Rediscovery of Hope in the Islamic World: Hutbe-i Şamiye

İnsanlar, içinde bulundukları toplumların/devletlerin askeri, siyasi,
sosyal, ekonomik ve kültürel durumlarından etkilenmektedirler. Gelişen bir toplumun
mensubu olmanın verdiği gurur, fertleri ümit dolu yaparken; geri kalmış bir medeniyet
coğrafyasında yaşayanlarda bedbinlik oluşabilmektedir. Her ne kadar ümit/ümitsizlik
durumu fertlerin psikolojik yapıları ile ilgili olsa da toplumun/devletin genel
havası fertleri etkileyebilmektedir.

Osmanlı Devleti’nin son iki yüz yılı yenilgiler, mali sıkıntılar,
siyasi istikrarsızlıklar ve asayiş problemleriyle geçtiğinden, halk bedbin bir halet-i
ruhiye yaşamaktan kendini kurtaramamıştır. 17. Yüzyılda yaygın bir şekilde görülmeye
başlayan cephelerdeki yenilgiler, sonraki dönemlerde artarak devam etmiştir. Cephelerden
zafer haberlerini duymaya alışmış bir toplum için yenilgi haberleri bedbinliğin
günden güne artmasına neden olmuştur. Bu yenilgiler ve kayıplar serüvenine son zamanlardaki
Müslüman beldelerinin kaybedilmesi ve büyük tazminatlar gerektiren yenilgilerin
eklenmesi, toplum psikolojisini daha da kötüleştirmiştir. 19. Yüzyıldaki 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı ve 20. Yüzyıl başlarında Trablusgarp ve Balkan Savaşları bu ümitsizlik
sürecini daha da artıran tarihi olaylar olmuştur. Düşmanın İstanbul’a kadar geldiği,
İstanbul’un güvenliğinin sağlanmaya çalışıldığı bu savaşlarda binlerce masum Müslümanın
Balkanlar’dan Anadolu’ya göçmeye çalışırken halkın yaşadığı trajik durum toplum
içindeki bedbinliği beslemiştir.

Bu zaman diliminde pek çok bilgin devletin ve halkın durumunu düzeltebilmek
için padişaha layihalar sunmuş, bu layihalarda halkın sorunlarının çözülmesi için
yol göstermişlerdir. 17. Yüzyılda Sultan IV. Murat’a verdiği layiha ile halkın sorunlarının
giderilmesini isteyen Göriceli Koçi Bey, 18. Yüzyılda Sultan I. Abdülhamid’e verdiği
layiha ile toprak sistemindeki aksaklıkların giderilmesini isteyen Canikli Ali Paşa1
ve 19. Yüzyılda Sultan III. Selim’e sunduğu layiha ile ülkedeki askeri, sosyal,
ahlaki ve mali sorunların çözülmesini isteyen Tatarcık Abdullah Efendi bunlardan
sadece birkaç örnektir.

Ulemanın bu gayreti yanında, hükümdarlar da, halkın içinde bulunduğu
kötü durumdan kurtarılabilmesi için fermanlar yayınlamışlardır. Adaletnâme denilen
bu fermanlarda hükümdarlar, ülkedeki yolsuzlukların, mali sıkıntıların, asayiş sorunlarının
ve devlet adamlarının yaptıkları zulümlerin önlenmesi için bir takım yaptırımların
uygulanmasını istemişlerdir. 16. Yüzyıl sonlarında III. Mehmed’in cülûsünde Anadolu
beylerine, sancak beylerine ve kadılarına gönderilen adaletname ile halkın vergi
ve baskı altında ezilmemesi istenmektedir. Bu gelenek sonraki padişahlar döneminde
de devam etmiştir. Hatta Tanzimat ve Islahat Fermanları bile bu adaletname geleneğinin
bir devamı niteliğinde kabul edilmiştir.2

Bu çabaların yanısıra gün geçtikçe imparatorluğun daha da kötüye
gitmesi, toplumun ümidini yitirmesine neden olmuştur. Toplumun bu bedbin halden
çıkması ülkenin yeniden gelişmesi ve hasta adam konumundan kurtulması için pek çok
fikirler ortaya atılmıştır. Sorunlara dair Namık Kemal, Ziya Paşa, Prens Sabahattin,
Said Halim Paşa, Mehmet Akif ve Ziya Gökalp gibi siyasi ve entelektüel kişiler ülkenin
içinde bulunduğu durumdan nasıl kurtulacağına dair fikir ileri sürmüşlerdir.

İşte Bediüzzaman ümitsizliğin hayatın bir parçası olduğu böyle bir
dönemde yaşadı. Batı’nın hakim etkisi altında İslami değerleri ve geleneği nereye
koyacakları konusunda kafaların karışık olduğu bir dönemde, insanlığın temel problemlerine
Kur’anî çözüm önerileriyle dikkatleri üzerine çekti. Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet’in
ilanını müteakiben gittiği Anadolu’da zihinlerde oluşan istifhamları gidermeye çalıştı.
Hürriyet, meşrutiyet, azınlık hakları gibi konularda tatmin edici cevaplar verdi.
Daha sonra da o zaman bir Osmanlı şehri olan Şam’a giderek yüzden fazla ulemanın
bulunduğu, yaklaşık on bin kişilik bir topluluğa karşı, İslam aleminin geleceğine
dair bir hutbe irad etti.

Bediüzzaman bu hutbede, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinden
aldığı ders ile İslam dünyasının problemlerine çözüm önerileri getiriyordu. Avrupalılar
terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddi cihette kurun-ı vustada durduran
ve tevkif eden altı temel sorundan bahsediyordu. Bu temel sorunlar; Yeisin ümitsizliğin
içimizde hayat bulup dirilmesi, sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi, adavete
muhabbet, ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek, çeşit çeşit
sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat ve menfaat-i şahsiyesine himmetini hasretmekti.
Bu temel sorunları tek tek ele alarak nasıl aşılması gerektiği konusunda Kur’an-ı
Kerim’i referans göstererek açıklıyordu.

Biz bu çalışmada, İslam aleminin geri kalış nedeni olarak sunulan
bu altı maddeden birincisini, yani, ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi
meselesini analiz etmeye çalışacağız.

“Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki alem-i İslamın kalbine girmiş”

Bediüzzaman, İslam aleminin en başta gelen sorunlarından birisi
olarak ümitsizlik konusunu ele almıştır. Hiç kuşkusuz bu genel kanının oluşmasında,
yukarıda da belirtildiği gibi 19. Yüzyılın ikinci yarısında İslam toplumunun büyük
ölçüde sınırları içinde yaşadığı Osmanlı Devleti’nin, içinde bulunduğu şartların
etkisi olmuştu.

Müslümanlara "neme lazım hastalığı" arız olmuştu. Başkasının tembelliğini
kendi tembelliği için özür zannedip hiçbir şey yapmayan insanlar, şehamet-i imaniyeyi
terk edip hizmet-i İslamiyeyi yapamaz hale gelmişlerdi. Nemelazımcılık ümitsizliğin
tabi bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman ümitsizliğin geliştirdiği nemelazımcılığın
genel bir geri kalmanın nedeni olduğunu şu örnekle açıklar:

“Felekzede perişan fakat asil bir aşiretten bir cesur adam ile,
talii yaver, feleği müsaid, diğer aşiretten bir korkak ile bir yerde rast gelirler.
Müfahere, münazara başlar.

Evvelki adam başını kaldırır, aşiretinin zelil olduğunu görür, izzet-i
nefsine yediremez, başını indirir. Nefsine bakar, bir derece ağır görür. Eyvah,
o vakit “Neme lazım, işte ben, işte ef’alim” gibi şahsiyatla yaralanmış gururu feryada
başlar. Veyahud o aşiretten çekilip veya asılsızlık gösterip, başka aşirete intisap
eder.

İkinci adam başını kaldırdıkça aşiretinin mefahiri gözünü kamaştırır,
hiss-i gururunu kabartır. Nefsine bakar gevşek görür. İşte o vakit, hiss-i fedakari
fikr-i milliyet uyanır, ‘aşiretime kurban olayım’ der.”

Bu örneği verdikten sonra, Bediüzzaman şu şekilde bitirir:

“Ey Müslüman!

Aldanma! Başını indirme! Paslanmış bihemta bir elmas, daima mücella
cama müreccahtır. Zahiren olan İslamiyet’in za’fı şu medeniyeti hazıranın, başka
dinin hesabına hizmet etmesidir. Halbuki şu medeniyet suretini değiştirmesi zamanı
hulûl etmiştir.”3

İşte Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında aşiretinin yenilgisini
gördükçe ümidini yitiren insan örneği gibi, insanlar ümidini yitiriyordu. Osmanlı
Devleti’nde savaşlarda görülen yenilgiler, mali sıkıntılar ve asayiş problemleri
o kadar artmıştı ki halkın kendine güveni kalmamıştı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşından
sonra İslam aleminde padişah II. Abdülhamid’e gönderilen mektuplar ve bu mektuplarda
imparatorluğun yeniden canlanma emaresi göstermesinden dolayı tebrikler yağdırılıyordu.
Yani 93 harbiyle maksimum düzeye çıkan ümitsizlik 1897 Yunan Savaşı’nda kazanılan
zaferle büyük ölçüde telafi edilmişti. 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet yeni bir
umut kapısı olmuştu. Ancak çok geçmeden baskı rejimi doğurdu. Bir tarihçinin tespit
ettiği gibi, “Dünyada bunun gibi umut verici ve bunun gibi umutların bu kadar boşa
çıktığı çok az hareket olmuştur”4. Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelerek dünya siyasetiyle
ilgilendiği dönemde Trablusgarb ve Balkan Savaşları’nda Osmanlı Devleti’nin kaybetmesi
büyük bir ümitsizliğin nedeni olmuştu. Bediüzzaman bu yeis ortamında Müslümanların
yaşadığı sıkıntıları belli parametreler çerçevesinde ele alarak analiz etmiştir.

Said Nursi’nin dikkat çektiği noktalardan birisi, İslam dünyasının
Batılı devletlerin sömürgesi haline gelmesidir. Ona göre Garpta bir iki milyonluk
küçük bir devlet, Şarkta yirmi milyon Müslümanları kendisine hizmetkar ve vatanlarını
müstemleke haline getirmiştir. Gerçekten bu sözler sömürgecilik tarihinin özeti
gibidir. Portekiz, Hollanda gibi nüfusu çok az olan ülkeler Müslümanların yaşadığı
topraklarda sömürge kurabilmişlerdir. Bu durum alem-i İslam’ın kendine güvenini
yitirmesinin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmıştır.5 Osmanlı Devleti gelişme
dönemlerinde Müslümanların hukukunu muhafaza ederek bir istilaya uğramalarını önlemişti.
Ancak gerileme dönemlerinde topraklarını bir bir kaybetmesi toplumun büyük bir inkisar-ı
hayale uğramalarına neden oldu. Hatta I. Abdülhamid Müslümanların meskûn bulunduğu
yerlerin kaybedilmesini içine sindirememiş, Kırım’ın kaybedilmesi üzerine üzüntüden
ölmüştür. Bu acının toplum üzerinde olumsuz psikolojik etkisinin olmaması tasavvur
bile edilemez.

Alem-i İslam’da yaygınlaşan ümitsizlik hastalığı, ahlaki değerleri
de dejenere etmiştir. Müslümanlar İslam’a sımsıkı sarıldıkları dönemlerde olduğu
gibi menfaat-i umumiyeyi düşünen insanlar olmaktan çıkarak menfaat-i şahsiyelerini
düşünür hale gelmişlerdir. Fedakârlığın, yardımseverliğin, oluşturduğu Kur’an medeniyetinden
uzaklaşılarak, şahsi menfaatlerin ön plana çıktığı bir anlayış yaygınlaşmaya başlamıştır.6
Kur’an Medeniyeti menfaat-i umumiyeyi esas alır. Bundan dolayı İslam toplumları
tarih boyunca hep beraber gelişmiştir. Zekât ve faiz müessesesi toplumsal gruplar
arasında aşırı fark oluşmasını önlemiştir. Ancak bu yüksek değerler, her şeyden
ümidini kesen bedbin toplum kesimleri tarafından terk edilmesiyle şahsi menfaatler
ön plana geçmeye başlamıştır.

Yeisin Müslümanlardan aldığı önemli şeylerden birisi de kuvve-i
maneviyedir. Daha önceki dönemlerde Müslümanlar, imandan gelen kuvve-i maneviye
ile doğudan batıya kadar pek çok yerde egemenlik kurdukları halde, bugün durum değişmiştir.
Batılılar, sömürgecilik döneminin başından bu yana (dört yüz yıldan bu yana) Müslümanların
yaşadıkları topraklarda egemenlik kurmuşlar, Müslümanlar ise teşebbüs ruhunu ve
cesaretini yitirdikleri için başarı elde edememişlerdir.7 Bilindiği gibi coğrafi
keşiflerin ardından yeni bulunan yerlere akın akın giden Batılı sömürgeciler gittikleri
yerlerde yerli halkı baskı altına alarak egemenlik kurmuşlardı. Bu toprakların içinde
Müslümanların yaşadıkları Hindistan, Basra körfezi ve çevresi ve Afrika toprakları
da vardı.8

İslam alemini ümid ve heyecandan mahrum eden bu olumsuzluklar bir
de başkaları tarafından kışkırtılınca, İslam aleminin ümidini yitirmesi kaçınılmaz
olmuştur. Bediüzzaman İslam toplumunun geri kalmasında başkasının etkisini şu cümlerle
açıklar:

“Şu zamanın medeni engizisyonu müthiş bir vesile ile, bazı ezhanı
telkih ile, bir kısım nameşru evladını vücuda getirip, İslamiyete karşı kinini ve
hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya lâubaliliğe veya Hıristiyanlığa
temâyüle veya İslâmiyetten şüphe ile, soğutmaya bir kapı açmak ister.

“İşte o desise şudur: Ey Müslüman, bak! Nerede bir Müslüman varsa
binnisbe fakir, gafil, bedevidir. Nerede Hıristiyan varsa bir derece medenî, mütenebbih
ehl-i servettir, demek…”9

Bu vesvese ile de söylendiği gibi İslam âleminin ümit ve kendine
güvenini yitirmesi, geri kalmasına neden olmuştur. Onları canlandıran emel olduğu
gibi bizi öldüren ye’is olmuştur. Bir nokta-i istinad bulsam küre-i zemini yerinden
oynatırım” diyen kişi gibi alem-i İslam ümitle bir nokta-i istinat sağlarsa çok
büyük başarıları elde edecektir.10

“İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak.”

Bediüzzaman’ın ümitsizliğin ortaya çıkardığı bu sorunlara çözümün
nasıl olacağına dair de fikirler ileri sürmüştür. Öncelikle toplumun kendine güveninin
yeniden tesis edilmesi gerekmektedir. Kendine güvenin yeniden tesis edilebilmesinin
ilk şartı da sahip olduğu zenginliklerin farkına varması ile mümkündü. Bu nedenle
yeis hastalığını giderebilmek için İslam toplumu maddi ve manevi geliştirebilecek
bir istidada sahip olduğunu bilmek gerekmektedir. İslam hakikatlerinden uzaklaşılarak
yeniden bir ümit kazanmak asla mümkün değildir. Ancak İslam’ın esaslarına sarılarak
eski heyecan ve başarıya ulaşmak mümkündür.11

Bu istidadın neler olduğunu iki temel başlık altında ele alabiliriz.
Bunlardan birisi Müslümanların manen terakkisi için İslam’ın sahip olduğu özellikleridir.
Bilinmelidir ki Müslümanlar İslam’ın kuvvetine göre hareket ettikleri ölçüde gelişmişlerdir.
İslam hakikatlerine uzak kaldıkları sürece de geri kalmışlardır. Tarih buna şahittir,
İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren gelişmeye başlayan İslam medeniyeti, kendi özünden
kaynaklanan dinamikleri yitirince geri kalmaya başlamıştır.12 Osmanlı döneminde
Batı taklitçiliğinin başladığı 17. Yüzyıldan itibaren gerilemenin başlaması bir
rastlantı değildir. Osmanlı körü körüne Batı taklitçiliğine önem verdikçe daha da
batarak yıkılışının zeminini hazırlamıştır.

“Tarih bize gösteriyor ki, İslam ne derece dine temessük etmiş ise,
terakki etmiş, ne vakit dinde za’f göstermiş ise, tedenni etmiştir. Başka dinde,
bilakis kuvveti zamanında vahşet, za’fı zamanında temeddün hasıl olmuştur.”13

Bugün dünyada teknolojinin gelişmesine paralel olarak insanlık kültürel
düzey olarak yükselmiştir. Bu nedenle dinsiz kalmaları, varlığın özüne dair yanlış
değerlendirmelere devam etmeleri mümkün değildir. İnsanlığın varlığı ve ölümü dikkate
alması gerekmektedir. Varlık âlemindeki en çarpıcı gerçek ölümdür. Ölüm olayı insanın
varlık karşısında aczini mutlak şekilde anlatmaktadır. Öyle ise ölüme çare bulamadıkları
sürece bütün felsefi akımlar, bütün topluluklar Kur’an’ın ölüm hakkındaki yorumlarına
muhtaçtırlar. Bu durum varlığı ve ölümü en doğru yorumlama imkânına sahip olan Müslümanların
Allah’tan ümit kesmemeleri gerektiğini ortaya koyar. Bugün uyanmış beşerin, temel
sorunlarına çözüm bulabilmek için alemin yaratıcısını tanımaktan başka çaresi yoktur.14

Kur’an beşeri aklı ve fikriyle meşveret etmeye çağırıyor. Düşünmelerini,
öğrenmelerini, tefekkür etmelerini söyleyerek onları ikaz ediyor. Müslümanlar bürhana
tabidirler. Bundan dolayı sair dinlerin tabileri gibi ruhbanı taklit yoluna gitmemelidirler.
Akıl ve ilim ve fen hükmedecek olan istikbalde elbette bürhan-ı akliye istinat eden
ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecektir.

İslam’ın bu temel özellikleri bize rahmet-i ilahiyeden ümit kesilmemesi
gerektiğini anlatıyor. Ancak Batının bazı özellikleri İslam düşüncesinin bütün dünyada
egemen olmasını önlemektedir. Diğer bir ifade ile Batı’nın İslam hakikatlerine kapalı
olmasının belirli nedenleri vardır. Bunlar, Batı’nın cehaleti, vahşetleri ve taassuplarıdır;
bu maniler marifet ve medeniyetin mehasini ile kırıldı ve dağılmaya başlıyor. Papazların
taassubu ve geniş halk kitlelerinin bu kesimleri taklit etmeleri İslam’ın bu topraklarda
tanınmasını geciktirmiştir. Yeni ortaya çıkan fenlerin bazı meselelerinin İslam
düşüncesindeki bazı zahiri konulara ters düşmesi, İslam’ın geniş kitleler tarafından
kabul edilmesini geciktirmiştir.

Bediüzzaman ehl-i İslam’ın kendilerine güveninin zayıflaması ve
ellerindeki inançlarının değerinin anlamamalarını telafi etmek için Mister Carlyle
ve Bismark gibi Batılı siyaset adamı ve entelektüellerinin sözlerinden de örnekler
vermiştir. Bu örneklerle Batı’dan düşünürlerin bile İslam’ın yüceliğini kabul ettikleri
vurgulanarak, rahmet-i ilahiyyeden ümidin kesilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.15

İslam hakikatleri Müslümanların geleceğe manen hükmedeceğini gösterdiği
gibi, maddeten dahi hükmedeceğini göstermektedir. Hakiki bir medeniyet ve doğru
fenlerle teçhiz edilmiş hiçbir kuvvetin kıramayacağı bir medeniyet, gelecekte maddeten
de hükümran olacaktır. İslam toplumu kendini gelecekte hükümran edecek beş kuvvete
sahiptir. Bu kuvvetler sayesinde gelecekte madden de hükümran olacaktır.16

Bu beş kuvvetten en önemlisi bütün güzelliklerin kaynağı olan, bütün
Müslümanları tek bir insan gibi omuz omuza vermelerini sağlayabilen ve doğru fenlerle
teçhiz edilmiş olan hiçbir kuvvetin onu kıramayacağı İslam hakikatleridir. Geçmişte
olduğu gibi bugün de maddi cihette büyük bir gelişme göstermek için, Müslümanların
bu hakikatlere sımsıkı sarılması gerekmektedir.17

Medeniyet ve sanatın üstadı olan ihtiyaç İslam toplumlarında o kadar
şiddetli bir hal almış ki, bu kırılamaz ve önlenemez bir güç durumuna gelmiştir.
Bu ihtiyaç bir de fakirlikle birleşince medeniyetin gelişmesini tetikleyen bir duyguyu
da ortaya çıkarmıştır.18

İslam toplumunun maddi gelişmesini sağlaması gereken diğer önemli
bir unsur da hürriyettir. Hürriyetin beşere yüksek maksatları ders vermesi ve o
yolda çalıştırması, istibdadı parça parça etmesi, ulvi hisleri heyecana getirmesi
ve insanlar arasında rekabet damarlarını ortaya çıkarması insanları çalışmaya sevketmektedir.
Özünde rekabet, yenileşme ve gelişme eğilimi taşıyan hürriyet-i şer’iyye maddi açıdan
da Müslümanların gelişmesini sağlayacak bir unsurdur.19

Dördüncü kuvvet şefkatle cilalanmış şehamet-i İslamiyedir. Yani
zalimlere ve zulümlerine karşı tezellül etmemek, mazlumlara karşı da zulmetmemektir.
İçinde yöneticiler arasında bulunan zalimlere karşı tezellülde bulunarak onlara
karşı dalkavukça bir hareket içine girmek büyük bir zillettir. Ayrıca mazlumlara
zulmedenlerin de karşısında olunması gerekir.20

Beşinci kuvvet izzet-i İslamiyedir. Bu kuvvet İslam’ın güzelliklerini
bütün dünyaya yaymak gerekmektedir. Bu zamanda Allah’ın adını yaymak, İslam’ın güzelliklerini
yaymak maddi gereklilikleri de beraberinde getirmektedir. Yani maddi ve manevi gelişme
birlikte olmalıdır. Hem Kur’an medeniyetine sahip çıkılması, hem de maddi gelişmelerin
sağlanması gerekiyor. Bu ikisi birlikte olursa, gerçek bir ilerlemeden söz edilebilir.
Bu durumu Nursi şöyle ifade eder:

“İzzet-i İslamiyedir ki, i’lâ-i kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu
zamanda i’lâ-i kelimetullâh, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye
girmekle i’lâ-i kelimetullâh edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat’i verdiği
emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı manevisi o kat’i emri istikbalde tam yerine
getireceğine şüphe edilmez.”21

Cihad anlayışı da yeni bir şekil kazanmıştır. Eskiden İslamiyet’in
gelişmesi için, düşmanın inadını kırmak, taassubunu yok etmek ve saldırılarını def
etmek için şiddet kullanılır, savaşılırdı. Ancak gelecekte maddi cihadın yerini
manevi cihad almıştır. Kur’an hakikatlerine sarılarak buna bağlı olarak gelen maddi
gelişme esas cihadı oluşturacaktır.22

Ümidin yeşerebilmesi için nerede bir Hıristiyan varsa İngiliz’in
yardımıyla ve diğer Hıristiyanların dayanak olması ile çalışmaktadır. Müslümanlar
arasında bu yardım ve dayanışma geliştirilmelidir. Şu bilinmelidir ki Arab’ın başına
her hangi bir sıkıntı geldiği zaman bilmelidir ki Türk kardeşi yanındadır. İşte
o zaman gerçek bir gelişme olur.

“Ey Ehl-i İslam! İşte küre-i zemin gibi ağır ve alem-i İslamiyete
çökmüş olan mesaib ve devahiye karşı nokta-i istinadınız, muhabbet ile ittihadı;
marifet ile imtizac-ı efkârı; uhuvvet ile teavünü emreden nokta-i İslamiyettir.”23

Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’deki Birinci Kelime’de saydığı bu maddi
ve manevi nedenlerden dolayı istikbalde yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak demektedir.
Alem-i İslamın kendi değerlerinin farkına vararak, üstündeki tozları silkerek ayağa
kalkmak durumundadır.

Sonuç

Bediüzzaman, İslam alemini her açıdan geri bırakan hastalık olan
yeisten kurtulmalarının, yine Müslümanların kendi öz metinlerine dönmeleriyle mümkün
olacağını belirtmektedir. Son dört asırdan bu yana kanser (seretan) gibi bünyeyi
rahatsız ederek, alem-i İslamı geri bırakan yeise karşı “Allah‘ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyiniz"24 kılıcıyla o yeisin yok edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. İslam
toplumunun eksiksiz bir toplum olduğu söylenemez, pek çok noktadan başka toplumlardan
geri bile olabilir. Ancak, "tamamen elde edilmeyen şey bütün bütün terk edilmez"25
hadis-i şerifi gereğince, ümidimizi yitirmeden çalışmamız gerektiğini belirtmektedir.

Ehl-i iman geleceğe dair düşüncelerinde ümitsizlik değil ümit ve
heyecan taşımalıdır. Kur’an’ın, "Ben kulumun hüsn-i zannı yanındayım"26 hakikati
Müslümanların ümit ve heyecanlarını sürekli canlı tutmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.
Olumlu düşüncelere sahip olan kişinin olumlu gelişmelere sebep olma ihtimali kuvvetlidir.
Bu ilahi mesaja muhatap olan Müslümanlar, yeis içinde korkak, aşağı ve âciz insanlar
olamazlar. İslam’ın izzeti böyle bir hâlete izin vermez.

İnşaallah, Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyet’in kahraman ordusu olan
Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın
her tarafında ilân edeceklerdir. Bugün Orta Doğu’da yaşanan olaylar bu hakikatı
ilan etmektedir. Yasemin devrimi ile başlayıp, Tahrir Meydanı’ndaki gençlerin başarısı
ile devam eden gelişmeler, Bediüzzaman’ın Türklerle birlikte Arapların İslam’ın
hakikatlarını bütün dünyaya ilan edeceğini göstermektedir.

İslam toplumunun Batı karşısındaki gerilemesi bir vakıadır. Batı’nın
ileri giderken İslam dünyasının geri kalmasını etkileyen en önemli faktör de yeistir.
Yeis alem-i İslam’ın çok küçük devletler karşısında yenik düşmesine, topraklarını
kaybetmesine neden olmuştur. Bununla da kalmamış, izzet-i İslamiye ve şehamet-i
islamiyenin kabul etmesi mümkün olmayan bir yaşam biçimi içine girilmiştir. Bu hâlet-i
ruhiyeden hissesini ahlaki değerler de almıştır. İnsanlar toplumun umumi menfaatleri
yerine kendi kısa vadeli menfaatlerini düşünmeye başlamışlardır.

Ehl-i iman, bu günlerde bütün Orta Doğu’da görüldüğü gibi, tesanüd,
dayanışma ve ümitle hak ve hukukuna sahip çıkmaktadır. Böylece kötülüklerden, despotlardan
kurtulup kendine güveni olan ümit dolu bir İslam toplumu görebileceğiz. Bediüzzaman’ın
yüz yıl önce söylediği gibi, İngiliz Mekteb-i İdadisinde çalışan Hindistan, İngiliz
Mekteb-i Mülkiyesinden ders alan İslam’ın zeki çocuğu Mısır ve Rus Mekteb-i Harbiyesinde
talim eden İslam’ın bahadır evlatları Kafkas ve Türkistan’ın diplomalarını alma
vakti gelmiştir. Artık İslam’ın bayrağını bulundukları bölgelerde dalgalandıracaklardır.27
Orta Doğu’daki hareketler bu müjdeli haberin sancılarıdır.

Kaynakça

Arı, Tayyar: Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diploması,
İstanbul, Alfa Yayınları, 2004.

İnalcık, Halil: Devlet-i Âliyye, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2009.

Lewis, Bernard: Orta Doğu: İki Bin Yıllık Orta Doğu Tarihi, İstanbul,
Arkadaş Yayınevi, 2003.

Nursi, Bediüzzaman Said: Hutbe-i Şamiye, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat,
2009.

Nursi, Bediüzzaman Said: Sünûhat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat,
1996.

Nursi, Bediüzzaman Said: Tarihçe-i Hayat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat,
2009.

Said, Edward: Oryantalizm, İstanbul, İrfan Yayınları, 1998.

Öz

İnsanlar, içinde bulundukları toplumların/devletlerin askeri, siyasi,
sosyal, ekonomik ve kültürel durumlarından etkilenmektedirler. Gelişen bir toplumun
mensubu olmanın verdiği gurur, fertleri ümit dolu yaparken; geri kalmış bir medeniyet
coğrafyasında yaşayanlarda bedbinlik oluşabilmektedir. Her ne kadar ümit/ümitsizlik
durumu fertlerin psikolojik yapıları ile ilgili olsa da toplumun/devletin genel
havası fertleri etkileyebilmektedir. Bu çalışmada, Hutbe-i Şamiye’de İslam âleminin
geri kalış nedeni olarak sunulan altı hastalıktan birincisi olan “ye’sin, ümitsizliğin
içimizde hayat bulup dirilmesi” meselesi analiz edilmektedir.

Anahtar Kelimeler: İslam alemi, geri kalmışlık, ümitsizlik, menfaat-i
umumiye, menfaat-i şahsiye, terakki

Abstract

People are affected by the military, political, social, economic
and cultural conditions of their respective societies/states. While pride of being
a member of developing society makes people hopeful, cause pessimism in those, who
live in an underdeveloped civilization. Although hope/despair is associated with
the persons’ psychological conditions, state’s/society’s general atmosphere can
also affect the people. In this study, the issue of “despair’s revival within us”,
which is the first of the six illnesses suggested in Hutbe-i Şamiye as the reasons
for the underdeveloped condition of Islamic world is analyzed.

Keywords: Islamic world, underdevelopment, despair, public interest,
personal interest, progress

Dipnotlar

1. Canikli Ali Paşa, 1776’da Sultan I. Abdülhamid’e Tedabirü’l-gazevât
adlı eserini sunmuştur.

2. Halil İnalcık, Devlet-i Âliye, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2008, s. 324.

3. Bediüzzaman Said Nursi, Sünûhat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat,
1996, s. 85.

4. Bernard Lewis, Orta Doğu, Çev. Selen Y. Kolay, İstanbul, Arkadaş
Yayınları, 2003, s. 422.

5. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat,
2009, s. 117.

6. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 118.

7. Nursi, A.g.e. s. 118.

8. Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu, İstanbul, Alfa Yayınları,
2004, s. 101.

9. Bu bakış açısı, Edward Said’in Oryantalizm’de eleştirdiği bakış
açısıdır. Ancak, bir vakıa olarak kabul etmek gerekmektedir. Batıdan bakıldığı zaman
İslam toplumu için hep kötü ve geri örnekler sunulmuştur. (Nursi, Sünûhat, s. 76).

10. Nursi, Sünûhat, s. 79.

11. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 65.

12. Nursi, A.g.e., s. 68.

13. Nursi, Sünûhat, s. 49.

14. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 73.

15. Nursi, A.g.e., s. 88-89.

16. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 91.

17. Nursi, A.g.e., s. 94.

18. Nursi, A.g.e., s. 95. Ünlü İngiliz tarih felsefecisi Toynbee’de
medeniyetlerin gelişmesinde ihtiyaç faktörünün altını çizmektedir. Bediüzzaman’ın
burada ihtiyaçı medeniyetin ve sanatın üstadı olarak sunması dikkate değer bir noktadır.

19. Nursi, A.g.e., s. 96.

20. Nursi, A.g.e., s. 96.

21. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s.97.

22. Nursi, A.g.e., s. 98.

23. Nursi, Sünûhat, s. 79.

24. Kur’an-ı Kerim, Zümer, 53.

25. Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 119; Keşfü’l-hafâ, 2/196.

26. Kur’an-ı Kerim, Tevbe, 1.

27. Tarihçe-i Hayat, s. 70.