzde 365 oranıyla girdik ve bu oranın
yüzde 500 düzeyine çıkması çok muhtemel. Bir de türev ürünlerin 1929’da sıfır
olduğunu, ama bugünkü krizin ne kadar ağırlaştırdığını nazara alırsanız, bugünkü
krizin mahiyetini takdir etmek daha kolaylaşır.
II- Krizin Nedenleri
Globalizm: Global krizin dünya ölçeğindeki arka zeminine
(background) baktığımızda, karşımıza çıkan temel faktörlerden birisi,
küreselleşme olgusudur.
Çok eski tarihlere kadar geri götürülebilen küreselleşme, son 25
yılda büyük bir ivme kazanmıştır. Bunun iki ana nedeninden bahsedilebilir:
Birincisi, bilişim teknolojisindeki baş döndürücü ilerlemeler, diğeri ise,
gelişmekte olan ülkelerin (emerging markets) mal ve finans piyasalarında
gerçekleştirdikleri yasal serbestleşmedir (deregulasyon). Deregulasyon
sayesinde, mallar, hizmetler ve para ülkeler arasında yasal engellere
takılmaksızın serbestçe dolaşım imkanını bulmaktadır. 1973 ve 1974 yıllarında,
Kanada, Almanya, İsviçre ve ABD sermaye hareketleri üzerindeki tüm yasal
kısıtlamaları kaldırdı. Onları, 1979 ve 1980’de İngiltere ve Japonya, 1990 ve
1992 senelerinde Fransa, İspanya, İtalya ve Portekiz izledi.
Öte yandan, başta internet olmak üzere, bilişim teknolojisi
sayesinde, fon ve mesaj transferi müthiş hız kazanmış ve çok ucuzlamıştır.
Global finans piyasaları, Londra’dan Tokyo’ya, New York’tan Bahreyn’e kadar
uzanan dünya coğrafyasında 24 saat sürekli biçimde faaliyet gösterirken,
transferlerin adedi ve içerdiği tutarlar çok yükselmiştir. Dünya Bankası
istatistiklerine göre, 2000 yılında 24 saat içindeki para transferlerinin toplam
miktarı 1,2 trilyon ABD dolarıdır. Bu rakamın günümüzde yaklaşık 2,0 trilyon
dolara ulaştığını tahmin edebiliriz.
Makro Ekonomik Nedenler:
– ABD Merkezli Finans Sistemi: Küresel finans piyasaları
sisteminin merkezinde, devasa büyüklükteki ABD finans piyasaları yer alır. Bu
nedenle, ABD’de ortaya çıkan bir dengesizlik global sistemin parçalarını
oluşturan diğer piyasalara anında yansımakta ve son krizde olduğu gibi, tüm
dünyaya mal olmaktadır.
– Etkin Piyasa Teorisine Aşırı İnanç ve Köpüklenme: 1980’li
yıllarla birlikte şirketler, bankalar, diğer finans kurumları, spekülatörler ve
kişiler tarafından yüksek kaldıraç oranlı kredi kullandırılması giderek arttı.
Yani, cüzi bir öz sermayeye katılan aşırı borç miktarıyla yatırım yapmak yaygın
hale geldi. II. Dünya Harbi’nden sonra, kredilerdeki artış, milli gelir
artışından çok daha hızlı olmuştur. Ancak, krediler artış oranının iyice artışı
ve köpüklenme halini alışı, 1980’li yıllarla beraber gelmiştir. Bu dönemde,
finansal piyasaların kendiliğinden dengeye gelme eğilimi taşıdığı ve
dengesizliklerin nadiren, rastlantısal olarak ve ancak dış faktörler nedeniyle
oluşabileceği görüşü hakim olmuştur.
Bu teorinin bir alt versiyonu olarak, bireylerin şahsi menfaat
peşinde koşmalarının serbest bırakılması, hatta teşvik edilmesi ve piyasaların
yasal olarak serbestleştirilmesi (deregulation) görüşü zemin kazanmıştır.
Borçlanma Çılgınlığı:
Zaten krize verilen isimlerden birisi, borç krizidir (debt
crisis). Krizin ABD’de patlak vermesi rastlantı değildir. Çünkü, dünyanın en
büyük finans piyasaları ABD’dedir ve bu ülkede kurumların ve bireylerin
yaşantısı tamamen krediye dayanır. ABD’de tasarruflar on yıllardır, sıfır
düzeyinde seyrediyor. Devlet, özel kuruluşlar ve hane halkı hepsi birden borç
içinde yüzüyor. ABD hane halkı, 2000 yılların en büyük net alıcıları (borrowers)
oldular. Dış borçlanmada ABD, milli parası olan doların dünyanın rezerv parası
olmasından, başka deyişle, senyoraj hakkından yararlanıyor. Yani, diğer ülkelere
olan borcunu dolar basarak ödeme imkânına sahip.
Türkiye dahil, gelişmekte olan ülkeler, dış borçlanmayla
kalkınma modeline itiliyorlar. Bu ülkelerinde borçlanma oranları hızla
yükseliyor.
George Soros’un mortgage krizini yorumlama biçimi bu gerçeği
ortaya koyuyor. “Büyük yatırım uzmanı, krizi meydana getiren koşullar nelerdi?”
sorusuna standart dışı bir cevap verdi: “Krizin temelinde aptal borçlular ve
aptal kreditörler ile akıllı aracılar var. Aracılar, borçluları, ödemeyecekleri
borçları üstlenmeye, kreditörleri ise, ne olduğunu bile anlayamadıkları bir şeye
yatırım yapmaya ikna ettiler.”
Peygamberimizin hadislerinden anlıyoruz ki, İslam’da borçlanma
yasaklanmamıştır, ama gerekmedikçe borçlanmadan kaçınılması tavsiye edilmiştir.
Peygamberimizin borçlu bir tanıdığının borcunun ödenmeden cenaze namazını
kılmaktan kaçınması her şeyi açıklayıcı niteliktedir.
İktisat Risalesi’nde, insanın sadece zaruri ihtiyaçlarını
karşılamak maksadıyla çalışması, zaruri ihtiyaçları da abartmadan tüketmesi
gerektiği ifade edilmektedir. Bu, bizzat Bediüzzaman’ın kişisel yaşam tarzıyla
da destekleniyor ve öğütleniyor.
Borcun Bulaşma Özelliği (Contagion), Menkul Kıymetleştirme ve
Faiz
-Menkul Kıymetleştirme Krizi yaygınlaştırdı ve Geleceğe Taşıdı:
Menkul kıymetleştirme, başlangıçta çok iyi nedenlerle
yapılıyordu. Kreditör bir banka veya başka finans kurumu, bilançosundaki riski,
sermayesinin yetersizliğinden dolayı taşımak istemiyor ve bu kredileri teminat
olarak göstererek, bu kredilerden sağlanacak nakit akımlarıyla ödenmek üzere,
aracı bir uzman kuruluş vasıtasıyla tahvil benzeri bir menkul kıymet çıkartır.
Böylece, riskini bu aracı kuruma devreder, ayrıca da devirden dolayı gelir elde
eder. Teorik olarak, menkul kıymetleştirme, finansal riskleri daha zayıf olan
kuruluşlardan daha güçlü olanlara transfer eder. Son krizde tam tersi oldu ve
risk güçlüden nisbeten zayıfa devredildi.
ABD’deki mortgage kredilerinin dünya için felaket olmasına yol
açan asıl olay, bu kötü krediler karşılığında menkul kıymet çıkarılması oldu.
Mortgage sisteminde aracı kurumların verdikleri mortgage kredilerini menkul
kıymetleştirmesi (securitisation) mümkündür. Böylece, her kreditör kuruluş, bir
yandan, verdiği kredilerden dolayı mahrum kaldığı nakit varlığını (likiditeyi)
geri aldı ve bunu birincil piyasada tekrar kredi olarak tüketicilere
kullandırdı. Ayrıca da, cazip oranlı komisyon geliri elde etti. İşte, bu
avantajlarından dolayı aracı kurumlar menkul kıymetleştirmeye aşırı ağırlık
verdiler ve kredi kalitesini tamamen göz ardı ettiler. Menkul kıymetleştirme
(securitisation) risklerin hatalı ölçülmesine, daha da kötüsü hiç ölçülemez hâle
gelmesine yol açtı. Buna, denetleyici konumundaki kurumların gaflet
derecesindeki ihmalleri eklenince, sağlıksız mortgage kredileri anormal
boyutlara tırmandı. Mesela, uzmanlara göre, yatırım fonları da geçmişte mortgage
kredileriyle bağlantılı tahviller üzerine kumar denecek kadar yüklü yatırım
yaptılar. Düşük ve sabit ücretli kesime yapılan yüksek riskli konut kredileri
krizin sorumlusu olarak gösteriliyor. Yatırım fonu yöneticilerinin hiçbir işi ve
geliri bulunmayan, hapisten yeni çıkmış kimselere dahi kredi vermekten
kaçınmadığı anlaşılıyor. Bu arada, hedge fonların mortgage pazarına en agresif
şekilde yatırım yapmış olduğu, aşırı miktarda risk altında bulundukları,
dolayısıyla da krizi meydana getirmede büyük rol oynadıkları anlaşıldı. Ayrıca,
son on yıl içinde yabancı yatırımcıların ABD mortgage pazarına derinlemesine
girdikleri ve yüzde 14 oranında bir paya ulaştıkları ifade ediliyor.
Dolayısıyla, ABD mortgage piyasası çok hızlı, ama aynı derecede sağlıksız
şekilde büyüdü. Bu şekilde çıkarılan menkul kıymetler, İngiltere, Almanya başta
olmak üzere, Avrupa’nın uluslararası bankaları ile, Çin ile Kuzey Kore merkez
bankaları tarafından yüksek getirilerine tamah edilerek satın alındı. Mortgage
kredilerindeki bu model, riskleri, bankalar, sigorta şirketleri, hedge fonlar,
bireysel yatırımcılar ve merkez bankaları vasıtasıyla, ABD ekonomisinin ve
global finans sisteminin tümüne transfer etmiştir. Bu durumun nedenlerinden
birisi, finansal şirketler tarafından kullanılan standart risk hesaplama
yöntemlerinin, yapılandırılmış kredi ürünlerine uygulanamamasıdır. (IMF, 2008)
Faiz Olgusu:
Faiz son derece ilginç bir olgudur. Şöyle ki, bir yandan tarih
boyunca en çok lanetlenen bir kavram iken diğer yandan her devirde insan ve
toplum hayatını en çok etkileyen bir unsur olmuştur. Ama, faize ilişkin en
önemli gerçek, kapitalist liberal ekonominin temel taşı olduğu veya
yapıldığıdır. Parantez içinde söyleyelim ki meşhur iktisatçı Samuelson, komünist
sistemde bile gizli bir faiz bulunduğunu öne sürer.
Faizin faziletine inananlar veya bu konuda kararsız kalanlar
için dünyanın içinden geçtiği küresel finans krizi aksi yönde yadsınamaz
ispatlar sunmaktadır. Dünyanın en başarılı yatırımcıları olan ve bence finans
filozofu seviyesine erişmiş George Soros ve Warren Buffet global finans krizinin
teşhisinde birleşiyor: Her ikisine göre de kriz ekonomideki son 25-30 yılın
köpüklenmesinden (buble) doğmuştur. Köpüklenmeyi oluşturan ise, modern finansın
bel kemiği konumundaki doğurgan ve spekülatif faizdir. Kıymetli evrak hukukundan
yararlanan faizli enstrümanlar piyasalarda sınırsız defa dolanım imkanı bulur.
Zaten krizin suçlusu reel ekonomi yani sanayi ve ticaret olamaz. Çünkü reel
sektör dönemsel hareketler gösterir; belirli müddet yükselir, sonra yavaşlar.
Talepteki gerileme belli bir süre devam edince, ihtiyaçlar birikir, gerileyen
arz düşen taleple paralellik sağlar. Böylece insanlarda alışveriş arzusu tekrar
canlanır vs.
Finans alemi, insani hırsın en zor kontrol edilebildiği
faaliyetlerdir. Nitekim, banka ve finans sistemi bu doğal çalışma alanının
bilhassa 1980’lerden bu yana dışına çıkarak bir görev ve fonksiyon tecavüzü
içerisine girmiştir. Finansal kuruluşlar ile hissedarları ve finans
yöneticileri, finansı reel sektörün yardımcısı olmaktan çıkarıp sadece kendisi
için yaşayan, kendi kendini besleyen büyüten bir canavar mekanizma haline
getirdiler. Örneğin; mal bedelini temsil eden, bir poliçenin üzerine konulan bir
kelimelik “kabul (accepted)” veya aval ibaresi bu kıymetli evrakın her banka
tarafından satın alınmasını sağlar. Ancak iş burada bitmez, iskontocu banka bunu
başka bir bankaya satar. O da başka bir bankaya satabilir ve bu sirkülasyon
bireysel tasarruf sahibine kadar devam eder. Hatta bireysel yatırımcı da bunu
başka yatırımcılara devrederek kâr etme imkânına sahiptir. Böyle bir işlemde her
devreden poliçenin içerdiği faizin bir kısmına sahip olur. Başka bir ifadeyle,
poliçeye yatırım yapan her kuruluş ve fert faize tamah etmiş olur. Sonuçta, faiz
içeren işlem ve araçlar inanılmaz bir doğurganlık kazanır. Halk deyimiyle, bir
koyundan bazen 5-6, 10 veya daha çok sayıda post çıkarılır.
Faiz aynı zamanda spekülasyonun kaynağıdır. Trilyonları bulan
bono piyasaları, ekonomideki her faiz değişikliğinde dalgalanır; yüz milyar
dolarlar birkaç saat içinde bazılarınca kazanılır, bazılarınca kaybedilir. Faiz,
modern ekonomilerin adeta hücrelerine kadar işlemiştir. Faizle alakasız gibi
görünen finansal işlemlerin hepsi dolaylı olarak faize bağlıdır. Mesela, vadeli
kontratlarda spot fiyat ile vadeli fiyat arasındaki farkı tayin eden faizden
başka bir şey değildir. Faizin sadece bir puan yükselmesi, bir devletin borç
stokunu durup dururken, yukarılara çeker, bir puan inmesi ise alacaklıyı zarara
uğratır.
Özetle, faiz suni işlemler oluşturarak ve doğası gereği her
bulaştığı muameleyi spekülasyona çevirerek finans hayatını kimileri için saadet,
kimileri içinse felaket kapısı haline getirir.
Kamu Otoritelerinin Basiretsizliği ve Yasaların Önleyici
Olamaması:
Finansal piyasalar çok önemli olduğundan ve krizlere reel
sektöre nazaran daha açık olduğundan dünyanın her yerinde birden fazla kamu
kurumunun denetimine ve düzenlemesine tabidir. ABD’deki resmi finans otoriteleri
ABD Merkez Bankası, (Federal Reserve) Hazine ve Menkul Değerler ve Borsalar
Komitesi’dir. (SEC the Securities and Exchange Commission) Ayrıca finans
piyasalarını düzenleyen ve kontrol eden başka kamu ajanları da vardır.
Krizin çıkmasında değil, ama büyüyerek yayılmasında ABD kamu
görevlilerinin önemli katkısı olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Krizin
engellenememesinde en büyük neden Lehman Brothers adlı yatırım bankasının 15
Eylül 2008 tarihinde batmasına seyirci kalınmasıydı. Bunun sonucu katastrofik
oldu.
Finansal piyasaları düzenleyen yasaların teoride iki fonksiyonu
vardır ve son krizde yasalar bu görevlerini yerine getirememiştir.
Birincisi, masum ve iyi niyetli insanların korunmasıdır. Yasalar
masumu koruyamamış, çünkü ABD’de krizin aktörü olanlar arasında masum kimse pek
bulunmamaktadır. En masum olması beklenen mortgage müşterileri bile gelirlerini
abartarak gösterdiler ve kendilerini altından kalkamayacakları kadar borca sokan
kredi sözleşmelerini imzaladılar. Gelir düzeyi yeterli olan tüketiciler de,
konutların değeri düşünce, taksitlerini bilerek ödememeye başladılar. Hepsi,
konut sahibi olmak gibi masum bir amaç izlemek yerine, spekülasyon peşinde
koştular.
Mortgage kredisi veren bankalar, aracılık eden kurumlar ve kredi
derecelendirme kuruluşlarından hiçbiri masumane davranmadı ve aşağıda ilgili
bölümlerde açıklayacağımız üzere, hepsi etik değerleri hiç umursamadı.
Yasaların ikinci görevi ise, finansal piyasaları panikten masun
tutmaktır. Ancak ortada küresel finansı bütünüyle kavrayan yasalar
bulunmamaktadır. Ayrıca, mevcut yasalar, finansal şirketlerin bilanço dışı
kalemi olan türevlerlerle ilgili yeterliliğini sorgulamıyor ve bu konuda
kısıtlama getirmiyor. Bu durumda, yasaların bir paniği önlemesi beklenemezdi.
Klasik Kuralların ve İlkelerin Göz ardı Edilmesi:
Güvenilirlik, Kârlılık Son yıllarda ekonomi alanında yaşanan
aşırı hızlı gelişim ve değişimler, klasik kuralları demode hâle getirdi. Bu
durum finansta daha bariz biçimde kendini gösteriyor.
Çünkü finans; bilenden daha çok bilmeyenin gazete, dergi,
televizyon ve internette konuşup yazdığı medyatik bir konu oldu. Güncel medyada
süre veya satır işgal etmek için sunulan malzemenin okur veya dinleyiciye ilginç
gelecek cinsten olması gerekiyor, bilgi ve yorumların doğruluğu fazla önem
taşımıyor. Öte yandan, banka ve finans yeterli deneyime sahip olmayan gençlerin
en üst düzey mevkilere kadar yükselebildiği bir sektör haline geldi. Genç
yöneticiler ise, çabuk ve kolay başarılar peşinde koşarken, orijinal, hatta
çarpıcı görünen işlere fazlasıyla odaklanabiliyor. Bu sırada, eski ve heyecan
verici bulunmayan uygulamalar, güncel, küresel, çağdaş vs. gibi deyimlerin
cazibesi karşısında gerileyerek, geçmişin demodelikleri olarak gündem dışına
itiliyor. Ama bunlar arasında zaman içinde binlerce kez test edilmiş, bazı
ilkeler var ki, onları unutanların başı derde girer.
Menfaat Çatışması (Conflict Of Interest):
Menfaat çelişkisi, hakim, politikacı veya bürokrat gibi
güvenilirliğin her şeyden önemli olduğu mevkileri işgal edenlerin başkalarıyla
kişisel veya mesleki bakımdan çelişen yararları olabilmesi ve bu düzeydeki
görevlilerin, makamını, gücünü herhangi bir şekilde kendisi veya kurumu lehine
kullanabilecek olanaklara sahip olmasıdır. Çelişen yararlar, yetkilinin görevini
tarafsız biçimde yerine getirmesini zorlaştırabilir. Geçenlerde, bir hakimin
sanıklardan birinin kendi yeğeni olduğunu açıklayarak, yargılama görevinden
affını istemesi, menfaat çelişkisi haline ve bu durumdaki bürokratın nasıl
davranması gerektiğine mükemmel bir örnek oluşturdu.
Maalesef, toplumsal sorumluluk, yasalara saygı gibi mefhumlar
henüz şirketlerimizce benimsenmiş değerler haline gelemedi. Dolayısıyla,
devletin ve yasaların temsilcisi konumundaki bir mülki amirin kurumlarla ve
onların sahipleriyle ters düşmesi her an ihtimal dahilindedir. Zehirli atık
benzeri, illegal veya gayri ahlaki davranışlar sıkça ortaya çıkabilir. Zaten,
(pek mümkün değil ama), yasa veya ahlak dışı faaliyetlerin hiç yapılmayacağını
varsaysak bile, koskoca vilayetin cumhurbaşkanı sayılabilecek bir şahsın
şirketlerle en ufak kuşku doğurabilecek bir ilişkiden bile sakınması uygun olmaz
mı?
Finans Kurumlarının Amacından Sapması:
Sağlam ilkelerin göz ardı edilmesine ek olarak, söz konusu
ihmali gösteren finans kurumlarının şirazesinden çıkan faaliyetlerini son krizin
nedeni olarak görüyoruz. Şöyle ki;
Ticari bankalar kamusal amaçlı ve imtiyazlı kuruluşlar olup,
görevleri halktan mevduat toplamak ve bu kaynağı kredi biçiminde iş hayatına
dağıtmaktır. Böylece, kendiliğinden krediye dönüşmesi imkansız bulunan küçük
tasarrufları ekonominin emrine sunar ve ülke kalkınmasına katkıda bulunur.
Kısaca, bankaların varlık nedeni, ticaret ve sanayi şirketleridir. İzmir İktisat
Kongresi’nde, zamanın ticaret ve sanayi erbabının, devlet yöneticilerinden,
kendilerine kredileriyle destek çıkacak bir özel banka kurulmasını talep
etmelerinin tek nedeni budur.
Ancak, uygulamaya baktığımızda, bankaların başkaları için değil,
büyük ölçüde kendileri için çalıştıklarını görüyoruz. Global bankaların medyaya
yansıyan sorunları, dünyadaki pazar paylarını artırmak, birleşme ve satın
almalar yoluyla küresel konumlarını güçlendirmek olarak görünüyor. Özellikle,
yöneticilerin kendi hataları yüzünden zora düşen bankalarını, bir yerlerden
kredi bulup satın almaları veya bir art niyetli yatırımcı grubunun borsa
oyunlarıyla hedef bankanın hissedar ve yöneticilerinin arzusu hilafına söz
konusu bankanın paylarını ele geçirmesi tamamen bankanın kendi içine dönük
işlemlerini oluşturur. Bunların hiçbirinin bankaların yasalarda yer alan kuruluş
amacıyla, gerçek misyonlarıyla uzaktan yakından alakası yoktur.
Modern Firavunlar, CEO’lar:
ABD, dünyanın en büyük şirketlerinin doğdukları ve büyüdükleri
ülkedir. Bu özelliğiyle, işletme ve yöneticilik alanında önderliği tartışılmaz.
Ancak, özellikle uluslararası çaptaki CEO (Chief Executive Officer) uygulaması
ABD’nin dünyaya ihraç ettiği ayıplı bir maldır. Nedenine gelince…
Bir şirkette çalışanları çok kısaca, işveren(ler) ve çalışanlar
diye ikiye bölmek mümkündür. Biraz daha ayrıntıya girildiğinde, çalışanları
yöneticiler ve işçiler-memurlar diye tasnif edebiliriz. Şirket büyüdükçe
yönetici sınıfı orta kademe yöneticiler ve tepe yönetimi olarak birbirinden
ayrılır. 1980’li yıllardan sonra, işletmelerin başına getirilen CEO ise,
şirkette adeta tek kişilik bir sınıftır. Böyle bir mevki, her yönüyle
işletmecilik kural ve prensiplerine aykırıdır. Mesela, işletmede icraat ve
kontrol faaliyetlerinin birbirinden bağımsız işlevler olduğu, dolayısıyla da
farklı kimse veya departmanlar tarafından yürütülmesi gerektiği teoride ve
tatbikatta herkesin kabul ettiği bir noktadır. Bu bağlamda, şirketi yönetmekle
görevli olan yönetim kurulu, yetkilerini kısmen veya tamamen genel müdür ve
yardımcılarına devreder. Yönetim kuruluna bağlı başka bir bölüm ise icraatı
denetler ve aksaklıkları yönetim kuruluna rapor eder. Bu noktada denetim
işlerinin mutlaka bağımsız bir organ tarafından, etki veya baskı altında
kalmadan yapılması hayati derecede önemlidir. Böylece, görev parçalanması ilkesi
yerine getirilerek işlerin otomatikman kontrolü sağlanır. Suiistimallerin
caydırılarak önlenmesi mümkün olur.
Şirketin başına konan bir CEO ise, hem genel müdür hem de
yönetim kurulunun yetkilerini haiz olduğundan söz konusu ilke kendiliğinden rafa
kalkar. Genel müdür sıfatıyla önce bir öneriyi hazırlayıp yönetim kurulunun
onayına sunan CEO, aynı anda yönetim kurulu başkanının koltuğuna oturarak kendi
önerisini değerlendirir ve tabii ki her defasında kabul eder. Böyle bir idare
tarzının sakıncaları apaçık ortada. Örneğin, başında CEO bulunan bir şirkette
demokratik ve çok seslilik olamayacağından, ortak akıl (common wisdom) ortaya
konamaz, şirket tek bir kişinin otokratik yönetimine tabi olur. Antidemokratik
yönetimlerde, çalışanların üretkenliklerini ifade edemedikleri, sorumluluk
almaktan kesinlikle kaçındıkları, pasif direnişe geçtikleri, şirkete sadakatin
oluşmadığı bilinen gerçeklerdir. Böyle bir ortamda, şirketin kötüye gidişi
hakkında kimse ikaz yapmak ve işlerin düzelmesi teklifini getirmek cesaret ve
arzusunu gösteremez.
Bir yönüyle yönetici, diğer yönüyle patron olan CEO’nun,
patronluk işlevi de yöneticiliği gibi sakattır. Çünkü, işverene şirket kârı
üzerinde hak kazandıran, onun zarar etme ve batma riskini üstlenmesidir.
Halbuki, CEO, şirketin net kârını hissedarlarla bölüşürken, zararın kuruşuna
bile ortak değildir. Daha da kötüsü, şirketin bilançosunda ne kadar kâr
göstereceğini de işletmenin tek hakimi konumundaki CEO söyler. Böylece, firmadan
kâr payı adı altında çekeceği meblağı da kendisi tayin eder. CEO hiçbir ahvalde,
hiçbir tür riske maruz kalmaz. Yaşanmakta olan son mortgage krizinde olduğu
gibi, her şey tepetaklak gittiğinde bile, şirketle imzalamış bulunduğu sözleşme,
ona yine milyonlarca dolar ödenmesini temin edecek maddeleri içerir.
2008 yılında banka CEO’larına diğer yöneticilerle beraber ödenen
kâr payı ve primin tutarı tam 18 milyar dolar. Gazetelere yansıyan bir başka
rezalet de, CEO’ların metreslerinin veya kaçamak yaptıkları kadınların
masraflarını dahi, yönettikleri şirketlere fatura ettirdikleri ve ödettikleri
yönünde. Wall Street’teki yatırım bankalarındaki avukatlar, bu harcamaları yapan
CEO’ların sahte faturalarda bu tür eğlencelere yönelik harcamalarını “Deponun su
akıtan tavanının tamiri” gibi gösterdiklerini ifade ediyorlar.
Küresel Sahtekârlık:
Gerçekle yalanın birbirine karışması, Nixon’ın 1971 yılında
Bretton Woods Anlaşması’nı iptal etmesiyle başladı. O tarihten bu yana, dolar
dahil bütün paralar altın destekli banknot olmaktan çıktı, kâğıda; yani
karşılıksız paraya dönüştü. Son 30-40 yıl içinde tasarruf sahiplerinin
paralarını değerlendirmek üzere, yatırım fonları kuruldu ve çığ gibi büyüdü.
Sonra, dış ticaretten doğan risklerden şirketleri kurtarmak için, korunma
fonları (hedge funds) ihdas edildi. Fakat kısa bir müddet sonra, korunmayı
bırakıp adeta saldırıya geçtiler. Yani, sağlam kâğıtlara uzun vadeli plasman
yapacaklarına, kısa vadeli al-sat tarzına yöneldiler. Buna emekli fonları da
katıldı.
Finansa cazibe sağlayan unsurlardan biri, sanayiye göre mukayese
edilemeyecek kadar hızlı sonuç alınmasıdır. Bir finans piyasası en kısa sürede
ve inanılmaz oranlarda büyüyüp genişleyebilir. Sebebi ise, işlemlerin
doğurganlığı, az parayla birkaç misli iş yapılabilmesi. Mesela, ABD emtia
borsasında az bir teminat vererek, altı ay sonrası teslimli bir vadeli kontrat
alan yatırımcı, malın vadeli fiyatı ertesi gün yükseldiğinde bunu kârıyla
satabilir. Aynı işi ikinci, üçüncü, onuncu yatırımcılar da yapabilir ve fiilen
de yapıyorlar. Vadeli kontrat sahiplerinin sadece yüzde 7’si vadeye kadar
bekleyerek kontratlarını icra ediyorlar. Yani, bir koyundan 8-10 post
çıkarılıyor. Sonuçta emtia borsaları trilyonlarca dolarlık hacim yapıyor. Ama,
işlemlerin ancak yaklaşık yüzde 10’u gerçek ticarete dayanıyor.
Forfaiting şirketleri ihracatı finanse ederken, ithalatçının
borçlusu olduğu bir bankanın avalini (kefaletini) taşıyan poliçeyi iskonto
ederler. Bu ilk işlem hakikidir. Çünkü forfaiter şirketinin ihracatçıya ödediği
para onun imal ettiği mal veya hizmetin tam karşılığıdır. Yapılan tek iş,
ithalatçıya zaman tanırken, ihracatçıya bekletmeden mal veya hizmet bedelini
ödemekten ibarettir. Ama, forfaiter poliçeyi başka bir şirkete sattığı zaman,
senet piyasada 5-6 kez tedavül eder. Bu devirlerin artık işin temelindeki
ticaretle bağlantısı kalmaz. Çünkü, gerçekleşen ihracat işleminin tutarı
sözgelişi bir milyon dolar ise, vadeye kadar geçen sürede 5-6 milyon dolarlık
muamele yapılmış olur.
Trilyonlarca doların döndüğü ABD mortgage piyasasında, ilk işlem
bir ihtiyacı karşılamaya yöneliktir. Bankalar müteahhidi yani inşaat faaliyetini
önce finanse eder, sonra sattığı fonu faiziyle ve taksitler halinde tüketiciden
geri alır. Ancak inşaat bitmeden, yatırımcı konutunu banka borcuyla beraber
başka bir yatırımcıya sattığında bu alışverişin konut faaliyetiyle alakası
kalmaz.
Borsalarda da aynı uygulamayı görürüz. Bir şirketin ilk kez
hisselerini halka satışı ile şirketin kasasına para girer. Buna karşılık, yeni
hissedarlar da şirketin paydaşı olurlar. Fakat, hisse senetlerinin elden ele
dolaşması şirket dışında bir dünya oluşturur. Burada yer veremediğimiz tüm mali
piyasalarda aynı mekanizma işler.
Bütün bunları düşündüğümüzde, acaba, iyice finansın güdümüne
giren dünya ekonomisi biraz gerçek, biraz da balon mu? diye kuşkulanmamak elde
değil.
Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşları
Kılavuzu karga olanın…” diye başlayan tekerlemeyi hepimiz
biliriz. Dünyayı kasıp kavuran global krizde uluslararası derecelendirme
kuruluşlarının oynadığı rol, ancak bu sözlerle ifade edilebilir. Küresel
finansta yatırımcılar; paralarını yatırmak için çeşitli enstrümanlar arasında
tercih yaparken, en çok söz konusu kurumların verdiği raporlara ve kredi
değerliliği notlarına bakarlar. Çünkü, bu şirketlerin dürüstlüğüne ve
uzmanlığına güvenilir.
Fakat derecelendirme kurumlarının bu güveni hiç de hak etmediği
anlaşılıyor. ABD Temsilciler Meclisi başkanı ve Kongre’nin etkili isimleri,
dünyanın en büyük derecelendirme kuruluşları olan Moody’s, Standard and Poor’s
ve Fitch’in mortgage destekli menkul değerler için bilerek, kasten yüksek not
verdiğini ısrarla iddia ediyorlar. Her üç derecelendirme kurumundaki tepe
yöneticilerini sorgulayan ve resmî şirket belgelerini inceleyen Başkan, bu
kuruluşların güveni kötüye kullandıklarını açıkça ifade etti. Anlaşıldığına
göre, mortgage destekli kağıtları derecelendirmekle görevli komitelerdeki
uzmanlar, kişisel paralarını yatırdıkları menkul kıymetlere aşırı notlar
vermişler, yani yatırımcıyı değil, kendi yatırımlarını düşünmüşler. Şayet,
komite üyeleri dürüst olsalardı menfaat çatışması (conflict of interest)
olmasını engellemek için durumu üstlerine bildirir ve kendi paralarını
yatırdıkları menkul değerleri derecelendirmekten kesinlikle kaçınırlardı. Daha
da kötüsü, derecelendirme kurumlarının yöneticilerinin, komitelerdeki üyelerin
durumundan haberdar olması. Yani komitesiyle, idarecisiyle, derecelendirme
şirketleri kişisel menfaatleri için tüm ülkenin, hatta dünyanın finans sistemini
ateşe atmaktan çekinmemiş. Aslında, derecelendirmenin bireylerle değil,
komiteler marifetiyle yürütülmesindeki amaç, muhtemel suistimalleri en başından
önlemektir. Fakat, dürüstlük o kadar geri plana itilmiş ki, komite sistemi dahi
bu konuda çare olamamış.
Bu yetmezmiş gibi, üç en büyük derecelendirme kurumu, çeşitli
piyasalarda pazar paylarını birbirleri aleyhine yükseltmek adına da haksız
rekabet yapmışlar ve mortgage tahvillerine not verirken gevşek davranmışlar,
aşırı yüksek derecelendirme notu vermişler.
Kamuoyunun pek bilmediği bir gerçek şu ki; derecelendirme işinde
başka büyük menfaatler de dönüyor. Şöyle ki; kredi notu düşen bir banka, bundan
dolayı, riskli aktifleri için eskiye göre çok daha fazla teminat yatırmak ve
ayni tutarda risk için daha çok özsermaye bulundurmak zorunda. Mesela, Standard
and Poor’s tarafından notu indirilen Merrill Lynch, çıkardığı menkul değerlerin
teminat tutarını tam 3,2 milyar kadar yükseltmek zorunda. Morgan Stanley’nin
yatıracağı ek teminat ise 973 milyon doları buluyor. Başka bir deyimle,
derecelendirme kuruluşundan torpilli bir banka, büyük bir külfetten kurtuluyor.
İşte, mevcut küresel finans sisteminin kılavuzları bu
uluslararası derecelendirme kuruluşları. Böyle kılavuzlarla selamete
çıkılamayacağı belli değil mi?
III- Krizin Sonuçları
Global Krizin Beşeri-İnsani Maliyeti: İşsizlik
Ekonomi dünyasında istihdam ölçeği ve ekonomik gidişatın ölçüsü
olarak en çok izlenen istatistik, Amerikan tarım dışı istihdam rakamlarıdır.
Ocakta, ABD ekonomisinde 598.000 iş kaybedildi. Daha bir yıl önce, % 4.9 olan
işsizlik oranı, % 7.6 oranına yükseldi. Aralık 2008 işsiz rakamı 577.000 olarak
gerçekleşti. Kasımdaki iş kayıpları 597.000 rakamında kesinleşti. Durgunluk
başladığından bu yana, yani Aralık 2007’den beri ekonomideki iş kaybı 3.6 milyon
ve bunun 2,5 milyonu son 5 aya aittir. Buna işgücüne yeni katılanları
eklediğinizde, rakam 4,1 milyona yükseliyor. Böylece, % 10’u bulan işsizlik
oranı ile, 2009 senesinde II. Dünya Harbi sonrasının işsizlik oranı bakımından
en kötü yılı yaşanacak. Ayrıca, 1974 yılından bu yana, aylık bazda istihdamdaki
en büyük düşüş Ocak 2009 ayında gerçekleşti. Aslında bu rakamlar bile acı
gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Geçici bir iş sahibi olanlar ve ekonomik
nedenlerle ancak part-time çalışabilenleri istatistiklere dahil etiğinizde,
işsizlik oranı % 15.4 seviyesine çıkıyor.
Bu yıl işsizliğin yükseldiğine dair iç karartan haberler sadece
ABD’ye ait olmayıp, tüm gelişmiş ülkelerden geliyor. Amerikan emek piyasasındaki
sorunlar başka ülkelere de yansıyor. Avrupa Birliği ülkelerinde Ekim ayında
220.000 adet iş kaybını Kasım’daki 202.000 rakamlı sıçrama izledi ki, bunlar
aylık bazda son 15 yılın en büyük iş kayıpları olarak, işsizlik oranını % 7.8
seviyesine taşıdı. Diğer Avrupa ülkelerine göre, işsizlik oranı nisbeten düşük
olan İngiltere’de bile, finans ve konut piyasalarındaki köpüğün patlaması
sonucunda, 1.860.000’e ulaşan işsizlik rakamı yüzünden, İşçi Partisi’nin 1997
yılında başa geçmesinden bu yana görülen en ciddi istihdam problemi yaşanıyor.
İspanya, Fransa, Almanya, Çin, Güney Afrika ve ülkemizde açıklanan rakamlar da
problemin büyüklüğünü gösteriyor. Öyle ki Çin’i tanıyan uzmanlar, bu ülkedeki
işsizliğin ayaklanmalara yol açabileceğine işaret ediyorlar.
İşsizlik her insan için çok sevimsiz bir olaydır. Ama gelişmiş
ülkelerde işsiz kalanların hiç olmazsa, tatminkar düzeyde işten çıkarma
tazminatları, işsizlik ödeneği gibi destekleri var. Bu imkanlardan hiç
yararlanamayan veya yetersiz düzeyde yararlanabilen gelişmekte olan ülkeler
insanları için işsizlik tam bir felakettir.
Finansın Özünün Ahlak ve Güvene Dayanması Gerektiği
Anlaşıldı:
Finans sektörü en fazla mevzuatlaştırılmış bir sektördür.
Yasalara ek olarak, finansı çevreleyen önemli ilkeler de vardır ve bunların
hepsi önemlidir. Ancak, finansal işlemin taraflarında yeterli etik ve ahlak
anlayışı olmadığı takdirde, sonuç olumsuz olmaktadır. Global finans krizinin
daha başında sahtekarlık vardı. Kâr üzerinden prim alan CEO’ların işsiz güçsüz,
parasız on binlerce insana mortgage kredisi vererek primlere konması bu
sahtekarlığın sadece bir yönüdür.
Aslında, ahlaki zaaf gösterenler arasında, hiçbir işi, geliri ve
bir kenarda birikmiş parası olmadığı halde, kocaman rakamlı kredi mukavelelerine
imza atan sözde müşterileri de saymak gerekir.
Şu noktaya dikkat çekmek gerekir. Global kriz çıktığı günden
beri, artık krizin en kötü bölümünün atlatıldığı ve toparlanmanın çok yakında
başlayacağı fikri, uluslararası ticaret ve yatırım bankaları tarafından piyasaya
ısrarla pompalandı. Böylece, yeni yatırımcıların saadet zincirine katılması ve
krizin müsebbibi olan kreditör bankaların faturayı mortgage tahvilli hamillerine
ciro edebilmesi hedeflendi. Yani, yalanı silah olarak kullanıp, en aleni ve
fütursuz şekilde mevcutlara yeni kurbanlar eklenmek istendi. Bize has
zannettiğimiz "Memleketin enayisi bitmez" yaklaşımının küresel çapta
uygulamasını gördük, görüyoruz. Bu anlayış finansta krizi hiç bitirmez. Çünkü
ahlaksızlığın bizzat kendisi bir krizdir ve etik dışı yollarla yürütülen her iş
mutlaka kriz üretecektir.
İslami Finansın Önü Açıldı:
Geleneksel bankacılığın sakat zihniyeti, kendini kriz ortamında
iyice gösterdi. Bunlar müşteriyi kollamak bir yana onlara acımadılar bile;
yükselen faizler nedeniyle birkaç mortgage taksidini ödeyemeyeni hemen yasal
takibe aldılar. Müşterinin tamamen iyi niyet sahibi olması, bankanın ona
gaddarca çullanmasını engellemedi. Yuvası elinden alınan masum kimselerin çoluk
çocuk arabalarında barınmaları veya sokakta yatmaları, banka yöneticileri için
keyfe keder bir hadiseden ileri gitmedi. Bir mortgage işinde inşaatçı şirket
parasını alır, hiçbir sorun yaşamaz, tahvili çıkaran uzman şirketin (özel amaçlı
şirket) kazancı ise hem garantili hem yüksektir. Hukuk büroları arada gayet
güzel nemalanır. Emlakçılar işlemin kaymağını yiyenler arasındadır. Bankaya
gelince, güya risk yönetme sanatını icra eden kuruluşlardır; ama bu lafta kalır.
Banka, mortgage kredisini değişken faiz koşuluyla açar. Yani, faiz riskini en
baştan borçluya yükler; makro ekonomik koşullardaki değişikliğin müşterisini
nasıl etkilediğiyle ilgilenmez. Ülke hatta dünya ekonomisine ne olacağı umurunda
değildir. Banka, her halükârda ve sadece kendi menfaatine bakar. Çünkü para
ticaretinin geleneksel ve şaşmaz kuralı böyledir. Neticede, okkanın altına,
başını sokacak bir evin hayaliyle yaşayan vatandaş girer. Halbuki, muamelenin
diğer taraflarına kârlarını sağlayan tek başına müşteridir, bütün masraflar ona
aittir, gelecekte ortaya çıkabilecek her türlü riski kimseyle paylaşamadan
üstlenir. Sırtından geçinen banka ve diğer şirket ve kişilerin aklından “acaba
ona fazla mı yükleniyoruz?” diye bir düşünce geçmez.
Finansal sistemin altüst olduğu bugünkü ortamda, faizsiz
bankacılık yapan kuruluşlar, bizdeki adıyla katılım bankaları yeni mali sistem
için ciddi alternatif teşkil edebilir. Şöyle ki, katılım bankaları yatırım ve
ticaret bankalarının güçlü yönlerini kendilerine adapte edip, zayıf taraflarını
dışlayabilirler. Bu bankaları bir çok yönden kıyaslamak mümkündür. Sadece birine
dikkat çekelim:
Katılım bankası müşterileri, dinen yasaklanmış olan faize
bulaşmamış olmanın manevi huzurunu yaşar ki, bu husus katılım bankalarının belki
en büyük üstünlüğüdür ve katılım bankasına sürekli ve istikrarlı bir müşteri
portföyü temin eder. Geleneksel bankalarda müşteri ilişkisi tamamen karşılıklı
parasal menfaate dayalı iken, faizsiz bankalarda maddi ve manevi unsurlar denge
halindedir.
Kabul etmek gerekir ki, faizli bankacılık binlerce yıllık
bankacılık birikiminin vârisi durumundadır. Katılım bankalarının organizasyon
yapılarını revize etmesi ve geleneksel bankacılığın faiz yasağına aykırı olmayan
tüm ürün ve hizmetlerini sunacak bilgi, beceriyi edinmesi halinde, yeni
bankacılık ve finans sisteminin yıldızı haline gelmesi işten bile değildir.
Faktöring Faizsiz Finansmanda Önemli Görevler İcra Edebilir:
Faktoring şirketleri; uluslararası faktoring, borçlu
istihbaratı, alacak yönetimi, muhasebe gibi komisyon karşılığı icra edilen ve
faiz içermeyen ürünleriyle faizsiz finansman yöntemi olarak da müşterilerine çok
yararlı olabilir ve faizsiz finans konusunda önemli bir adım atabilir.
İtalyan ekonomi uzmanları Loretta Napoleoni ve Claudia Segre’ye
göre, İslam’a uygun yatırım araçlarının suni ekonomi balonlarının oluşmasını
engellediği, faizi, aşırı borçlanmayı, finans piyasalarında manipülasyon ve
spekülasyonları yasakladığı ifade edildi. Yazarlar bilhassa elde edilen
paraların reel ekonomiye yatırıldığı Sukuk denilen faizsiz bonolar tavsiye
ediyor. Makalede buradan elde edilen kâr paylarının, faiz için alternatif
olabileceği belirtildi. Sukuk sistemiyle otomotiv sektörüne yardımların finanse
edilebileceği, altyapı yatırımlarının desteklenebileceği vurgulandı. İslami
Sukuk sistemi kapitalist sistemdeki bonolara benziyor. Bonolardan farkı ise
Sukuk’ta paranın somut bir projeye yatırılması ve sabit bir faiz geliri yerine
kâr payı dağıtılması. Şu an için İslamî finansa yatırım yapanların çoğunun
Müslüman olduğu belirtilen makalede, gelecekte bu durumun değişeceği de ifade
ediliyor.
Kriz ortamında bankaların gelecekte Müslümanları örnek almasını
tavsiye eden gazete, İslami finans sisteminin Batı finans dünyasında yeni
kurallar oluşmasına yardımcı olabileceğini vurguladı. Vatikan, şimdiki
kapitalist sistemi başarısız buluyor, Papa Benedict de, kapitalizme ve banka
yöneticilerinin aç gözlülüğüne karşı son zamanlarda çok ciddi eleştirilerde
bulunmuştu. Tüm dünyayı etkileyen ekonomik kriz Vatikan’da da kendisini
hissettiriyor. 2007 yılını 18 milyon Euro bütçe fazlasıyla kapatan ülke, 2008’de
sadece 6 milyon Euro fazla verdi. Bu oranın 2009’da daha da düşeceği
belirtiliyor.
Vatikan’ın resmî yayın organı Osservatore Romano’da yayınlanan
ve İslamî finans sistemini öven makale Avrupa’da geniş yankı buldu. Saygın
ekonomi gazetelerinden Financial Times konuya geniş yer verdi. Vatikan’ın
ekonomik konularda nadir açıklama yaptığına dikkat çeken gazete İslami finans
sisteminin bizzat Vatikan tarafından tavsiye edilmesinin global finans krizinin
boyutları hakkında ipucu verdiğini kaydetti.
Yazıyı kaleme alan yazarlardan Loretta Napoleoni, 2008 yılında
yayınladığı "Rogue Economics" (Zararlı Ekonomi) kitabıyla kendinden söz
ettirmişti. Kitapta kapitalist finans sisteminin zararlarına geniş yer
verilirken, İslamî finans sisteminden övgüyle bahsediliyor. 1997 Asya krizinden,
11 Eylül’den İslamî finansın güçlenerek çıktığını ifade eden yazar, şimdiki
krizde de durumun farklı olmayacağını iddia ediyor. Osmanlı Devleti’ni "altın
imparatorluk" olarak nitelendiren Napoleoni, Osmanlı’nın altın para
kullandığını, bu sayede Akdeniz ve çevresindeki ekonomilerin yüzyıllar boyu
istikrarlarını koruduklarını vurguluyor. Kâğıt para ile birlikte sistemin
bozulduğunu belirten yazar, bu şartlar altında krizlerin kaçınılmaz olduğuna
işaret ediyor.
Kriz geleneksel İktisadın Bütün Balonlarını Patlattı:
Krizle birlikte ilk patlayan balon, fikir planında oldu.
Piyasaların daima mükemmel fiyatlama yaptığı ve nadiren ortaya çıkan
dengesizlikleri kendi mekanizması içinde mutlaka halledeceği, devlet
müdahalesinin gereksizliğinin de ötesinde zararlı olduğu görüşü olaylarla tekzip
edildi.
Milton Friedman’ın temsilciliğini yaptığı bu teori, gerçek
olaylar karşısında yerle bir oldu. Gerçi, kimse serbest piyasa yerine
devletçilik kaim olsun noktasına gelmedi. Ama, piyasa mekanizmasının mükemmel
olmadığı artık tartışılmıyor. Çünkü, 1980’li yıllarla beraber ABD piyasasında
şişmeye başlayan balon (bubble), kredi koşullarının gevşetilerek kredi hacminin
genişlemesine yol açmış ve fiyatları aşırı yükseltmişti. Sonunda konut
sektöründe, durgunluk başlayıp, fiyatlar tepetaklak gidince, yükseliş ve iflas
döngüsü (boom and bust cycle) tamamlandı. Çünkü, ekonomide şaşmaz kuraldır; her
balon er veya geç patlar.
Son krizle beraber başka balonlar da patladı. Mesela, ABD’de
karar ve icraatlarıyla sadece Amerika’yı değil, tüm dünyayı etkileyen üst düzey
kamu otoritelerinin liyakati fos çıktı. FED Başkanı ve Hazine Bakanı, 2006
yılında ilk iflaslar yaşandığında, bir kriz veya durgunluğun söz konusu
olmadığını, bunların sadece geçici ve münferit bir-iki önemsiz olay olduğunu
açıkladı. Onlara göre, piyasa kendi kendini düzeltecekti ve devlet müdahalesine
gerek yoktu. Ama, ne kadar feci bir yanılgı içinde oldukları kısa zamanda
anlaşıldı.
Kamu otoriteleriyle birlikte, çok etkili olduğu söylenen ABD
yasalarının da balon olduğu ortaya çıktı. Finans yasalarının iki fonksiyonu
vardır. Birincisi, masum ve iyi niyetli insanları malî zarardan korumak, diğeri
ise piyasaları panikten masun tutmak. ABD yasaları bu iki hususta da son derece
başarısız oldu. İflaslar sebebiyle masum insanlar para kaybetti ve piyasalardaki
panik havasını yatıştırmada kanunlar aciz kaldı.
Hayal kırıklığına yol açan diğer kesim ise bankacılar oldu.
Bugüne kadar, bankacıların toplumun en yetenekli ve güya "zeki" kişileri
olduğuna inanılır, nadir yetişen bu insanlara, çalışan sınıf içindeki en yüksek
maaş ve primlerin ödenmesi son derece doğal karşılanırdı. Ancak, yaşanan kriz,
bankacıların hiç de üstün şahsiyetler olmadıklarını göz önüne serdi. Bankacılık
mesleğini, para ve risk yönetme sanatı olarak tanımlarsak, bankacıların bu
sanata vâkıf olmadıkları ve kendilerine atfedilen bilgi ve beceriden çok uzak
bulundukları anlaşıldı. Kısaca, bankacıların balonu da fena halde sönüverdi. O
kadar ki, ciddi bir ecnebi finans yazarı, “Bankacıları bankalardan kovup,
yerlerine deneyimli muhasebecileri koyalım.” demekten kendini alamadı.
"Uluslar-ötesi" diye yaldızlı nitelemelere layık görülen ve
küresel çağda devletlerden bile güçlü ve batmayacak kadar büyük (too big too
fail) olduğu vehmedilen uluslararası yatırım bankalarının kolayca iflas etmesi
patlayan başka bir balon oldu.
Şimdilik, krizde patlayan balonların ülke ve şirket yöneticileri
için ders olmasını ummaktan başka yapacak bir şey yokmuş gibi görünüyor.
Öz
ABD mortgage piyasasında patlak veren ve tüm dünyaya yayılan bir
ekonomik krizle karşı karşıyayız. Uzman görüşlerine göre, finansal krizler
özünde hep aynıdır; ama detayda birbirinden farklıdır; ancak sebep ve sonuçları
itibariyle son krizin kendine has özellikleri olduğunu kabul etmek daha gerçekçi
olacaktır. Bu çalışmada, ekonomik krizin ortaya çıkış nedenleri ele alınmakta ve
krizin sonuçları değerlendirilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Küresel kriz, mortgage, globalizm, faiz,
menfaat çatışması, işsizlik, İslami finans
Abstract
We are facing an economic recession which had started in USA
mortgage markets and spreaded all around the world. According to experts,
financial crisis are always the same but there are differences in details. It is
more correct to accept that the recent crisis has its own characteristic for its
reasons and consequences. In this article, we will discuss the reasons of
economic crisis and analyze the consequences.
Keywords: Global crisis, mortgage, globalism, interest, clash
of interests, unemployment, Islamic finance