A Text on Communication Dynamics in Risale-i Nur

Giriş

İletişim üzerine yapılan çalışmalar, iletişimin üç temel özelliğinin olduğunu
ortaya koymaktadır. Bunlardan birincisi, iletişim eyleminin gerçekleşmesi için insanın
var olması gerektiğidir. İkinci olarak iletişim, paylaşmayı gerekli kılar; yani
bir iletişim sürecinde mesajı ileten/gönderici ve alıcı, mesajın ortak bir anlamı
üzerinde anlaşmalıdır. Son olarak, iletişim sembolik bir anlam taşır ve çok geniş
alanları kapsar. Alıcı ve gönderici mesaja aynı anlamı verdikleri zaman, tam olarak
iletişim ortaya çıkar Yani iletişim, iletilen bilginin hem gönderici hem de alıcı
tarafından anlaşıldığı ortamda, bilginin bir taraftan diğer tarafa aktarılma sürecidir

İletişim kavramının çeşitli alanlarda, birbirinden farklı anlamlarda kullanılmasına
ilişkin yapılan araştırmalarda, çok farklı anlamlarda kullanıldığı belirlenmiştir.
Bununla birlikte, iletişim kelimesinin konumuz çerçevesinde ilk uyandırdığı şey,
insanlar arasında duygu, düşünce ve bilgilerin her türlü yolla başkalarına bildirimi
olmaktadır.

Psikolojik olarak insanın, bütün hayatı boyunca, varlığını bildirmek ve varlığının
farkındalığının kendisine bildirilmesine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç içindeki insan,
sözlü veya sözsüz, çeşitli iletişim yollarına kaçınılmaz olarak başvurur. Her türlü
iletişim insanın psikolojik ihtiyaçlarının sonucudur. Kendisini tanıması, tanıtması
ve karşıdan aldığı cevapla, kendini değerlendirmesinde bu iletişim süreçleri önemli
rol oynamaktadır.

Kavram olarak iletişim, TDK Sözlüğü’nde, “Duygu, düşünce veya bilgilerin akla
gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması” olarak tanımlanmaktadır. Bu
açıdan iletişimi, sadece “sözcüklere anlam yükleme fiili” olarak tanımlamak yetersiz
kalmaktadır. Tanımdan da anlaşılacağı gibi, iletişimde çok farklı etkenler bulunmaktadır.
Duygu, düşünce ve bilgilerin de başkalarına aktarılması eyleminin, iletişim kavramının
içine yerleştirildiğini düşündüğümüzde, karşımıza, insanın hemen her eyleminin bu
tanım içine yerleştirilebileceği gerçeği ortaya çıkar. Bu yönüyle bir değerlendirme
yapıldığında, ilk önce insanın varlığının ne almama geldiğinin sorgulanması gerekmektedir.

1. Yaratılıştaki İletişim Sırrı

Mutlak Yaratıcı olan Allah, gizli bir hazine iken, kendini tanıttırmak için önce
kainatı; sonra da varlığının bilinmesi için; akıl, fikir ve şuur sahibi olarak insanı
yaratmıştır. Bu gerçek, Kur’an-ı Kerim’de, “Ben insanları ve cinleri bana ibadet
etsinler diye yarattım” (Zariyat Suresi, Ayet: 57) şeklinde vurgulanmaktadır. Bilindiği
gibi, “İnsan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet
ve istidat itibarıyla, her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulum-ı hakikiyenin esası
ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahdır.’’ (Sözler, s. 286) Anlaşılmaktadır ki,
insanın temel görevi, kulluk sırrı gereği, yaratıcısıyla iletişim kurmaktır. Bu
nokta, bir kudsi hadiste, “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek, tanınmak istedim,
bundan dolayı da beni tanımaları, gizli güzellik ve mükemmelliğimi bilmeleri için
varlıkları yarattım.” (Keşfu’l-Hafâ, II, 132) denilmektedir. Anlaşıldığı üzere,
insan dâhil olmak üzere bütün varlık âlemi, Allah’ın, yarattıklarıyla iletişim kurmak
istemesi nedeniyle var edilmişlerdir. Bu maksat için, Allah (c.c.) öncelikle, Hz.
Âdem’i yaratmış ve varlıkla iletişim kurmasını (eşyanın sırrını öğrenmesini) sağlamak
amacıyla ona isimlerin anlamlarını öğretmiştir.

Hz. Adem, bu süreçte varlıkların isimlerini öğrenmiş ve kendi yaratılış gerçeğinin
sırrına ulaşmıştır. O, “Kâinat mescid-i kebirinde”, ilahi vahyi okumaya başlamış
ve ona kulak vermiştir. (Sözler, s. 34-37) Bu kulak verişin ışığında, Hz. Âdem ve
bu silsileden gelerek, dünyadaki görevini hakkıyla yapanlar, mükâfatını alabilmek
için başka bir âleme gönderilecektir. Said Nursi, kâinat kitabındaki her bir harfin
anlamını ve varlıkların mahiyetini, üzerlerinde Allah’ın güzel isimlerinin nakışlarının
işlendiği, sanatının güzelliklerinin teşhir edildiği, bir “model” (Mektubat, s.
285) olarak tanımlamaktadır.

Bu yönüyle varlık âleminin sırrının çözülmesi ve model oluş, en güzel şekliyle
yaratılmışların var olma nedeni olan Hz. Muhammed’de (a.s.m.) tecelli etmiştir.
Zira Yaratıcı, kâinat ve insan arası iletişimin zirvesini Hz. Muhammed (a.s.m.)
temsil etmektedir. Allah (c.c), bize kendisini tanıtan üç büyük tarif ediciden biri
olarak, onu göstermektedir. Hz. Peygamber, bu tarif ediciliğin çerçevesinde dünyamıza
imani referanslar sunmuş, bizlere imandaki güzellikleri daha dünyadayken tattırmıştır.
Söz konusu ebedi güzelliklerden aldığı ilhamla, insanı insan edecek unsurun iman
olduğunu vurgulayan Said Nursi, Allah’a iman etmenin ve ona teslim olmanın, tevekkülü
hayatımıza sokacağını belirtmektedir. O, bu tevekkülle gelen teslimiyetin, insanı
dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıracağını söylemekte, bunun yolunun ise ancak imanı
taklitten tahkiki hale getirmekle mümkün olabileceğini ifade etmektedir. (Sözler,
s. 284)

İnsanın hem kendisi, hem de Yaratıcısı ile iletişim kurabilmesinin bir başka
mihenk noktasının, ibadet olabileceğini dile getiren Said Nursi özetle, ibadetin
dünya ve ahiret işlerini tanzim etmeye, şahsî ve nevî kemâlâta sebep olduğunu, bunun
yanında dünya ve ahiret mutluluğuna da sebep olacağını söylemektedir. Her şeyi yoktan
var eden Allah ve O’nun yarattığı âlem ile insanın iletişimi kurabilmesinin bir
başka yolu da şükrün ölçüsü olan kanaaatten geçmektedir. Şükür ise, hepimizin bildiği
gibi, “görülen bir iyiliğe karşılık hoşnutluk, memnunluk ve minnettarlık ifade duymayı”,
yani teşekkür etmeyi, “Nimet ve iyiliğin sahibini tanımayı ve ona karşı minnet duymayı,
Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getirmeyi” ifade etmektedir. Yaratıcı ile
aramızaki bağa gölge düşüren hırs ise kanaatin zıddıdır. Kanaat rahmete; hırs hasarete
ve mahrumiyete sebeptir. Hırs yerine kanaati dikkatlerimize sunan Risâle-i Nur’un
bu anlayışı, “Allah her şeyi en güzel şekilde yarattı” (Secde Suresi, Ayet: 7) âyetinden
kaynaklanmaktadır. Çünkü her şey, ya bizzat güzeldir, ya da sonuçları açısından
güzeldir. Said Nursî bunu, “hüsn-ü bizzat ve hüsn-ü bilgayr” olarak tanımlamaktadır.
Bu açıdan, insanın gerek kendisiyle, gerekse çevresiyle iletişim kutabilmesinin
yolu olarak “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel rüya görür, güzel rüya
gören hayatından lezzet alır.” (Münazarat, s. 74) ifadelerine dikkatimizi çeker.
Sonuç olarak, kâinatta gerçekte olumsuz veya çirkin hiçbir şey olmadığı gerçeğini
anlayan insan, kurduğu bu iç iletişimle dünya va ahiret mutluluğuna ulaşacaktır.

2. İletişimde Bir Anahtar: Dildeki Tutukluğu Çözme

Sözü güzel ve etkili kullanma iletişimde önemli bir kural olarak, insanın var
olalı beridir gündemindedir. Bir mesajın karşı tarafa ulaşabilmesi, kelimelerin
diline ve anlatım özelliğindeki usluba bağlıdır. Kuran-ı Kerim’de bu konuda dilinde
tutukluk olan Hz. Musa’nın bir duasından söz edilir. “Mûsâ dedi ki: Rabbim! Gönlüme
ferahlık ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz ki, sözümü anlasınlar.”
(Taha Suresi, 23-24-25). Bu konuda çok sayıda olan hadislerden birinde, Peygamberimiz
Hz. Muhammed “Güzel ve hoş söz sadakadır” (Sahih-i Buhari, Cilt 13, s. 6013) demektedir.

Gerek dünyevi eksenli, gerekse ilahi eksenli metinlerde özel bir vurgu yapılan
bu konuya, Risale-i Nur’da da değinilmekte ve farklı metinlerde konu, “belagat ve
fesahat” başlıklarıyla incelenmektedir. Belagat, sözlükte “İyi, güzel, pürüzsüz
söz söyleme, sözün düzgün, kusursuz, yerinde ve halin ve makamın icabına göre söylenmesini
öğreten ilmin adı, edebiyat kaideleri ile ilgili ilim, söz ve yazıda sanatlı ve
tesirli ifade; sözün güzel olmakla beraber yerinde, hal ve makama uygun olması,
bir şeyde saklı bulunan derin anlam” olarak tanımlanmaktadır. Bediüzzaman, belagatı
“mukteza-yı hale mutabakat” (İşaratü’l-İ’caz, s. 50) olarak tarif etmektedir. Fesahat
ise, “Sözün; kelime, mana, ahenk ve sıralama yönlerinden kusursuz olması, dilin
doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması, güzel ve açık konuşabilme”dir.
O’na göre Kur’ân, belagatıyla ve fesahatiyle, her asırda bir çok farklı tabakadan
insanın anlayışlarına hitap edebilmiş ve bu özelliği nedeniyle daima taze kalmıştır.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönemde, en çok rağbet gören şeylerden
birisi, etkili ve güzel söz söylemek olduğu için, onun mucizesi olan Kuran-ı Kerim,
bu konuda zirveye çıkmıştır. Hatta öyle ki, o zamanda belagat o kadar önemlidir
ki, bir şairin bir sözü için iki kavim savaşır ya da barışırdı. Dönemin en büyük
şairlerinin en güzel şiirleri arasından, yedi şairin yedi kasidesinden oluşan “muallakat-ı
seb’ayı” (Yedi askı; Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş
şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları) altın harflerle yazarak, Kabe’nin
duvarına asan Araplar, bunu en büyük iftihar kaynağı olarak görüyorlardı. İşte,
böyle bir ortamda inen Kur’an, bütün insanlığa belagat noktasında benzerinin getirilmesi
için meydan okumuştur. Buna rağmen, Kuran-ı Hakîm, değil bir suresine, bir harfine
bile nazire getirilememesiyle, eşsizliğini tüm aleme ilan etmiştir.

21. yüzyılda edebi metinler, güzel ve etkili konuşma yöntemleri, çok rağbet edilen
bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Konuyla ilgili Said Nursi şöyle demektedir:
“Ulûm ve fünunun en parlağı olan belagat ve cezalet, bütün envaıyla ahirzamandan
en mergup bir suret alacaktır. Hatta, insanlar kendi fikirlerini birbirlerine kabul
ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silahını; cezalet-i
beyandan ve en mukavemetsuz kuvvetini, belagat-ı edadan alacaktır.” (Sözler, s.
239)

3. İletişimde Etkileşim ya da “İstifade ve İfade Nimeti” Olarak İletişim

İletişimin en önemli unsurlarından biri, anlaşılmak için anlamak ve anlamak için
de anlaşılmak gerektiğidir. Bir mesajın, tam olarak gerçek anlamda iletilmiş ve
anlaşılmış olması, geribildirimlerin olumlu olmasına bağlıdır. Bu durumu değerlendirdiğimizde,
Risale-i Nur’da konuyla ilgili önemli ipuçları bulmak mümkündür. Örneğin, “illet”
(bir şeyi gerektiren durum) ve “iktiran”ı (iki şeyin beraber gelmesi) birbirine
karıştıran bazı talebeler, “Üstâdına fazla minnettarlık” göstermişler ve şöyle düşünmüşlerdir:
“Eğer Üstâdımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifâdesi,
istifâdemize illettir.” Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nîmet-i
istifâde ile, Üstadlarına ihsan ettiği nîmet-i ifâdeyi beraber kılmış, mukârenet
vermiştir.” ( Lem’alar, s. 138)

Bu ilkeden hareket eden Said Nursi, bir iletişim sürecinde, etkileşim kavramına
dikkat çekerek, “istifade ve ifade nimetinin”, “Rahmet-i İlahiye’den” birlikte geldiğine
işaretle şöyle der: “Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit
Risâle-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şâkirtlerine çok minnettarlık hissediyordum
ve diyordum ki: `Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçare nasıl hizmet
edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vâsıtasıyla olan kudsî nîmetten sonra,
bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktirân etmiş; birbirinin
illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana
minnettarlığa bedel, duâ ve tebrik ediniz.” (Mesnevî-i Nûriye, s. 147.)

4. İç ve Dış İletişimin Temel Dinamiği: İhlas

Modern iletişim uzmanları, iletişimin temel kuralını, iyi niyet ve karşılık beklemeksizin
anlamaya ve anlaşılmaya yoğunlaşmak olarak ifade etmektedir. Bu yaklaşım, inancımızdaki
ihlas kavramıyla örtüşmektedir. Terminolojik anlamıyla ihlas; “karşılıksız sevgi
ve bağlılık; gönülden gelen dostluk; samimiyet, dürüstlük, doğruluk; bir işi, bir
ameli, başka bir karşılık beklemeksizin, sırf Allah rızası için yapma” demektir.
B. Said Nursi, ihlas kavramını, birçok eserinde gündemimize taşımakta ve bu konuda
Lemalar adlı eserinin 21. Lem’a’sında ihlası anlatmakta ve bir takım düsturlardan
söz etmektedir.

Örneğin, birinci düstur olarak, “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı” demekte, hemen
ardından ikinci düstur olarak, “kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde
faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek” gereğinden söz etmektedir.
Genel olarak, ihlas tanımlanırken, ikinci düsturda bugüne kadar kimsenin tanımlamadığı
bir ihlas tanımı karşımıza çıkmaktadır. Bu ölçüyle, eleştiri yapmanın ve faziletfuruşluk
türünden davranışlar sergilemenin ihlas kavramına zıt olduğu vurgulanmaktadır. Aslında
eleştiri yapma ve kendini karşısındakinden üstün görme (biyolojik/psikolojik anlamda),
anlamayı ve anlaşılmayı gerektiren iletişimi, en baştan engelleyen bir davranış
şekli olarak ortaya çıkmaktadır. Devam eden anlatımda, üçüncü düstur olarak “Bütün
kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz”, dördüncü düstur olarak ise, “Kardeşlerinizin
meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların
şerefleriyle şâkirâne iftihar etme” gerçeğiyle bizleri buluşturmaktadır. Bu metinlerden
anladığımız kadarıyla, iletişimin temel kuralı, içten olmak ve karşılık beklemeden
muhatap olmaktır. Zira samimi olmaktan daha büyük bir kuvvet bulunmamaktadır. Bu
kuvvete ulaşmanın bir önemli yolu ise, birlikte bulundukları kimselerin güzel davranışlarını,
adete kendisininmiş gibi kabullenmekten geçmektedir. (Lem’alar, s. 163)

5. İç İletişimin Önündeki Duygusal Engeller

Risale-i Nur’da, Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Muhammed’e olan muhabbettinin bir sonucu
olarak var edilen insanın, hem yaratıcısıyla, hem de kendisiyle iletişimini engelleyen
bazı faktörlerden söz edildiğini görürüz. Örneğin, bir Yaratıcı’yı inkâr etmek,
insanın tekâmülünü engelleyen en önemli sebeptir. Çünkü iman, insan ile Allah arasında
bir bağ kurnak demek iken; küfür, bu bağı koparma, yaratılışın anlamını örtme, saklama
eylemidir.

Daima, kötülükleri isteyen nefsin esaretine girmek de, insanın maddi manevi gelişimini
engellemektedir. Oysa Hz. Yusuf’un ifadesiyle, nefs-i emmareye (İnsanı kötülüğe
sürükleyen nefis) itimat edilmemelidir. “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu
itiraf eden, istiğfar eder… Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.
Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan
çıkar.” (Lem’alar, s. 83-84).

İletişimin önündeki bir başka engel ise, insanın gurura kapılması ve kendine
aşırı güvenmesidir. Bu konuya değinen Said Nursi şöyle der: “Sakın, benlik ve gurura
medâr şeylerden çekin. Tevâzu, mahviyet ve terk-i enâniyet, bu zamanda ehl-i hakîkate
lâzım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfüruşluktan
ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakîkat, mahviyetkârâne dâimâ kusurunu görmek ve
nefsini itham etmek gerektir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 62)

İnsan yaşadığı her gün içinde binlerce farklı mesaja muhatap olmaktadır. Farkında
olalım ya da olmayalım, bu mesaj bombardımanı, insanı ruhsal olarak zorlamakta ve
bilinçaltında olumsuz izler bırakmaktadır. Söz konusu bu mesajların pek çoğu etkileşim
amaçlı olmak yerine etkileme amaçlıdır. Etkileme işin içine girdiğine göre, bu sürecin
mutlaka bir arka planı olmak zorundadır. Bu arka plana baktığımızda, gerçeklerle
yüzleşmek yerine, “kurgulanan gerçekler”le iletişime geçtiğimizi görürüz. Kurgulu
gerçek ise, ne “hak ve hakikat”, ne de “din ve adalet” hesabına değildir. Tam tersi
bir durumla, olayların arka planında, siyasi tarafgirlikler, sınır tanımayan milliyetçilik
anlayışları, insanın kendini beğenmişliği bulunmaktadır. Bu kendini beğenmişlik
bazen o kadar yükek bir boyuta ulaşır ki, milyonlarca masum insanlar öldürülmektedir.
Oysa Kur’an-ı Kerim’de Hud Suresi’nin 113. ayeti ayet mealen şöyle demektedir: “Zulmedenlere
en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.”

İç iletişimi engelleyen bir başka faktör ise, insanın hayatını, sonuç odaklı
yaşamak istemesidir. Oysa bize düşen, Allah’ın vazifesine karışmak değil, çalışmaktır.
Bu çalışmanın sonucu, bazen dünyada görülebileceği gibi, insan “ebede namzet” olduğundan,
bazen de ahirette görülecektir. Biliyoruz ki, insanın kendi iradesinin dışında,
kâinatta hükmeden büyük bir “külli irade” vardır ve varlık âlemi, bu külli iradenin
kontrolü altındadır. “Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı
İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla “Herkes beni dinlesin?”
diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına
halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.
“ (Lem’alar, s. 156)

21. yüzyıl insanı, diğer asırların insanlarından çok farklı olarak, teknolojinin
çok üst düzeye çıkmış olması ve görünüşte hayatı kolaylaştırmış olmasına rağmen,
büyük bir mutsuzluk, doyumsuzluk ve stresle karşı karşıyadır. Stres çağın hastalığı
haline gelmiş, maddi ve manevi rahatsızlıklar artmaya başlamıştır. Yaşadığı bu ruh
haleti ise insanı sürekli şikâyet eder konuma getirmiştir. Kur’an’dan aldığı ilhamla,
imandaki güzelliklerin sınırsız yararlarından söz eden Said Nursi, hayatımıza imani
açılımlar sunarak “musibet ve hastalıklarda insanların şekvâya” hakları olmadığından
söz etmektedir. “Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücut libası” üzerinde sanatını göstermek
için insanı hastalık ve sıkıntılarla buluşturmaktadır. Hayat ise, “musibetlerle,
hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir,
tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar.” (Lem’alar, s. 16) Daha da ötesinde, yaşadığımz
bu dünya, bir imtihan meydanı olmasının yanında insanın kulluğunun sırrına erme
yeridir. İşte, insan yaşadığı bu sıkıntılara yukarıda kısaca açıklanmaya çalışılan
nedenlerden dolayı, “şükür nimeti”yle cevap verebilirse, “herbir saati bir gün ibadet
hükmüne” geçecektir.

6. Kendimizden Kâinata ya da Enfüsi Tefekkürden Afaki Tefekküre Bir İletişim Yolculuğu

Dünyaya geldiğinde biyolojik ve psikolojik açıdan belli bir olgunluğa erişen
insan, değeri ölçülemeyecek pek çok duyguyla donatılır. İnsana verilen bu duygular
gerçekte, bu dünyada, ebedi hayatla iletişim kurmanın anahtarı hükmündedir. İnsanın
kendisine verilen bu duyguları, sadece dünyevî amaçlı kullanması yaratılış gerçeğiyle
uyuşmaz. Çünkü “dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u
uhreviye [ahiretle ilgili fiiller] ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın
fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep
ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak [ahiretle ilgili hedefleri
varabilmek] için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye
[dünya işlerine] tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını
vermek demektir.” (Mektubat, s. 37)

Said Nursi’nin ifadesiyle, bir anlamda “fetret dönemi” yaşayan günümüz insanı,
“ağır hayat şartları” altında, temel görevi olan Allah’ı tanıma ve tanıtma misyonunu
gözden uzak tutmamalıdır. Yaşadığı hayatı, ölçüsüzce ve savurganlıkla yaşanmaz hale
getiren insan, sürekli tüketmeye endeksli bir noktaya taşımıştır: “insâniyetin yaşamak
damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfât ile ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik
ve hırs yüzünden, bereketin kalkmasıyla ve fakr ü zarûret, maîşet ziyâdeleşmesiyle
o derece o damar yaralanmış ve şerâit-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş
ve mütemâdiyen, ehl-i dalâlet, nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı
dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i dîniyeye
tercih ettiriyor.” (Kastamonu Lâhikası, s. 70.)

Söz konusu bu ve benzeri iletişim engellerini aşmanın yolu ise, Said Nursi’’nin
ifadesiyle, “Nefsinde, batınında (içinde), hususî hâlinde tefekkür ettiğin zaman,
derinden derine tafsilâtla tetkikat yap” önerisini getirerek, kainatla iletişim
için de; “Âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî (yüzeysel),
icmâlî (öz) düşün, tafsilâta (ayrıntıya) geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet
ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor,
sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun” (Mesnevi-i Nuriye, s. 124) diyerek kâinatla
kurulması gereken bir iletişim örneğini nazarımıza sunmaktadır.

7. Hayatın İçine Bir İletişim Yolculuğu

Kendi varlığının sırrına, iç dünyasına yaptığı “enfüsi tefekkür”le ulaşan insan
Yaratıcısıyla iletişim kurmanın yanında, daha geniş bir alanda, afaki tefekkürle
de kainatla iletişim kurabilme yeteneğine sahiptir. Risale-i Nur’da anlatıldığı
şekliyle, insan merkezli olmak üzere “on sekiz bin alem”de yer alan her bir varlık,
sürekli Allah’ı zikretmekle meşguldür: “Cenab-ı Hakk insanı kâinatı içine alan büyüklükte
bir nüsha ve on sekiz bin âlemi içeren şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak
yaratmıştır. Güzel isimlerinden her birisinin yansıması olan her bir âlemden bir
örnek, insanın cevherinde emanet bırakmıştır.” (İşaratü’l İ’caz, s. 17) İnsanın
varlığını farkedebildiği/farkedemediği bu alemler, hayat nimetiyle anlam kazanmaktadır.
Bu açıdan insan hayatı, “İlâhi isimlerin tecellilerinin fihristesi”, “İlâhi sıfât
ve işlerin anlaşılmasına bir ölçü”, Âfâkî âlemlere bir mizan”, “Büyük âlemin küçük
bir numunesi”, “Kâinatın bir haritası”, “Şu büyük kitabın bir fezlekesi”, Gizli
defineleri ve hazineleri açacak anahtarların mahzenidir. (Sözler, s. 111)

8. Kâinatı Kızdıran İletişimler

Kendisine ihsan edilen hayat sayesinde, kâinatla iletişim kurabilme yeteneğine
sahip olan insan, çıktığı enfüsi ve afaki tefekkür yolculuğunda her zaman varlığına
neden olan sırrı çözememektedir. Bu durum ise, “gökte ve yerde ne varsa, Allah’ı
tesbih eder” (Hadîd Sûresi, Ayet: 1; İsrâ Sûresi, Ayet: 44) sırrına zıttır. Kuran’dan
aldığı dersle konuyla ilgili olarak Said Nursi, “Ehl-i dalaletin şerrinden” kâinatın
kızdığını, “anasır-ı külliyenin hiddet” ettiğini ve umum mevcudatın galeyana geldiğini
ifade etmektedir. “… kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu
ve kavm-i Semud ve Âd’in inkârından hava unsurunun hiddetini ve kavm-i Firavun’a
karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını
ve ehl-i küfre karşı âhirette; ‘tekadü temeyyezü mine’l-gayz’ sırrıyla Cehennem’in
gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karşı hiddetini gösterip
ilân ederek gayet müthiş bir tarzda i’cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor”
(Lem’alar, s. 83, 84)

9. Sosyal İletişim Aracı Olarak Meşveret ve Siyasete Bir Yolculuk

Günümüzde demokrasinin temel ilkeleri, önemli bir sosyal iletişim ve uzlaşma
aracı olarak görünmektedir. Demokrasinin ruhu ise, belli bir olgunluğa erişen ortak
akla ihtiyaç duymaktadır. Said Nursi “Hakikî, samimî bir ittifakta her bir fert,
sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on müttehit
adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor,
yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.” (Lem’alar,
s. 165) diyerek söz konusu ortak aklın önemine dikkat çekmektedir. Bir hadiste,
bu anlama işaret eden bir anlayışla, “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete
düşmez” (Keşşsaf, 3:32) denilerek ortak aklın öne çıkarılmasını emretmektedir. O,
ortak akıl/anlayış olarak nitelelendirebileceğimiz, meşveret ve şuranın gereği gibi
yapılmamasını, özelde müslümanların ve genelde Asya kıtasının (Doğu toplumların)
geri kalmasının esas sebebi olarak görmektedir. “… Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın
istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki
hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır.”
“Müslümanların hayat-ı içtimaiyye-i İslâmîyye’deki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i
şeriyyedir. (…) Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında,
asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin
terakkiyatı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıta olan Asya’nın en geri kalmasının
bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.” (Münâzarât, s. 23-24)

Demokrasilerde, meşveret ve şura kavramının yanında siyasal iletişimin de önemli
bir rolü bulunmaktadır. Siyasetin temel amacının iktidar olma, iktidara talip olma
olduğunu düşündüğümüzde, iman eksenli bir iletişimle, siyasal iletişim arasında
bazı olumsuzlukların olacağını düşünmek gerekmektedir. Siyasal iletişim tabiatı
gereği tarafgirlik üzerine kurulmuştur. Oysa imani değerler, asla tarafgirlik üzerine
kurulu bir anlayışla bir araya gelemeyecektir. Zira, din/iman, “umumun malıdır.”

Her inanan insanın sahip olması gereken mukaddes değerlere, bir kişi veya bir
sınıfın/siyasi akımın sahip çıkması durumunda, karşı fikirler kaçınılmaz olarak
ortaya çıkar. “İnhisarcılık” (tahsis etme) dini değerlerde ortaya çıkarsa, “Umumun
mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade
has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli” uyandırır. (Sünühat,
s. 66) Bundan dolayı, dini değerler/mesajlar, bir siyasi partinin tekelinde olmamalıdır.
İmana herkesin ihtiyacı olduğundan, din namına siyasete girmek/siyasette dini değerleri
kullanmak, dini kendi tekeline altına almak olacağından, din namına siyasete girilmemelidir.

En birinci görevi iman hakikatlerini gereği gibi anlamak olan insan, ölçüyü kaçırınca
siyasal iletişim ortamında, farkında olmadan, “masumların hakkını” da ihlal edebilecek
bir noktaya gelebilmektedir. “Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar,
bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder.
Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil
yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i
zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler,
o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.” (Şualar, s, 260)

Bu değişime, siyasal, sosyolojik ve kültürel arka plan açısından bakıldığında,
“terbiye-i İslâmiyenin zedelenmesi”nin neden olduğunu görürüz. Emirdağ Lahikası’nda,
Türkiye’deki siyasal partilerin bir değerlendirilmesinin yaptığı mektupta, İslâmi
partinin/İslami değerleri ön planla çıkaran partilerin iktidara gelmesinin ya da
iktidara talip olmasının göz ardı edilemeyecek bazı risklerinin bulunduğu belirtilmektedir:
“İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki
siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet
etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve
şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından,
şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” (Emirdağ Lahikası, s. 65) İslâmi terbiyenin
yerleşmediği bugünün İslâm toplumlarında, kurulacak bir parti mutlaka dini siyasete
alet etmek zorunda kalacaktır. Siyaset, ancak dine hizmet amacıyla yapılmalı, kesinlikle
dahilde siyaset ve din aynı vitrinde insanlara sunulmamalıdır.

Risale-i Nur eserlerinin muhtelif yerlerinde, bu değişmelere dikkat çeken Said
Nursi, maddi cihad döneminin kapanıp, artık manevi cihad döneminin başladığını belirtmektedir.
O, “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan iman küfürden iyice ayrılmıştır.”
(Bakara Suresi, Ayet: 256) mealindeki ayetin asrımıza bakan bir açıklamasını yapmakta
ve maddi cihad döneminin kapanıp, manevi cihad döneminin başladığını belirtmektedir.
1928’li yıllarda, Türkiye’de laikliğin yerleştirilmesine dair çabaların sarfedildiği
bu dönemlerde, vicdan hürriyetini sağlamak hükümetlerin görevi olacağından, manevi
cihadın önü açılmış; “dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için
silâhla cihada” (Şualar, s. 243) gerek kalmamıştır. Bundan sonra, “mânevî bir cihad-ı
dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak” dindeki hakikatler, “iman-ı tahkiki” kılıcıyla
insanlara ulaştırılacaktır. Önümüzdeki süreçte, manevi cihadın “iman-ı tahkiki kılıcının
iletişimi ise Risale-i Nur eserleri ile olacaktır.

Sonuç

İnsanın çok sayıda duygu ve davranış şekilleri olduğunu dikkate aldığımızda,
iletişim kavramını sözlü ve sözsüz iletişim olmak üzere sadece kişiler arasında
sınırlamak eksik olacaktır. Bu açıdan iletişim, insanı ilgilendiren her konuyla
yakından ilgilidir. İnsanın maddi/biyolojik yönünün yanında, manevi/psikolojik yönleri
ile dünya ötesi bir tarafı da bulunmaktadır. Bu yönüyle iletişim kavramı dikkate
aldığımızda, günümüz insanına önemli açılımlar sunan Risale-i Nur Külliyatı’nda,
hayatın her alanına yönelik öneriler bulunduğunu görürüz. Söz konusu öneriler, insanın
iç iletişiminden, kâinatla iletişimine; sosyal hayatla iletişimden kültürel iletişime,
siyasal iletişimden demokratik iletişime kadar çok farklı alanlarda olduğu görülmektedir.
Konuyla ilgili iletişimin farklı yönlerini ortaya koyabilecek geniş kapsamlı çalışmalara
ihtiyaç duyulduğu ortadadır.

Kaynaklar

Nursi, Said, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Nursi, Said, İşaratü’l- İcaz, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Nursi, Said, Lemalar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Nursi, Said, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994

Öz

İnsanın çok sayıda duygu ve davranış şekilleri olduğunu dikkate aldığımızda,
iletişim kavramını sözlü ve sözsüz iletişim olmak üzere sadece kişiler arasında
sınırlamak eksik olacaktır. Bu açıdan iletişim, insanı ilgilendiren her konuyla
yakından ilgilidir. İnsanın maddi/biyolojik yönünün yanında, manevi/psikolojik yönleri
ile dünya ötesi bir tarafı da bulunmaktadır. Bu yönüyle iletişim kavramı dikkate
aldığımızda, günümüz insanına önemli açılımlar sunan Risale-i Nur Külliyatı’nda,
hayatın her alanına yönelik öneriler bulunduğunu görürüz. Söz konusu öneriler, insanın
iç iletişiminden, kainatla iletişimine; sosyal hayatla iletişimden kültürel iletişime,
siyasal iletişimden demokratik iletişime kadar çok farklı alanlarda olduğu görülmektedir.
Bu çalışma; konuyla ilgili iletişimin farklı yönlerini ortaya koyabilecek geniş
kapsamlı çalışmalara bir kapı aralamak maksadıyla Risale-i Nur’daki iletişim dinamiklerini
ele almaktadır.

Anahtar Kelimeler: İletişim, etkileşim, etkileme, varlık, belagat, fesahat, ihlas,
tefekkür

Abstract

When it is considered that human has several emotional and behavioral types,
it would be insufficient to limit concept of communication between persons as oral
and speechless communication. From this point, communication is closely related
to all issues concerning human. Human not only has a material/biological dimension,
but also a spiritual/psychological dimension therefore a beyond-the-world side.
When we consider concept of communication with this dimension, we can see that there
are recommendations for all areas of life in Risale-i Nur Külliyatı, offering important
solutions to today’s human. Aforementioned recommendations are in many different
areas from person’s inner communication to communication with the universe, from
communication with social life to cultural communication, from political communication
to democratic communication. This study deals with communication dynamics in Risale-i
Nur for the purpose of opening a path for comprehensive studies to reveal different
aspects of communication.

Keywords: Communication, interaction, effect, existence, rhetoric, facility,
ihlas, mediation