In the Light of Hutbe-i Şâmiyye: “Ensuring Brotherhood Again”

Giriş

Yaşadığımız yüzyılda, bütün bir Batı dünyası “ümmetleşme” süreci
yaşarken, İslam dünyasında aynı emperyalist Batı; etnik ve mezhep bağlamında yapay
ayrılıkçı sorunlar üretmektedir. Bütün bunlara rağmen, Müslümanlar arasında kardeşliği,
uhuvvet ve vahdeti sağlamada yeniden geleneğimizi üretmekte fayda vardır. Bu konuda
Resul-i Ekrem’in (asm) gerek İslam’ın Mekke ve gerekse Medine döneminde “muâhât”
projesini uygulamaya koyması bizim için bir çıkış yolu ve yöntemi olabilir. Ortak
tarihimizde bunun en güzel örneklerinden bir diğeri de on binlerce Müslümanın huzurunda
Bediüzzamân Said Nursî’nin Emeviyye Camiinde “Hutbe-i Şâmiyye”de dile getirdiği
birliğimizin temel inanç ve ahlak ilkeleridir. Onun konuşma metninde sık sık: “Ey
bu Câmi’-i Emevî’deki kardeşlerim”, âlem-i İslâm’ın câmi’-i kebîrinde olan kardeşlerim!”,
“ittihad-ı İslam”, “milliyet-i İslam”, “tevhid-i kulûb”, “tevhid-i imani” gibi tabirleri
kullanması çok anlamlıdır.

Birliğimizin Kökleri

Ünlü İslam bilgesi İmam-ı Gazali, “kötülükler kılık değiştirmiş
iyilikler gibidir” der. Bu sözden hareketle söylemek gerekirse, nasıl ki jeolojik
bir olay olan depremler, yeni su ve enerji kaynaklarının ortaya çıkmasını tetiklerse,
aynı şekilde, toplumların hayatında meydana gelen büyük krizler de yol gösterici
büyük önderlerin ortaya çıkmasını tetikler. İslâm tarihinde Moğol istilasının yol
açtığı kriz, Hz. Mevlâna gibi büyük bir düşünce ve irfan adamını oraya çıkarmıştır.
Tam bir kaos ortasında Hz. Mevlâna’nın; “biz fasletmeye/ayırmaya değil, vasletmeye/birleştirmeye
geldik,” demesi, İslam’ın birleştirici ruhunu temsil eder. Said-i Nursî’nin ise,
bir Müslümanın benim “mesleğim haktır” yahut “daha güzeldir” diyebileceğini, ancak,
başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eder tarzda “hak yalnız
benim mesleğimdir” veyahut “güzel benim meşrebimdir” diyemeyeceğini vurgulaması,
ittihad-ı İslam’ın oluşumuna hizmet eder. Zaten, İslam dünyasının düşünce semasında
parlayan bu yıldızları evrensel kılan mesajları değil midir?

Eğer insanlar, aynı gönlü paylaşmıyorlarsa, aynı dili konuşsalar
da onlar, asla vasletme/birleştirme yanlısı olamazlar. Çünkü onların dili birleştirici
değil, ayrımcıdır. Önce, içte, gönülde birlik olmalıdır. Bu birliktelik, dolaylı
olarak zaten dıştaki, kalıpların, bedenlerin ve coğrafyaların birlikteliğini beraberinde
getirecektir. Kendi içinde ikilikler ve zıtlıklar yaşayan insanların dış dünyada
birlik pozları sahtedir, sun’idir, yapmacıktır. Manada birlik olmazsa, surette birlik
olmaz. Manada birliği kurduktan sonra, suretlerin farklılığı salt ayrıntıdan ibaret
kalır.

Tam da bu noktada Hz. Mevlânâ, Yunus Emre, Muhyiddin İbn Arabi,
Sadreddin-i Konevî ve Said Nursi gibi bilumum gönül ve fikir mimarlarının, farklılıkları
varlık âlemindeki renkli vitraylar gibi görmeyi temel alan mesajlar taşımaları,
insanlığın yüzünü yeniden İslâm medeniyetine döndürmelerinde etkili oluyor. Bizler
birliğimizin ve dirliğimizin şifrelerini çok zengin olan kültür hayatımızda bulabiliriz.
Yeter ki, önyargılı olmayalım ve birbirimize saygı eksenli tahammül göstermeyi özümseyelim.
Hayatı güzelleştirecek olan insanın kendisidir. Bu sebeple çağımızın bir bilgesi
olan Bediüzzaman’ın dediği gibi, hayata güzel bakan, güzel görür. Küçük şeylerden
bile mutluluklar çıkarır. Üstad’ın, ümitsizliği tel’in etmesinin sebebi budur. Birliğimizin
ve geniş ufuklu bakışımızın yegâne çaresi, referans köklerimize yeniden dönüp, uhuvvetin
kök değerlerine hayat vermekten geçiyor. Burada Said Nursî’nin uyarısı devreye giriyor.
O, yeryüzünde yaşayan bütün Müslümanlara gönül diliyle şöyle sesleniyor:

“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz,
aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı
1 kale-i
kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de
hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.” O, hep küresel ölçekte İslam milletlerinin ittifak
ve ittihadını haykırmıştır. Çünkü dâhili ve harici sorun çıkaranlara karşı içyapımızı
böyle koruyabiliriz.

Yeni Oryantalist Stratejilere Dikkat

Yaşadığımız modern zamanların Batı toplumlarında Yeni Oryantalist
stratejistler, İslam dünyası üzerinde hem fiziksel ve hem de fikri planda yeni değişim
ve dönüşümleri gerçekleştirmek için uygulayıcılara birbirinden farklı projeler sunuyorlar.
Bu stratejistlerin başında H. Kissinger ve Bernard Lewis gibi oryantalistler geliyor.
Onların ileri sürdüğü tezlere göre, dünyada; “medeniyetler çatışması değil, asıl
medeniyet içi çatışmalar yaşanacak, İslam kendi içinde çatışacaktır.” Özellikle
H. Kissinger’in iddiası bu.

Batılı stratejistler, Müslümanların kendi içinde nasıl çatıştırılacaklarını
da planlamakla kalmıyorlar, özellikle farklı mezhep ve etnik kökene haiz Müslümanların
yoğun yaşadığı ülkelerde bu oyunu sahneye koymaya da çalışıyorlar. Bugün biz, bu
tezin Irak, Pakistan, Lübnan, Afganistan ve Sudan gibi Müslüman ülkelerde nasıl
uygulandığını hep birlikte görüyoruz. Aynı oyun Filistin’deki gruplar üzerinde de
tekrarlanıyor. Farklı grupların birbirleriyle çatıştırılması özendiriliyor. Böylece
ortak düşmana ve ülkenin kalkınmasına karşı güç birliği yapma zayıflatılıyor. Bütün
bu gelişmeler karşısında, hiç kuşkusuz, Said Nursi’nin “Hutbe-i Şâmiye”si üzerinde
durmak büyük anlamlar ifade ediyor.

Bilindiği gibi, XVII. yüzyılın başlarında Yahudilerle-Hıristiyanlar,
Hıristiyanlar içinde farklı mezhepler arasında kanlı savaşlar uzun yıllar sürmüştür.
Bir din ya da Hıristiyan bir mezhep diğer mezhebin yorumunu meşru görmediği için
ötekileştirdiği din ya da mezhep mensuplarına ya savaş açmış ya doğup büyüdükleri
topraklarından sürmüş ya da zorla mülteci konumuna düşürmüştür. İslam tarihine dönüp
baktığımız zaman Batı’da olduğu gibi ne aynı dine inanan ne de ayrı mezhebe mensup
olan Müslümanlar arasında Batı toplumlarının bir benzeri ve büyük çaplı din ve mezhep
kaynaklı çatışmalar yaşanmıştır. Bizde mezhepler İslam’ın farklı yorum biçimleridir.
Eğer farklı mezhep mensupları arasında kimi çatışmalar yaşanmışsa, bunun sebebi
mezhep farklılığı değil, siyasi ve ekonomik nedenlere bağlı faktörlerdir. Aksine
İslam toplumlarında Said Nursi’nin dediği gibi, fikir ayrılığı müspet rahmet olarak
görülmüştür. Çünkü Hz. Peygamber’den (asm) gelen bir rivayette:
(“Ümmetimin ihtilâfı
rahmettir”), buyrulmuştur.2 Bu rivayette geçen ihtilaftan maksat, hedeflerin bir,
yol ve yöntemlerin farklılığıdır. Bu yönüyle ihtilaf, aynı ilke ve gayeleri paylaşan
insanların, sadece dini anlatmada yöntem yönüyle farklılaştıklarını gösterir. Muhteşem
tarihimize dönüp baktığımızda, Müslümanların kendi içinde çatışmadığını görürüz.
Hatta Ehl-i kitap dediğimiz farklı din mensuplarıyla birlikte barış içinde yaşama
tecrübesi gösterilmiş, savaş şartlarında ele geçirilen Budist vb. gibi inanç mensupları
bile Ehl-i Kitap kapsamında değerlendirilmiştir. Elbette İslam, Müslümanlara, din
farkından dolayı savaş açan kimselere karşı kendini savunma hakkı vermiştir. (Bkz.
Mümtehine, 9).

Azami Müştereklerimiz Asgari Müştereklerimizden Çoktur

Aynı İslam akidesine inanan ve bağlanan Müslümanlar arasında asla
mezhep ya da etnik köken farklılığı bir çatışma sebebi olamaz. Çünkü Müslümanlar
arasında asgari müşterekler değil, birlikteliği sağlayacak ve her türlü çatışmayı
ortadan kaldıracak şekilde azami müşterekler vardır. Maalesef bugün Müslümanlar,
sadece Irak’ta değil, dünyanın her tarafında etnik ve mezhep farklılığı kaşınarak
birbirine kırdırılmak isteniyor. Müslüman toplumların yumuşak karnı dediğimiz hassas
noktalar, alabildiğine tahrik ediliyor. Bu konuda azami hassasiyetin gösterilmesi
insani ve dini bir zorunluluktur. Müslümanlar arasında bizim farklılığımız asılda
değil, yorumdadır. Dinin usulünde, yani iman esaslarında bütün mezhepler görüş birliğine
sahiptir. Yüzyıllardır Müslümanlar, nasıl kardeşçe yaşamışlarsa bundan sonra da
yaşamaya devam etmelidirler.

Farklılıklarımız ayrılıklarımız değil, zenginliklerimiz olarak görülmelidir.
Hepimiz bütün renkleriyle bir halının ya da bir kilimin desenindeki çizgiler gibiyiz.
İttifak noktalarımız gündemde tutulmalıdır. Bu konuda siyaset, ilim, fikir ve kanaat
önderlerine tarihi sorumluluk düşmektedir. Özellikle basın yayın organları bu ateşi
yükseltmede değil, aksine düşürmede rol oynamalıdırlar. Kur’an’ın emrine ve Peygamber’imizin
(asm) buyruklarına göre, nasıl ki Kilise ve Havralara herhangi bir Müslüman’ın saldırma
hakkı yoksa, nasıl oluyor da Irak’ta, Pakistan’da bir başka dini akım mensupları
bir başka dini akım mensuplarınca kutsal kabul edilen türbelere ya da camilere saldırabiliyor? 

Bu soru şöyle de sorulabilir. Nasıl oluyor da Sünni Müslümanların
yoğun yaşadığı bölgelerde camiler Şii Müslümanlar tarafından, Şii Müslümanların
yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki camiler, Sünni Müslümanlar tarafından kundaklanabiliyor?
Şiisiyle-Sünnisiyle Müslümanların camileri bir değil midir? Camiler kurtarılmış
bölge midir? Maalesef bugün Irak’ta bu soruların cevapları olumsuz anlamda yaşanıyor.
Mezhep savaşları körükleniyor, Müslümanlar oyuna geliyor. İslam dünyasının balkanlaştırılması
isteniyor. Bu konuda duyarlılık göstermek ve her çeşidiyle Müslümanlar arasında
vahdet ve ittihadı sağlamak adına, saldırgan durumunda olan Müslümanların durdurulması
diğer Müslümanlar üzerinde imanî bir görevdir. Ancak İslam topraklarından müstevlilerin
kirli emelleri ve gizli planları böyle bir dik duruş sayesinde akamete uğratılabilir.

Dışlamacı Değil, Kapsayıcı İslam Anlayışı

İslam "hoşgörü" dinidir. İslam düşüncesinde hoşgörü, inanışların,
fikirlerin ve uygulamaların konuşulmasında, tartışılmasında ve gerekiyorsa uygulanmasında
ikna etme yönteminden ayrılmamak veya en azından ayrılmamaya azami ölçüde dikkat
sarf etmek demektir. Elbette, hoşgörü sözcüğü ile Batı dillerinde kullanılan tolerans
teriminin anlam alanından farklılıklar taşır. Her ne kadar ötekine katlanma anlamına
gelen toleransın anlamlar dünyasında hoşgörü varsa da bu İslami literatürde kullandığımız
tesâmuh sözcüğünün anlamını tam olarak yansıtmaz. Toleransta tekebbür, ikrah ve
kabullenmemeye rağmen katlanma; hoşgörü de ise içten bir kabullenme ve ikna vardır.

İşte İslam Dünyasında Said Nursî gibi âlimlerin temsil ettiği kapsayıcılık
fikri ve hoşgörü ahlakı, gücünü böyle bir özgürlükçü teolojiden alır. Çünkü o, yukarıda
da işaret ettiğimiz gibi, bir Müslüman’ın benim mezhebime haktır diyebileceğini,
ama hak yalnız benim mesleğimdir diyemeyeceğini ifade etmiştir. Bu bakış açısı sadece
gayr-i Müslimlere değil, İslam toplumlarında yaşayan ama farklı İslam yorumunu benimseyen
kimseler için de geçerlidir. Bunun için Sünni akidede "ehl-i kıble tekfir edilemez"
denilir. Çünkü bir Müslüman’ın "ben Müslümanım" diyen bir kimseye sen mü’min değilsin
deme hakkı yoktur. İslam düşüncesi bağlamında "hoşgörü" kavramının özünde, her ne
kadar ‘öteki’ benden farklı düşünüyorsa da ben önyargısız olarak onun farklı olan
ontolojik varlığını benimsiyorum ve onun ahlaki sorumluluğunu üzerime alıyorum düşüncesi
vardır.

İslam’ın zengin entelektüel geleneği “öteki”ni bir realite kabul
edip “ötekileştirmeden” onunla kendi anlam çerçevesinde ilişki kurmayı, onu kendi
beyanıyla esas alıp konuşmayı temel alır. Burada "öteki" konumunda olan kimselerin
kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa öyle tanımlamayı önceler. Dini ve sosyal grupları,
kendi beyanlarının dışında adlandırma, çoğu zaman dışlama, aşağılama, tahkir etme
gibi tanımlayıcı dil kullanmaya götürür ki, böyle bir davranış İslam’la asla bağdaşmaz.
Bu açıdan olaya bakıldığında İslam, kendi içinde kapalı bir gelenek halinde tezahür
etmez. Eğer aksi olursa, İslam dar ideolojik kalıplar içerisine sıkıştırılır ve
böyle bir bakış açısında ötekini içten samimiyetle kabullenme değil, "ötekileştirme"
anlayışı çıkar. Din dogmalaştırıldığı için de içe kapanma beraberinde dışlamacı
İslam yorumunu ve anlayışını getirir. İşte İslam dünyasında bütün fırkaların ortak
İslam zemininde buluşulması gerekir iddiasına rağmen, maalesef dışlamacı İslam yorumunu
benimseyen neo-hârici akımların arka planında böyle bir yaklaşım yatar. Onun için
yeniden ümmet arasında birlik köklerimiz olan ana inanç ilkelerine kuvvetli bir
şekilde değinmekte fayda vardır.

Günümüz dünyasında birçok Müslüman, ya kendi ülkelerinde ya da başka
ülkelerde farklı din ve inanç mensuplarıyla bir arada yaşamaktadır. Hatta bu Müslümanlar,
farklı inanç mensuplarıyla evrensel ölçekte özellikle ortak çıkarlar uğruna birlikte
dayanışma örneklileri sergilemektedirler. İlhadî akımlara karşı birlikte dayanışma,
sosyal adaletsizliklere karşı ortak tepkide bulunma ve insan hakları alanında güç
birliği yapma gibi örneklikler bunlar arasında sayılabilir. Özellikle ABD ve Batı
ülkelerinde adalet ve merhameti eksen alan gayr-i Müslim kimi unsurların, Siyonist
İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı insafsız ve haksız saldırılarına karşı
sert tepkide bulunmaları bir başka fazilet örneğini oluşturmaktadır.

Dinamizm, Biraz da Farklı Olanla Sağlanır

İslam, farklı kültür ve din mensuplarıyla bir arada yaşamaktan bir
rahatsızlık duymaz. Bunun en iyi ve görünür laboratuarı, İslam coğrafyalarıdır.
Çünkü bu topraklarda asırlar boyu; İsevisi, Musevisi, Zerdüştü, Kıpti’si vb. bilumum
farklı din, felsefi inanç ve kültürlere mensup insanlar iç içe barış içerisinde
yaşamışlardır. Bütün bu farklılıklar temelinde oluşturulan toplumların dokusu, asla
çatışmacı ve ayrıştırmacı olmamış, aksine, her bir kültür deseni, İslam medeniyetinin
inkişafında düşünce verimliliğinin yegâne unsuru olmuştur. Çünkü dinamizm, biraz
da farklı olanla sağlanır. Düşüncede sürekli bir istikrar, durgunluğu getirir. Bu
nedenle aklın, fikir üretme yönünden geliştirilmesi gerekir. Nitekim İmâm-ı Şâfiî
bir mısraında: “Ben, (akmayan) durgun suların bozulduğunu (kokuştuğunu) bilirim/Ama
su akarsa temiz ve güzel olur”3, demektedir. O, âtıl duran aklı ve düşünceyi kokuşmuş
suya, işlevsel hale getirilen akıl ve düşünceyi de akar suya benzetmiştir. Bu açıdan
meseleye bakacak olursak, nasıl ki bir insanın kendine özgü karakter farklılığı
varsa4, insan ürünü olan medeniyetlerin ve kendisini ilahi bir kaynağa dayandıran
dinlerin dokusal anlamda farklılaşması gayet doğal karşılanmalıdır. Kaldı ki, çoğulculuk,
kevni yasalardan bir yasadır. Çünkü Yüce Allah, varlığı, çeşitli renklerle yaratmıştır.
Bitkiler, hayvanlar, kuşlar, dağlar, ovalar, tabiattaki renklilik vb. gibi çeşitlilikler,
insandan önce varılan temel esaslardır. Buna gece ve gündüzün farklılığı, yiyeceklerin
çeşitliliği de eklenebilir. Dolayısıyla çeşitlilik, yaratılış ve tabiatın bir yasası,
sünnetidir. Kavimlerin, halkların, dillerin, meşreplerin, metotların, diyanetlerin,
mezheplerin ve inançların farklılığı noktasında insanlar hep birbirinden farklıdır.
Ağacın gövdesi tektir ama kolları çok olup semaya yayılmıştır. Hayat tek bir hücreden
doğar, daha sonra da çoğalır. Hayret edilmesi gereken, bu farklılığı görmemektir.5

Bugün yaşadığımız çağdaş Batı toplumlarında farklı din ve felsefi
inançlara mensup azınlıklar, toplumun büyük bir parçasını temsil etmektedirler.
Dini öğretilerini yaşamaları, bu azınlıkların haklarındandır. Maalesef bugün “öteki”ne
tolerans tanıma ve insani değerleri yüceltme ile ünlü Batı uygarlığı, bugün bütün
bu değerlerden uzaklaşarak; hoşgörüye karşılık fanatizme, genişliğe karşılık darlığa,
diğer din ve farklı ırklara nefret etmeye kaymıştır. Kısaca, dün, "öteki"ni tanıma,
saygı gösterme özgürlüğü ve tolerans gösterme tahammülünü savunurken, bugün tam
aksi bir istikamette politik davranış ve tutumlar sergilemeye başlamıştır. Bunun
en açık örneği, Danimarka gibi bazı Batı toplumlarında Hz. Peygamber’e (asm) karşı
çirkin karikatürlerle tezyif etme girişimlerinin “ifade özgürlüğü” adı altında işlenmiş
olmasıdır. Başkasının inançlarına hakaret ne zaman özgürlük olmuştur? Bir arada
yaşama kültürü ve “öteki”ne tolerans temeline dayalı bakış açısı, yerini tehdit
algılamasına bırakmıştır. Karikatür krizini protesto eden dünya Müslümanlarının
verdiği tepkiler, aynı çevreler tarafından müsamaha içinde karşılanması gerekirken,
fikir özgürlüğüne darbe olarak yorumlanabilmiştir. Yine aynı çevreler, Rusya’nın
Gürcistan’a saldırısında ayağa kalmışken, Siyonist İsrail’in Gazze’ye saldırısı
karşısında kör, sağır ve lal kesilmişlerdir. Darfur için sesini yükselten uluslararası
kuruluşlar, yıllardır milyonlarca Müslüman’ın katledildiği müessif olaylar karşısında
sessiz kalmışlardır. Bugün gelinen noktada, Batı tarafından Müslüman toplumlara
karşı, çifte değil, çok yüzlü bir standart izlenmektedir. Çünkü batı ile Müslüman
halklar arasında doku uyuşmazlığı vardır. Bu gayet doğaldır. Bu doğallık hiçbir
zaman, “öteki”ne yaşama hakkını ortadan kaldırma gibi bir yola girmemeli ve inançlara
saygılı bir tutum takınmaya engel olmamalıdır. İslam ve Müslümanlar, farklı din
mensuplarının ve dinlerinin varlığını bir realite olarak görmüşler ve saygı duymuşlardır.
Aynı tutum ve saygıyı beslemek onların haklarıdır.

Sonuç

Netice olarak söylemek gerekirse, Müslümanlar önce içinde yaşadıkları
toplumlarda sonra da İslam milletleri arasında uhuvveti tahrip edecek davranışlardan
uzak durmalıdırlar. Bu noktada, yıpranan kardeşlikler tamir edilmeli, birlikteliği
pekiştirici değerler ise korunmalıdır. Uluslararası düzeyde, Müslümanlar arası birliği
pekiştirme yolunda fikri, harsi, iktisadi, sosyal ve dini ilişkileri artırıcı organizasyonlara
imza atmalıdırlar. Öte yandan, İslami öğreti, bir insan olarak hiçbir inanç, mezhep
ayrımı yapmadan bütün insanlara Allah’ın yarattığı bir varlık olarak bakar. Bu ilahi
ilke uğruna, gerektiği zaman, aynı kaderi paylaştığı insanların hakkını ve hukukunu
savunmaktan da geri durmaz. Her ne kadar o, kendisinden inanç ya da felsefi görüş
olarak farklı ise de onun varlığını bir realite olarak görür. Önemli olan bundan
sonra da Müslümanların, gerek İslam içi farklı yorumlara sahip olan kardeşleriyle
ve gerekse İslam dışı farklı din ve inançlara mensup vatandaşlarla aynı barış ortamını
sürdürmeleridir.

Öz

Yaşadığımız yüzyılda, bütün bir Batı dünyası “ümmetleşme” süreci
yaşarken, İslam dünyasında aynı emperyalist Batı; etnik ve mezhep bağlamında yapay
ayrılıkçı sorunlar üretmektedir. Bütün bunlara rağmen, Müslümanlar arasında kardeşliği,
uhuvvet ve vahdeti sağlamada yeniden geleneğimizi üretmekte fayda vardır. Bu konuda
Resul-i Ekrem’in (asm) gerek İslam’ın Mekke ve gerekse Medine döneminde “muâhât”
projesini uygulamaya koyması bizim için bir çıkış yolu ve yöntemi olabilir. Ortak
tarihimizde bunun en güzel örneklerinden bir diğeri de Bediüzzamân Saîd Nursî’nin
tarihe “el-Hutbetü’ş-Şâmiyye” diye geçen Emeviyye Camii’nde verdiği hutbedir. Bilindiği
gibi bu hutbede, İslam ümmetinin içinde bulunduğu durum ve çözüm yolları çok net
bir şekilde tasvir edilmiştir. Said Nursî’nin konuşma metninde sık sık: “Ey bu Câmi’-i
Emevî’deki kardeşlerim”, “Ey âlem-i İslâm’ın câmi’-i kebîrinde olan kardeşlerim!”
ifadesini kullanması çok anlamlıdır. İşte “Hutbe-i Şâmiyye Işığında Yeniden Kardeşleştirme”
adını verdiğim bu bildiride günümüz İslam âleminin içinde bulunduğu durum ve çıkış
yolları üzerinde durulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Yeniden kardeşleştirme, İslam âlemi, İslam birliği,
etnik ve mezhep ayrılığı, öteki, ötekileştirme.

Abstract

In the current century, while the whole Western world is in the
process of “becoming a religious community”, in the Islamic world, the same imperialist
West produces artificial separatist problems in the contexts of ethnicity and sect.
Despite all these, it is useful to reproduce our tradition of ensuring brotherhood,
friendship and unity among the Muslim people. In this issue, application of “brotherhood”
project by Resul-i Ekrem both during Islam’s Mecca and Medina periods can be a way
out and method for us. Another good example of the same in our common history is
the sermon Bediüzzamân Saîd-i Nursî gave in Emeviyye Mosque, which is called “el-Hutbetü’ş-Şâmiyye”.
As it is known, in this sermon, situation of Islamic community and solution ways
were clearly depicted. It is very meaningful that S. Nursî’s in his speech frequently
used the expressions “You, my brothers in this Câmi’-i Emevî”, “You, my brothers
in the heart of Islam’s great mosque!”. In this text titled “In the Light of Hutbe-i
Şâmiyye: Ensuring Brotherhood Again”, current situation of the Islamic world and
solution ways will be emphasized.

Keywords: Ensuring Brotherhood Again, Islamic World, Islamic Unity,
Ethnical and Sect Separation, Other, Othering.

Dipnotlar

1. “Mü’minler ancak kardeştirler.” Hucurat Sûresi, 49/10.

2. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 64; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 210–212.

3. Şâfiî, Muhammed b. İdrîs, Divân, Beyrut, 1974, s. 26–27.

4. el-İsra, 17/84.

5. Hasan Hanefi, Hısaru’z-Zeman, Kahire, 2006, s. 739.