Age of Ownership and Liberty

"Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de parçalayacaktır…

Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı
beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.

Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr
olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.

Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet,
memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor."1

İşte tam buradan başlamak istiyorum…

Giriş

Said Nursi’nin yukarıdaki satırları tarihin seyrine ilişkin çok
önemli bir saptama ve gelecek tespitidir. Ecir; yani ücret hiç şüphesiz emeğin tam
anlamıyla verilmeyen karşılığıdır. Ancak tanım bize içinde bulunduğumuz sistemi
anlatıyor. Yani kapitalizmi… O zaman eğer ki “ecir devri” kapitalizmi anlatıyorsa,
ecir sonrası devrin Bediüzzaman tarafından adlandırılmış olması birçok açıdan önemlidir.
Çünkü Üstad, burada bizim şimdiye kadar kapitalist ekonomi çerçevesinde değerlendirdiğimiz
iki önemli kavramı kapitalizm sonrası için kullanmakta; hatta kapitalizm sonrasını
bu iki kavramla nitelemektedir. Bu bağlamda gelecek devrin adı malikiyet ve serbestiyettir.

Ecir devri yani kapitalizm, gerçek anlamda –birey için- malikiyet
ve serbestiyet getirmemiştir. Burada serbestiyet kavramının tartışılmasına gerek
yoktur. Bu, doğrudan “hürriyet” kavramını, Üstad’ın bir çok kavramı açıklarken kullandığı
gibi hakiki ve mecazi olarak ele alabiliriz ve her iki açıdan da altını bizzat Üstad’ın
mücadelesi ve yaşamı ile doldurabiliriz. Ancak burada malikiyet kavramı, eğer ki
Üstadın yaptığı gibi serbestiyet kavramı ile birlikte kullanılırsa yine hakiki ve
mecazi anlamda bize yeni bir ekonominin ve oradan çıkarak yeni bir dünyanın kapılarını
açar. Şöyle ki; malikiyet burada, iktisadi anlamda malik olmak, üretmek, ürettiğine,
emeğine sahip olmak, onu özgürce değerlendirmek, tasarruf etmek anlamındadır. Bu
tekellerin ve o tekelleri doğuran, koruyan ulus-devletin de ekonomik olarak hâkim
olmadığı bir iktisadi nizam anlamına gelir şüphesiz. Ama malikiyet aynı zamanda
insanın Allah’a dönerek bütün evreni bilmesi anlamındadır. Ama bu bilme bir dengedir.
Serbestiyetin ve malikiyetin dengesi insanın birey olarak dengesi olduğu kadar,
oradan yola çıkarak toplumun da giderek tüm evrenin dengesidir. Bediüzzaman namaza
çok önem verir. Onun namazı adeta meselenin özüne yerleştirmesi işte bu yüzdendir.
Çünkü bu evrende var olan bütün varlıklar, her an, yaradana dua halindedirler; her
şey, her an kendince bir namaz halindedir… Ve bütün o varoluş çabalarının tek bir
özü vardır: Hakk’a ulaşabilmek!

Ama bu doğada ve yaradanın yarattığında saf halinde böyledir. Peki,
bunu bu olağanüstü dengeyi bozarsanız nasıl bir dünya sizi bekler? Bu makale, bu
dengenin aslında iktisadi olarak evrene içkin olduğu varsayımından hareket etmektedir.
Bu varsayım, daha önce hem klasik hem de neoklasik akımdan iktisatçılar tarafından
ele alınmış ve ispatlanmaya çalışılmıştır. Alternatif iktisat alanı ise bu "denge"nin
kapitalizm dışında yeni bir toplumsal düzenle olacağını vaz etmiştir. Ancak klasik
ve neoklasik iktisatçıların bu "denge"yi ispat etmeleri ancak modeller çerçevesinde
olmuştur. Bu makalede de bu modellerden en önemlisi sayılan Walras’ın "Genel Denge"
modelini ele alacağız. Ancak, ana akım iktisat, bu dengeyi modelle ispat etmeye
çalışırken, İslam iktisat yazını ve geleneği, faiz, israf gibi kavramlar üzerinden
tekelci olmayan bir serbest piyasa düzeni öngörmüş ve bunu kısmen de olsa uygulayarak,
"gerçek anlamda" –reel- bir alternatif alan ve denge oluşturmayı başarmıştır. O
halde biz de İslam’ın bu konudaki temel kavramlarından ve Bediüzzaman’ın çok önemli
ve bizce tarihsel tespitinden yola çıkalım.

Kıtlık dünyası, israf dünyası, akıldışının hâkim olduğu gayri-insanî
bir düzen… O zaman Bediüzzaman’ın adlandırdığı ve bize müjdelediği malikiyet ve
serbestiyet için neler söyleyebiliriz? Bediüzzaman’ın söylediklerinden başlayalım.

1. İnsanlık Niye Tekelci Devlet Kapitalizminden Kurtulmalıdır?

Bediüzzaman, iktisadi ve sosyal sistemleri kapitalizm aşamasına
kadar aşağıdaki açıklamayla sıralar. Bu metin birçok açıdan önemlidir. Hem giriş
bölümünde anlatmaya çalıştığımız ana tezimiz açısından hem de Üstad’ın kapitalizm
sonrası insanlığa bir menzil göstermesi açısından önemlidir. Burada Üstad, toplumların-insanlığın-inkişafının
kesintisiz olarak süreceğini beyan etmektedir. Bildiğiniz gibi bu tespit, özellikle
Marx’da çok açık olarak vardır. Marx, toplumun bu evriminin, diyalektik gelişimin
zorunlu bir karşılığı olduğunu söyler. Ancak Üstad’ın açıklamaları, yukarıda işaret
ettiğimiz malikiyet ve serbestiyet devriyle devam eder. Ancak buradaki malikiyet
kavramının mülkiyetin sermaye olarak anlaşılıp bu sermayenin temerküzü olmaması
gerekir. Bediüzzaman şöyle anlatır:

“Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın an’anesi itibariyle nasıl
ki üç esası var; öyle de, âlem-i insâniyet itibariyle dahi üç esası vardır:

Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin
hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye
itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş.

* Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri,

* İkinci devri memlûkiyet devri,

* Üçüncü devri esir devri,

* Dördüncüsü ecir devri,

* Beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet
devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekileri ve kavîleri, insanların bir kısmını
abd ve memlûk ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar dahi
bir intibâha düşüp gayrete gelerek o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten
kurtulup fakat el-hükmü li’l-gâlib olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri
zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr gibi çok inkılâplarla,
o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı
ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i
sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir.

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi
yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare
amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde,
on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm
tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik
sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umumîden istifade ederek,
her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı
bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref
her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş.2

Üstad şöyle devam eder; Bir rüyada demiştim: Devletler, milletlerin
hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor. Zira
beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü
çeker, onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet,
memlûkiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.3

Bugün, Bediüzzaman’ın ecir devri dediği düzen çok açık olarak bizce
tekelci devlet kapitalizmidir. Bu düzenin bitmesi gerekiyor. Çünkü bugünkü adaletsizliğin
kökeninde bu sistem yatmaktadır.

Başta Kur’an olmak üzere, bütün kitaplar da insanların rızkını taahhüt
etmiştir. Bediüzzaman, burada “O halde niye binlerce insan açlıktan ölmektedir?”
sorusuyla karşılaşır. Üstad bunu şöyle cevaplar: Rızık ikiye ayrılır:

1) Birincisi hakiki rızıktır. Onunla insan yaşayacaktır. Bu rızık,
âyetin hükmüyle taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-i ihtiyarı karışmazsa,
o zaruri rızkını herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye
mecbur olmaz.

2) Rızk-ı mecazidir. Su-i istimalat ile hacat-ı gayr-ı zaruriye,
hacat-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup terk edemiyor. İşte
bu rızık taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek hususan
bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazan alçak
insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazan
hayat-ı ebediyenin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle, o bereketsiz,
menhus malı alır.”4

Bugün dünyamızda fakir insanların maruz kaldığı musibetler, zaruri
ihtiyaçlarını rızk-ı mecazi durumuna düşürmelerinden veya rızk-ı mecaziyi, zaruri
ihtiyaç sanmalarındandır.

Bugün, Türkiye dahil birçok geri kalmış ülkede, dışarıdan ithal
edilen ve borçlanmaya sebep olan mallar, rızk-ı hakiki kategorisine giren mallardan
ziyade, rızk-ı mecazi grubuna girenlerdir. Reklâm, görenek, kanaatsizlik sebebiyle
esasında hayatı kolaylaştırıcı ve güzelleştirici olan bu malları ithal etmeye kalkıyoruz.
Hâlbuki gerçek üretim gücümüz, yani gelirimiz, bunları almaya yeterli değil. Kanaatsizlik
ettiğimiz için borçlanarak o malları alıyoruz. Borçlandıkça faiz batağına batıp
daha çok fakirleşiyoruz. Birçok geri kalmış fakir ülkede, yöneticiler, rızk-ı kâzip
noktasına, müstemlekeciler tarafından kısmen de olsa zorla sevk edilmişlerdir. Meselâ,
bazı Afrika ülkelerinde ülke toprakları buğday, mısır gibi zaruri gıdasını üretmeye
tahsis edileceğine kakao, vs. üretimine yöneltilmiş ve halk rızk-ı hakikisini temin
için müstemlekeciye muhtaç hale düşürülmüştür.5 “Bu konuda Maslow’un ihtiyaçlar
hiyerarşisi yaklaşımı da Bediüzzaman’ı doğrular mahiyettedir. Maslow’a göre, insan
önce beslenme, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını (Üstad’ın tanımıyla gerçek
rızıkları) karşılamaya yönelir. Ancak, bunları temin ettikten sonra, mesela estetik
ihtiyaçlar hissedilebilir.6 Aynı şekilde İslam iktisatçılarına göre, İslam ekonomisinin
en önemli ayırt edici özelliği, bireylerin İslam’ın geleneksel kaynaklarında yer
alan normlara göre hareket etmeleridir. Bu normlar, israftan, savurganlıktan ve
gösterişten kaçınılmasını emreder; cömertliği teşvik eder ve bireyleri çok çalışmaya,
fiyat belirlerken adil davranmaya ve başkalarının hakkını yememeye çağırır.7

2. İktisat Kıtlık İçin Değil Bolluk İçindir

İktisat bir kıtlık bilimi değildir. O halde kaynakların kıt olduğunu
kim vaaz etmekte ve temel kamusal malların herkese yetmeyeceğini söylemektedir?
"Bu anlayış ve bu anlayışı doğuran uygulama şimdiye kadar nasıl anlatıldı ve bu
anlayışın alternatifi nedir?" Şimdi ona gelelim.

Tekelci devlet kapitalizminin dünyası, kesinlikle Adam Smith’in
görünmez elinin idare ettiği piyasadan ve onun dünyasından ayrıdır, ama kesinlikle
ondan doğmuştur. Birincisinde burjuva demokrasisinin tüm kuralları geçerliyken ikincisinde
yalnızca metaların piyasası ve onun diktatörlüğünün kuralları geçerlidir. Öyle ki
bu tekelci sistem suni krizler oluşturmaya, o krizlerde de kendi karanlık yolunu
çizmeye muktedirdir. Metaların fiyat istikrarını bozan her adım finans ahtapotunun
kolları arasında boğulabilir. Neo-Liberalizmin bu dünyası düzenlenemez ve planlanamaz.
Ama kıtlık doğuran bu anlayış yukarıda vurguladığımız israf ekonomisini ve yoksulluğu
beraberinde getirir. Ancak öte yandan bu sistemin tam zıddı gibi gözüken devletçi-planlamacı
anlayış da madalyonun öteki yüzüdür. Örneğin Sovyet iktisatçılarından Kagarlitskiy,
kriz esnasında piyasa çözümlerinin kriz eğilimlerini derinleştirip geliştireceğini
vurgularken, teknokratik merkezi planlamanın da hatta bunun reforme edilmiş demokratik
uygulamasının da bir işe yaramayacağını vurgulamıştır.

Kagarlitskiy’in bu konudaki gerekçesi son derece basittir: Her iki
model de azınlığın hâkim olduğu ve olacağı bir sistemi veri almaktadır. Tekelci
piyasa dağıtımının karşısına “plan dogma”sını çıkarırsanız bir şey yapmış sayılmazsınız.
Gerçekten de geleneksel sosyalist öğreti, tekelci piyasa adaletsizliğinin karşısına
şimdiye değin yalnızca planlamayı çıkarabildi. Planlama ise, ister geleneksel isterse
özyönetim uygulamasının bir biçimi olarak “demokratik” olsun, meta üretimini veri
alır; ancak onun doğal bir sonucu olan fiyat olgusunu reddeder. Bunu böyle yapmak
zorundadır, çünkü yapmazsa zaten planlama olmaz. Bu bir, ikinci olan ve konjonktürel
olarak daha önemli olan, planlamanın her biçiminin, ulusal ekonomiyi baz alarak
oluşturulmasıdır. Yani planın gereklerine göre bazı sektörlerde korunan (kapalı)
bazı sektörlerde açık bir ekonomi inşası ancak geçmişte, ulusal ekonomilerde, olabilirdi.

Bugün, böyle bir şeyin mümkün olmayacağı çok açık. İşte o zaman
tam burada Bediüzzaman’ın vurguladığı yeni bir yol açılıyor önümüze. Ama ilk önce
kıtlık sorununun yalnızca bir sistem sorunu olduğunu ve israfın, gereksiz harcamanın,
adaletsizliği ortaya çıkaran tekelci yapının bir sonucu olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Kapitalizmin iktisadi anlatısının özünü oluşturan geleneksel hâkim
iktisat anlayışı, onun bir kıtlık ekonomisi olduğunu söylerler ki bu doğrudur. Kapitalizm
kıtlık üretir. Bunun da en önemli nedeni, meta üretimidir. Metaların kullanım değil
ama değişim değerlerinin geçerli olması ve bunun üzerinden fiyatlandırılması bolluk
değil kıtlık doğurur. Bunun dışında Bediüzzaman’ın ecir devri dediği kapitalizmin
en önemli sorunlarından birisi talep yetersizliğidir. Krizlerin en önemli nedenlerinden
birisi talebin, belli bir doygunluk noktasından sonra, giderek artan bir hızla düşmesi
ve atıl kapasitelerin oluşmasıdır. Sistemin özgün işleyişinden kaynaklanan bu hastalıklı
durumu gidermek için, kapitalizm aşırı tüketimi pompalamakta ve israfı teşvik etmektedir.
Ayrıca talep düşüşü ve emeğin verimliğindeki azalışa paralel olarak, kâr oranlarının
düşmesi de sistemde faiz üzerinden sağlanan aşırı finansallaşma ile telafi edilmektedir.
O halde tam burada karşımıza iki önemli sorun çıkmaktadır. Bunlardan birincisi kapitalizmin
anarşik işleyişi ve bu işleyişin düzenlenmediği takdirde tekelci bir yapıya evrilerek
krizi sürekli bir hale getirmesidir. Ancak bu sürekliliğe dönüşen sorunun halli
için sistem faizin başrol oynadığı bir tekelci finansal düzenlemeyle üretim alanlarından
çekilerek finansallaşmayı ekonominin tüm alanlarına yaymakta ve ekonomideki üretim
faktörlerinin aldıkları pay, atıl sermaye lehine faiz aracıyla sürekli artmaktadır.
Bu da ikinci önemli sorunumuzdur ve şüphesiz ki bu durum sürdürülebilir bir durum
değildir. Çünkü bu durum yalnız ekonominin dengesel bozulması ile sonlanmaz. Bu
durumun bir kriz halinde sürekliliği ilk önce gelir dağılımını sürekli bozarak toplumda
deformasyon ve moral aşınmaya neden olur. Bu süreç, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, iktisat
ve bereket kavramlarını toplumdan dışlayan bir yabancılaşmaya yol açar. Bediüzzaman’a
göre, israf, şükrün tersi bir aksiyondur.8 Ama şükür, ancak emeğin karşılığının
olduğu ve israfın9 sürekli bir hal aldığı ekonomilerde ücretli çalışanlardan beklenebilecek
bir “şey” değildir. Bu yüzden İslam’da şükür ancak adaletle birlikte olur. Yine
tam burada Bediüzzaman’da bereket kavramına gelelim. Bereket, İslam’da Allah tarafından
ihsan edilen bolluk, çokluk, feyiz gibi manalar içerir.10 İktisat Risalesi’nin Birinci
Nükte’si israfın bereket ve şükre zıt olduğuna vurgu yapar.

O halde ilk hareket noktamız en azından temel ihtiyaç mallarında
bir bolluk ekonomisi oluşturmak olmalıdır. Yani yeme, içme, sağlık, eğitim, barınma
vb. temel insani mal ve hizmetler meta değil, birer ihtiyaç maddesi olarak ekonomide
yerlerini almalıdırlar. Bunların fiyatları olmaz, çalışan çalışmayan herkes bunlara
ulaşabilir. Bu temel mallardan hareket ederek, giderek genişleyen (üretim araçlarının
gelişmesine paralel olarak) bir meta üretimi tasfiyesi kamusal bir ekonomi için
ön gerekliliktir. O zaman serbestiyet ve malikiyet ekonomisi bize öyle bir zenginlik
getirmelidir ki bu zenginlik kamunun elinde bütün insanlığın temel ihtiyaçlarını
karşılamak için kullanılsın. Bu mümkündür. O halde başta Kur’an olmak üzere bütün
semavi dinlerin kitaplarının insanın temel gereksinmelerini karşılaması gerektiği
gerçeği insanın elindedir. Ama bu gerçek ancak insanın paylaşmasını mümkün kılacak
bir iktisadi düzen ile mümkün olur.

3. Sermayenin “Yanlış” Yolculuğu

Peki, bu iktisadi düzeni insanlık niye oluşturamadı? Bu sorunun
cevabı, yine kapitalizmin yolculuğunda ve bu yolculukta sermayenin birikimindedir.
Ana akım iktisat, sermayeyi en önemli üretim faktörleri içinde sayar. Sermayenin
de getirisi faizdir. Faiz ağırlıklı bir ekonomi, sermayenin hızla "tekelleşmesini"
sağlayan ve buna bağlı olarak da, israf ve faiz ağırlıklı bir ekonomik tekelleşme
kısır döngüsü yaratan sistemi hızla ortaya çıkartır. Bu olguyu ana akım iktisat
öğretisinin dışından birçok iktisatçı ve düşünür ele almış ve incelemiştir.

Sweezy, Baran ve Magdoff 1942’de “Eğer kapitalistler kendi başlarına
sermaye biriktirir, böylece her birinin kontrolü altındaki sermaye artarsa, daha
büyük miktarlarda üretim mümkün olur” der. Marx da buna sermayenin yoğunlaşması
der. Sermayenin kapitalizmin tünelindeki yolculuğunu üç istasyonla sınırlayabiliriz.

Birincisi, sermayenin birikimi; ikincisi yoğunlaşması; üçüncüsü
merkezileşmesi ve ihracı. Yoğunlaşma rekabeti ortadan kaldıran merkezileşmenin öncüsüdür
ama kendisi değildir. Bu bakımdan birikim ve yoğunlaşmadan daha farklı bir süreç
olan merkezileşme toplumsal servetin tekellerde toplanmasıdır. Bu süreç sınırları
belli olan bir ekonomide büyük çoğunluk aleyhine hızlı bir yoksullaşmayı ve mülksüzleşmeyi
beraberinde getirir. Çünkü merkezileşmede, birçok kişinin kaybettiği bir yerde,
bir kişinin elinde büyük miktarlarda sermaye toplanmış olur. Yani, birikiminin ve
yoğunlaşmanın aksine merkezileşmede toplum, kısmi de olsa, zenginleşmiş olmaz, tam
aksine fakirleşir. Herhangi bir endüstri dalında merkezileşme bir tek şirket kalıncaya
kadar sürebilir. Bu bir ekonomi için akıldışı bir süreçtir. Çünkü tekelleşen malların
fiyatı artar, bir müddet sonra ortalama kâr oranları da düşmeye, ekonomi tam istihdamdan
uzaklaşmaya başlar. Burada tekellerden geçinen bir orta sınıf yaratılmış olur, ama
büyük çoğunluğun yoksulluğu niceliksel ve niteliksel olarak artar.

Bu aynı anda kıtlıktır. Yani başta temel mallar olmak üzere insanın
yaşaması için güncel mallar da “kıt” olur ve fiyatları artar. Kıtlık ve bununla
birlikte gelen tekelleşme faizleri de yüksek tutarak ikinci bir kâr maksimizasyonu
alanı yaratır. Bu, "finansallaşma" dır. Finansallaşma bir faiz ve tekel ekonomisi
olarak en çok 2008 krizi öncesi ortaya çıktı ve krizi yaratan en önemli dinamiklerden
birisi oldu. Ancak kapitalizmde kâr oranlarının düşmesi bizi, zorunlu olarak, tekelci
bir yapıya götürür. Çünkü kâr oranlarının giderek düşme eğilimi, tekelleri yüksek
fiyat mekanizması ile ayakta kalmaya zorlar. Tekelci yapı bunun için şimdiye kadar
bilgiyi ve teknolojiyi de denetleyerek bunu başarabildi. Ama bugün kapitalizm bunu
yapmakta zorlanıyor.

Bu bir fırsat ve tekelci yapının tersine işleyecek bir ekonomik
sürecin dünyada önünü açacak bir eğilim olabilir mi? Evet, bizce olabilir…

Ancak bu eğilimin ete kemiğe bürünmesi ve uygulanabilir olması için
yine dünya çapında bir siyasi irade ve bu iradenin gerçekleştireceği kurumsal yapılar
gereklidir. Bu kurumsal yapılar kesinlikle piyasa mekanizmasına müdahale edecek
dinamikleri barındırmazlar. Bu anlamda İslam iktisatçıları hem teorik olarak hem
de pratik uygulamada faizsiz finans sisteminden, zekât yükümlüğüne kadar ‘kamusal’
ve iktisadi araçlar geliştirmişlerdir. İslam iktisatçıları, bir toplumun ekonomik
açıdan adaletli olması için şu iki genel ilkeye uyulması gerektiğini söylerler;
eşitlik ve haklılık.11 Ancak eşitlik ve haklılık kavramlarını burada ele almak gerekir.
Tam burada yeniden Bediüzzaman’ın malikiyet ve serbestiyet kavramlarına dönelim.
Çünkü eşitlik burada mutlak bir eşitlik değil, bir fırsat eşitliği ve fırsat eşitliğini
ortaya çıkartacak serbestiyet (hürriyet) ortamıdır. Haklılık ise hakkını almak,
hakkına bu anlamda malik olmak demektir. O halde, bu cümleden olmak üzere, haklılık
(özünde malikiyet) ve eşitlik (özünde serbestiyet) Bediüzzaman tarafından bir toplumsal
sistemin başlangıç-çıkış- noktaları olarak formüle edilmiş olmaktadır.

Tam burada malikiyet kavramının iktisadi yüzüne dönelim; çünkü malikiyet
tekelleşmeyen ve tekelci devlet kapitalizminin iktisadi olarak işlemediği bir hakkaniyetli
bir serbest piyasa düzenini, örtük olarak, vaz eder. O zaman şu soruyu soralım:

Sermayenin birikimini ilk aşamada ileri teknoloji üreten çok geniş
küçük işletmelere yayıp, yoğunlaşmayı merkezileştirmeden yeni bir ekonomi oluşturulabilir
mi? Burada oluşturulan teknoloji rantıyla herkesin erişebileceği, fiyat mekanizmasının
işlemediği bir "Kamusal Temel Mallar Ekonomisi" geliştirilebilir mi? Ben böyle bir
ihtimali insanlığın, yeni bir siyasi açılımla, yakın gelecekte tartışacağını düşünüyorum.

Rekabetçi kapitalizm, kapitalizmin doğası gereği kapitalist toplumsal
formasyonun yapıcısı oldu; ama sürdürücüsü olamadı. İşte bu durum kapitalizminin
en önemli sorunu ve çelişkisi olarak var oldu.

Polanyi, kapitalizmin yarattığı liberalizmle müdahaleciliğin aslında
kardeş olduğunun altını çizer. Hatta daha da ileri giderek Avrupa faşizmini anlamamız
için 19. yüzyılın “liberal” ekonomisine bakmamız gerektiğini söyler. Yani 19. yüzyılın
ilk yarısında İngiltere’de boy gösteren rekabetçi kapitalizm Ricordo’ya kusursuz
bir piyasa için ilham kaynağı olurken Marx’a sadece kuramı için model olmuştur.
Bu 50–60 yıllık kısa dönem sonunda kapitalist birikim, doğası gereği ilk önce sermayenin
yoğunlaşmasını sonra da merkezileşmesini ve devletin ekonominin bir parçası olmasını
gerektirmiştir.

Emek, toprak ve paranın meta işlevi görmeye başlaması piyasanın
doğal işleyişinin bozulmasının ilk adımıdır, Polanyi’ye göre. Bu, Ricardo’nun serbest
piyasasından giderek uzaklaşmak anlamına gelir. Büyük Dönüşüm’ün Türkçe baskısına
Ayşe Buğra’nın yazdığı nefis önsöz Polanyi’yi çok özlü olarak anlatır: “Piyasa ekonomisi,
Polanyi’ye göre, bir ‘meta efsanesi’ üzerine kuruluyor. Yani, emek, toprak ve para
için, sanki bunlar satılmak üzere üretilmiş mallarmış gibi, serbest piyasalar kurulmasını
gerektirir. Oysa emek, toprak ve para meta değillerdir. Emek insan faaliyetlerine
verilen addır, toprak insanın içinde yaşadığı doğa, paraysa merkezi güçlerin üretim
ve değişime sosyal amaçlar doğrultusunda işlerlik kazandırmak için yarattıkları
satın alma gücü. Bunları bir meta gibi örgütlemeye kalkmak insana, insanın içindeki
doğaya ve insanın üretim düzenine hiç de doğal olmayan bir saldırı oluşturur.” İşte
Polanyi’ye göre bu saldırının biçimleri faşizme kadar uzanır. Polanyi ekonomik buhran
sırasında işsizlikten kırılan bir ülkeyi örnek verir. Burada bankaların istihdam
yaratmak için uygulayabilecekleri bütün iktisat politikası önlemleri kur dengesinin
gerekleri ile sınırlı olduğunu söyler. Burada yönetici merkez bankasıdır. Banka
sistemi, merkez bankasının kısıtları çerçevesinde hareket eder. Merkez Bankası fiyat
istikrarını ve para değerinin korunmasını esas aldığı için bankaların kredi genişletmesi
taleplerini geri çevirebilir. Öte yandan denk bütçe de bu politikanın tamamlayıcısı
olduğu için hükümet sendikaların taleplerine kulaklarını tıkayacak, yasama ve yürütme
uluslar arası tekellerin daha fazla ayakta kalması için ulusal kontrol mekanizmasına
dâhil olacaktır.

Polanyi tam burada “sosyal” içerikte de olsa müdahaleci ve diğer
paternalist devlet biçimlerine de karşıdır. Her iki müdahale de var olan sorunları
orta ve uzun vadede büyük bir kesim aleyhine derinleştirmekten başka bir işe yaramaz.
Çünkü bu tür müdahaleler “piyasa” dengesinden ayrı zorlama ve yapay bir denge sağlamak
için yapılır. Bu dengede geçici ve sonuçları itibarıyla sistemi otarşiye götüren
ve nihai dengeyi orada kuran bir müdahaleyi içerir. Polanyi, emeğin piyasa dışına
alınması rekabetçi emek piyasalarının kuruluşu kadar kökten bir dönüşüm oluşturuyor,
der. İşte paternalist devlet emeği savunurmuş görünür; ama uzun vadede yaptığı,
onu kendi olmaktan çıkararak, örgütsüz ve savunusuz bırakmaktır.

“Bilindiği gibi Türkiye tipik ‘paternalist devlet’ görünümü sunar.
Tarihsel süreç içerisinde yönetim erkini ellerinde tutan kadrolar bir yandan halkın
yüceliği hakkında nutuklar atarken, diğer yandan halkı yeterli bilinç düzeyine ulaşamayan
bir topluluk olarak görmüşlerdir. Bu nedenle, ‘adam olmayan, bilinçsiz halkımız’
elden geldiğince devlet yönetiminden uzak tutulmuş, aklının ermediği işlere karışmaması
sağlanmıştır. Devlet, giyimden spora, düşünceden eğlenceye, yaşama dair her noktada
bizim adımıza en doğru (!) kararı vermiş, bizden yaptıklarının sorgusuz sualsiz
kabulünü beklemiştir.” İşte piyasalaştırılan emeğin “hakkını” devletin almaya soyunması
Türkiye örneğinde olduğu gibi baskıcı bir devlet geleneği doğurmuştur. Öte yandan
piyasanın giderek genişlemesi de insanı piyasanın bir aksesuarı yapar ki, Polanyi’ye
göre bu da doğal değildir. Zaten piyasanın alıp başını gittiği bu gibi “doğal” olmayan
tarihsel dönemlerin arkasından insanlık hep faşizm ve baskıcı yönetimlerle tanışmıştır.

4. Piyasa-Tekel ve Devlet

Bugün "rekabetçi kapitalizm" ancak 19. yüzyılın ilk 70–80 yılında
gerçek anlamıyla var olabildi. Marx, rekabetçi kapitalizmin 20. yüzyıla erişemeyeceğini
düşünmüştü, öyle de oldu. Ancak bu, tekelci kapitalizme dönüşerek devam etti. Karşıtına
dönüşmedi.

Bugün piyasa ekonomisini nasıl anlatırız.

Hiç şüphesiz “saf” piyasa, bugünkü devlet kapitalizmine ve müdahaleci
neoliberalizme alternatif olamaz. Ama piyasayı tanımlarken bazı ipuçlarını yakalayabiliyoruz.

Piyasa ekonomisinin üç temel şartı vardır: Birincisi malların ve
hizmetlerin yararları özeldir. İkincisi tüketicilerin satın aldıkları mal ve hizmetlerin
tüm faydaları kendileri içindir. Üçüncüsü ise firmalar yalnızca fiyatını ödeyene
mal verirler. Yani parayı veren düdüğü çalar. Bu üç şarta tam rekabeti ve kapasite
genişlemesine bağlı artan verimliliği de ekleyin; işte size mükemmel kapitalizm.
Tabi böylesi hiç olmadı ve olmayacak; ama bu mükemmel modeli biraz zorlarsak bir
başka zaaf daha ortaya çıkar. Bu da, modelde kamusal mal ve hizmetlere hiçbir zaman
yer olmayacağı için ya da bunlar “rasyonel” olmayacağı için moda deyimle sistemin
sürdürülebilirliği riskinin giderek artmasıdır. İşte burada kapitalist devlet bir
oyun bozucu ama sistemin kurtarıcısı olarak modele dâhil olur. Piyasa etkinliği
aynı mal ve hizmetlerden sınırlı sayıda tüketicinin yararlanması ile sağlanabilir.
Örneğin genel seyirlik oyunlar, sinemalar, eğlence merkezleri… burada sınır piyasa
mal ve hizmetleridir. Bu alan genişlediği zaman piyasa etkinliği kaybolur. Karayolları,
kent altyapısından yararlanma gibi hizmetlerden vergi dışında para toplama imkânı
olmadığı için buralar piyasa dışında bırakılmış ve kapitalist devletin işi olmuştur.
İşte burada geleneksel iktisat “Kamu Ekonomisini” icat etmiştir.

Amerikalı iktisatçı Bowen (1943) Kamu Ekonomisi’nin dengesini genel
oy hakkını da bir değişken alarak kurdu. Bowen’e göre rasyonel bireyler kamu hizmeti
alırlar ama karşılığında hükümetlere oy ve vergi öderler. Hükümetler de aldıkları
oy ve vergi oranında kamu hizmeti verirler ki burada Kamu Ekonomisi dengesi kurulur.
Daha sonra bunu genel denge modeli haline Samuelson (1954) dönüştürdü. Tabii burada
Bowen’in oy ve kamu hizmeti ilişkisi demokrasi açısından oldukça tehlikeli bir çıkarımdır.
Aslında Bowen burada oy ve vergi arasında bir ilişki kurarak bir kamu "dengesi"
teorisi oluşturmak istemiştir. Ama oy vermeyenlerin ya da muhaliflerin bu "dengenin"
dışında kalacak olması ihtimali bize kapitalizmin demokrasi anlayışının ve siyasetinin
ne denli çürük olduğunu da anlatmaktadır.

Kapitalizm bu genel denge modelini neredeyse seksenli yılların ortalarına
kadar kullandı. Keynes dengesi de devleti ekonominin merkezi yapınca kapitalist
devletin ve kamu ekonomisinin önemi arttı. Ancak şimdi bu denge geçerli değil. Özelleştirme
çok kapsamlı bir piyasa genişlemesi olarak uzunca bir süredir gündemde. Bu değişim
piyasa mal ve hizmetlerinin sunum alanını genişleten bir durum. Örneğin eğitimin,
genel güvenliğin, hapishanelerin, ulusal ve kıtalar arası yol ağının özelleştirilmesi
bir devrim.

Artık giderek büyüyen ve devletlerden zengin olan şirketler ve fonlar
bu geniş kamusal alanları satın alıp işletebiliyorlar. Yani sunum alanının genişlemesi
malların parasal karşılığını alamamak anlamına gelmiyor. İki karayolu var artık;
biri bakımlı ve paralı, diğeri canı çıkmış ve parasız; istediğinizi tercih edin.

Geleneksel kapitalist kamu ekonomisi artık yok. İşte tam burada
yeni bir Kamusal Ekonomi gerekliliği ortaya çıkıyor.

Yani kamusal ve devletle alakası olmayan, kendi piyasası ve alanı
olan yeni bir ekonomi…

İnsanlık, kamusal temel mal ve hizmetleri dünyanın her üyesine (eğitim,
sağlık, barınma, günlük temel ihtiyaçlar) sınırsız süre bedava verecek kadar değeri
bugün biriktirmiş ve bunu ne yapacağını bilemez durumdadır. Bu kapitalizm akıl dışılığının
sonucudur da.

İşte burada bu sonsuz kaynağı insanlık adına kullanacak, önce Afrikalı
açlardan başlayarak, Temel Kamusal Mallar Ekonomisi yaratacak yeni sivil-evrensel
kurumlara ihtiyaç var. Bu evrensel kurumlar yeni bir siyasi ve ekonomik yapılanmanın
başlangıcı olacaktır. Peki devletin ihsanı ve tekelci çarpıtılmış piyasa dışında,
kamusal yeni bir ekonomi ve giderek toplumun başlangıcı için çok basit bir başlangıç
yapabilir miyiz?

5. Temel Kamusal Mallar Ekonomisi İçin Bir Örnek

Sardalya bir Akdeniz balığıdır. Bereketlidir. Bizde biliyorsunuz,
Kuzey Ege’de bolca yakalanır. Temmuz-Ekim en lezzetli aylarıdır. Fakir-fukara balığıdır,
sardalya. Bol çıkar, hamsiden sonra en çok sardalya çıkar bu denizlerde. Hem de
diğer tüm balıklar tezgâhlardan elini eteğini çektikten sonra çıkar. Bu yüzden yoksulun
sofrasına yazın Hızır gibi yetişir.

Sardalyeden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Bir mal ne kadar bol,
yararlı olursa, insanlık için, meta olma özelliğini o kadar yitirir. Yani kullanım
değeri ile değişim değeri arasındaki açık o kadar kapanır. Tıpkı sardalya gibi.
Ucuz olur, herkes ulaşır, herkes yararlanır. Yoksulluğun düşmanı olur, çünkü yararlıdır
aynı zamanda. Bir metanın kullanım değerinin öne çıkması, yararlı ve ulaşılır olması,
onun üretiminin bir engel olmaksızın, verili teknolojinin o günkü imkânları kullanılarak
yapılmasını ön gerektirir. Yani sardalya gibi. Bugün sardalya niye ucuz; çünkü sardalya
gıda tekellerinin ilgi alanında değil. Kolay avlanıyor, bu yapılırken teknoloji
kullanılıyor ve Akdeniz’de üremesi çok yoğun. Ama kapitalizm Akdeniz’i böyle kirletirse
sardalya havyar muamelesi görebilir, yakın gelecekte. Peki, insanlık için bugün
sardalyadan daha gerekli bir sürü maddenin üretimini aynı mantıkla ele alabilir
miyiz? Alabiliriz; ama o zaman tabi ki kapitalizm de olmaz. Zaten amacımız bu.

Burada önemli olan bölüşüm ilişkilerinin piyasa mekanizmasından
soyutlanmasıdır. Üretken birimlerin global ekonomideki piyasa oyuncularıyla paralel
davranması, dünya teknolojisi ve verimliliği düzeyinde rekabet etmesi ancak buralardaki
başarıların bireysel fiili gelir akımlarına, ayrı bir sınıfsal kategori yaratacak
düzeyde, dönüşmemesi temel ilke olmalıdır. Her şeyi piyasaya bırakan anlayışın ve
bu yapının üretim araçlarının gelişmesine paralel olarak, tedrici tasfiyesi, siyasi
yapıda da tekelci devletin sönümlemesi sürecine paralel bir süreçtir. Tam burada
yine Bediüzzaman’ın malikiyet ve serbestiyet vurgusuna gelebiliriz. Yani malikiyet;
ama tekelci olmayan yağmaya ve israfa yol açmayan bir malikiyet. Ayrıca serbestiyet;
ama yine yağmacı ve tekelci bir malikiyete yol açmayacak bir serbestiyet. Bu formülasyon
bizce, insanlık tarihinin ekonomide geliştirdiği bütün formülasyonlardan daha önemli
bir açılımı hatta bir kopuşu ortaya koyacak önemli bir çıkıştır. Bu formülasyonun
diğer veçhelerini yukarıdaki bahislerde de açıkladık.

Böyle bir hedef yukarıda belirttiğimiz bolluk ekonomisi anlayışıyla
birleştiği zaman piyasa aleyhine giderek genişleyen bir kamusal alanı da doğuracaktır.
İşte Sardalya Teorisi budur. Bu anlayış geleneksel öğretiler gibi devleti ve planlamayı
merkeze oturtmadığı için, özgürlükçü yeni bir anlayışı temsil eder. Ulusal, yerel
değil, ümmete varan bir anlayıştır. İslamiyet’in vaz ettiği ümmet anlayışı aynı
zamanda "büyük insanlık" idealidir.

6. Dengenin Dengesizliği

Giriş bölümünde bahsettiğimiz o dengeye nasıl geliriz ve tekelleşmeyen
bir malikiyeti, onun bir sonucu olarak gelişecek bir serbestiyeti nasıl meydana
getiririz? Bu bölümde bu konuyu biraz da şimdiye kadar geçerli olan iktisat paradigmasıyla
anlatalım.

Keynesgil ve Marksist yaklaşımlarda, genel denge koşulları sektörel
veya bütünsel açılardan ele alınırken, neo-klasik yaklaşımda, genel denge bireysel
tercihlerden hareketle incelenir. Walras’ın açtığı yoldan ve Arrow-Debreu modelinin
önerdiği temel varsayımlar çerçevesinde, neo-klasik denge sorununun tek çözümü,
tam rekabet koşullarıdır. Bu genel bir dengeyi bize verdiği zaman Pareto optimumu
gibi bir statik denge halini elde ederiz. Refah, ancak hiç kimsenin durumunu kötüleştirmeden
bazı kişilerin durumunu iyileştirebiliyorsak artmış sayılır ve şayet kimsenin durumunu
kötüleştirmeden bir kişinin dahi durumunu iyileştirme imkanı yoksa refah maksimuma
ulaşmış sayılır

Ama Pareto’nun tarif ettiği bu dengeye kapitalizm hiçbir zaman gelemedi.
Ancak var olan dengeyi de bozmak konusunda bir adım atmadı. Rekabetçi denge ile
Pareto optimumu arasında doğrudan bir ilişki yakalayabiliriz. Herkesin rekabet ederek,
faydasını maksimum kıldığı bir durumda, diğer kişinin refahına hiç dokunmadan, hiç
kimsenin refahının iyileşmeyeceği durum eğer bize Pareto optimumunu verirse, tüketiciler
hala mal talep etmektedirler. Aynı şekilde mal arzı da fazla olan talebi karşılamaya
dönüktür ve doygunluk dışı talep edilen malların fiyatları sıfırlanır.

Bu halde buradan “kanıtlanmış” denge tanımına varırız: Bütün tüketicilerin
bütçe imkânları içinde en çok doyuma ulaştıkları, bütün üreticilerin maksimum kâr
sağladıkları, üretim ve kaynaklarla istemin tamamen karşılandığı bir durum ve bu
durumu gerçekleştiren fiyat düzeyidir.12 Bu tanım bize Pareto anlamında bir optimumu
da verir. Burada bütün tüketiciler en çok doyum, üreticilerde maksimum kâr sağlarlar.
Talebin tümü karşılanır. Ancak burada tek tek malların değil, sistemin genel dengesi
söz konusu olduğu için, arz ve talebin birbirine eşit olduğu durum bir denklemler
silsilesini gerektirir. Bu bize aynı zamanda bir ekonomi için çoklu pareto optimumu
durumu olduğunu da anlatır. Bu denge halinin gerçekleşebilmesi için, Walrasgil denklemlerin
tümünün aynı anda çözümü gerekir. Burada şöyle bir genel denge hali yaklaşımı geliştirebiliriz;
herhangi bir denge bozukluğunda, toplam aşırı talebin, (talebin arzı geçtiği tüm
piyasalarda) toplam aşırı arza (arzın talebi geçtiği bütün piyasalarda) tam olarak
eşit olması gerekir. Bu genel denge hali ve optimum fiyat düzeylerini anlattığı
gibi paretocu ilkeler çerçevesinde pareto optimumunu da bize anlatır. Bu Pareto
örneğini kapitalist sistem içinde dengenin aslında var olan statükoyu korumak anlamına
geldiğini vurgulamak için verdik. Çünkü gelir dağılımının alabildiğince bozuk olan
bir ekonomide bir kişinin durumunu düzeltmeniz halinde bile bina (denge) olduğu
gibi çökebilir. O zaman yapmanız gereken bir şey yok; var olar durum genel anlamda
dengesiz bir durumdur ama dengesizliğin de bir dengesi vardır bunu da sürdürmek
gerekir.

7. Genel Dengenin Sürdürebilirliği (İstikrarı)

Burada temel sorumuz, daha doğrusu Walras’ın temel sorusu piyasanın
bir sektördeki dengesizliği kendiliğinden- diğer piyasalara bakarak- düzeltip düzeltemeyeceğidir.
Yani fiilen dengesiz fiyatlar grubu ortaya çıktığında, piyasa arz ve talep güçlerinin
bu fiyatları denge kurulana kadar değiştirip değiştirmeyeceğidir. Bu sorunun yanıtı
halen çözümsüzdür. Çünkü –kanaatimizce- Adam Smith’in tam rekabetçi piyasası yerini
tekelci yapıya bırakmıştır. Ancak bu yapı çözüldüğü zaman eş anlı bir genel denge
durumu yakalayabiliriz. Ancak bu denge hali de Walras’ın genel dengesi gibi statik
değil, dinamik bir genel denge, daha doğrusu dengesizlik hali olacaktır. Neo-klasik
rekabetçi anlayışta, her firma piyasa fiyatlarını veri alır, piyasada önce fiyatlar
oluşur, sonra firmalar bu fiyatlara karşılık verir. Ancak çözülen bir genel denge
durumundan sonra, fiyatlar nasıl oluşacak? İkinci sorumuz da budur.13 Bu soruya
Walras’ın yanıtı basittir: “Rekabetçi bakış açısından en örgütlü piyasalar, her
mübadelenin koşullarının açıkça duyurulması ve satıcılara fiyatlarını düşürmek ve
alıcılara fiyat tekliflerini yükseltmek için bir şans verilmesini sağlayacak biçimde
ve işlemleri merkezileştiren ajanlar olarak devralınan tellalların aracılığıyla,
alım ve satımların açık artırma ile yapıldığı piyasalardır.”14 Ancak Walras’ın merkezi
planlamanın bir ölçüde “liberal” fiyat versiyonu olan bu merkezi tellalı yeterli
değildir.

Burada tellalın duyurduğu ve/veya piyasanın algıladığı fiyatların
denge grubu fiyatları olması gerekir. Bu olmadıkça genel tellal işe yaramaz. Üstelik
tekel ya da monopol, oligopol hallerinde bu şüphesiz ki geçerli değildir. Ancak
tellal her şeyi gören piyasa dışı bir güç olursa, Walras haklı olabilir. Ya da çok
gelişmiş bir merkezi planlama olgusundan söz etmemiz gerekecek. Ancak şöyle bir
nokta var: Walras, ekonomi tam rekabetçi olduğundan; küçük, nispeten güçsüz firmaların
aşırı arz durumunda fiyatlarını düşürerek sürekli tepki göstereceğini varsayıyor.
Aynı şekilde fiyatlar gereksiz yükseldiğinde buna tepki verecek demokratik ve seçenek
üretecek bir toplum –tüketicinin kamusal aklı- Walras’ın dengesini statik değil
ama dinamik anlamda haklı çıkarabilir. Burada firma teorisi bazında ölçek meselesine
girdiğimizde ölçek büyümesi ve kapitalizmin anarşik işleyişinin Walras’ı devre dışı
bıraktığını görürüz. Ancak, “Walras’ın genel denge modelinin çerçevesi önemliydi
ve hâlâ da önemlidir. Walras’ın piyasasının kendiliğindenliğine ilişkin hayli gerçekdışı
inancını dışarıda bırakırsak eğer, onun karşılıklı piyasa ilişkileri sistemi, kapitalist
bir piyasa sisteminde tam istihdamlı genel bir dengeye ulaşılmasının ne kadar zor
olacağını gösterir. Kuram ayrıca, kriz bir kez başladı mı, ekonominin tüm sektörlerine
nasıl yayılıp genel bir kriz ya da bunalıma dönüştüğünü de gösterebilir. Walras’ın
genel denge çatısı, piyasa anarşisinin en iyi analiz edileceği kuramsal bağlamdır.
Birçok yetersiz tüketim kuramcısı kuramını, Walras’ın genel denge kuramına yakın
bir çerçevede formülleştirmiş olsaydı, sayısız mantıksal ve kuramsal yetersizlikten
kurtulurdu.”15 Şimdi bizim bundan sonra söylemek istediklerimizi, Hunt, başka bir
perspektiften söylüyor. Şimdi, burada iki önemli nokta var; birincisi: Genel dengenin
hangi ölçekte ve ekonomik pazar çerçevesinde olacağı. İkincisi ise genel dengenin
tüm faktör piyasalarında ve pazarlara aynı anda gerçekleşmesi için en azından üretim
faktörlerinin ekonomiden alacakları payın, değişim ve kullanım değer farklılıkları
saklı kaymak kaydıyla, eşitlenmesi sorununun çözülmesi. Yani, sermayenin faizinin
ve emeğin ücretinin üretilenin tüketileceği sınıra kadar yapılması. Bu faizin sonra
da israfın giderek azalacağı ve yok olacağı bir ekonomi için atılacak ilk adımdır.

Sonuç Olarak…

Bugün yaşadığımız kriz bize göstermektedir ki; dünya ekonomisi makas
değiştirmektedir. Tekelci devlet kapitalizmi yerini küresel yeni rekabetçi bir sisteme
bırakmak zorundadır. Bu kriz bize bunu gösteriyor. Bu anlamda Walras’ın genel dengesi
eğer statik değil de dinamik bir çerçevede ele alınırsa yeni bir piyasa ve ekonomi
modeli geliştirebiliriz.

Küreselleşmenin yeni sermaye birikim döneminde sürükleyici sektörlerden
biri olan Bilgi İletişimi Teknolojileri bu tezi güçlendiren bir gelişme göstermektedir.

Şunu söyleyebiliriz: Aslında bu dalga küreselleşmenin dalgasıdır.
Freeman’a göre içinde bulunduğumuz beşinci büyük sermaye birikimi oluşumunu anlatır.16

Freeman beşinci dalgayı 1980’lerden başlatıyor ve günümüze getiriyor.
Bu dönemi tanımlayan temel niteleme enformasyon ve iletişim. Temel taşıyıcı büyüme
sektörleri ise yazılım, esnek üretim sistemleri, sayısal haberleşme ağları, uydu
teknolojisi, biyoteknoloji. Castells, Freeman’ın bu çerçevesini enformasyon teknolojisi
paradigması ile tamamlar.17 Yeni teknolojilerin hızlı yayılımı, bu teknolojilerin
ağ kurma iradesi ve etkileşimi, esnekliğin temel olduğu ve yatırım üretim planlamasını
bilgisayar ağlarına bağlı yapan oluşumların ortaya çıkması ve üretim zincirini oluşturması
paradigmanın başlıca ayaklarıdır. Castells şöyle devam eder: ”Böylece mikro elektronik,
telekomünikasyon, opto-elektronik, ve bilgisayarlar artık enformasyon sistemleri
ile bütünleşmiştir. Bu noktada örneğin çip üreticileri ile yazılımcılar arasında
hâlâ işletme düzeyinde bir farklılık mevcut olacaktır. Ancak bu tür bir farklılaşma,
çip donanımlarına yazılımların yerleştirilmesi kadar, şirketlerin stratejik ortaklıklar,
işbirliğine dayalı projeler çerçevesinde giderek daha fazla bütünleşmesiyle bulanıklaşmıştır.”18
İşte bu gelişme ve kendini yenileme dalgası dünyanın bir önceki dönemde “azgelişmiş”
olan iki kesimdeki ülkelerini dalganın üzerine taşımıştır.

Birincisi batıda düşen kâr oranlarına bağlı olarak batının üretimini
üstlenen ve düşük ücretle dünyanın üretim üssü olan ülkeleri. Bu ülkeler doğrudan
yabancı yatırımları alarak, gelişmiş dünyanın üretimini üstlenmişlerdir. Bu değişim
tekelci yapıyı kuran ulus-devletler hiyerarşisini bitirmekte ve ülkeler arasında
gelişmişlik farkını azaltma yolunda önümüze önemli fırsatlar vermektedir. Burada
insanlık siyasi bir irade gösterirse tekilci-devlet kapitalizmi bitiren yeni bir
dengeye doğru adım atabilir. Bu dengenin, bu makalede anlattığımız eşitlik ve hakkaniyet
kavramlarına dayanan yeni bir ekonomik sistem olduğunu düşünüyoruz.

Şimdi, bu teorik yaklaşımlardan sonra bolluk üreten bir ekonominin
dengesinin (kurulmasının) ancak tekelleşmeyen, tekele izin vermeyen bir kamusal
ekonomi oluşturarak olabileceği sonucunu çıkarıyoruz. Bu da kesinlikle serbestiyet
ve malikiyettir.

KAYNAKÇA

Chric Freeman ve luc Soete, Yenilik İktisadı, TÜBİTAK, İstanbul,
2003.

Cemalettin Canlı-Yusuf Kenan Beysülen Zaman İçinde Bediüzzaman-
İletişim Yayınları-2010-İstanbul

Dr. Murat Çetin, AB’de KOBİ’lere yönelik teknoloji politikaları,
KTÜ, İİBF dergisi, 2005.

E. P. Thomson; İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu; Birikim Yayınları,
İstanbul, 2004;

Edvard Chancellor, Finansal Spekülasyonlar Tarihi; Scala yayıncılık,
İstanbul, 2006.

Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Metis Yayınları,
İstanbul, 1998.

K. Marx Kapital, cilt 1, Sol Yayınları, İstanbul, 1978,

Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 1995.

Mary F. Weid, Bediüzzaman Said Nursi –Etkileşim Yayınları- 2006-İstanbul

R.V. Eagly The Structure of Classical Economic Theory; New-York
Oxford University, 1974 s.3-4.

Robert H. Ballance, A. Ansari, Hans. W. Singer, Uluslar arası
Ekonomi ve Sinai Kalkınma; Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1985

Sebahattin Zaim, Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadi mevzularda
beyan ettiği fikirler. Yayınlanmamış söyleşi.

Sami Uslu, İktisat Risalesi Perspektifinden Küresel Kriz. Köprü
Dergisi; sayı 107, 2009 S. 13.

Sweezy ve Baran, Tekelci Kapitalizm, Kalkedon Yayınevi; İstanbul,
2007.

Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul-1994

Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzleri- İletişim Yayınları-2002

Tuncer Bulutay, Genel Denge Kuramı, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi, Ankara, 1979.

Öz

Bediüzzaman’ın kapitalizm sonrasına ilişkin yaptığı malikiyet ve
serbestiyet devri saptaması, tarihin seyriyle ilgili çok önemli bir gelecek tespitidir.
Kapitalizm, gerçek anlamda bireye malikiyet ve serbestiyet getirmemiştir. Malikiyet
kavramı, Bediüzzaman’daki gibi serbestiyet kavramı ile birlikte kullanıldığında
hakiki ve mecazi anlamda bize yeni bir ekonominin ve oradan çıkarak yeni bir dünyanın
kapılarını açar. Buradaki malikiyet hem tekelci, tekelleri doğuran, koruyan ulus-devletin
de ekonomik olarak hâkim olmadığı bir iktisadi nizama hem de insanın Allah’a dönerek
bütün evreni bilmesi anlamına gelir. Bu bilme bir dengedir. Bu makale, bu dengenin
aslında iktisadi olarak evrene içkin olduğu varsayımından hareket ederek Walras’ın
"Genel Denge" modelini ele almakta ve Bediüzzaman’ın geleceğe ilişkin tarihsel tespitlerini
bu bağlamda irdelemektedir.

Anahtar Kelimeler: İktisat, kapitalizm, malikiyet, serbestiyet,
genel denge modeli, ihtiyaçlar, rızık, adalet, faiz, İslam iktisadı, sermaye, piyasa,
tekel, devlet

Abstract

Bediüzzaman’s determination of post-capitalist period as the age
of ownership and liberty is a very important one concerning the course of history.
Capitalism could not bring a real ownership of liberty to the individual. The concept
of ownership, when used with the concept of liberty as in Bediüzzaman, opens us
the doors of a new economy and a new world actually and symbolically. Here, ownership
refers to both an economic order, where monopolistic nation-state that gives birth
to and protects monopolies is not economically dominant and person’s knowing the
whole universe by turning her face to Allah. Such a knowing is a equilibrium. Based
on the assumption that this equilibrium is in fact inherent to the universe economically,
this article deals with Walras’ ‘General Equilibrium’ model, and analyzes Bediüzzaman’s
historical determinations regarding the future in this context.

Keywords: Economy, capitalism, ownership, liberty, general equilibrium
model, needs, livelihood, justice, interest, Islamic economy, capital, market, monopoly,
state.

Dipnotlar

1. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşr., İst. 1994, s. 650.

2. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşr., İst. 1994, s. 353.

3. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşr., İst. 1994, s. 650.

4. Nursi, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşr., İst. 1994, s. 146.

5. Prof. Dr. Sabahattin Zaim, Bediüzzaman Hazretlerinin iktisadi
mevzularda beyan ettiği fikirler. Yayınlanmamış söyleşi.

6. Sami Uslu, İktisat Risalesi Perspektifinden Küresel Kriz.
Köprü Dergisi; sayı 107, 2009 s. 13.

7. Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzleri, İletişim Yayınları,
2002, s. 81.

8. Sami Uslu, İktisat Risalesi Perspektifinden Küresel Kriz
Köprü Dergisi; sayı 107-2009 s. 15.

9. Burada israfı, yaratılan değerin ölçüsüzce paylaşılması bir
yana, ölçüsüz dağılımın gereksiz harcanması ve tüketilmesi ve adaletsizliğin bu
yolla sürekli kılınması şeklinde anlayabiliriz. İşte, İslam bu anlamda ve bu anlamdaki
sonuçları itibariyle israfa karşı çıkar. Burada israfa karşı çıkmayı “bireylerin
kazandıklarını diledikleri gibi harcama özgürlüklerine karışma” olarak anlayan anlayışla
karıştırmamak gerekir.

10. Sami Uslu; age.

11. Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzleri, S: 184 İletişim
Yayınları-2002-İst.

12. Tuncer Bulutay, Genel Denge Kuramı, A.Ü. SBF –1979- S: 71.

13. Örneğin 2008 krizi tüm fiyatları ve küresel dengeyi bozan
bir krizdir. Bu kriz sonrası da bu soruyu sorabiliriz.

14. Walras, Element of Pure Economics, S: 42.

15. Hunt, E.K. İktisadi Düşünceler Tarihi: S. 354; Dost yayınları,
2005-Ankara.

16. Chris Freeman, Luc Soete, Yenilik İktisadi TÜBİTAK-2003-İst.

17. Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi, 2005, Bilgi Üniversitesi,
İstanbul.

18. Manuel Castells, A.g.e., s. 91.