Alienation and Descriptions of Alienated Men in
Small Words

“İnsan olarak yaşayabilmek için kişi insanüstü olmalı”

Saint Augustine

Yabancılaşma

1.

Bıkkınlık, tiksinti, bulantı ve yaşamaya duyulan isteksizliğin de, “esas olandan” tebeî olana, süreklilikten “önünü görememe”ye olan kaymaya yabancılaşma
diyebiliriz. Yabancılaşma insanın kendisini güçsüz, amaçsız, güvenliksiz; hayatını da belirsizlikte hissetmesidir. Hipodrom ve stadyumlarda, bütün bu devasa
kalabalıkların arasında kendini kaybolmuş gibi hisseden insan da; sanatında
kendini göremeyen insan da yabancılaşmıştır diyebiliriz. İnsan emeğine de yabancılaşır, ereğine de.

Modernizmin en temel unsurlarından olan rasyonellik delile dayanmaktan
ziyade şüphe içinde yaşamak demektir. Şüphe insanı tedirginliğe; sonra hayattan allerji duymaya, nihayette yaşamaya olan iştiyâkın kırılışına dek sürükleyecektir. Yabancılaşmaya tanı koyarken zorlandığımız husus, tam da onun bu
“allerjik” yapısından kaynaklanır. Modern toplum kaskatı kesilmiş bürokratik
yapısıyla ve formalize olmuş insânî ilişkileriyle şefkate yabancılaşmış; cinsiyete
ve ekonomik birlikteliğe yönünü dönmüş; negatif anlamda bir “toplum” olmuştur.
Modernizm, kurgusu gereği geleneksel toplum tipinin yapı taşlarından olan
cemaât ve cemiyet kavramlarını dönüştürmeye kalkmıştır. Hikmet ve beşâretin
üretildiği bu iki mühim yapıyı zedelemiş; sonuçta insanın “bilgelik” yüceliğinden “ukalâlık” düşkünlüğüne sürüklenmesine sebep olmuştur. Bilgelik “kendini
tanıma”yı gerektirirken, modern ukalâlık “böbürlenme”yi getiren içeriğiyle insanı önce kendisiyle sonra da toplum ve kâinâtla barışıklığı bozulan psikopatik
bir vak’â durumuna indirgemiştir.

2.

İnsanın tabiata karşı donuk bir tavır sergilemeye başlamasını dillendirmenin ilk defa J.J.Rousseau‘ya nasib olduğu söylenir. XVIII. ve XIX. asrın katı, boş,
havâi, amaçsız ve serseri atmosferinde ortaya çıkan Varoluşçular, Spinoza’dan
Kierkegaad’a, Hegel’den Fichte’ye değin modern hayatta sıkça tezâhür eden
şekliyle yabancılaşmayı tarif etmeye çabalamış ilk topluluktur. Eski Ahid‘te
insanın putlar edinmesi nin onun kendi hakikâtine yabancılaşması olarak tarif
edilmesinden çağlar sonra fıtrata ve tabiata ecnebi duran bir dünyanın oluşması
sanayileşme ve kentleşmeyle eş zamanlı seyredecektir.

Hegel’e göre yabancılaşma “insanın Mutlak Ruh‘tan uzaklaşması” dır. İhtiyacın kuyusu derinleştikçe, insan, kendi kişiliğini, sahibi olduğu mal ve ortaya
koyduğu hizmetlerle tanımlamaya başlamış; dolayısıyla “kendi özü”nün uzağında kalmıştır. Bu bakımdan Hegel için yabancılaşma kutsal olanın yozlaşması demektir. Feurbach, Hegel’den daha ileri gider ve yabancılaşmayı insanın kendini
bir “tanrı olgusu” na kaptırması, kendi dışında bir irade merciinin varolduğunu
varsayması olarak tanımlar. Tanrı, bilinen mânâsıyla tanrı değil, insanlığın mutlaklaştırılmış öznel yapısıdır.

Marksizme göre insanın emeğiyle, bizzat uğraştığı meslekle olan ilişkisinin
zayıflayıp yok olmasıdır yabancılaşma. Uzmanlaşma, modern insanı güçten düşüren ve kabiliyetlerini daraltıp körelten kaçınılmaz bir durumdur. Uzmanlaşan
modern insan artık daha fazla kişiye muhtaçduruma düşen birisidir. Geleneksel
toplumda işi planlayan, işi ele alan, geliştiren ve icrâ eden bireyler; modern
toplumun yabancılaştıran yapısıyla iş bölümünün sadece küçük bir parçasını
oluşturur. Metâ olarak üretilen şeylerin kullanım değerlerinden çok mübadele (değişim) değerlerine önem verilmesi Marks‘ın deyimiyle bir “Fetişizm” dir;
kullanım amacına tutunmaktan çok imaj (veya marka) düşkünlüğü de denilebilecek bir “saygınlık kayması” dır. İşte insanın insanı ilgilendiren emtiâ ile arasında meydana gelen bu çapraşık durum yabancılaşmanın bir başka boyutudur.

3.

Psikolojik anlamda insan iradesinin zayıflamasına engel olamadıkça kendisine yabancılaşmaya devam eder. Ne hareketlerine, ne sanatına, ne şahsiyetine,
hasılı kendini diğerlerinden ayıracak olan hususlara sahip çıkamayacak durumda olan modern insan; beklenildiğinin aksine tam bir fatalist veya nihilist olmak
zorunda kalmıştır. Rasyonalizm ve bilimselciliğin, biraz da Liberalizmin etkisiyle ilâhî olana başkaldıran modern insan ümitsizlik içinde ateizme veya üzüntü
içinde bir boşvermişliğe kendini bırakmış durumdadır. Üç asırdır ileri sürülen
tezlerin, kabul görmüş paradigmaların ve dehşet verici boyutlara ulaşabilmiş
ideolojilerin birer birer eriyişi bu ümitsizlik ve boşvermişliğin kaynağını oluşturur. [1]
Yargılarına sahip çıkamayan, sözüne güvenilmeyen, kendisine ve çevresine
kayıtsız duran, güvensiz, iki yüzlü ve hodbîn insanlara her zamankinden çok
daha sık rastlanılmaktadır. Fromm’un dediği gibi “tuttuğu yolun sonunda bir gayenin olması gerektiğine inanan sürü” den başka bir şey olmayan modern toplum
zamanın ikindi vaktine, kendisine yemin edilen döneme (Asr‘a) denk düşmüş;
kıyametin kapısını çalmasını bekler bir vaziyette, pek geniş zannettiği, camdan
yapılmış dünyasının duvarlarına kafasını çarpmanın şaşkınlığını yaşamaktadır.

Kapitalizm‘in tüketim kültürüne olan ihtiyacı, başdöndüren bir hızla ilerleyen enformasyon dünyası, bilim ve bilgi ile oluşturulan dünyanın gayr-i ahlâkî
ve gayr-i insanî bir şekil alması, bilgi’nin bilgiyi üreten olarak insandan ayrıştırılması da yabancılaşma’yı koyulaştıran unsurlardandır. İnsanlar aşırı bir şekilde kışkırtılmış şehvetleri ve sahip olma duyguları sebebiyle artık kendilerini
bir şey elde etmede yeterli güce sahip olmayan, davranışlarını anlamlandıran
formatlardan yoksun, normsuz, kuralsız; her an beraber olduğu insanlardan
duygusal olarak tecrit edilmiş gibi hissetmeye başlamışlardır. İletişim dünyasının sunduğu avantajların böylesine zarar veren boyutlara ulaşması modern
toplumun yabacılaşmasını hızlandıran diğer bir husustur. Medyatik toplum
gerçekte kör, sağır ve kötürüm bir toplumdur. Kördür, çünkü temâşâ eden değil
kendisine sunulanı izleyendir; sağırdır çünkü duyan değil işitendir; kötürümdür, çünkü uğraştığı herhangi bir işte aktif olarak yaptığı şey iş denemeyecek
kadar pasif bir aktivitedir.

4.

Doğu toplumlarının yabancılaşmayla tanışmaları lâik/seküler eğitimin getirdiği kuşaklar arası kültür çatışmasının anormal boyutlara ulaşmasıyla gözlemlenir. Sanayileşmeye ve teknolojik yapılanmaya çok çabuk ayak uydurabilen
Doğu toplumları Batılının pozitivist ve rasyonalist düşünme tarzına da, seküler
hayatına da bir anlam verememektedir. İşte modern Batı toplumlarıyla modernleşmeye çalışan Doğu toplumları arasındaki yabancılaşma farkının esas
noktası işte bu husustur. Birisi modernizmin getirdiği iç bunaltıcı bir hayatı
yaşamaktan; diğeri devamlı bir şekilde bu hayat tarzını sunan Modernizm‘i
kavrayamamaktan kaynaklanan bir kimlik sorununu yaşamaktadır.

Yabancılaşmayı besleyen diğer önemli bir husus kuralsızlık veya normsuzluk da denilebilecek olan anomi mefhumudur. Sistematik olarak ilk defa
Durkheim‘ın kullandığı anomi kavramı, değişim karşısında toplumu kontrol eden
değerlerin ve genel geçer kuralların işlevlerini yitirmesini ifade eder. Anominin
yabancılaşmayla atbaşı gitmesi, kuralsızlığın ya da kuralların fonksiyonlarını
yitirmesinin insanın kendisinden başlayarak kâinata kadar uzanan çevresiyle
olan iletişiminin kesintiye uğramasından kaynaklanmaktadır.

Varolan kurallar bütününün ihtiyaçlara cevap verememesi; totaliter veya
muhafazakâr sosyal yapının da değişime karşı direnmesi sonucunda „ara
nesiller“in oluşması geçici bir anomi ve yabancılaşma devresini netice verir.
Türkiye’de 70’li yılların kuşağı ile Avrupa ve Amerika’da 68 kuşağı denilen neslin bu türden bir anomi ve yabancılaşma yaşamış “ara nesiller” olduğu söylenebilir. Anominin bir kitle oluşturması ve faşizme veya anarşizme zemin hazırlaması; yabancılaşma sancısı çeken, eski ve işlevini yitirmiş kurallar karşısında
“devrimci” konumuna itilen insanların sorgulan(a)mayan bir ideal uğrunda birden bedevice bir araya gelmeleri (kitle oluvermeleri) sebebiyledir. Bu şekilde bir
araya gelmiş toplulukların adeta olumsuzlukları kendine çeken bir paratoner
vazifesi görmeleri ve “anarşist, günahkâr, haysiyyetsiz ve tahripkâr” olarak sonra
gelenlerce aşağılanmaları mukadderdir.

Topluma ve genel kurallara olan aykırılığa yabancılaşma denilse de tersden
gelimle insanın topluma ve kurallara ayak uydurmak için kendi ben’ine uzak düşmesi, kendi hakikâtini dönüştürmeye veya bozundurmaya çabalaması da
yabancılaşma olarak görülebilir. Bu husus özellikle çok sayıda etnik grubun
dahil olduğu ve hâkim sınıfın ideolojisinin çok baskın bulunduğu topluluklarda
sıkça rastlanılmaktadır. Demokrasinin bir türlü insanlara iç huzur sağlayamaması, demokratik toplumda hep bir yozlaşmaya kaymanın görülmesi, modern
toplumun yabancılaşmaya oldukça elverişli olan kareografisi dolayısıyladır. İşte
tarihin hiçbir devresinde görülmemiş derecede bireyin ve toplumun yozlaşması
hali, tek kelimeyle “yabancılaşma” olarak karşımıza dikilmektedir.

Küçük Sözler ve yaban(cı)laşan insan tasvirleri

1.

İnsanın kendi özünü, anlamını, kökenini ve bu dünyada bulunuşunu anlamlandıramaması yabancılaşma kavramıyla açıklanmaktadır. Bu mânâda, Risale-i
Nur metinlerinin kendi özüne yabancılaşmış insan tasvirleriyle dolu olduğu
söylenebilir. Modernizmin ortaya koyduğu insan tipinin “güçsüz olanı sömürmeyi meşru gören, sosyal ilişkilerin tamamen rekabete dayandığına inanan, devamlı
şüphe ve kaygı ile atbaşı giden aşırı bireyselliğe alışmış olan, menfaatini devamlı
önde tutan”
yapısı, yabancılaşmış insanın davranış tarzını çerçeveler.

Geleneksel diyebileceğimiz insan için hayatta teavün (yardımlaşma), tesanüd
(dayanışma), teanuk (sarılma) ve tecavüb (başkalarının ihtiyaç ve taleplerine duyarlı olma) esastır. Birinci Söz’de modernist dünyanın ortaya koyduğu insan bir
takım sebeplere dayanıp aslında hiç de gücü ve iradesi olmayan şeylere bel bağlayarak dilencilik eden, Mün’im-i Hakikiyi tanımadığından kendi nefsine güvenen ve herşeyi kendine düşman zanneden, büyük balık küçüğünü yutar diyerek
güce tapınan, eşya ile olan bağını raslantıya bağlayan bir “mağrur” olarak tasvir
edilir. Kâfir veya fasık olan tipik modernist insan hem hodbin, hem ta’lisiz,
hem hodgâm, hem hodendişhem de bedbin dir. Memleket, onun nazarında bir
matemhane-i umumî olduğundan, sarhoşluk ve unutkanlık veren bütün uyuşturucu unsurlara sarılır. Herşey ona düşman ve ecnebidir; etrafta müthiş cenazeler ve yetimler vardır. Gülmeyi ağlamak, terhisatı soymak, talan etmek, firak ve
zevale gitmek olarak görür. Tevellüdat-ı hayvaniyye, aslında bir ahz-ı asker değil evrimin herhangi bir evresinde gerçekleşen basit süreçler manzumesidir.

İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür manevi bir zakkum-u
Cehennem tohumunu saklıyor.

Modernitenin seküler, laik ve profan dünyası, iman ve ibadet gibi dinî
muhtevası olan şeyler yerine fısk ve sefahet olarak düşünülebilecek bağlantısız
bir hayatı dayatır. İntizamsızlık ve hükümetsizlik düşüncesini içinde barındıran
modern bireycilik, nizamsızlığı, minneti, korku ve cinneti içeren bir yapı olarak
anarşizmin dizginlenmeye çalışılan bir formunu oluşturur. 3. Söz’de bahsi geçen sol yolu tercih eden hasaret ve helaket yolcusu , modernizmin resmettiği bireyin
genotipini taşır.

Ahiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır.

Beşinci Söz‘de, hayat, modern materyalist felsefe ile alûde olan insan için
daima nafakasını düşünüp tedarikine çalışacağı bir dağdağalı ortam olarak
tasvir edilir. Homo Economicus için hayat-ı dünyeviyye gayeyi maksattır. Fakat
modernliğin ortaya çıkardığı dünyada zenginler hep zengin kalan ve toplumun
diğer kesimlerinden fazlasıyla ayrışan bir yapı arz ederler. Devamlı çarpışma,
cidal ve boğuşma sonucunda pek az insan sınıf değiştirmeye muvaffak olur.
Sınıf kavramının en derin bir hâl alması tüm insanlık tarihinde modernizmin olgunluk zamanlarına denk düşer. Muallem ve vazifeperver bir insan olmak için
güdülenen insanın, tarihin bu kırılma anında temelsiz, acemi ve nefisperver bir
serkeşe dönüşmesi modernizmin ortaya çıkardığı yabancılaşmayla mümkün olabilmiştir.

Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim
çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona
göre çalışsan; o vakit hayvanatın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada
Cenab-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri
olursun.

Tarih boyunca, insanın dünyadaki varlığını anlamlandırmanın yolları aranmıştır. Bu dalgalı muharebe meydanında her insan “madem herşey elimizden
çıkacak, fâni olup kaybolacak; acaba bâkiye tebdil edip ibkâ etmek çaresi yok mudur” sorusunun cevabını aramıştır. Modernliğin psikolojik altyapısını oluşturan
yabancılaşmanın insana biçtiği rol “tanrının yerine geçecek olan “süper insanın inşası”için her türlü iş ve işlemde kullanılacak bir ara eleman olmaktır.
Devamlı taciz eden ölüm karşısında unutmak veya bu acıyı yüceltmek ancak
böyle mümkün olacaktır. İnsanın dünyadaki valığının sebebini bir süper egonun inşası olarak tanımlayan modern öğreti; inancı ve imanı akılcılık marifeti
ile küçümsemeye yeltenmiştir. Fakat Akılcılık ideasının sonunda ortaya çıkan
irrasyonel postmodern durum; şaşırtıcı bir şekilde insanı geleneğin kapısına
getirmiştir. 6. Söz’de, insanın bekâya olan iştiyakına cevap verecek şeyin iman
ve ittiba olduğu vurgulanır.

Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor,
dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: “Madem herşey elimizden
çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek çaresi yok mu?”
deyip, düşünürken birden semavî sadâ-yı Kur’an işitiliyor. Der: “Evet var. Hem, beş
mertebe kârlı bir surette güzel ve rahat bir çaresi var.

Sual: Nedir? Elcevab: Emaneti, sahib-i hakikîsine satmak…”

Kutsal insanların menkıbelerini içeren temsillerin romanın ortaya çıkmasıyla popülerliklerini yavaş yavaş kaybetmeye başlaması ile, hikmeti yayan
kutsal metinlere bilgiyi yaygınlaştıran ansiklopedik metinlerle karşı durulmaya başlanması yabancılaşmanın ilk evresini oluşturur. Beşeriyetin mutluluğunu
kutsal metinlerin dışında arayan 18. yüzyılın haşarı ve kural dinlemez nesli,
bıraktığı miras ile 19. yüzyılın aşırılıkla malul olmuş dünyasını doğuracak;
Komünizmin ve Darwinizm’in yükselişleri yüzyılın sonuna denk düşecektir.
Tabiata kendini salıverdikçe mutsuzlaşan; mutsuzluğu arttıkça saldırganlaşan
topluluklar iki dünya savaşında insanlığı tarihin hiçbir devrinde rastlanılmayan
acılarla buluşturdular. Savaşın karmaşık ortamında modernizmin özel bir durumu olan postmodernizm doğdu.

İç bulantısı, göz karartısı ve kaynağı belirsiz bir sıkıntı halindeyken kendini
kâh oraya, kâh buraya atan; ne yaptığının ne de söylediğinin farkında olmayan insanın içinde bulunduğu hâl “postmodern durumu” karakterize edebilen
bir ruh hâlidir. Modernizme karşı çıkıyormuş gibi yapıp, bunu niye yaptığını bir türlü doğru ve yetkin bir şekilde ortaya koyamayan postmodernizm;
Docherty’nin dediği gibi “hayaletimsi” haliyle bazen semantikten bazen pragmatikten dem vurmaktan kaçınmaz. Postmodernizmden bahsedebilmek için,
esasında, öncelikle hangi tür postmodernizm diye sormamız gerekecektir. Anlamını kullanıldığı bağlamdan alan bu hayalet, çoğunlukla modern düşünce ve pratiğin eleştirisine yeltenmiş gurebânın söylencesinden dünyalarımıza teşrif
etmiştir. Bu gurebânın bir disiplin olgunluğuna erişememiş yaklaşımları, post-modern düşünceyi gerçek bir –izm şekline dönüşmekten alıkoymaktadır. Bu
sebeple, genelleştirilebilir bir postmodern düşünce tarzından daha çok postmodern durumlardan söz etmek daha doğru olacaktır.

Bu “sözde durum”un köklerini Nietzche’den Dadaizm’e; hatta St.
Augustinus’un İtirafları’na kadar dayandıranlar olsa da; ana teması modern olanı eleştirmek ve ona karşı çıkmak olarak düşünüldüğünde, postmodern durumun 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde başladığını söylemek daha doğru olacaktır.
Aydınlanma ile oluşan entelektüel yapının bizi hümanist, seküler, demokratik,
bilimsel akla dayanan, ilerlemeci ve insan merkezli bir ideolojik tutuma getirmesinden hemen sonra Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın var olan modern yapının temellerini sarsması; bunalım yıllarının, sahip olduğumuz ve inandığımız
her şeyi tehdit eden bir canavara dönüşmesine sebep olmuştur. Artık bir tepki
ve kopuş devrinin başladığını; değişimin bozunmuş bir şekline, parçalanmış
bir karakterin debelenişine şahit oluyoruz demektir. Foucault’un dediği gibi
hiyerarşi ve sistemin yerini artık anarşinin alması beklenmelidir. Nazizm, soykırım, açlık, savaş ve toplama kamplarının yaygın ve etkin şekilde ortaya çıktığı
20. yüzyılın ilk yarısında modernizmin öngördüğü bütün hümanist, ilerlemeci,
bilimi ve aklı kutsallaştırıcı önermeler hayli örselenmiştir. Postmodernizm işte
tam da bu bağlamın sözcüsü olmak isteyen yeni bir durum olarak ortaya çıkıvermiştir. Başkaldırının ve eleştirinin kutsandığı bir durum olarak postmodernliğin salt yıkıcı olduğu, evrensel olanı inkâr etmesi ve yerel olanın tesis edilmesini öngörmesiyle bir aşırı-durumu ortaya çıkardığı; dolayısıyla da herhangi
bir sosyolojik, etik, ekonomik veya politik yapı oluşturamayacağı düşüncesinde
olanların hayli fazla olduğu gözden kaçırılmayacak bir durumdur.

Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı bu aşırı durumun öngörülerine şifa
olacak önermelerle doludur. Yedinci Söz, tam da bu postmodern durumu tarif eden remizlerle süslüdür. Dehşetli derin yaralar almış insanlık, arkasında
ekonomik ve sosyolojik çöküntünün kendisini toprağa çektiği me’yusane bir
hâlet-i ruhiyye içindeyken; modernizmin şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı atmosferinden sonra, zinetli, süslü, fantastik bir durum ortaya çıkacaktır. Post-modernizm, önce san’attan dem vurmakla başlayacak, fakat sonra işi ideologya
üretmeye götürecek, yine insanın önünde duran “ölümü öldürmek, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi
var mıdır” suallerini geçiştirmek zorunda kalacaktır.

Toynbee’nin 1875’ten itibaren Batı uygarlığının girdiği iç karartıcı bir tarih
kesiti olarak gördüğü postmodern dönem Lyotard’dan Derrida’ya, Foucault’dan
Barthes’e, Baudrillard’dan Rorty’ye kadar pek çok modernizm karşıtı filozofun
zihin jimnastikleriyle heyulâdan heykele dönüşmeye başlamıştır. Varoluşçuluktan Nihilizm’e değin birçok felsefenin bu dönüşüme katkıda bulundukları
rahatlıkla gözlemlenen bir durumdur.

Modernizmden sonra postmodern durum da insanın iki müthiş yarasına
merhem olamamıştır: “müz’ic ve hadsiz bir acz-i beşeri; diğeri elim, nihayetsiz
fakr-ı insanî”… Bediüzzaman, acz-i beşeri yarasının ilacı olarak en müthiş mu-sibet karşısında dahi sabır ve tevekkül göstermek mânâsında Sultan-ı Cihan’a
dayanmayı; fakr-ı insani için en mük emmel ilaç ise kâinatın her şeyinden bir
menfaat çıkarmaya çabalamak değil, belki “Rezzak-ı Rahim’in rahmetine itimad mânâsında şükür ve kanaat ile talep ve dua etmek”tir der.

Özet

Yabancılaşma, insanın kendisini güçsüz, amaçsız, güvenliksiz; hayatını da
belirsizlikte hissetmesidir. Sanatında kendini göremeyen, özünü kaybeden insan yabancılaşmıştır. Modern toplum da kaskatı kesilmiş bürokratik yapısıyla
ve formalize olmuş insânî ilişkileriyle şefkate yabancılaşmış, negatif anlamda bir
“toplum”dur. Bu yazı, modernlik kurgusunun neticesi olan yabancılaşma kavramının Küçük Sözler’de işaret ettiği insan tasvirlerini ele almakta, insanın kendi
özüne işaret eden unsurlara dikkat çekilmektedir.

Anahtar Kelimeler

Yabancılaşma, modernizm, sekülerlik, anomi, hayat gayesi

Abstract

Alienation is a person’s feeling himself/herself as weak, aimless, insecure
and his/her life in uncertainty. A person who cannot see his/her self in his/
her art or who has lost his/her self is alienated. Modern Society with its stiff
bureaucratic structure and formalized human relations is in its negative sense “a
society” alienated from mercy. This study deals with the concept of alienation,
which is a result of modernization and with the descriptions of men it points
out in the Small Words and pays attention to the elements denoting the essence of man.

Key Words

Alienation, modernism, secularism, anomy, purpose of life

Dipnotlar:

[1] 1. “18. ve 19. yüzyılın sarsılmaz denilen gerçekleri ya yok olmuş ya da çözülmüş bulunmakta; buna karşılık
yeni toplumsal değerler görülememektedir. Böylece ne kabul etme ne de reddetme imkanına sahibiz; ne isyan
etmek ne de ümit etmek için bir şevk ve heyecanımız kalmadı/ W Mills”..”Üniversite gençliğinde Anomi ve
Yabancılaşma”s.195