Giriş

Yakın tarihimizin önemli olaylarına şahitlik yapan Bediüzzaman Said
Nursî, Osmanlı’nın çalkantılı dönemlerine ait olaylar zincirini zengin bir
materyale dönüştüren ve bundan hareketle çok yönlü ve her döneme uyarlanabilecek
Kur’anî düsturlar ortaya koyan önemli bir şahsiyettir.

İttihad ve Terakki döneminde başlayan baskıcı siyasi tutumlar Kemalist
rejimle mutlaklaştırılmıştır. Yakın tarihimizin ırkçı, militarist ve jakoben
süreçleri en çok din ve dil özelinde yoğunlaşmıştır. Din özelinde Müslümanlar,
dil özelinde de Kürtler hedef alınmıştır.

Problemi aşmanın pek çok alternatifi mevcuttur. Bunlardan birisi “ulema”
realitesidir. Kürt probleminin çözümünde “ulema” önemli bir misyon
yüklenebilir.

Müslüman toplumlarda ve Osmanlı toplumunda merkezî bir konuma
sahip olan ulema, İslam tarihinde önemli roller oynamış ve Peygambere
(asm) varis olma vasfından dolayı saygın konumunu her zaman muhafaza
etmiştir. Hazreti Ömer döneminden beri Müslüman olan Kürt toplumunda
da ulema önemli roller üstlenmiş ve toplumun istikrarına önemli katkılar
sağlamıştır.

Said Nursî, ulema kültürünün temsilcisi olup bu kültürün halk kültürü
ile bağ kurmasına önemli katkılar sağlamıştır. Mevlana Halid-i Bağdadi
ve Molla Ahmed-i Ceziri gibi değerlerden beslenen Kürt halkının irfanı bugün Said Nursî ismi ile somutlaşmıştır. Dolayısıyla Kürt probleminin çözümünde Said Nursi’nin önerileri çözüm arz etmektedir.

Bu bağlamda Bediüzzaman’ın Kürt reçetesi olan “Münazarat adlı eserinde
“ulema’ya yüklenen misyon, analiz edilmesi gereken önemli bir noktadır.

1-MÜSLÜMAN TOPLUMLARDA VE
KÜRTLERDE ULEMANIN ROLÜ

Âlim kavramının çoğulu olan ulema, saadet asrından bugüne bütün
Müslüman coğrafyalarda saygın bir konuma sahip olmuştur. İslam dininin
prensiplerine uygun olarak toplumun değerlerini muhafaza etmeye çalışan
ulema, gücünü Kur’an ve Hadis’ten almaktadır.

Müslüman toplumlarda merkezi bir konuma sahip olan ulema ilk çağlardan
beri toplumun bütün problemleri ile ilgilenmiş ve Müslüman halkı
gözetlemiştir. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı döneminde ulema ayrıcalıklı
ve güçlü bir birim olarak varlığını sürdürmüştür.

Devlet adamları halkın din ve maneviyatından sorumlu olan ulemanın
fikrine her zaman başvurmuş (Özkul, 2009:1) ve onlarla istişare etmiştir.
Ulema İslam tarihi sürecinde her zaman yönetimden bağımsız bir statüye
sahip olmuş ve peygambere (asm) varis olma vasfından dolayı saygın konumlarını
muhafaza etmişlerdir.

Hazreti Ömer döneminden itibaren İslamiyet’i kabul eden ve bugün
yüzde 99’u Müslüman olan Kürt toplumunda da ulemanın rolü son derece
önemli olmuştur. Bu rolün derecesini anlamak için Kürt toplumunu yakından
tanımak gerekmektedir.

Her toplumda olduğu gibi Kürt toplumunda da sosyal yapı belli katmanlardan
oluşur: mirler (beyler), ağalar, eşraf, şeyhler, melalar (mollalar) ve
halk tabakaları (Tan, 2009:49-56). Modernite ve küreselleştirme süreçleri
bütün dünyada olduğu gibi Kürt toplumu üzerinde de yıkıcı bir etki gerçekleştirdi.
Bölge halkı ciddi bir transformasyon yaşadı. Buna rağmen şeyh
ve mela sınıfının etkinliği öteden beri mevcut olmaya devam etti. Şeyhlerin
dini otorite ile birlikte siyasi etkinlikleri söz konusu iken “mela” doğrudan
“aydın” tanımlamasına tekabül eder.

“Özellikle 1800’lü yılların sonlarında “şeyhler aşiret organizasyonun dışında
oldukları için aşiret kavgalarının çözümünde uzlaştırıcı bir rol üstlenebilmekteydiler.
Bu nazik zamanda, onlar için yeni bir nüfuz sahası açıldı.
Artık bundan sonra şeyhler, siyasi liderler olarak da gittikçe artan bir şekilde,
sık sık boy göstermeye başladılar” (Mardin, 1993:185).

Müslüman Kürt halkının dinî, toplumsal ve kültürel kodlarının şekillenişinde
Mele’ Ahmed-i Hani, İdris-i Bitlisî vb. binlerce Müslüman Kürt
ulemanın izleri mevcuttur. Müslüman Kürt halkının bin yıllık irfanı Mevlana
Halid-i Bağdadi, Molla Ahmed-i Ceziri gibi değerlerden beslenmektedir.
Bu değerler bugün Said Nursî etrafında dolaşmaktadır.

İbn’ül Esir, İbn-i Teymiye, İbnü’l Halikan, Ebu’l Feda, Bitlisli Şerefhan,
Şair Nefi ve Urfalı Nabi gibi birçok Kürt asıllı yazar, şair ve bilim adamı
eserlerini Arapça, Türkçe ve Farsça yazmış (Tan, 2009:45) ve İslam’ın şuurunu
Kürt halkının duygularına yerleştirmişlerdir. Bu rolü bugün güncel ve
yetkin konumu ile Said Nursî oynamaktadır.

2-KALICI BARIŞ, EĞİTİM VE ULEMA

Kâinattaki fıtrat kanunlarına muvafık hareket etmeyen sosyal cereyanların
neticeye ulaşması mümkün değildir (Nursî, 2007b:286-287). Fıtratın
toplumdaki dili tearüf, teavün ve barıştır. Kalıcı barışlar tedrici süreçlerle
gerçekleşir. Ani ve sarsıcı yollar istikrarlı barışı sağlayamaz. Kâinattaki ilahi
kanunlar gibi sosyal ve ferdi hayatımız da bu tedricilik üzerine işler. Tedrici
sosyal tekâmülümüzün temel parametresi hiç şüphesiz eğitimdir. Eğitimli
bireyler ve bu bireylerden müteşekkil toplumlar terör yerine ilim ve sanat
konuşurlar.

Ulema, böyle bir medeniyet toplumunu inşa etmede önemli roller oynayabilir.
Din dışı bir ulus devlet inşa etmeye çalışan Cumhuriyet eliti hem
Türk, hem de Kürt toplumunda fıtratın dilini sarsıntıya uğratmışlardır.
Akamete uğrayan bu dil ulemaca tekrar inşa edilmelidir.

Ulema bu rolleri ile toplumda yeniden görücüye çıkarılmalıdır. Eğitim
bunun yolu olmalıdır. Eğitimin kendisi de bu anlamda mecrasından saptırılmış
ve topluma yabancı bir pozisyona itilmiştir. Anadolu toplumunun
değerleri ile eğitimi karşı karşıya gelmiştir.

1920’de bu durumu keşfeden Bediüzzaman Kürtlerin medeniyetin ana
damarı olan ilim (fünun) ve eğitimden (maarif-i cedide) nefret ettirildiklerini
dile getirir. Bediüzzaman bu nefretin sebeplerini dört ana başlık altında
toplar: 1-Görünüşte yabancılardan gelmesi 2-Kendi içinde çatışmacı ve
uzlaşmaz bir üslup taşıması 3- Medrese modeline aykırı olması 4- Mektep
ehlinin İslamiyet’i zahiri ve taklidi olarak bilmesi ve itikadî anlamda şüpheci
bir çıkmaza saplanması. (Nursî, 2009: 27)

Bediüzzaman’ın bu duruma karşı çözüm önerisi ise şöyledir: “Aşiret,
alaylılık ve askerlik bab-ı alisi ile mekatip ve maarifi içlerine idhal ve maden-i saadetleri olan medaris-i münderiseyi (izi kalmamış medreseler)
ihya ile ulum-i diniye ile beraber fünun-u lazıme-i medeniyeyi Kürt uleması
tedris etmektir. (Nursî, 2009: 27)

Bediüzzaman “Aşiret, alaylılık ve askerlik bab-ı alisi” gibi siyasi nüfuz ve
maddi güç unsurlarının politik uygulamalarda rol alması gerektiğini ifade
eder. Aşiretten kasıt bölgenin toplumsal tabanıdır. “Alaylık ve askerlik bab-ı
âlisi” ile de Bediüzzaman bürokrasiyi kastediyor olmalıdır. Kısaca devlet
ve halk politik seferberliği beraber yürütecek. Yani Bediüzzaman tabandan
gücünü alan bir eğitim modeli önerir ve bu modelin en önemli öncüsü
olarak da “ulema”yı görür. Bu ulema medrese, tekke ve mektebi barıştıran
modern dönemlerin Müslüman ulemasıdır.

Yoksa sadece aşiret, alaylık veya askerlik bab-ı âlisi’ni önceleyen bir çözüm
stratejisi akamete uğrayabilir. Örneğin alaylık ve askerlik bab-ı âlisi’nin
bugün tekabül ettiği düzey dünkünden çok farklıdır. Osmanlı’dan bugüne
doğu ve güneydoğu bölgesinin hem bürokratik tabanı, hem de sosyolojik
tabanı dönüşüm ve kaymalar yaşamıştır.

Bugün varlığı devam eden “aşiret” olgusu da değişim rüzgârından çok
etkilenmiştir. Özellikle pazar ekonomisi ve pazar güçleri karşısında aşiretin
varlığı tehlikeye düşmüştür. Varlığı Doğu ve Güneydoğu’da tek parçalı bir
olgudan ziyade karmaşık olgular sistemine tekabül eden aşiret kavramının
bugünü ile ilgili Doğu Ergil’in yorumu şöyledir:

“Aşiret bir güç kaynağıdır. Bireye fiziksel güvenlik yanında arazi ve mera
gibi alansal güvenlik sunar. Ancak aşiret dayanışmacı olduğu kadar bölüşümcü
değildir. Eşitlikçi ve kaynak dağıtıcı, yani bir sosyal adalet aracı değildir.
Eldekini (sürüler ve diğer hayvanlar ile sahip olunan araziyi) korur.
Üretim için işbirliğini ve işbölümünü düzenlemez. Kısaca aşiret koruyucu
bir şemsiyedir, mensuplarını dışarıdan gelecek tehlike ve tehditlere karşı
korur. Tabii bu tehditler, aynı düzenin benzer birimlerinden gelmelidir. Ya
pazar ekonomisinin gözle görülmeyen tehdidi? İşte aşiret yapısının bu konuda
yapacağı bir şey yoktur. Aşiret pazar güçleri karşısında işlevini ve gücünü
yitirir. Birçok yerde olan da budur” (Ergil, 2009:143-144)

Varlığı kalıp değiştirse bile tesir alanı bugün şiddetle devam eden ulemaya
ait değerlendirmeler ise öteki üç olgudan farklı olmalıdır. Dün cami,
medrese ve tekke etrafında dolaşan fonksiyonel ulema rolü bugün cemaatler,
vakıflar, dernekler, sivil toplum kuruluşları ve gönüllü organizasyonlar
özelinde dünden daha tesirli şekilde devam etmektedir.

31 Mart Vak’ası sonrası kurulan sıkıyönetim mahkemesine çıkarılan
Bediüzzaman burada yaptığı müdafaasında Doğu ve Güneydoğu coğrafyasının
eğitimi ile ilgili şu dikkat çekici yorumu yapar: “Ben vilayat-ı şarkiyede
aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir
saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun
da gayr-ı müteaffin (bozulmamış) bir mecraı ulema ve bir menbaı da medreseler
olmak lazımdır; ta ulema-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin. Zira
o vilayatta nimbedevi vatandaşların zimam-ı ihtiyarı (tercih hakkı) ulema
elindedir” (Nursî, 2000:29).

3-MEDRESETÜ’Z-ZEHRA
(ÜNİVERSİTE/AKADEMYA ZİNCİRİ)

“Ulema” merkezli çözüm önerilerinin en somut örneği Bediüzzaman’ın
elli beş yıllık hedefi olan Üniversite/Akademya zinciridir.

Akademyalar zincirinin misyonuna dair sembolik cümle şudur: “Vicdanın
ziyası ulum-u diniyedir, aklın nuru fünün-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla
hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.
İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüt
eder” (Nursî, 1999:80).

Din ilimleri ve medeniyet fenlerinin beraber okutulması hedefi bugün
İmam-Hatip düzeyinde kısmi olarak gerçekleştirilmektedir. Bu uygulamadaki
müsbet sonuçlar Bediüzzaman’ın isabetine dair ipuçlarını ele vermektedir.
İmam-Hatip okulları siyasî kampların içine çekilmediği sürece
beklenen verimi beraberinde getirmiş ve artık kendi neslini üreterek resmi
ideolojinin çatışmacı yansımalarını elimine etmiştir.

Bu aşamadan sonra hedef bu olgunun ortaöğretimden yüksek öğretime
doğru geçişini sağlamak olmalıdır. Hükümetler 4+4+4 gibi projelerle
İmam-Hatip realitesinin orta kısımlarına verdiği ehemmiyet paralelinde bu
sistemin yüksek öğretim ayağına da üst düzeyde önem vermelidir. Zira İlahiyat
fakülteleri Bediüzzaman’ın hedeflediği anlamın tam karşılığı değildir.

Medresetüzzehra projesi İmam-Hatip okullarının açılışından yarım
asır önce Bediüzzaman tarafından Sultan Abdülhamid’e teklif edilmiştir.
Eğer teklif kabul görse idi bu Akademyalar zinciri hem kendi neslini hem
de kendi sisteminde “ulema”sını üretecekti.

Bu ulema toplumun değerleri ile eğitim arasındaki yabancılığı ortadan
kaldıracak ve Batı’nın hegamonik bilimsel baskısı bu kadar ağır olmayacaktı.
Konumuz özelinde doğu ve güneydoğu problemi bu kadar büyümeyecek,
kurulacak bu yüksek öğretim merkezlerinin yetiştirdiği nesil ve ürettiği ulema,
ideolojik ve etnik çatışmalara meydan vermeyecekti.

Resmî düzeyde karşılığını bulmayan bu proje Bediüzzaman’ın çabaları
ile gayr-ı resmî olarak karşılığını bulmuştur. Büyüyen Doğu ve Güneydoğu
sorununun tamir edilebilir noktada kalması bu gayr-ı resmi çabaların başarısı
sonucudur.

Bediüzzaman Hazretlerinin bu üniversite projesi, genelde Osmanlı coğrafyasının
doğu ve güney bölgelerini ıslaha yönelik bir hedef olarak takdim
edilir. Bu yaygın kanaat doğru olmakla beraber yetersizdir. Çünkü Said
Nursî’nin konu ile alakalı son yıllarına ait metinlerine baktığımızda projenin
bütün insanlığa yönelik bir “Kur’an medeniyeti” projesi olduğu anlaşılır.

Din ilimleri ile medeniyet fenlerinin (bilim, sanat, teknoloji, vb.) buluşma
zemini olan bu proje, önceliğinde Asya kıtasını hedef alan bir projedir.
Bu medeniyet projesinin bir sonraki hedefi ise, bu kıtayı basamak yaparak
bütün insanlığın problemlerine çözümler üretmektir. Bu anlamda proje,
modern dünyanın dinamiklerini anlamaya ve kucaklamaya matuf bir reçetedir.

Medresetü’z-Zehra İran, Arabistan, Mısır ve Afganistan; öte yandan
Pakistan, Türkistan ve Anadolu’nun merkezinde bir kalp olma hedefindedir.
Medresetüzzehra bir yönü ile Câmiül Ezher paraleli bir projedir. Çünkü Câmiül Ezher, uzun yıllar İslam dünyasının Afrika ayağında ilim merkezi
olma rolünü üstlenmiştir.

Projenin aslı, “Câmiül Ezher”in (kız) kardeşi olan “Medresetü’z-
Zehra”dır. Fakat Medresetü’z-Zehra, Câmiül Ezher’in muadili değildir.
Fikir, muhteva ve sayı itibarı ile kısırlıktan öte doğurganlığı hedefleyen cihanşümul
bir projedir. Bu doğurgan projenin ürünü olan nesiller ve ulema
hem bütün İslam coğrafyasına, hem de Anadolu coğrafyasına özelde de
Türkiye’nin doğu ve güneydoğu coğrafyasına hayat verecektir. Devlet yetkilileri
bu projeye sahip çıkmalı ve YÖK bu büyük projenin resmî sorumluluğunu
üstlenmelidir.

4-KÜRT HALKI VE SECİYE-İ İSLÂMİYE

Hucurat Sûresi on üçüncü ayet, farklı milletlerin ve kabilelerin varlığını
haber verir. Milleti var kılan İlahi kudret, onu sadece fizikî bir nesne olarak
var etmemiş, seciyeleri ile birlikte yaratmıştır.

Bediüzzaman Yirmi Altıncı Mektup’ta bu gerçeğe şu örneği verir: “Her
milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa, tarzı
ayrı ayrı olmak gerekiyor”(Nursî, 2007a:544). Aynı kumaş farklı cinsiyet,
boy ve kilodaki insanlarda farklı kalıplara bürünebildiği gibi insanlar da
yaşadıkları coğrafyaların etkisi ile farklı karakterlere bürünebilmektedirler.

Bediüzzaman’ın “Muhitin insan ahlakı üzerinde tesiri vardır” keşfine
paralel olarak, İbn-i Haldun da hava ve iklim şartlarının insan ahlakı, seciyesi,
ruh yapısı ve buna bağlı hal ve davranışları üzerinde tesir ettiğini söyler.
İnsan, içinde yaşadığı muhite göre şekil alır. İklim insan bedenine tesir
ettiği gibi ruhuna da tesir eder ve ona değişik huy ve karakterler kazandırır.

Bediüzzaman Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta “Milyonlarla efradı bulunan
ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin
hakiki bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin” (Nursî,
2007a:730) varlığına dikkat çeker.

Herkes dünyaya kendi penceresinden bakar. İçinde yaşanılmayan ve ruhuyla
temas kurulmayan bir muhitin şekillendirdiği milliyet ve ona mensup
kişilik hakkında uzaktan yorum yapılması doğru olmamaktadır. İnsanların
sevgisini ruhunda hissettiği, acılarını paylaştığı yer dünyaya gözlerini açtığı
yerdir. Lisan-ı maderzade bu kaynaklardan beslenir. Bediüzzaman Münazarat’ında
Kürtçe düşündüğünü, Türkçe ve Arapça yazdığını söylerken tercümeyi
yapan hayalin dahi kalbin sözünü iyi anlamadığını söylemektedir.
Tatmayan bilemez. Mahiyeti bilinmeyen bir şey hakkında fikir yürütmek
abesle iştigaldir. Anlamak ve anlam vermek temas etmekten geçer. Dolayısıyla
bir şeyin aslına ve ruhuna nüfuz etmeden çözüm teklifleri sunmak
fıtrat kanunlarına aykırıdır.

Bediüzzaman Hazretleri Kürtlerin seciyelerinin “İslamiyet” ile şekillendiğini
açıkça söylemektedir. Kürtlere yönelik bu anlamdaki cümlesi
şöyledir: “Sizler bedevî olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz, oldukça bozulmamış
olduğundan, İslâmiyet’in kudsî milliyetine daha yakınsınız” (Nursî,
1999:66-67). Bunu hesaba katmayan Kemalizm, İslamiyet yerine Türkçülük
perdesi altında dinsizlik empoze etmiştir. Kemalizm Kürtlerin İslamî
seciyelerini tanımak yerine keyfi hareket etmiş, “inkâr” modelini seçmiş ve bugünkü tabloya sebebiyet vermiştir. Çözüm yukarıda zikredilen Hucurat
Suresi on üçüncü ayetin sonundadır: “Sizi birbirinizi tanıyasınız diye milletlere
ve kabilelere böldük” Bediüzzaman’ın bu son kısımla ilgili yorumu
şöyledir: “Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkâr ile
yabani bakasınız husumet ve adavet edesiniz değildir” (Nursî, 2007a:538).

5- OSMANLI’DAN TÜRKİYE’YE VE DİNDEN
ETNİSİTEYE EVRİLEN TOPLUM

Dünya tarihinin modernite ve uluslaşma süreçleri bir taraftan Osmanlı
toplumunu transforme ederken diğer taraftan günümüze dek sürecek olan
sosyal çalkantılara kaynaklık etti. Yüz yıldır can yakmaya devam eden Kürt
problemi, Osmanlı’dan bugüne katlanarak devam eden bu çalkantıların başında
gelir. Yeni anayasa ile birlikte aklıselimin devreye girmesi ve bu problemin
tarihe mal edilmesi gerekmektedir.

Milliyetçi akımların dünyayı sarstığı dönemler, Türkiye’nin otoriter yapı üzerine inşa edildiği dönemlerdir. Otoriterliğin dayattığı ideolojilerin başında katı laisizm ve milliyetçilik gelir. Yerleşik inanç ve değerlerle çatışan bu iki resmî ideoloji, halk ile devlet çatışmasını beraberinde getirdi.

“Bu çatışmanın yansıdığı en önemli alanlardan biri, Türkiye’deki ulus
inşa pratiğinin bir sonucu olarak karşımızda duran ve kendisini Türk etnik/
ulusal kimliği içinde algılamayan, yalnızca seçkinlerle sınırlı olmayıp kitlesel
bir hareket niteliği de taşıyan, Kürt kimliğine dayalı kültürel ve siyasî
taleplerin karşılanma biçimidir” (Yıldız, 2010:9).

Kürtlerin de içinde bulunduğu Osmanlı toplumu, 1856’dan sonraki süreçte
çok dil ve sair heterojen karakterlerinden uzaklaştırılmıştır. Eşit vatandaşlık
yolu ile Osmanlı halkı din, dil farkı tanınmadan ortak vatandaşlık
bağı ile tek bir millet haline dönüştürülmek istenmiştir. Sonuçta çok din ve
dile sahip olan Müslüman toplum İslam’dan uzaklaştırılmış ve etnik algı
üzerine kurulu modern ulus haline dönüştürülmüştür. Böylece etnik kimlik
din kimliğinden daha güçlü hale gelmiştir (Karpat, 2011:12).

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine gelindiğinde ise, modern millet
anlayışına paralel bir “Türk” milleti olgusu üretilmeye çalışılmıştır. Tarih
kongreleri, halk evleri ve benzeri girişimlerle maddi yanları ağır basan yeni
bir Türk milleti oluşturulmak istenmiştir. Bu süreçte Türk milletinin dışındaki
halklar zorla “Türkleştirilmek” (Karpat, 2010:11) istenmiş, Türklerin
kendisi de dinden ve maneviyattan uzaklaştırılarak “yabancılaşma” sürecine
mahkum edilmiştir.

Osmanlıdan cumhuriyete uzanan ve günümüze dek süren bu vetire karşıt
oluşumları doğurmuştur. 1913-14 Bitlis ayaklanması ile başlayıp günümüze
dek süren uzun ve çalkantılı Kürt sorununun temelinde böyle bir
toplumsal dönüşüm projesi yatmaktadır.

Dinden uzak modern ve etnik millet hedefi çatışmaları tetiklemiştir.
Sıkıntı bugüne kadar artarak devam etmiştir. Çözümü krizin başladığı noktada
aramak gerekmektedir. Bunun için çok dil, çok din ve çok renkli heterojen
karakter, topluma yeniden kazandırılmalı ve ırkçı yaklaşımlar terk
edilmelidir.

Düğümü çözecek olan grup ise “ulema”dır. Fakat bu ulema yasalcı, mütereddit
ve kuru nitelikteki Ortodoks ulema profili (Mardin, 1994:38-39)
değildir. Türkiye’nin böyle bir ulema profilinden ziyade “ulu kişi” imajını
çizebilen, tüm toplumsal katmanlarda saygın pozisyon alabilen, ezberleri
bozabilen dolayısıyla çözüm üreten etkin ulema profiline ihtiyacı vardır.

Said Nursî bu ulema profiline göndermede bulunarak doğu bölgesinin
ve halkının tercih hakkının (zimam-ı ihtiyarı) bu ulemanın elinde olduğunu
söylemektedir.

Bu çözümde rol oynayacak olan ulema ya Kürt halkından olmalı veya
Kürt halkının dinî ve millî seciyelerini anlayacak ferasette olmalı. Bu anlamdaki
ulema doğu ve batı ikilemi yaşamamalı, şartların ve ideolojilerin
empoze ettiği zihniyet çelişkilerine esir olmamalı, yerel ve küresel değerler
arasında uzlaşı kurabilmeli ve özellikle de diyalog kültürünü hazmetmiş
olmalıdır. Böyle olmayan ulemaya Kürt halkının kendi tercih hakkını vermeyeceği
bir gerçektir.

Sonuç

Modernite ve uluslaşma süreçleri Osmanlıdan cumhuriyete uzanan çatışmaların
çoğuna kaynaklık etmiştir. 1913-14 Bitlis ayaklanması ile başlayıp
günümüze dek süren uzun ve çalkantılı Kürt sorununun temelinde
büyük bir dönüşüm projesi olan uluslaştırma süreci yatmaktadır. Yerleşik
inanç ve değerlerle çatışan modernleşme ve uluslaştırma projeleri yapıcı değil
yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarmıştır.

Dinden uzak modern ve etnik millet hedefi dâhili çatışmaları tetiklemiş
ve sıkıntı bugüne kadar artarak devam etmiştir. Çözümü krizin başladığı
noktada aramak gerekmektedir. Bunun için çok dil, çok din ve çok renkli
heterojen karakter, topluma yeniden kazandırılmalıdır.

Çözüme ait perspektif, Kürt halkının dini ve milli seciyelerini içerecek
mahiyette olmalıdır. Bediüzzaman’ın metinleri Kürt halkının bu seciyelerini
doğru tanımlayıcı bir referanstır. Yeni anayasa sürecinde bu referanstan
sonuna kadar faydalanılmalıdır. Doğu ve Batı ikilemi yaşayan, şartların ve
ideolojilerin empoze ettiği zihniyet çelişkilerine esir olan, yerel ve küresel
değerler arasında uzlaşı kuramayan ve diyalog kültürünü hazmetmemiş bir
perspektif çözümde yetersiz kalacaktır.

Doğu ve Güneydoğu için tabandan gücünü alan bir eğitim modeli öneren
Bediüzzaman bu modelin öncüsü olarak “ulema”yı görür. Bediüzzaman’ın
ifade ettiği bu ulema medrese, tekke ve mektebi barıştıran modern dönemlerin
Müslüman ulemasıdır.

Dün cami, medrese ve tekke etrafında dolaşan fonksiyonel ulema rolü
bugün cemaatler, vakıflar, dernekler, sivil toplum kuruluşları ve gönüllü organizasyonlar
özelinde dünden daha tesirli şekilde devam etmektedir.

Kürt problemini çözecek olan ulema, resmi ideolojiye yaslanan yasalcı
ve mütereddit değil ezberleri bozabilen nitelikte olmalıdır.

Bediüzzaman’ın Kürt problemine yönelik ulema merkezli çözüm önerisi elli beş yıllık Üniversite/Akademya projesidir. Devlet yetkilileri Bediüzzaman’ın bu projesine sahip çıkmalı, YÖK bu büyük projenin resmi sorumluluğunu üstlenmelidir.