RİSALE-İ NUR KONGRELERİ VE MASA ÇALIŞMALARI

DEKLARASYONLAR

Bu deklarasyonlar, Risale-i Nur Enstitüsü ve Köprü Dergisi tarafından tertip edilen Risale-i Nur Kongreleri ve Masa Çalışmalarında gerçekleştirilen oturumlar sırasında açıklanan ve genel kabul gören kanaatleri bildirmekte olup toplantı yöneticileri ve sekreterleri tarafından toplantılar sırasında alınan notlar üzerinde çalışılarak hazırlanmıştır.

 

Bilim ve Din

  1. Risale-i Nur Kongresi,
    26-27 Mart 2005, İSTANBUL
  2. MASA:

Davranış Bilimleri ve Din

Sonuç Bildirisi

İnsanlık tarihi çeşitli inanç sistemlerinin varlığını gösterir. Totemden minyatür tanrılara, ateş tanrısından gök ve yer tanrılarına kadar çeşitlilik kazanan inanç sistemleri; insanın bir dayanak noktası ve bir sığınağa olan mutlak ihtiyacına işaret eder. Mutlak Varlık olan Allah’ı kendi istediği şekilde tanıma ve bilme isteği göstermeyen insanlar, imgelem, yani hayal dünyalarında bir nevi plastik tanrı imgeleri oluşturarak, varoluşlarına dayanak noktaları bulmak istemişlerdir.

Modernite ise günümüz insanının önüne başka bir açmazı koymuştur. Modern paradigmalar insanı kendini dayanak noktası yapması için zorlamaktadır. İnsan kendini merkeze koyarak; kendi kendine yeterli olabilmek için güçlü, her şeyi kontrol edebilen, yönelimini çıkarına odaklamış bir varolma halini idealize ederek benliğini şişirmeye çalışmaktadır. Modern paradigmalar böylece başka bir şekilde insanı sakatlamıştır. Risale-i Nur, benliği, “Cenab-ı Hakk emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah (anahtar) vermiş ki; alemin bütün kapılarını açar” ve “Hallak-ı Kainatın künuz-u mahfiyesini onunla keşfeder” şeklinde tarif etmesiyle; hem benlik şişmesinin önüne geçebilmemizin yolunu açmış, hem de benliği marifetin ve marifetullahın temel anahtarı yapmıştır.

Modern hayatta başka bir anarşi biçimi egemendir. Bir kayıt altına girmeme, sınır ve otorite tanımama, yıkıcılık, kargaşa olarak anarşi, adalet duygusunu zedeleyerek erdemliliği tehdit etmektedir. Bugünkü toplumsal hayatta bir kelime olarak dahi anlaşılması zorlaşmış olan hürmet ve merhamet ancak, Yaratıcı adına ve dolayısıyla öteki ile kurulacak ilişki ile imkan bulur. Bu ilişki biçimi ötekine varoluşsal bir ilgi, onaylama, onun varlığına saygı duyma ve karşılıklı bir yükümlülük ve sorumluk bağı içinde varolma bilincine bizi taşır.

Dayanak noktası ve sığınma olarak Mutlak Varlığı reddeden birey, kendini yalnız, yabancılaşmış, çaresiz hisseder. Risale-i Nur bizi kendi ontolojik azciyetimiz ile devamlı yüzleşmeye çağırır. Bizi, kendimizle başbaşa kalma bedbahtlığından kurtararak, acz ve fakr ve zaafımızdan doğan sıkıntı ve anksiyeti Onun Mutlak Varlığının hissettirdiği mutlak güven duygusu ile yatıştırır. Dahası, Esma-i Hüsna’nın kainattaki tecellilerinin tanığı olduğumuzun farkına vardırarak, kendimiz ve hayatla olan bağımızı güçlendirir.

Bilgi, kainattaki yaratılmışlık halinden çıkardığımız bir soyutlamadır. Bu soyutlama Mutlak Varlığı tanımaya yönelik ise, artık marifetullahtan bahsederiz ki, bu da bizi muhabbetullaha götürür. Böyle bir bilgi anlamlı, köklü ve derinliklidir. Gerçekte her bilgi parçacığı da doğru okunduğunda bu işlevi içinde taşımaktadır. Mana-yı ismi, mana-yı harfi, nazar ve niyet gündelik hayatımızda nesnelerle kurduğumuz ilişkinin dilini Kur’ani bir temel üzerinden nasıl yürütebileceğimiz konusunda önemli ipuçları vermektedir.

Ayrıca insan, diğer varlıklar ve Yaratıcı ile kuracağı ilişkide kendini iki ayrı şekilde konumlandırır. Birincisi; insanın kendini merkeze yerleştirmesidir. Bu şekildeki bir konumlandırma bencillik, milliyetçilik, dini ayrımcılık gibi sorunlara yol açarak ötekini aşağılamaya, dışlayıcı bir tutuma sebebiyet verir. İnsanın kendini değil de Yaratıcıyı merkeze aldığı bir ilişki biçimi ise; hem kendilik bilgimizin inşasını, hem de diğer varlıklar ile olan ilişki tarzımızın adil, dayanışmacı ve bilgece olmasını sağlar.

Her toplumsal sistem, kendi yapısına ve işleyişine uygun kişilik örgütlenmesini ve kendi kültürünü -yani, normlarını, temel kabullerini, deneyimlerini örgütleme tarzlarını- sosyalleştirici kurumlar aracılığıyla üretir. Hâkim sistem, bir bakıma, sosyalleştirici kurumlar aracılığıyla bireyi kendi gereksinimleri doğrultusunda şekillendirir. Bir bakıma her çağ ve toplum kendi özgün kişilik biçimini ve patolojisini üretmiş olur. Modern çağın bireysel ve toplumsal sorunlarını üreten anlayışın tüketim ekonomisi ve kapitalist hayat anlayışı arasında karşılıklı bir sebep sonuç ilişkisi vardır.

Modern kapitalist toplumda üretim giderek toplumsallaşmış, karmaşık bir hal almıştır. Teknolojik ilerleme beraberinde üretimde bolluğu getirmiş ve emeğin üretim içindeki rolünü değiştirmiştir. Sistem açısından bireyin kendi olarak bir değeri yoktur; birey değil, sistem ön plandadır. Sistemin gereksinimleriyle ilgisiz veya çatışan her nitelik, her gereksinim ve istek değersizleştirilmektedir. Ne olduğumuz, gerçekte ne hissettiğimiz veya ne düşündüğümüz, ne yaşadığımız ve gerçekten neye ihtiyaç duyduğumuz değil; nasıl göründüğümüz, ne kadar tükettiğimiz, neye sahip olduğumuz öne çıkarılmaktadır.

Risale-i Nur bir yandan iktisat, kanaat, şükür gibi kavramlar ile kapitalizm ve tüketim ekonomisinin arzuları kışkırtıcı tuzaklarına karşı kişiyi dirençli tutmaya çalışmakta; öte yandan da görünmek yerine varolmanın değerini ve anlamını vurgulamaktadır.

Yine Risale-i Nur zulüm, adaletsizlik, yabancılaşma, şiddet, tahakküm, hedonizm, yolsuzluk, sefahat, sefalet gibi sorunlarla malul günümüz insanının eline; merhamet, şefkat, dayanışma, yardımlaşma, diğergamlık, emniyet, empati, ötekini anlayabilme, dinleyebilme, muhabbet, huzur, sükunet, sekine, tebessüm gibi kavramları vermektedir.

  1. MASA:

Sosyal Bilimler ve Din

Bu bildiride, ilk olarak İslami gelenekte Kur’an’ı anlama ve yorumlama farklılıklarına dikkat çekilecek ve Bediüzzaman’ın bu gelenek içindeki yeri belirlenecek, daha sonra Bediüzzaman’ın genel yaklaşımlarından hareketle demokratik bir siyasal yapının teolojik, ahlaki, hukuki temelleri belirlenmeye çalışılacaktır.

Konuyu analize başlamadan önce, demokrasi kavramı üzerinde kısaca durmakta yarar vardır. Burada demokrasi kavramından “evrensel politik ilkeleri”, yani bireylerin istedikleri kişileri temsilci olarak seçebilme ve istemedikleri takdirde görevden alabilme hakkına sahip bulunmalarını güvence altına alan bir politik mekanizmayı kastediyoruz. Buna göre, demokrasi bireylerin seçme ve seçilme hakkını kabul eden, tüm dini ve kültürel ortamlara uygulanabilir akıcı, esnek, dinamik bir yönetim tarzıdır.

İslam ve demokrasi kavramları, bazılarınca birbirini dışlayan kavramlardır ve hatta birbirini yok eden mekanizmalardır; dolayısıyla onlara göre ya İslam vardır ya da demokrasi. Yani İslami bir demokrasi pratikte mümkün değildir! Bu iddiaların temelinde, demokrasiyle sekülerliği özdeş sayma hatası yatmaktadır. Oysa sekülerlik ya da sekülerleşme ile sekülarizm arasında önemli fark vardır. Sekülerleşme; genel olarak rasyonelleşme, endüstrileşme, kentleşme, bilimselleşme ve demokratikleşme süreçlerini içerirken, sekülarizm ise din karşıtı bir ideolojidir. Diğer bir deyişle, sekülarizm, yukarıda sayılan süreçlerin bir kısmını taşımakla birlikte kendi felsefi ve ahlaki ilkelerini dini ilkeler yerine ikame etmek isteyen din-karşıtı “izm”lerden birisidir. Sekülarizm, her zaman rasyonelleşme ve demokratikleşme ilkelerini taşımayabilir. Saddam rejimi seküler bir rejimdi, ama demokratik bir rejim değildi. İngiliz rejimi demokratik bir rejim ama aynı zamanda dini bir rejim de.

Bu ayrımı dikkate alarak yaklaştığımızda, Bediüzzaman’ın; rasyonellik, kentleşme, endüstrileşme, bilimselleşme ve demokratikleşmeyi onayladığını, İslam’la bunların çelişmeyeceğini düşündüğünü söyleyebiliriz.

İslami Gelenekte Kur’an’ı Anlama Yöntemleri

Bediüzzaman’ın özellikle demokrasi konusundaki bakış açısını incelemeye başlamadan önce, onun genel olarak Kur’an’ı yorumlama biçimine kısaca göz atmak faydalı olacaktır.

Bilindiği gibi, Kur’an Allah’tan Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygambere belli aralıklarla indirilmiş bir vahiy metnidir. İçinde anlamı tevil ve tefsire gerek duyulmayacak kadar apaçık (muhkem) ayetler olduğu gibi, tevil ve yeniden yorumlamaya gerek olan anlamı gizli (müteşabih) ayetler de vardır. Müteşabih ayetlerin nasıl anlaşılması konusunda İslami gelenekte geniş bir zenginlik ve çoğulculuk vardır; farklı eğilimleri bulmak mümkündür. Burada gerçekten metnin zahirinden ziyade derinliklerinde keyfice anlam arayan İsmaili Batıniliğinden, Farabi felsefesine, çeşit çeşit İbn-i Rüsdçülüğe, İbn-i Arabi tasavvufuna kadar adeta sınır tanımayan filozof ve mutasavvıflardan; metnin zahirinden hiçbir şekilde sapmak istemeyen ve herhangi bir tevil ve tefsire başvurmayı dinin tahribi olarak gören aşırı liberalist akımlara; bu iki aşırı uç arasında belli akli ilkeler çerçevesinde Kur’anı anlamaya çalışan Maturidi-Eşari ve belli ölçüde Caferi çizgide ılımlı alimlere kadar çok geniş bir yelpaze vardır.

Bu yelpaze içinde Bediüzzaman’ın yerini, modern çağın ihtiyaç ve bilgi seviyesini dikkate alan ve bu nedenle hem felasife geleneğinin meşşai ve işraki eğilimlerinden, hem de teorik ve pratik tasavvufun tüm zenginliklerinden ve esnekliklerinden geniş ölçüde yararlanan Maveraünnehr-Osmanlı-Maturidiciliğinin yeniden yorumlanması şeklinde düşünmek mümkündür.

Bediüzzaman’ın Kur’an’ı Anlama ve Yorumlama Yöntemi

Bediüzzaman, dinsel ve kültürel çoğulculuğun baskın olduğu bir toplumun üyesiydi. Özellikle onun da bağlı olduğu Maveraünnehr-Osmanlı-Maturidi geleneği dinsel, kültürel ve etnik çoğulculuğun temel yapı olduğu bir gelenekti.

Bu geleneğin modern çağa uygun yeniden üretilmesi misyonunu üstlenen Bediüzzaman’ın tüm yaklaşımları ve içtihatları da doğal olarak kültürel ve dinsel çoğulculuk eksenli olacaktı. Bu yönüyle onun tezleri ulusçu bir toplumda gerçekten zor anlaşılır ve kabul edilebilir tezlerdi.

Yaşadığı realiteden hareketle Bediüzzaman; Kur’an’ı kültürel, dinsel ve etnik çoğulculuk eksenli okumuş ve yorumlamıştır. Mesela: ‘Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin’ (Maide/51) ayetini tefsir ederken hareket noktaları son derece ilginçtir. Ona göre:

1- Öncelikle, ayetin anlamı apaçık olmalıdır, oysa bu ayet tevil ve yoruma açıktır.

2- İlgili ayet “umumi” değildir, “mutlak”tır; mutlak, sınırlanıp kayıtlanabilir, zaman büyük bir müfessirdir, kaydını ve sınırını ortaya koyduğunda ona kimse itiraz edemez.

3- Buradaki “illet”, yani dost olmama nedeni, sadece Yahudilik ve Hıristiyanlık sıfatlarıdır. Yani, kişinin sadece, dostluğunu Yahudi ve Hıristiyan olmasına bina etmektir; oysa insanda başka çok sayıda vasıf vardır, o güzel vasıflarından dolayı dost olmakta bir sakınca yoktur.

4- İslamiyet Müslümanların ehl-i kitapla evlenmesine izin vermiştir, evlilik sevgi üzerine kurulan bir ilişkidir, eşi Hıristiyan veya Yahudi olan bir Müslüman’ın elbette onu sevmesi tabiidir.

5- Her Müslüman’ın tüm sıfatları Müslümanca olmayabileceği gibi, her Müslüman olmayanın tüm sıfatları da kafirce değildir; Müslüman olanların bazı sıfatları kafirce olduğu gibi, Müslüman olmayanların bazı sıfatları da Müslümanca olabilir. Bir gayr-i Müslimin Müslümanca olan bir sıfatını sevmek, taklit etmek, sanatını almak neden caiz olmasın?

6- Her çağın ilişkileri, kavramları çağının ruhundan etkilenir, çağın genel karakterinden anlam kazanır. Hz. Peygamber döneminde büyük bir dini inkılap gerçekleşti. Tüm zihinler dine kilitlendiğinden sevgiler, düşmanlıklar, dostluklar din eksenli idi. Böyle bir ortamda Müslüman olmayanlara sevgi ve ilgiden, doğal olarak bir nifak kokusu gelirdi. Ancak çağımızda egemen olan ilişkiler din merkezli değil, ekonomik, politik ve bilimsel merkezlidir. Çağımızda tüm zihinler dünyasal gelişmelerle ilgilidir. Zaten Hıristiyan ve Yahudiler de geniş ölçüde dinlerinden uzaklaşmış, daha ziyade ekonomik ve bilimsel gelişmelere öncelik vermektedir. Dolayısıyla, onlarla dost olmak dinsel-merkezli değil ekonomik, politik ve bilimsel dostluktur. Ekonomi, politika ve bilim alanlarında dostluklar kurmak ise dünyanın imarı ve gelişmesine çalışmak ve küresel sulhu sağlamaktır, bu ise neden yasak olsun?

Bediüzzaman’ın ilgili ayeti bu şekilde tefsir etmesi günümüzde farklı din mensupları arasında diyalog faaliyetlerinin dini kaynaklarından biri olmuştur. Bu tefsir sayesinde Müslümanlar Batı’da ciddi açılım imkanları bulmuşlardır. Bu açılım giderek hem yaygınlaşmakta hem de derinleşmektedir, belki de bu tefsir tarzı küremizde ‘medeniyetler çatışması’ değil, ‘medeniyetler uzlaşması’nı doğuracaktır.

Bediüzzaman, teolojik insan hürriyeti yorumunda da yine Maveraünnehr-Osmanlı- Maturidi geleneğine bağlıydı. Cenab-ı Hakk’ın kudret ve iradesine bir sınırlama getirmeden insan hürriyetini teolojik açıdan güvence altına alan Gelenbevi-Muhammed İzmiri-Taftazani- Sadruşşeria çizgisiyle uyum içerisindeydi. Ancak genel eğilimden farklı olarak Bediüzzaman, çağının gelişmelerini de dikkate alarak insan hürriyetini ahlak, politika ve dini iç tecrübe bağlamında önemli ölçüde derinleştirmiştir. Hatta insanın tüm dini inkişafını sahip bulunduğu hürriyet derecesiyle özdeş sayacak kadar hürriyeti önemsemiştir. Ona göre hürriyet imanın bir hassasıdır, zira, “rabıta-i iman ile sultan-ı kainata hizmetkar olan adam başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi şefkat-i imaniyesi bırakmaz.”

Bediüzzaman’a Göre Demokrasinin İslam Toplumunda Uygulanabilirliği

Bediüzzaman’ın düşüncesinde demokratik sistemin Müslüman toplumuna uygulanabilirliğini belirleyebilmek için demokrasinin teolojik, ahlaki ve hukuki temellerini belirlememiz gerekir. Burada ilk olarak Bediüzzaman’ın teolojik felsefesinde ‘mülk’-‘melekut’ ve ‘tekvini yasalar’-‘şer’i yasalar’ ayrımını incelemememiz gerekir.

Mülk-Melekut Ayrımı

Bediüzzaman’a göre “alem-i mülk” hukuk, ahlak ve eylem alanıdır, “alem-i melekut” ise itikat ve tevekkül alanıdır. Mümin, Allah’ın sonsuz gücü, ilmi, iradesi ve hikmeti olduğuna inanmak durumundadır. Allah, her şeyin yaratıcısı, rızık vericisi, düzenleyicisi ve rabbidir. Cenab-ı Hakk her an faal ve kayyumdur, o asla unutmaz, uyuklamaz, gaflete düşmez.

Ancak Cenab-ı Hakk hikmeti gereği bir de bu mülk alemini yaratmıştır. İçinde yaşadığımız dünya alem-i mülktür. Özellikle insana mülk aleminde diğer varlıklardan farklı olarak önemli bir özerk alan vermiştir. O özerk alanda insan tamamen serbesttir. Aynı şekilde alem-i mülkte her şey rasyonel bir şekilde işler. Çünkü bu dünyada Cenab-ı Hakk’ın hikmeti geçerlidir, her şey belli bir sebebin neticesidir; doğa kanunları, beşeri hukuk sistemleri, ahlak sistemi, ekonomik ve politik kanunlar bağımsızca işler. İnsanlar irade ve akıl sahibidirler, dolayısıyla yaptıklarından hem ahlaki olarak, hem de hukuki olarak sorumludurlar. Allah’ın kudret ve ilminin her şeyi kuşatmış olması, insanların eylem alanlarını sınırlamaz ve seçim imkanını ortadan kaldırmaz. İnsan kendi özgür iradesiyle serbestçe alternatifler arasında seçim yapar ve yürürlüğe koyar. ‘Yaptığım şeyi Allah biliyordu ve irade ediyordu’ demenin hukuki, ekonomik, politik ve ahlaki bir değeri yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk sadece insana bir taraftan akıl ve irade vermiş, öbür taraftan da onları destekler, aydınlatır tarzda vahiy göndermiştir ve ekonomik, politik ve kültürel alanda kendi düzenini kendisinin kurmasına imkan tanımıştır. Aklın ve vahyin kılavuzluğunda siyasal ve ekonomik bir düzen kurarsa onun olumlu sonuçlarından hem bu dünyada, hem de öbür dünyada yararlanacaktır; akıl ve vahyin ilkelerini dikkate almadan kaba hayvansal içgüdülerinin egemenliğinde düzenler kurarsa onun politik, ekonomik ve sosyal sonuçlarını da olumsuz olarak yine kendisi yüklenecektir.

Öte yandan politik alanda egemen olan insandır. Hakimiyet insana aittir. Bu, hukuki alanda insanın mülk sahibi olması gibidir. Tüm kainatın Allah’ın mülkü olması, nasıl ki, hukuk önünde insanın mülk sahibi olmasına engel değildir, sahip olduğu mülk üzerinde tasarruf yetkisi vardır, politik alanda da insanın hakimiyet sahibi olması, Allah’ın hakimiyetiyle çelişmez. Kişi sahip bulunduğu insanlık özelliğine dayanarak istediği kimseyi serbest iradesiyle temsilci olarak ya da devlet başkanı olarak seçebilir, hoşuna gitmediği zaman da görevden uzaklaştırabilir.

Bu yaklaşımdan hareketle şunu söylememiz mümkündür. İnsan aklın ve vahyin öngördüğü evrensel adalet, hakkaniyet, refah, insan haysiyetinin olumlu yönde iyileştirilmesi gibi ilkeleri gerçekleştirecek ortak bir politik düzen kurmak zorundadır. Kur’an ve sünnette bu düzenin kesin tanımı yapılmamış, doğrudan insan aklına havale edilmiştir. İnsanoğlunun bugüne kadar geliştirdiği rejimler içerisinde demokratik rejim, adalet, hürriyet, ekonomik ve sosyal gelişme için en uygun sistemlerden biridir.

Tekvini Yasa-Şer’i Yasa Ayrımı

Bediüzzaman’ın diğer başka ilginç bir ayrımı da “tekvini-şer’i yasa” ayrımıdır. Bu ayrım, demokratik rejimin teolojik ve ahlaki temelleri için son derece önemlidir. İlgili yaklaşıma göre Cenab-ı Hakk’ın kainatta iki çeşit yasası vardır, biri tekvini, diğeri şer’i. Şer’i yasa bildiğimiz vahiyle gelen yasalardır. Namaz, oruç, zekat gibi… Tekvini yasa, şer’i yasaya göre kapsam ve mertebe bakımından daha geniş ve derindir. Tekvini yasa, inanan inanmayan ayrımı yapmaz, herkes için geçerlidir. Mesela, şefkat böyle bir ilkedir. Bu ilke tüm canlılar için geçerlidir. Bediüzzaman’ın verdiği örneğe göre, şefkat ilkesine uymayan bir çocuk bir kuşu oldürür, bu ilkeyi çiğner, sonra bir yerden düşer başı kırılır ve cezasını çekmiş olur. Aynı şekilde bir kaplan, kendi doğal ve helal rızkı olan ölmüş hayvanlarla yetinmez, canlı bir ceylanı avlayıp yedirirse, bir avcının kurşununa hedef olur, cezasını çeker.

Disiplinli çalışma ilkesi de tekvini bir ilkedir. Mesela, bir inanan bu ilkeye riayet etmez, tembellik yaparsa, bunun cezası olarak sefalete düşer; buna karşılık bir inançsız adam bu ilkeye riayet eder disiplinli şekilde çalışırsa, ekonomik refahını arttırır, mülk sahibi olur ve mümini emrinde çalıştırır. Çünkü çalışmanın sonucu refah ve zenginlik, tembelliğin karşılığı ise sefalettir.

Politik alanda adalet, istişare gibi ilkeler toplumdan topluma değişmeyen evrensel ilkelerdir. Kur’an’da ‘Allah adaleti emreder..’ denilerek mevcut olan bir yasanın harekete geçirilmesi emredilmektedir. Yoksa, adalet vahiyle birlikte ortaya çıkan bir ilke değildir. Aynı şekilde ‘tüm işleri onlarla istişare et…’ emri de vahiyden bağımsız evrensel tekvini yasaya dahil olan bir politik sorumluluktur.

Bu yasayı hayata geçiren toplumlar insan hak ve hürriyetini, ekonomik ve sosyal güvenceyi, bireyin seçme ve seçilme hakkını, öğrenme ve öğretme hakkını, kazanma ve harcama hakkını güvence altına alacak bir politik organizasyon kurabilir ve böylece bireylerin potansiyel enerjilerini aktif hale getirmeyi başarır, böylelikle toplumlarının refah ve mutluluğunu arttırabilirler; buna karşılık bu ilkeleri dikkate almayan toplumlar -adı Müslüman da olsa- otokratik güçlerin elinde tüm enerjilerini heba edebilirler.

Hukuki Temelleri

Kur’an’ın ruhundan süzülmüş İslam’ın en üst ilkeleri, can ve mal güvenliği, nesil, din ve akıl güvenliğidir. Bu ilkeler yüzlerce ayet ve hadisin ruhundan sağılmış ilkelerdir. Bunlara usul dilinde ‘makasıduşşeria’ denilmektedir. İslam’ın ulaşmak istediği temel hedeflerdir. Tüm içtihatların ve düzenlemelerin bu ilkelerle uyumlu olması gerekir. Bu ilkelerden biriyle çelişen herhangi bir içtihat ya da politika geçersizdir.

Bu ilkeler çerçevesinde bakıldığında bireylerin can ve mallarını, nesil ve nefislerini, din ve akıllarını optimum ölçüde güvenceye alacak yönetim biçimi hangisiyse Müslümanların onu kabullenmeleri gerekir.

Günümüz şartları içinde bireylerin ilgili değerlerini en etkili tarzda güvence altına alabilecekleri yönetim biçimi şüphesiz demokrasidir. Dolayısıyla Müslümanların politik sistemleri de demokratik olmalıdır.

Yukarıdaki ilkeler evrensel ilkelerdir, bu ilkelere paralel başka alt ilkeler de mevcuttur. Bediüzzaman’ın dikkat çektiği ilkelerden en önemlileri icma-i ümmet, efkar-i amme ve maslahat-i mürsele ilkeleridir. Hanefi mezhebine göre bir meselede Müslümanların çoğunluğunun ittifakı, icma’ın gerçekleşmesi için yeterli sebeptir. Böyle bir durumda ittifak edilen konuyu toplum olarak yürürlüğe koymamak Kur’an’la belirlenen bir emri yürürlüğe koymamak gibidir.

Bu ilkeden hareketle, şayet Müslümanların ekseriyeti (bazı müçtehitlere göre o sınırlar içinde yaşayan gayr-i Müslimler de dahil tüm sakinler) mesela, politik rejim olarak parlamenter demokrasiyi arzu ediyorlarsa böyle bir durumunda bu talebi yerine getirmek aynı zamanda dini bir vecibedir.

Diğer hukuki ilkeler, maslahat-ı mürsele, istihsan ve örf ilkeleridir. İlgili ilkeler, toplumun yararına olan şeylerin hukuken de meşru olduğunu ifade eder. Şayet bir konuda Kur’an ve Sünnette açık bir hüküm yoksa ve yeni durum toplumun yararına ise yine o Kur’an ve Sünnette emredilmiş gibi, dini bir meşruiyet kaynağıdır. Çünkü,

Hz. Peygamber, ‘Müminlerin güzel gördüğünü Allah da güzel görür’ buyurmuştur. Aynı şekilde başka bir hadisinde ‘Ümmetim sapıklık üzerine ittifak etmez’ diyerek ümmetin ittifakını meşru bir kaynak olarak değerlendirmiştir.

Bu hadise göre toplum politik sistem olarak demokratik sistemi benimsemiş ise o sistem aynı zamanda Allah’ın rızasına uygun sistemdir.

Sonuç olarak; Bediüzzaman tarihin küreselleşme yönündeki akışını çok önceden görmüş, dünyada ortaya çıkacak çok kültürlülük olgusuna Kur’ani bir meşruiyet kazandırmıştır. Aynı zamanda farklı din mensupları arasındaki diyalogun kapılarını açmıştır. Onun bu çabası, her geçen gün daha da anlam kazanmaktadır.

  1. MASA:

Temel Bilimler ve Din

  1. Tarihi Perspektif

Bilim-din ilişkisini çözümlemeye dönük her teşebbüsün anlaşılabilmesi ve geleceğe dönük tutarlı bir perspektif edinmek için, din-bilim ilişkisinin tarihsel arka planını, “modern bilim”in başlangıcı sayılan 17. yüzyıldan başlayarak kısaca şöyle özetleyebiliriz.

Ortaçağ’ın Aristoteles sistemi ile Yahudilik, Hıristiyanlık gibi kitaplı dinleri mezcederek geliştirdiği yer merkezli ve sonlu-kapalı kozmos anlayışı 17. Yüzyılda yerini güneş merkezli ve sonsuz-açık bir evren anlayışına bırakmıştır. Organik, bütüncül ve dolayısıyla canlı, ruhlu, dinamik evren tasavvuru, mekanik, saat gibi işleyen, her bütünün temel parçacıklarından oluştuğu cansız, durağan, mekanistik bir evren haline gelmiştir.

  1. yüzyılda kitlelere yayılan ve sağduyunun parçası haline gelmeye başlayan modern anlayış, 19. yüzyılda pozitivist bir rüyaya dönüşmüştür. Kadîm evren anlayışından kalan son metafizik kırıntıların da mekanikselleştirilmeye çalışıldığı ve “yeni bilimin ışığı ile” aydınlanan insan aklının gelecekte bütün alanları kuşatacağı hayali, giderek Yaratıcı’nın yerine kendisini koymaya teşebbüs eden modern insanın haddini aşmışlığına tanık olmuştur.
  2. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, bilimsel çabanın heyecanla giriştiği her teşebbüs, önce yerini şaşkınlığa, sonra hayal kırıklığına bırakmıştır. Makro alanda evren, insanın hayal gücünü aşan biçimde milyonlarca ışık yılıyla hesap edilebilen devasa bir büyüklüğe sahip hale gelmişti. Daha da ötesinde bu devasa yapı genişliyordu. Öte yandan mikroskobik alanda maddenin nihai temel yapı taşlarının çözüleceği beklenirken, tam tersine atom altı dünyanın sayısız alt parçacıklardan oluşması, karmaşık, kompleks yapısı ve sonsuz derinliği her türlü deney-gözlem ve ölçüm aracını çaresiz bırakmıştı. 17. yüzyıl bilimsel devriminin 18. yüzyılda toplumsallaşması gibi, 20. yüzyıl bilimsel devrimi de halen içinde yaşadığımız ve şekillenmeye devam eden 21. yüzyılda toplumsallaşacaktır.

Bu noktada, gerek İslam düşüncesinin tarihi birikiminin, gerekse bu birikimin güncellenmiş ve yenilenmiş (tecdit edilmiş) son halkası olan Risale-i Nur’un yaklaşımlarının, söz konusu tartışmaları aşmada önemli bir potansiyel teşkil ettiği hatırlanmalıdır. Risale-i Nur’un sergilediği yaklaşım, gerek bilim-din ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtmak, gerekse İslam düşünce geleneğinin yenilenerek zamanımıza uygun bir hale getirilmesi ve işlevsel hale gelmesi için büyük önem arzetmektedir. “Modern bilimin” din-dışı kâinat ve insan kavrayışının ciddi tehlikelerini erkenden fark eden Risale-i Nur müellifi, bir yandan keskin ve kararlı biçimde bu saldırıları göğüslemeye çalışırken, eşzamanlı olarak, İslam düşünce geleneğinde “saykal vurulması gereken” problem noktalarını çekinmeden eleştirmiştir.

Risale-i Nur’un kullandığı en önemli metodik araçlardan birisi, Allah-insan, kâinat-Kur’an, akıl-vahiy ilişkileri gibi insan aklının telif etmekte zorlandığı kavram çiftlerinden oluşan meselelerin çözümlenmesinde “nisbet”leri ve “temsiller”i kullanmasıdır. Bu yaklaşım, bilim-din ilişkisine uygulandığında, bizi, örneğini göremediğimiz yeni ve dengeli bir sonuca ulaştırmıştır. Mesela, varlık bilinci de denen insan benliği (ene) ile “zat-ı İlahi”nin ilişkisini veya tabiat-ilahi irade ilişkisini incelerken ilgili yerlerde sıkça kullanılan analojiyi bilim-din ilişkisine taşımak mümkündür. Buna göre, evrendeki, kâinattaki her şey gibi, bilim ve onun yasaları da mana-i harfi ile (yani Allah hesabına bakmak) yahut mana-i ismi ile (olaylara oluş biçimi ile bakmak) okunmasına göre mahiyeti ve sonuçları açısından değişiklik arzeder ve bizi farklı istikametlere yöneltir.

Günümüzde, özellikle Batı dünyasında gerek bilim, gerekse teoloji çevrelerinde bilim-din ilişkisini çözümlemede esas alınan yaygın uygulama, “bilimden kalkarak” dini inceleme ve böylece bir yere koyma eğilimidir. Çeşitli bilimsel buluşların doğrudan doğruya bazı ayetleri ispatladığı veya bazı iman esaslarına taalluk ettiği yönündeki kabuller bu cümledendir. İlk bakışta cezbedici gelen ve dini açıklamaları destekliyor gibi görünen bu genel eğilim, başka bir açıdan bakıldığında dini ve mistik önermeleri “bilimin bıraktığı boşluk”lara dayanarak açıklama kolaycılığına düşmektedir. Mesela, makro alanda “kara delikler” mikroskobik alanda “kuarklar” veya “belirsizlik ilkesi” gibi henüz cari bilim tarafından çözümlenemeyen, belki teorik olarak çözülemeyecek olan “metafizik boşluklar” zaman zaman İlahi iradenin fizik dünyadaki fiili göstergeleri olarak yorumlanmaktadır. Ancak İlahi iradeyi bu türden metafizik boşluklara indirgeyerek açıklamak, varlığın her an ve her seviyede müsebbibi ve gayesi olan yaratıcı iradeyi sınırlamak bir yana, mutlak ve sonsuz bir iradeyi, kategorik olarak geçici ve sonlu bir teoriye dayandırma riskini barındırmaktadır.

Tarihi seyir içinde de vurgulandığı gibi din ve bilim çatışması, ya da din ve bilim uzlaşması gibi kavramlar, semavi ve aslı bozulmamış ilahi öğretiler için geçerli olamaz. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, bilim ve din iki tercih noktası değildir. Bilim, bizi ilahi olana götüren bir araçtır. Bir anlamda ilahi gerçekliği anlamamıza yarayan delillerden ve yorumlardan ibarettir. Bir çatışma ya da uzlaşmanın kabulü için, her iki tarafın söylediklerinin de değişmez, sabit ve kesin olması gereklidir. Oysa temel bilimlerin ortaya koyduğu gerçekler sabit ve değişmez değildir. Kâinatta işleyen kanunları bir tarafa bırakacak olursak, “bilimsel gerçek” denen şeylerin izafi, göreceli olduğunu görürüz. İslam dini hariç, diğer iki semavi din olan Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin aslı bozulmuş; zaman içinde hurafelere maruz kalmıştır. Diğer dinler için geçerli olabilecek bir varsayımı, bu açıdan kabullenmek ve evrensel bir norma dönüştürmek sağlıklı değildir. Bizim ülkemizde de popülist bilim kaygıları ile, eğitim üzerinde baskı kuran yanlış din yorumlarına dayalı materyalist yayılmacılığa karşı Risale-i Nur orijinal yaklaşımlar sunmuştur.

Benzer biçimde Risale-i Nur’un ortaya koyduğu kâinat tasavvurunda, modern bilimin doğa-tabiat tasavvuruyla benzeşen, hatta birebir örtüşen kısımların olması mümkündür. Fakat unutulmamalıdır ki, Risale-i Nur daha baştan metodolojik olarak mesajındaki farkı ortaya koyar, bilimden hareketle dini konumlandırmak yerine; dinden kalkarak bilimi ve diğer akli çıkarımları konumlandırır. Bunu yaparken ne bilimi din adına yok sayar, ne de dini bilimin insafına terk eder. Aksine bilimi, dini gerçekliği anlamamıza marifetullah boyutunda vesile kılar.

Bediüzzaman Said Nursî’nin bilime, fenne ve teknolojiye yaklaşımı bu açıdan önemlidir. Said Nursî, bilimin giderek etkinliğinin artacağına, istikbalin bilgi çağı olacağına inanmakta, bütün vurgusunu bu istikamette yapmaktadır: “Elbette nev-i beşer ahir vakitte ulum (bilimlere) ve fününa (temel bilimlere) dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir.”

Bir diğer konu ise, İslam’ın temel referansı olan Kur’an’daki ve hadislerdeki yoruma açık (müteşabih) bazı ifadelerin, bir takım Müslümanlar tarafından metindeki gibi algılanması ve bu yorumların kâinatta geçerli olan olaylarla ve bilgilerle çatışması yüzünden, İslam dininin de bilimle çatıştığını veya çatışabileceği değerlendirmesini yapmak sağlıklı değildir.

  1. Bilim Marifete Araç Olmalıdır

Kur’ân-ı Hakîm, Zâriyat Sûresinin 56. âyetinde insanın yaratılış maksadını şu ifadelerle açıklar: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”. Farklı yerlerde vurgu yapılan ayetin bu hakikatine, Risale-i Nur’un birçok yerinde temas edilir. Mealen “ibadet etsinler” diye açıklanan bölüm Risale-i Nur’da, “Hâlık-ı kâinatı tanımak ve Ona iman edip, ibadet etmek” şeklinde açıklanır. Sonrasında gelen cümlede, “marifetullah,” “iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmek” şeklinde anlatılır.

Her bir insan, “talim-i esma” (Allah tarafından Hz. Adem’e isimlerin öğretilmesi) ile meleklere hilafet davasında üstün gelen Hz. Adem’in (as) mesleğini devam ettirir. Hayat sahibi, şuur sahibi ve daha da ötesinde sorumluluğu üzerine alan insanın, bütün varlıklar üstündeki o yüksek makama liyakatini ispat etmek için, ilim ve fende “esma-i hüsna”yı esas yapması ve Cenab-ı Hakk’ın birer ismine dayanarak çalışması gerekmektedir. Aksi takdirde, ilimler ve fenler, “hikmet-i İlahiye”den ayrılıp, “tabiat dalaleti”nin bataklıklarında “nakıs bir gölge” olarak kalmaya mahkum olacaktır.

Risale-i Nur, bizlere Allah’ın ilmini ve kudretini anlatmakta, İnsana Rabbini tanıtan muarriflerden (tarif edicilerden) söz etmektedir. Bu açıdan muarriflerin (tarif edicilerin), Risale-i Nur’da dört ana başlıkta toplandığı görülmektedir:

En başta, Allah’ın bir san’atı, eseri ve kâinatın tefsiri olarak Kur’an’ı nazara verir. Kur’an’ın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed’dir. Kâinat kitabı ise varlık âleminin kendisidir. Bu büyük kitabı insan en iyi şekilde, Kur’an-ı Hakim’in ve Hz. Peygamberin kılavuzluğunda anlayabilir. Kur’an varlık âleminin gerçeğini anlatırken, Peygamber (asm) ise en güzel bir öğretmen olarak karşımıza çıkar.

Risale-i Nur, kâinatı büyük bir kitap veya büyük bir insan olarak tarif eder. Bu kitabın her kelimesi, hatta her harfi öyle mucizeli bir şekilde yaratılmaktadır ki, en küçük bir zerresini dahi tam yerinde icad edebilmek için, bütün kâinatı icad edecek sonsuz bir kudret lâzımdır.

Kur’ân-ı Hakîm, kâinatı, tevhidin en büyük, en küllî bir delili olarak sunarken, daha çok her insanın kolayca anlayabileceği delilleri dikkatimize sunar. Yaratıcı biz kâinatı anlayabilelim, böylece kendisini tanıyabilelim diye sebep-sonuç çizgisi içinde yaratmayı irade etmiştir. Yaratanın sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur; ama biz onun nasıl yarattığını anlamak için sebeplere muhtacız. Bu aslında imtihan dünyasının da bir gerçeğidir. Risale-i Nur, bu usulü ve bu yolu kendine rehber yapar. “Vâhidiyet içindeki Ehadiyeti göstermek” diye tarif ettiği ilahi bakışla, zerrelerden yıldızlara kadar bütün mevcudatın her birinin, mutlak kudret sahibi Yaratıcı’nın varlığının parlak bir delili olduğunu anlatır.

Risale-i Nur’un doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’den aldığı bu meslek, insanı marifetullaha ulaştıran en kısa yoldur. İnsan bu yolla, ne sebeplere takılarak boğulur, ne de kâinatı yok sayar. “Her şeyden Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var” demekte; böylece marifetullaha ulaşabileceğimizi söylemektedir.

Risale-i Nur’a göre, her bir şeyin hakikati, yani bilimler Allah’ın isimlerine dayanır. Eşyadaki sanatların her biri, Allah’ın isimlerinin bir aynasıdır. İnsanın kâinatı çözümleme çabasının bu isimleri okuyup anlamaya yönelik olması gerektiği ifade edilir. Bunun dışındaki yaklaşımların anlamı yoktur. Bu açıdan, özellikle bilim adamlarının kâinattaki olayları ve kanunları araştırmaları, asıl amacına ulaşamamış, yarım, eksik ve hatta saptırılmış çalışmalar olarak kalmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî “Aklın nuru funun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulumu diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden tassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder” ifadesiyle bilim ve din arasında olumsuz olarak algılanan anlayışı aşmaya çalışmıştır. Böylece tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirmeye çalışmış, kâinata hep bu gözle bakmıştır. Yani din ilmi, fen ilmi ayrımı yapılmadan, her ikisi bir bütün olarak algılanıp, varlık aleminin sırrının öyle çözülmesi gerektiğini anlatmıştır.

İnsanlığın bugüne kadar ulaşan, ortak aklı olarak kabul edebileceğimiz bilimin amacı, kâinatta var olan kanunların keşfi ile Allah’ın her bir varlıkta yazdığı kitabı çözmek ve okumak olmalıdır. Kur’an’da Peygamberler’in mu’cizelerinin zikredilmesinin maksadı, bunların benzerlerinin yapılması ve ortaya konmasına yönelik olarak bilim adamlarını teşvik etmektir. Bu yüzden din ve bilim arasında bir çatışma olamayacağı gibi, aksine, “İslamiyet fünunun (bilimlerin) seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyenin (gerçek ilimlerin) reisi ve pederidir.”

Bilim adamlarının kendilerinin konuşması yerine bilimi konuşturmalarına şiddetle ihtiyaç vardır. Bu dil ortaya konurken, bilim adamlarının, bilimsel disiplinlerin sayısı hızla artarken birçok alanda söz sahibi olamayacaklarını bilmeleri gerekmektedir. Bilim adamının sübjektif yorumuyla bilimin kendisi arasında mutlak bir ayrım vardır. Bu gerçeğin farkında olan Said Nursî, Kastamonu’da yanına gelen bir grup öğrencinin “Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor”lar sözü üzerine onlara şöyle der: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” “Kendi lisan-ı mahsusiyle” seslenişine dikkat etmek gerekir. Klasik bilimin canlı bir hayvan, Newtoncu fiziğin devasa bir makine addettiği kâinatı Bediüzzaman Said Nursî muhteşem bir kitap olarak tarif eder ve “bir sergi,” “bir tarla,” “bir misafirhane” ve “bir saray” gibi, fakat “bir kitap”, yani okunacak bir şeye benzetmesi, Risale-i Nur mesleğini ve metodunu özellikle tanımlayıcıdır. Risale-i Nur’da “Sıfat-ı Kelam’ın kitabı” olan Kur’an ile “Sıfat-ı İrade’nin Kudret kitabı” olan kâinat arasındaki ilişkinin önemli olduğuna dikkat çekilir.

Kur’ân’ın, kâinat kitabının “ayat-ı tekviniye”si hakkındaki ifadeleri, kâinattaki düzenli değişimlerdeki “şuunat-ı İlâhîye”nin delalet ettiği gerçeklere, O’nun fiillerine, esmasına, sıfatlarına, haşre ve diğer iman hakikatlerine şuurlu mahlukların dikkatlerini çeker. Kur’ân, tekrar tekrar insana bu “ayetler” üzerinde durmayı emreder ve onu tefekküre ve ibret almaya teşvik ederek aklını kullanmayı ister. Yani bir anlamda, kâinat bir laboratuar, peygamberler bir öğretmen, mukaddes kitaplar ise ders notları hükmündedir.

Said Nursî’nin gözünde tabiat ya da geniş anlamıyla kâinat, sıradan ve kendiliğinden bir şey değildir. O’na göre tabiat bir “Kitap”tır. O, bir kitabın okunması gibi okunmalıdır. Söz konusu kitap okunurken, yazarı dikkate almadan, onu düşünmeden yapılacak bir okuma ve çalışma anlamlı değildir. Bu öyle bir okuma biçimidir ki, nasıl insan indirilmiş bir Kitap olarak Kur’an’ı okuyarak Allah’a ulaşırsa, tabiat-doğa kitabını da okuyarak ulaşabilir. Onun sözleriyle kâinat, “kitab-ı kebir” (büyük bir kitap), Kur’an ise onun “tefsiri”dir.

“Şeriat-ı tekviniye” de denilen Allah’ın kâinata koymuş olduğu ilahi kanunlara, insanlar tabiat deyip, işleri gören fiil sahibi olarak tabiattaki kanunları ön plana çıkarmıştır. Oysa tabiat ve onunla ilgili olaylar, kâinatta işleyen ilahi şeriattan başka bir şey değildir.

İşte, fenler, bu gibi “kavaid-i külliyeyi”, yani her yerde ve her zaman geçerli küllî kanunları keşfederek, “mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları gösteriyor” gerçeğine ulaşmaktadır.

Kanun demek, birbirinden ayrı iki ya da daha çok olayın arasında her zaman sabit olan, değişmeyen bir bağ kurmak demektir. Yağmur yağar, ateş yakar, su söndürür. İki molekül hidrojen ve bir molekül oksijen birleşerek daima suyu oluşturur. Havadan yere bırakılan bir madde hızla yere düşer. Çünkü Cenab-ı Hakk, taşın kütlesi ile dünyanın kütlesi arasında değişmeyen sabit bir oran kurmuştur. Biz buna yerçekimi kanunu diyoruz. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadeleriyle, “hikmet-i ilahiye bütün eşyada en güzel bir suret teşkil etmiştir. Bu nizam, eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder.”

Sonuç

Dini ve bilimsel yaklaşımları birbirinden keskin hatlarla ayıran fiziksel bariyerlerin kalkmasıyla farklı ve bütüncül kavrayışlar için uygun bir zemin doğmuştur. Yeni fizikle başlayan ve giderek bütün sosyal bilimlere yayılma eğilimi gösteren yeni bilimin yöntemi ve anlayışı, genelde tanrı-kâinat-insan ilişkilerini, özelde bilim-din ilişkisini anlamlandırmada zengin bir potansiyel taşımaktadır. Bu çerçevede, özgün metodolojisi ile Risale-i Nur’un ve ondan hareketle elde edilecek güncel çözümlemelerin ve yeni üretimlerin bu potansiyelin değerlendirilmesinde önemli rolü olacaktır.

Doğru İslamiyet’e ve İslamiyet’e layık doğruluğa ihtiyaç olduğu gibi, doğru bir bilimsel anlayışa ve yoruma (marifetli bir bilgiye) ihtiyaç vardır. Bu anlayışın zihinlerdeki yerini sağlamlaştırmak için, benzeri entelektüel ve akademik çalışmaların bundan sonra da devam ettirilmesi önemli arzularımızdan birisidir.

  1. MASA:

Bilimsel Yöntem ve Din

Bilim ve din ilişkisi ile bağlantılı olarak bilimsel yöntem ele alınırken çözümlenmesi gereken öncelikli problem bilim ve dinin nereye ve nasıl konumlandırılacağıdır. Bu çerçevede varlığın algılanması ile ilgili olarak bilimin ve dinin ortaya koyduğu verilerin insanlık tarihinin gelişimi içinde modern dönemde ayrışmaya maruz kaldığı; Batının bilimle ilgili oryantasyonu tamamen madde eksenli olduğu ve madde ötesini dışladığı için problemli bir noktaya gelindiği görülmektedir. Varlığı anlama yönünde modern Batıda ortaya konan çalışmalar, kendi sistemini tek doğru ve geçerli sistem olarak kabul eden bir yapı arzettiği için problemli sonuçlar doğurmuştur. Bu madde eksenli varlık algısı içinde bilim ve din ayrışımı keskinleşirken, bilimsel bilginin insanı eşyanın hakikatine ulaştırabileceği düşüncesi bilimin yüceltilmesine yol açmıştır. Rönesans sonrası dinden bağımsız mutlak hakikat arayışı ile gelinen noktada tamamen maddi aleme dayalı ve vahyi göz ardı eden bir bakış açısı ortaya çıkmıştır. Kartezyen yaklaşım, Kant’ın dini bilgiyi anlaşılabilir alanın dışına iten arayışları ve Hegel’in “mutlak benle” bunu vurgulaması modern bilimin buhran üreten yaklaşımlarının özünü oluşturmuştur. Bu süreç içerisinde bilim, varlığı nedensellik içinde ele alan ve mekanik kurallarla işleyen bir yapıya dönüştürmüştür. Aynı mekanik anlayış sosyal bilimlere de yansımış ve sosyal yapıları biçimlendiren arayışlar içine girilmiştir. Bütün bu süreçlerden sonra yirminci yüzyılda determinizme karşı Kuantum Fiziği, Heisenbeg Belirsizliği, Einstein’in İzafiyet Teorisi gibi eleştirel yaklaşımlar gelişmiştir. Yirminci yüzyılda batı epistemik bir bunalım ve bundan kurtuluş için arayış içine girmiştir. Bilimin ve dinin farklı bakış açılarının oluşturduğu bu uçlardaki algılanışlarında farklı çözüm arayışları ortaya konmuştur. Çatışma, bağımsızlık, diyalog ve entegrasyon gibi yaklaşımlar içinde ele alınan bilim ve din bilimsel bir dini söylem ile uzlaştırılmaya çalışılmıştır.

Modern bilimin geldiği bu dönüm noktasında, çözüm üretmekten aciz kaldığı ve varlığın arka planını göz ardı eden yaklaşımlar ile anlamlar boyutunu körelttiği noktada Kur’an eksenli yeni bir varlık algısına ihtiyaç netleşmiştir. Bu noktada dünya problemlerinin çözümü için ve varlığı bir bütün olarak algılayabilmek için yeni ve arka planı hesaba katan bir tarife ihtiyaç doğmuştur. Modernizmin insanlık aleminde oluşturduğu depremle adeta yıkılmış olan İslami düşünce geleneği sarayının Kur’an merkezli bir planla ve günün ihtiyaçları da dikkate alınarak yeniden inşaasına büyük bir ihtiyaç vardır. Bu noktada Kur’an’ın kuşatıcı bakışına ihtiyaç şiddetlenmiştir. Gelinen yol ayrımı, Kur’an medeniyeti üzerine bina edilecek yeni bir varlık algısını, bilimin ve dinin alanlarını kuşatacak bir varlık algısını insanlık açısından çok önemli hale getirmiştir.

Kur’an medeniyeti eksenli yeni yöntem inşaası için Risale-i Nur sağlam bir zemin oluşturmaktadır. Bu anlamda her mesleğin içinde var olan hakikat kırıntıcıklarını toplayan yaklaşımı ile Risale-i Nur, Kur’an’ın kuşatıcılığını asra taşımaktadır. Temel mesleği Kur’an’ın yöntemlerini kullanmak olan ve Sahabe mesleğini esas alan Risale-i Nur, gelinen ayrım noktasındaki varlığın tanımlanması problemine mülk alemini ve varlığın yaratıcıya bakan boyutunu, yani melekut alemini birlikte ele alan kalıcı ve anlamlandıran çözümlemeler ortaya koyma istidadındadır. Modern bilimin uzun arayışlarının sonucunda Yaratıcıdan irtibatı kopuk olan bir maddi alemle ve diyalektik süreçle varlığı anlamlandıramayacağı görülmüştür. Klasik medrese eğitiminin dışına çıkmanın avantajını hayatında gözlemleyebildiğimiz Bediüzzaman, taassuptan uzak ve Batı medeniyeti karşısında kişilikli cesur duruşuyla Doğu ve Batı medeniyetlerinin buluşturulması ve bunun Kur’an’ın kuşatıcılığı içinde gerçekleştirilmesi noktasında önemli bir yere sahiptir. Sebep ve sonuç bağlantısı içerisinde algılanan ve Yaratıcı’dan kopuk bir şekilde anlamlandırılmaya çalışılan varlığa modern bilimin ürünü olan dil ve yaklaşımların ötesinde Kur’an eksenli ve varlığın Sanatkarına vurgu yapan yeni bir varlık tarifi ve yeni bir dil Risale-i Nur’la ortaya konmuştur. Bilimin gözleme dayalı bakış açısı ile sebep sonuç ilişkisi içinde algıladığı determinist yapı sebep ile sonucun sadece yan yana geliyor olduğunu ifade eden iktiran kavramı ile değiştirilmiş; böylece sebep ve sonucun her ikisi de Alemlerin Rabb’i ile doğrudan irtibatlı olan bir bakış açısı içerisinde ele alınmıştır. Risale-i Nur, determinist yaklaşıma karşılık her an varlık alemini yeniden şekillendiren ve hep O’nunla irtibatlı olan bir Yaratıcı anlayışını geliştirmiştir. Yine varlık alemi içerisinde Bediüzzaman’ın insan tanımı marifetullah ve ubudiyet ekseninde şekillendirilmiştir.

Risale-i Nur, İslam düşünce geleneğinin günün ihtiyaçlarına uygun bir sentezi ile seyyiatı hasenata galip gelen modern dünyanın çıkmazlarını aşacak çözüm yollarını da içinde bulundurmaktadır. Bu noktada felsefeyi ve bilimin ürettiklerini yok saymayan, ancak bunların Kur’an eksenli yorum ile hikmete dönüştürülmelerini hedefleyen bir yaklaşımdır. Moderniteyi İslamlaştırmak ya da İslamı modernleştirmek gibi bir arayış içerisine girmeksizin varlığı ve yaşadığımız zamanı İslami zeminde anlamaya çalışan ve Kur’an eksenli çözümler önümüze koyan bir yaklaşımdır. Bu çözümleri sunarken yeni bir terminoloji ve dil üretmekte ve bu yaklaşımı ile modern bilimin dayattığı terminolojiye vahye dayalı bir alternatif geliştirmektedir. Bu yeni bakış açısında varlığı direk sanatkarı ile irtibatlandıran harfi yaklaşım ve varlık algısında niyet ve nazarın mahiyeti değiştirdiği bir genişlik gözlenmektedir. Bu bakış açılarının dikkate alındığı varlık anlayışı ve bu algıyla uyumlu bir dil oluşturma çabası Risale-i Nur’un önemli farklılıklarından biri olarak göze çarpmaktadır. Bu yaklaşımı dinin bilimi de içine alan varlık çözümlemeleri ile akıl ve kalbin uyum içerisinde hayatı anlamlandırabileceğini ortaya koymaktadır. Teknolojinin gelişimi ile varlığa atfedilen sabitlik ve kalıcılık şeklindeki güven yerine varlığın ardında işgören Sonsuz Kudrete dayanmanın getirdiği ontolojik güven tesis edilmektedir. Vahiy, insan ve kainat üçlüsü içerisinde kainatın ve insanın anlamını vahiy ve fıtrat eksenli bir zeminde açıklamanın farklılığı Risale-i Nur’da gözleniyor. Bu, var olan bilimsel birikimi ve var olacak bilimsel birikimleri ilahi hakikatler bağlamında yeniden üretme imkanını sağlayan bir enfüsi-afaki gerçeklik olarak önümüze çıkıyor.

İndirgemeci bir yaklaşım ile varlığı fiziksel gerçekliğe dayandıran bilimin belirgin bir hakikat ortaya koymaması modern insanın kişiliğinde şizofrenik bir yapı doğurmaktadır. Modern bilimin bu haline karşılık redçi, teslimiyetçi ve aşmacı tutumlar içerisinde değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Bunlardan en makul olanı zihin ve aklın müteal olana yöneltilmesi şeklindeki aşmacı tutum olabilir. Bunun yapılabileceği en sağlam zemin Risale-i Nur olmalıdır. Bu, peygamberlerin kendi asırlarında ifa ettikleri vazifenin asrımıza taşınması, yani veraset-i nübüvvet anlamına gelmektedir. Bu anlamda Bediüzzaman, Kur’an’dan ve Hz. Muhammed’den aldığı dersle insanlık aleminin kozasını çatlatması ve hakikate ulaşması noktasında önemli bir konumdadır. Yalnızca bir İslam alimi değil, aynı zamanda büyük bir mütefekkir olan Bediüzzaman’ın varlıkla ilgili çözümlemelerine bütün İslam alemi ve insanlığın ihtiyacı olduğu ortaya çıkmaktadır. Kuvvete dayalı yapısı ile İslam alemi ve insanlığı ezen Batı ile yüzleşme ve modern bilimin paradigmalarına antitez geliştirebilme cesaretini gösterebilmesi onu İslam düşünce dünyasında çok farklı bir yere getiriyor. Klasik düşüncenin dışına çıkabilen, öze dayalı çözümler üretebilen ve modernitenin oluşturduğu dünyanın dışına çıkabilen cesur bir İslam mütefekkiri olması dünyanın geleceğinde ona hayati bir misyon yüklüyor. Vahiy temelli ve Batı ile yüzleşebilen bir zeminde komplekse kapılmadan, kendi kavramları üzerinde bir kainat yorumu ortaya koyabilmesi ontolojik özgüven ve entelektüel cesaret şeklinde açıklanabilir.

“Şarkın ulumundan ve Garbın fünunundan” gelmediği ifade edilen Risale-i Nur, direk Kur’an’dan feyz almış olmanın farkını ortaya koymaktadır. Bu anlamda bilimsel yöntemin bir ürünü değildir. Batı bilimi kaynaklı örgün eğitimin yaygınlaştığı bir yapı içerisinde, aydınlanmacı felsefenin belirleyici olduğu bir dünyada modern bilimle nasıl yüzleşileceği sorusu gözardı edilemezdi. Bu noktada Kur’ani ölçülerle mücehhez bir ferdin bilimle ve onun üretimi ile şekilleniyormuş gibi algılanan modern dünya ile, teknoloji ile daha rahat yüzleşebileceği, kimliğini muhafaza edebileceği bir yapı ortaya konmaktadır.

Bediüzzaman’ın varlık tanımı “mana-i harfi”, “mana-i ismi”, “ene”, “niyet” ve “nazar” kavramları çerçevesinde şekillenmiştir. Bu kavram haritasına özellikle varlık içinde insanın ve benliğin tanımlanması ile ilgili olarak ene yerleştirilmiştir. Varlığın tanımlanmasında enenin kendini bir kul olarak algılıyor ve yaratıcı ile tanımlıyor olması çok önemlidir. Kendini bir kul olarak tanımlamayan enenin, varlığı ve kendini gerçek anlamı ile tanımlayabilmesinin mümkün olmadığı ortaya konmuştur.

Peygamberlerin mucizelerinin bir boyutu ile insanlık aleminin maddi dünya içinde ulaşacağı zirveyi gösterirken, diğer boyutu ile varlık dünyasından Sanatkar’a ulaştıran harika sanatlardan onları Yaratan’a işaret eden bir boyutu olduğunu ortaya koyuyor. Hz. Adem’e öğretilen eşya içinde bütün fenlerden ve ilimlerden ortaya çıkacak harikalıklara işaretler olduğunu ortaya koyuyor. Bu anlamda Kur’an’ın da talim-i esma hakikatine bir mazhariyetinin olduğu, hak ve hakikat olan bütün ilim ve fenlerin doğru hedeflerini işaret ettiği, onlardan ortaya çıkacak dünyevi ve uhrevi sonuçları gösterdiği ve insanlığı buna teşvik ettiği ifade ediliyor. İnsanlığın temel gayesinin rububiyet karşısında ubudiyet olduğunu anlamak olduğunu ifade ediliyor. İnsanlığın ahirzaman da bütün kuvvetini ilimden alacağına işaretle hüküm ve kuvvetin ilmin eline geçeceği ifade ediliyor. Bu ilimler içinde en parlağının belagat ve cezalet olacağı ifade ediliyor.

Sonuç olarak, insanlık aleminin geldiği noktada varlığı Halık-ı Kainat’tan bağımsız şekilde algılamaya ve anlamlandırmaya çalışan egemen bilimsel yaklaşım bir tıkanma noktasına gelmiştir. Bilimlere ışık tutan ve her bilim dalının en nihai hedeflerini ve maksatlarını gösteren Kur’an-ı Mu’cizülbeyan’a dayanan yeni bir varlık tarifine ihtiyaç çok net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu kendine has bilimsel yöntemi, sanat anlayışı, terminolojisi ile yeni bir Kur’an medeniyeti inşası anlamına gelmektedir. Önümüzdeki dönemde insanlığın çıkış noktası ve Batı dünyasından kaynaklanan buhranların çözümü buradadır. Bu anlamda yeni medeniyetin altyapısını oluşturacak bir zemin ve önümüzdeki asrın Kur’an merkezli medeniyetinin terminolojisini oluşturma anlamında Risale-i Nur tüm insanlığa ulaştırılması gereken bir kaynak konumundadır. Gelecek dönemin hakikat eksenli şekilendirilmesi ve yeni bir varlık inşasında bir yol haritası konumundadır. Bediüzzaman’ın vesile olduğu ontolojik inşa bütün insanlığa ulaşabilmeli ve bu maksatla bugünün ifade şekillerine uygun bir yöntem ve tabi olan değil, belirleyen bir yöntem geliştirilmelidir. Modern dünyanın paradigmaları ile yüzleşebilecek donanım ve cesaret Risale-i Nur’da ve müellifin onlara kattığı ruhta mevcuttur. Gelecek zaman içinde gücün sözcülerine karşılık özün gücünün kazanacağı umudundadır. Bu hakikatlerin insanlığa ulaştırılması materyalist bilimin ürettiği buhranlara bir çözüm geliştireceği için anlatımın alt yapısı tez elden kurulmalıdır. Risale-i Nur kendi entelektüelini yetiştirmeli, buna zemin hazırlanabilmesi için istidatların önünde bir engel teşkil edebilecek aşırı himayeci ve ilmi istibdat ile kapalı yapılar oluşturma riskinden uzak durulmalıdır. Sözün gücü özgüven gerektirmektedir ve özgüven için hür ortamalar lazımdır. İstidatların gelişme imkanı bulduğu bu münbit zeminde Genç Saidlerin vücut bulması önündeki engeller de kalkmış olacaktır. Bu zeminlerin verimli ve münbit hale gelmesi ile İslam aleminin ve insanlığın geleceğinde yeryüzünü kuşatan yeni bir medeniyetin, Kur’an medeniyetinin doğuşu fıtri bir süreç olarak gözükmektedir. Bu yeni medeniyetin oluşumunda gerek terminolojisi gerekse asrın ihyaçlarına Kur’an’dan çıkarımlar şeklindeki çözümleri ile Risale-i Nur önemli bir rol üstlenecektir.

Bilim ve din insanlığın geldiği yol ayrımında ilişkileri çok önem arzeden ve geleceğin şekillendirilmesinde merkezi konumda olan iki kavramdır. Bilimsel yöntemin ve modern bilimin insanlığın problemlerine çözüm sunamadığı, varlığı anlamlandıramadığı bir durumda bilimin ve varlığı anlamlandırma yönteminin yeniden şekillendirilmesi yeni medeniyetin de başlangıç noktalarından biri olmalıdır. Varlığın ve benliğin gerçek anlamı ile tanımlandığı, görünen alem ve görünmeyen alemler, Kur’an ve kainat, akıl ve vicdan, mülk ve melekut bütünlüğü içinde bir varlık tasavvuru ve bunun ifade edileceği dilin Kur’an’a dayalı olarak şekillenmesi, geleceğin müreffeh dünyasının temel şartı olarak önümüze çıkmaktadır. Bu anlamda Risale-i Nur’un ortaya koyduğu kavramlar, üzerinde çalışılmayı hak etmektedir.

  1. MASA:

Tarih Boyunca Bilim ve Din İlişkisi

Bilindiği gibi, İnsanlar tarih boyunca varlığı anlamaya çalışırken, iki temel yaklaşım dikkat çekmiştir. Bunlardan birisi, ilahi vahyin ışığında varlık aleminin yorumlanması; diğeri ise, vahye ve fizik alemde vahyin paraleli olan gerçekliklere göz ve kulakların kapatılarak yapılan değerlendirmelerdir.

Bediüzzaman Said Nursî, varlığı okumada bilimsel bilginin elde edilmesinde, ilahi vahiy ve fizik aleme kulak verilerek, onların işaret ettiği hakikatlere her insanın ulaşmasının, yaratılışından getirdiği “akıl” cihazının bir gereği olduğunu vurgulamıştır. İnsan sahip olduğu bu özelliğinden dolayı, sorumluluk yüklenebilen ve diğer canlılar arasında temayüz edebilen bir özellik göstermiştir.

İşte bu özelliğinden dolayıdır ki, Bediüzzaman Said Nursî, insanlık tarihinin olumlu ve olumsuz dönemlerini belirlerken “aklı kullanma becerisini” temel kriter olarak ele almıştır.

I.

Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’de akıl ve düşünmeye sevkeden “Düşününüz!”, “Hâlâ düşünmez misiniz?”, “Onlar hiç düşünmezler mi?”, “Bakınız!”, “Bakmazlar mı?”, “Ey akıl sahipleri ibret alınız!” gibi ikazları temel referans alarak insanlık tarihini değerlendirmiştir. İnsanlık tarihini, “akıl” çerçevesinden bakarak belli dönemlere ayırmıştır.

Aklın kullanıldığı, yeni fikirlerin üretildiği, insanın varlığı sorguladığı -Bediüzzaman’ın ifadesiyle “medrese-i efkar” niteliğindeki dönemler- “müstakbel”; akılla değil hislerle hareket edildiği, istibdat, taklit ve taassubun her alanda yaygınlaştığı ve kuvvetin hakim olduğu dönemler ise “mazi” şeklinde ifade edilmiştir.

Bediüzzaman’ın tanımladığı “mazi” ve “müstakbel” dönemleri doğrusal bir çizgi takip etmemiş, aklı kullanmaya bağlı olarak şekillenen dönemsel bir görünüm ortaya çıkarmıştır.

Bediüzzaman, bu kavramlar çerçevesinde İslâm’ın ilk üç asrını, benzersiz gelişmelerin görüldüğü dönemler olarak ifade ederken; İslam’ın dördüncü ve beşinci asırlarını kemale mazhar olan devir olarak yorumlamıştır.

Bilindiği gibi bu dönemlerde, Peygamberimiz ve ondan sonra gelenler tarafından ilahi vahyin saf ve dış etkiden korunmuş olmasından dolayı, dini duyarlılık çok kuvvetli idi. İslâm doğrudan Peygamberden ve Sahabeden öğrenilebiliyor, hiçbir dış etkiden çekinmeden hak ve hakikat aranabiliyordu. Hz. Peygamber dönemi, Dört Halife Devri, Endülüs Emevileri ve Abbasilerin ilk dönemleri bu özelliği göstermiştir.

Sonraki dönemlerde israiliyat denilen dış etkiler İslâm toplumlarının içine girmeye ve gündelik hayatlarını etkilemeye başlamıştır. İşte Bediüzzaman, tarihin bu dönemini İslamların “mazi”si olarak ifade etmiştir. Hicri beşinci asırdan on ikinci asra kadar, yani miladi on birinci asırdan on dokuzuncu ve yirminci asra kadar geçen dönem “mazi” şeklinde ifade edilmiştir. Bir başka ifade ile taklit ve taassup dönemleri Risale-i Nur’un neşredilmeye başladığı yıllara kadar uzanmıştır. Bahsedilen bu dönemde, İslâm toplumları taklit ve taassup bataklığı içinde gerilemiş, İslâm’ın gerektirdiği dinamizm ve gelişme sağlanamamıştır.

II.

Müslümanlar bu taklit ve taassup dönemlerinde ilahi vahyi bütün özellikleriyle yaşama becerisini gösteremediklerinden kültür ve geleneğin etkisiyle, İslami olmayan birçok şey İslâmî gibi algılanmış, bu durum da Müslümanların hem İslâm’dan hem de insan tabiatına uygun hür ve gelişmiş yaşama biçimlerinden mahrum kalmasına neden olmuştur.

Bu dönemde akıldan çok his, birlikten çok ihtilaf, kendi mesleğine muhabbetten çok başkasının mesleğine nefret hayat bulduğundan, bilimsel gelişmelerin durmasına neden olmuştur.

Bediüzzaman bu dönemleri, geleneğin tozlarıyla örtülmüş kılıca benzeterek, İslâm toplumlarının Risale-i Nur’daki hakikatlere sahip çıkarak İslâm kılıcını parlatmalarını, uzun asırlar boyunca vahiy dışı tesirlerin etkisiyle oluşmuş yanlış anlamaların giderilerek, ilahi vahyin hakikatine ulaşılması gerektiğini vurgulamıştır.

III.

Bediüzzaman, İslâm toplumlarında bilimsel gelişmelerin önünü tıkayan önemli bir faktör olarak da istibdadı göstermiştir. “Mazi” diye tanımlanan taassup ve taklit dönemlerinin bir özelliği olan istibdat, İslâm’ın ilk emri olan “oku” emrinin bile önüne geçerek, eğitim kurumlarının statikleşmesine, taklidin yaygınlaşmasına ve bilimsel bilginin üretilmesine engel olmuştur.

Bediüzzaman, bahsedilen dönemlerdeki siyasi yönetimlerin de bilimsel gelişmelerin önüne geçtiği tespitini yapmıştır. İlmi istibdadı, siyasi istibdadın çocuğu olarak ifade ederek, otoriter siyasi rejimlerin özgün fikirler ortaya çıkarılmasına engel olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, istibdat-ı ilmiyi taklidin babası olarak ifade ederek, ilimde istibdadın bulunmasıyla taklit çalışmalarının artacağını belirtmiştir.

IV.

Bediüzzaman, Batı toplumlarındaki gelişmelerle İslâm toplumlarındakini farklı olarak değerlendirerek, Rönesans ve Reform hareketleriyle Avrupa’nın “aklı” ön plana alıp, taassup ve taklidi terk ederek bilimsel yaklaşımlara önem vermelerini onlar için önemli bir dönüm noktası olarak ifade etmiştir.

Bediüzzaman, Avrupa’da Katolik kilisesine karşı yapılan reform sonucunda, bilimsel gelişmelerin önünün açıldığını, Türkiye’de de benzer bir reform yapılması gerektiğini savunanlara karşı da, Katolik mezhebi ve İslamiyet arasında “akla” yaklaşım bakımından zıtlık olduğunu, Katolikliğin “aklı” azlederken, İslâmiyet’in akla revaç verdiğini belirtmiştir.

Bediüzzaman Hıristiyanları kastederek, “Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı İslamiyet’e ittibaları nispetindedir. Başkalarının temeddünü ise, dinleriyle makusen mütenasiptir.” demiştir. Yani Batı’da Katolik mezhebinin ilkelerinden ayrılmak suretiyle bilimsel gelişme sağlanmışsa, İslâm toplumlarında tam tersine ancak, İslâm’a yaklaşmakla bilimsel gelişmelerin ortaya çıkabileceği vurgulanmıştır. Bu gerçek bugüne kadar yeterince anlaşılamadığından İslam toplumları gerektiği gibi yükselememiştir.

Bütün bunlardan şu sonuca ulaşabiliriz ki, İslâm toplumları bilimde gelişmek istiyorlarsa, dinin temel niteliklerine sahip çıkmak zorundadırlar. Ya da Ehl-i İslâm dinlerini yaşamak istiyorlarsa bilimsel gelişmelere sahip çıkmak zorundadırlar. Din ve bilim birbirinden ayrılmaz iki gerçekliktir.

 

  1. MASA:

Siyaset Bilimi ve Din

Din ve Devlet

Bir Kur’ân müfessiri olarak Bediüzzaman Said Nursî, diğer bilimler gibi siyaset bilimine de Kur’ân merkezli bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Din-devlet ilişkilerinde, İslâm toplumunda yüzyıllardır süregelen ve “din ü devlet” terkibiyle ifade edilen “dinle devleti aynîleştirme” anlayışını benimsememiştir. Devletle kaim bir din anlayışında olmamıştır. Bunun yerine, kâinata kök salmış bir hakikat olan dini, özgür ve sivil bir zeminde yorumlamıştır.

Devlet Dine Müdahale Edemez

Devletin dine müdahalesini de, dinin dünyevî maksatlarla kullanılmasını da reddeden bu yorum, dinin getirdiği değerlerin öncelikle bireyden başlayarak bütün topluma mal edilmesini öngörür.

Dine Hizmet ve Siyaset

Bediüzzaman, din hizmetinin devletten ve siyasetten tamamen bağımsız bir zemine oturtulmasını ve kuşatıcı bir anlayışla verilmesi gerektiğini savunur. Bu doğrultuda Said Nursî, din hizmetlerine, kesinlikle siyaset ve inhisarcılık gölgesinin düşürülmemesi uyarısında bulunmuştur.

Hakem Devlet

Said Nursî’ye göre devlet, farklı inanç, görüş ve kesimler arasında taraf tutmadan hakem olmak ve özgürlükleri tam anlamıyla tesis etmekle yükümlüdür. Devlet, yasama, yürütme ve yargı başta olmak üzere bütün kurumlarıyla hak ve özgürlüklerin önündeki bütün engelleri kaldırmalıdır. Kılık ve kıyafetle, fikirlerle, inançlarla uğraşmak devletin görevi değildir.

Yargı Siyasallaşmamalı

Bediüzzaman’ın ‘Mahkeme, hiçbir cereyana alet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez’ sözü çerçevesinde, yargı sisteminden beklenen, hiçbir harici ideolojik ve siyasi etki altında kalmadan, adaleti tecelli ettirip hak ve özgürlükleri güvence altına almaktır.

Özgürlükçü Yaklaşım

“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen Bediüzzaman, siyasî, ilmî, kültürel, ekonomik olmak üzere istibdadın her türlüsüne karşı çıkmıştır. “Şeriat aleme gelmiş, ta istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” diyerek, şeriatı istibdada müsait zanneden anlayışı reddetmiştir. Nursî, devlet kaynaklı siyasî baskılara teslim olmadığı gibi, ifade ve fikir özgürlüğünü baskı altına alan, ilmî istibdada ve avam tabakasını ezen burjuva tahakkümüne de karşı olduğunu ifade etmiştir.

İman ve Özgürlük

Said Nursî, özgürlük anlayışını iman temeline dayandırmış, imanın Allah’tan başka kimseye boyun eğmeme izzetini ve Allah’ın yarattığı hiçbir şeye tahakküm etmeme şefkatini kazandırdığına dikkat çekmiştir. Hürriyeti, imanın bir hassası/niteliği olarak gören Bediüzzaman, “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar” demiş ve Asr-ı Saadet’i örnek göstermiştir.

Asr-ı Saadet ve Cumhuriyet

“Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyen Bediüzzaman, ideal bir uygulama örneği olarak Asr-ı Saadet’i göstermiştir. Dört Halifenin aynı zamanda reis-i cumhur hükmünde olduklarını ifade ederken, “Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler” demiştir.

Düşünce ve İfade Özgürlüğü

Demokrasinin temeli, düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Farklı düşünceler, eşit ve âdil şartlarda özgürce yarışabilmelidir. Tek görüşü, devletin resmî ideolojisi haline getirip, farklı görüşlere hayat hakkı tanımayan ve onları baskı yöntemleriyle susturup sindirmeye çalışan bir anlayış, demokrasinin önündeki en büyük engeldir. Oysa düşünce özgürlüğü, “aykırı” sayılan, “sarsıcı ve şoke edici” olarak görülen fikirler için de geçerli olmalıdır. Zira, “barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar.”

Laiklik ve Demokrasi

Bu bağlamda laiklik de demokratik bir yaklaşımla yorumlanmalı, hukukî tanımı yapılamayan “irtica, kamusal alan” gibi belirsiz kavramlara dayalı suçlamalarla din ve vicdan özgürlüğüne karşı bir baskı aracı olarak kullanılmamalı; aksine bu özgürlüğün teminatı ve şemsiyesi olarak, Said Nursî’nin dediği gibi “dindara da, dinsize de ilişmeyen” bir anlayışla uygulanmalıdır.

Hilafet

Hz. Hasan’ın altı aylık hilafetinden sonra, Emeviler’e geçince saltanata dönüşen ve ondan sonraki yüzyıllarda hep siyasi bir makam olarak algılanan hilafeti, Said Nursî yeniden Asr-ı Saadet’teki anlamına uygun, Al-i Beyt’in asli misyonu olan iman hizmeti ekseninde yorumlamıştır. Hilafetin siyasi boyutunun ise, “tek şahsın hakimiyeti devri geçti, zaman cemaat zamanıdır” yaklaşımına uygun bir şekilde meclise tevdi edilmesini önermiştir.

Kutsal Devlet Anlayışı

Devlet, kendisine mal edilmek istenen ideolojisiyle birlikte kutsanacak bir kurum değil, misyonu teknik anlamda halka hizmetten ibaret bir yapılanmadır. Bu hizmetin çerçevesi de adalet, güvenlik, savunma gibi, bireylerin yapması mümkün olmayan hizmetlerle sınırlı olmalıdır.

Cemaatlere Bakış

Devlet-toplum ilişkilerinde büyük önem taşıyan konulardan biri de, sivil toplumun bir parçası olan cemaatlere ve diğer sosyal gruplara bakış tarzının, sosyal gerçeklere ve demokrasiye uygun bir nitelik kazanmasıdır. Cemaatlere “yasadışı örgüt” nazarıyla bakan hukuk dışı ve antidemokratik anlayış terk edilmeli, bu anlayıştan kaynaklanan bütün baskı ve kısıtlamalar kaldırılmalıdır.

Hak ve Hürriyet Bilinci

Demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için, büyük önem taşıyan bir nokta, hak ve hürriyet bilincine sahip bir sivil toplumun varlığıdır. Demokrasiyi “millet hakimiyeti” olarak tanımlayan Said Nursî, “Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır” ifadesiyle buna işaret ederken, “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti de müstebit eder” sözüyle de, bu bilincin yokluğu veya zayıflığı durumunda baskıcı, müstebit anlayış ve uygulamaların öne çıkacağına işaret etmektedir.

Hakkın Azı Çoğu Olmaz

Said Nursî’nin hak anlayışı, bu kavramı bölünüp parçalanması mümkün olmayan bir bütün olarak gören bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Ona göre, hakkın küçüğü-büyüğü, azı-çoğu olmaz. Hukuk önünde Müslüman veya gayrimüslim fark etmez, herkes eşittir. Bu bakış açısı, günümüzde AB süreciyle birlikte gündeme gelen “azınlık hakları” tartışmasını temelden çözecek bir niteliktedir.

Demokrasi

Bediüzzaman’ın “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet” nitelemesi, demokrasinin “olmazsa olmaz”larına işaret etmektedir. Adaletin olmadığı, işlerin özgür ve katılımcı bir tartışma ortamında müzakere edilerek yürümediği ve hukukun üstünlüğü ilkesi yerine kişisel, keyfî tavır ve uygulamaların öne çıktığı bir yerde demokrasiden söz edilemez.

Muhalefet ve Muhalif Sivil Tavır

Said Nursî “Muhalefet, meşru ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur” sözüyle, demokrasinin en önemli ve vazgeçilmez kurumlarından birinin muhalefet olduğunu vurgulamıştır.

Bediüzzaman, Türkiye’nin baskıcı tek parti rejimiyle yönetildiği bir dönemde, bu rejime muhalefetini açıkça dile getirmiş, ancak bu tavrını fiilî bir isyan noktasına götürmekten hassasiyetle kaçınmıştır. “Dahilde kılıç çekilmez” demiş, ancak rejime karşı kararlı, tavizsiz, mücadeleci, teslim olmayan ve boyun eğmeyen muhalif tavrın dikkat çekici bir örneğini ortaya koymuştur.

Bediüzzaman’ın ısrarla vurguladığı ‘müsbet hareket’ ve ‘asayişi muhafaza’ hassasiyeti, statükocu anlayışla uzlaşmayı değil, masumların korunmasını esas alan adalet-i mahza ilkesinin bir tezahürüdür. Bu konuda Nursî, devleti değil, bireyi ve toplumu merkeze alan bir anlayışı esas almıştır.

Kamuoyu

İstibdat döneminde kuvvetin hakim olduğunu vurgulayan Said Nursî, demokrasi ve özgürlük çağında ise hak, akıl, bilgi, kanun, hukuk ve kamuoyunun öne çıkacağını ifade eder. Bir ince teli rüzgârın her tarafa çevirebileceği, ama tellerin birleşmesiyle hâsıl olan sağlam bir halatın kolay kolay yerinden oynatılamayacağı misalini verir. “İcma-ı ümmet şeriatta bir delil-i yakinîdir. Re’y-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı amme şeriatta muteber ve muhteremdir” diyerek, kamuoyunda ağırlık kazanan görüşün önemine dikkat çeker, kamuoyunun denetim işlevini ise “Efkâr-ı amme dîdebandır (gözcüdür)” sözüyle dile getirir.

Batılı Kavramlar

Bediüzzaman, Batı siyaset düşüncesinin kavramlarını alırken içlerini İslâmî değerlerle doldurmayı esas almıştır. Meşrutiyet kelimesini “meşrua”, hürriyet kelimesini “şer’iye” sıfatlarını ekleyerek kullanması bunun dikkat çekici örnekleridir. Çünkü hak yerine kuvveti, fazilet ve muhabbet yerine menfaati, yardımlaşma ve dayanışma yerine mücadeleyi, din ve kardeşlik bağı yerine ırkçılığı, ruhun ulvî hislerini tatmin yerine heva ve hevesi teşvik esaslarına dayanan maddeci Batı medeniyetinin söz konusu kavramlara yüklediği anlamlar, İslâm’ın temel değerleriyle bağdaşmaz. Said Nursî, Batının tarihî tecrübesinin ve dolayısıyla Batı siyaset biliminin kavramlarını, ancak İslâm’ın esaslarıyla uygun oldukları takdirde ve ölçüde benimser; bu esaslarla uyuşmayan ve bizim toplumumuzun özellikleriyle uzlaşmayan fikir ve uygulamalara ise karşı çıkar.

Emperyal Siyasete Karşı Tavır

Said Nursî, işgal ve sömürgeciliğe, yani emperyal siyasete çok net bir tavırla karşı çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşında Şark Cephesinde Ruslara karşı verdiği mücadele ve 1920-23 yılları arasında İstanbul işgaldeyken kaleme aldığı Hutuvat-ı Sitte adlı metin, bunun dikkat çekici örnekleridir. “Şeytanın Altı Aldatması” anlamına gelen bu kitapçıkta Bediüzzaman, sömürgecilerin temel argümanlarını birer birer ele almakta ve cevaplamaktadır. Eşref Edib’in yardımıyla basılan bu eseri gören işgal kuvvetleri komutanı, çok hiddetlenir ve Bediüzzaman’ın ortadan kaldırılmasını emreder. Fakat Bediüzzaman idam edilirse bütün Anadolu’nun İngilizlere ebediyen düşman olacağı ve bilhassa aşiretlerin bunun intikamını mutlaka alacakları kendisine bildirilince, işgal komutanı kararından vazgeçer. Hutuvat-ı Sitte’de sömürgecilik siyasetini, “beşerde şeytan suretinde, şeytanın vekili olan gaddar ruhun” bir eseri olarak niteleyen Said Nursî, emperyalistlerin “bu musibete müstehak olunduğu,” “başka kâfirlerle dost olunabildiğine göre İngilizlerle de dost olunabileceği,” “işgalin önceki kötü yönetimlerin sonucu olduğu,” “Anadolu’daki direniş hareketinin temelde İslâmî bir direniş olmadığı,” “hilâfet siyasetinin İngilizlerden yana olduğu,” “direnmenin de beyhude olduğu” yönündeki argümanlarına özetle şu cevapları vermektedir:

İngilizlerin zulmü, bizim işlediğimiz günahlar sebebiyle değil, İslâm oluşumuzdan dolayıdır. İslâm’ın eski ve mütecaviz bir düşmanını def etmek için, bir kâfirin yardım elini tutmak ayrı şeydir, adavet (düşmanlık) elini öpmek ayrı bir şeydir ve bu ikincisi asla kabul edilemez. Önceki kötü yöneticilere karşı İngilizlerin egemenliğini kabul etmek “yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle yıkamak” gibidir. Anadolu’daki direnişin niyeti ne olursa olsun, sonuçta onlar “bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutmaktadırlar,” onun için de çabaları İslâm’ın lehine olmaktadır. Halife baskı altındadır, bu nedenle “ona itaat edilmez, ona itaat adem-i itaattir.” Ve nihayet, direniş asla beyhude olmaz, zira ölüm iki türlüdür; bir, İngiliz’e teslim olmak suretiyle “ruhumuzu ve vicdanımızı öldürmek”; iki, onun yüzüne tükürmek suretiyle “ruh ve kalbimizi sağ” tutmak ve bedeni şehit vermek. O zaman “akide faziletimiz, tahkir edilmez ve İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.” Bediüzzaman, bu cevaplarını şu çarpıcı cümle ile noktalar:

Cebrail şeytan ile barışamaz.

Bediüzzaman, Müslümanların dualarının kabul olmamasının sebeplerini anlatırken, ehl-i İslâm’ın “dehşetli canileri, alicenabane affetmesi”ni zikreder ve şöyle der: “Kendi hakkından vazgeçse hakkı var, yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.” Demek ki, hukuk-u ibadı, yani kul ve insan haklarını çiğneyen, Müslümanların ülkelerini işgal eden ve onları emperyal maksatlarla öldürenleri affetmek ya da bunu görmezden gelmek söz konusu olamaz.

Öyle bir durumda diyalogdan da söz edilemez. Nitekim, Said Nursî yine İstanbul işgal altında iken Anglikan Kilisesinin mağrur bir tavır ile Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye sorduğu dinî suallere “tükrük”le cevap vermiştir.

‘Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ diye haykırmıştır. Buna karşılık, işgalde herhangi bir dahli ve sorumluluğu bulunmayan, aksine işgale karşı çıkan, ehl-i kitaba ise elbette ki diyalog ve işbirliği ile muhatap olunabilir ve olunmalıdır. Zaten, Said Nursî iki Avrupa tasnifi yaparken, maddeci ve emperyalist Avrupa ile vahye bağlı insani Avrupayı birbirinden ayırmaktadır.

Konuyu Said Nursî’nin Divan-ı Harbi Örfi adlı eserinde geçen deyişle tamamlayalım.

“Akıllı olanlara bu dediklerim yeterlidir. Ben köyü çağırdım, eğer köyde kimseler varsa.”

  1. MASA:

Eğitim Bilimleri ve Din

Giriş

Canlılar aleminde insanla özdeş tek kavram eğitimdir. Her şeyi öğrenmeye muhtaç olarak dünyaya gelen insanın asıl görevi “öğrenerek olgunlaşmak”tır. İnsanın cehaletini bilen Yaratıcı, “Esma-i Hüsna’sının tecellilerini, (isimlerini) ve bütün bilimleri öğrenme kabiliyetini vererek” (Bakara: 31) öğretme-öğrenme sürecini başlatmıştır.

Vahşet ve Bedeviyet, Kölelik, Esirlik ve Ücretlilik olmak üzere dört dönem yaşayan insanoğlu, beşincisi olan Bediüzzaman’ın ifadesiyle- “Serbestiyet ve Malikiyet” dönemine girmiş bulunuyor. İnsanı anlama çabalarının yoğunlaştığı, bilgi ve iletişim teknolojilerinin hız kazandığı, korkuların fazlalaştığı, yaşama yönelik tehditlerin arttığı, ihtiyaçların yediden yetmişe çıktığı, küreselleşme ile birlikte, etkileşimin yoğun olarak yaşandığı ve kültürler arası farklılıkların azaldığı bir döneme giriyoruz. Bu dönem, bireysel özgürlüğün öne çıktığı, paylaşma kültürünün daha çok benimsendiği ve iletişimin, değerler üzerinden yapılmaya başlandığı bir dönem olacak.

Ücretlilik dönemine adını veren ulus devletlerin; milyonlarca insanın ölümüne, bilimin su-i istimaline, dinin istismarına tanıklık eden 20. yüzyılı artık geride kaldı. 21. yüzyıl, kendisinden önceki asırların ihmal ettiği değerleri yeniden tamir etmelidir. Bu tamir sürecinin başrol oyuncusu da şüphesiz eğitim olacaktır. Eğitim eliyle tahrip edilen değerler, yine eğitim yoluyla hak ettiği yeri alacaktır.

Bediüzzaman’ın Eğitim Yaklaşımı

Akıl ve fennin hükmetmeye başladığı özgürlükler döneminde, Bediüzzaman Said Nursî’nin eğitime ilişkin yaklaşımlarını şu şekilde özetleyebiliriz:

Eğitim ve Konusu

1- Bediüzzaman’a göre, eğitim, hem insanda ve hem de kainatta yerleştirilmiş gizli hazineleri keşfetme sürecidir (30. Söz). Ona göre, tanınmayı isteyen Yaratıcıyı bilmek ve anlamak için, “ene” olarak isimlendirdiği insan benliğinin bilinmesi ve benlik şifresinin çözülmesi gerekmektedir. İnsan, bu çözüm için gösterdiği çabanın sonucunda, kalbine sunulan imanın verdiği güçle, davranış değişikliğine gider ve insani özgürlüğü elde eder. Ona göre, eğitim, insanı, davranışlarında ifrat ve tefritten, yani aşırılıklardan korumalıdır. Bediüzzaman’a göre, insanda kişiliği oluşturan üç temel kuvvet vardır. Bunlar, iyiyi kötüden ayıran akıl, menfaatleri çeken şehvet ve zararlı şeyleri uzaklaştıran gazap’tır. İnsan, bu üç kuvvette orta yolu bulmak zorundadır. İşte, eğitim burada rehberlik yapar. Kişi, eğitim yoluyla “doğruyu yanlıştan”, meşru olanı gayr-i meşru olandan ayırmayı, gücünü hak ve adaletle kullanmayı öğrenmelidir.

Böylece, imtihan için gönderildiği bu hayattan yüzünün akıyla çıkıp, ebedi hayatına yatırım yapmalıdır.

2- Bediüzzaman’a göre, eğitimin temel konusu “insan”dır. Eğitim insanı anlamak ve onun fıtratına uygun davranışlar kazandırmak için vardır. Çünkü, insan, bu dünyaya “İlim ve dua vasıtasıyla tekemmül” için gönderilmiştir (Sözler, 285). Bu bağlamda, insan fıtratına baktığımızda gözlenen gerçekler şunlardır:

» İnsanın inanmaya ihtiyacı vardır.

» İnsan değerler sahibidir. İnsan en müntehap ve seçkin şeyleri ister, gözünü daha iyiye diker. Arzularına ulaşmaya çalışırken ortaya çıkması muhtemel haksızlıkları ortadan kaldırmak için de bir değerler manzumesine ihtiyacı olduğunu anlar.

» İnsan insana muhtaçtır. Yalnız olduğunu bilen ve toplu yaşamaya ihtiyaç duyan tek canlı insandır. Bir ekmeği yemek ve bir elbiseyi giymek gibi en basit ihtiyaçları için diğer insanlara muhtaç bir varlıktır.

Eğitimin Amacı

1- Bediüzzaman’a göre, eğitimin ilk amacı, kişiye iman ve marifetullah’ı kazandırmaktır; Allah’ı tüm isimleri ve evrendeki tüm tasarrufuyla bilmektir. Ona göre, güçlü bir iman, sahibi için hem nur ve hem de kuvvettir. Eğitim, sorumlu bireyler yetiştirmek için, onlara tahkiki bir iman ve marifetullah’ı kazandırmakla yükümlüdür.

2- Bediüzzaman’a göre eğitim özgür bireyler yetiştirmelidir. O’na göre, hürriyet “İnsanın ne kendisine ve ne de başkasına zarar vermemesidir.” Din ve kalbin hakim olduğu Doğu toplumlarında, kişisel ve toplumsal hürriyetler, kişilerin içsel sorumluluğuna bağlıdır. Kanun gücü ikinci derecede etkili olabilir. İçsel disiplin ya da içsel özgürlük, güçlü bir iman ile sağlanabilir. İman ne kadar parlak olursa, kişi o kadar özgür olur. Hatta o bunu kendi hayatında şöyle ifade etmiştir: “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!”

3- Bediüzzaman’a göre eğitimin amacı bilinçli, sorgulayıcı insanlar yetiştirmektir. Hayatın manasını, ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, vazifesinin ne olduğunu sorgulamaktır. Bu sorulara ikna edici cevaplar vermek eğitimin işidir. Gerçekten, sorgulanmamış bir hayat yaşamaya ne kadar layıktır? Kendi yaşamını sorgulamayan insanların, sosyal hayata ilişkin gözlemlerini sorgulaması ne kadar beklenebilir? Sokrat’ın deyişiyle, “Samimiyetle sorgulayan bir vatandaş, samimiyetle alkışlayandan daha önemlidir.” Bediüzzaman da, “Bir millet cehaletle kendi hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebit yapar” demekte, eğitimin bu bilinci vatandaşa kazandırmak durumunda olduğunu belirtmektedir. Nitekim, yapılan araştırmalara göre, halkın siyasi kararlara katılımı ile eğitim düzeyi arasında yakın bir ilişki olduğu ortaya konulmuştur. Hatta bir çok ülkede, halkın okuma-yazma oranı ile seçimlere katılma oranlarının da aynı olduğu gözlemlenmiştir.

Eğitim Hedefleri

Bediüzzaman’a göre, eğitim hedefleri ferdi, toplumsal ve uluslararası olmak üzere üç ana grupta toplanmaktadır:

» Tahkiki imana sahip özgür fertler yetiştirmek

» Dini ve dünyevi hayatta dengeli bireyler yetiştirmek

» Çoğulcu ve haklara saygılı, istikametli fertler yetiştirmek,

» Nefsini ıslah etmekle işe başlamak

» İnsanlara faydalı olmak

» Yetenekleri inkişaf ettirmek

» Müsbet hareket eden bireyler yetiştirmek

» İnsan psikolojisini bilerek eğitim vermek

» Mukteza-yı hale uygun söylem geliştirmek

» Kâinata mana-yı harfi ile bakmak

» Tezellüle tenezzül etmeyen, zilleti reddeden bireyler yetiştirmek

» Kardeşlik ve uhuvvet duygusunu geliştirmek

» Sosyal uzlaşma için ortak paydalardan yararlanmak

» Hukukunu bilen öncü vatandaş tipi oluşturmak

Eğitim İlkeleri

  1. Bediüzzaman’a göre, aklı aydınlatan fen bilimleri, kalbi ışıklandıran ise dini ilimlerdir. Bu ikisinin birleşmesiyle hakikat ortaya çıkar. Bediüzzaman’ın bu ifadesi, üç bölümden oluşan beynin öğrenme sistematiği ile örtüşmektedir. İnsani değerler orta beyin olarak isimlendirdiğimiz hipokampus ile üst beyin dediğimiz korteksin birlikte kullanımıyla ortaya çıkar ve hakikatler daha iyi kavranabilir. Kalp olarak isimlendirdiğimiz orta beyin, yani duygularımızın merkezi dini hissiyatımızı ayakta tutarken, entelektüel zekamızın kaynağı olan korteks ise düşünce üretir. Bediüzzaman, aklın nuru olarak ifade ettiği fen bilimlerinin kaynağı olan entelektüel zekanın din bilimlerinin merkezi olan duygusal zeka ile birlikte kullanılmasını önermektedir. Öğrencileri başarıya ulaştıran, işte bu iki kanadın birlikteliğidir.
  2. Bediüzzaman’a göre, eğitim hizmeti herkese sunulabilmeli, her bireyi kapsamalıdır. Nasıl ki, güneş doğduğunda ışıklarıyla iyi-kötü, pis-temiz her varlığı aydınlatıyor, üstelik bir varlığı aydınlatması diğer bir varlığa eksiklik vermiyorsa, eğitim de herkesi kapsama alanına almalıdır (non-rivalry). Eğitim aynı zamanda dışlayıcı (nonexculisiveness) olmamalıdır. Bu görüşler ışığında, eğitimde fırsat eşitliği evrensel bir haktır. Bu hak hiçbir şart altında ortadan kaldırılamaz. Bu bağlamda, inancından dolayı başörtüsü takan ve bu nedenle de okuluna devam edemeyen öğrencilere reva görülen yasak hiçbir şekilde insan hak ve özgürlüklerine sığmaz.
  3. Bediüzzaman’a göre, hürriyet olmadan ilim gelişemeyeceği gibi, ilim olmadan da hürriyet gelişemez. Ona göre, kişisel ve kurumsal baskının ilme ve bilimsel düşünmeye engel olmaması gerekir. O her şartta ilmi baskıya karşı çıkarak, hür düşüncenin ve yeni bilim adamlarının önünü açmıştır. Ayrıca o, siyasal sistem ile eğitim ortamı arasındaki ilişkiye de dikkat çekerek, hürriyetlerin akılları geliştiren ve güçlü eğitim ortamı tesis eden özelliğine dikkat çekmiştir.
  4. Bediüzzaman’a göre, siyasetin ve devlet otoritesinin yönlendirdiği her eğitim sistemi, eninde sonunda devletin kutsallığı doktrinini aşılayacağından, halkın da eğitime katılımı sağlanmalı ve özel eğitim kuruluşları artmalıdır. Onun Doğuda açmayı planladığı Medresetüzzehra isimli üniversite projesiyle sivil toplumun eğitime doğrudan ve dolaylı katılımını benimsemiştir. Kısacası, klasik, kitlesel ve merkeziyetçi eğitim anlayışlarını benimsememiştir.

Eğitim Yöntemleri

  1. Bediüzzaman, eğitim yöntemi olarak şu ilkeleri benimsemiştir:

» Batıl şeyleri tasvir etmeden sunmalı

» Kaynaştırıcı ve seviyeye uygun eğitim vermeli

» Güncel olmalı

» Motive edici olmalı

» Şefkat ve sevgi merkezli sunulmalı

» Fıtratı değiştirerek değil, duyguları yönlendirerek eğitmeli

» Hem hikmetli ve hem de muhakemeli konuşmalı

» Öğretmen, görevinin öğrencilere bilgi hazinelerinin anahtarını vermek olduğunu bilmeli

» Birden fazla dilde eğitim verilmeli

  1. Bediüzzaman, eğitimi mekan, zaman ve kişiyle sınırlandırmamıştır. O, her ortamı eğitim mekanı olarak değerlendirmiştir. Nitekim, ağır suçlardan dolayı hapis yatan mahkumlara verdiği derslerle, hapishaneyi bir okul (medrese) haline getirmiş ve buna da Medrese-i Yusufiye ismi verilmiştir.

Din Eğitimi

Bediüzzaman’a göre, din eğitimi fen bilimleri ile birlikte verilmeli, ayrıca, bir ihtisas alanı olarak, uzmanı tarafından dini tedrisat olarak da sunulmalıdır.

Örgün ve yaygın eğitimde din eğitimi ilkeleri şunlar olmalıdır:

  1. Dini eğitim en az 3 yaşında başlamalıdır. Çünkü insan beyninin % 70’i 3-7 yaş arasında oluşmaktadır.
  2. Dini eğitimde iman ve marifetullah özenle sunulmalıdır
  3. Din eğitimi fen bilimleriyle desteklenmelidir.
  4. Din eğitimcileri yaşamadan yaşatamayacağı için, öğrettiklerini önce nefislerinde yaşamalıdırlar.
  5. Din eğitimcisi, doğru İslam’ı ve İslamiyet’e layık doğruluğu sunmalıdır.
  6. Dini eğitim, sosyal bilimlerin, psikoloji ve pedagojinin kuralları çerçevesinde verilmelidir.
  7. Din eğitiminde iletişim daima pozitif olmalıdır.
  8. Dini kavramlar net olarak açıklanmalıdır.
  9. Din eğitiminde seviyeye uygun müfredatlar yazılmalıdır.
  10. Din eğitimi veren kurumlar çağın gereklerine göre geliştirilmelidir.
  11. Din eğitimi, alanında uzman kişiler tarafından verilmelidir.

Bediüzzaman’ın, Hayatının Üç Döneminde Verdiği Eğitim Mücadelesinin Özeti

Bediüzzaman’ın eğitim konusundaki yaklaşımını anlamak için yaşadığı üç dönemde eğitim açısından olup bitenlere ve stratejilerine kısaca bakalım:

1925 Öncesi Dönem (Osmanlı Devleti)

  1. Medreselerin amacından saptığı, tekkelerin su-i istimale uğradığı
  2. Mekteplerin popülaritesinin arttığı, Batı eğitim sisteminin hakimiyet kurmaya başladığı
  3. Din ve fen bilimleri arasında bir çatışma olduğunun zannedildiği
  4. İslam alemindeki ihtilafların arttığı
  5. Cehaletin yaygınlaşıp, fakirleşmenin arttığı
  6. Din alimlerinin İslamiyet’in kışrıyla/kabuğuyla ilgilendiği
  7. Batı’yı körü körüne taklitçiliğin başladığı
  8. Ulus devlet modellerinin öne çıktığı
  9. İlmiye sınıfının azaldığı
  10. Batı taklitçiliği ve bundan doğan yabancılaşma gözlendiği
  11. İslam dünyasında umutların azaldığı, yalan ve hile gibi ahlaki zaafların arttığı bir dönem olarak yaşandı.

Bu dönemde Bediüzzaman;

  1. Mektep, medrese ve tekke arasındaki uzlaşma noktalarını ortaya sürmüş, medreselerin fen bilimleriyle buluşmasını; mekteplerin de din bilimleriyle imtizacını öne çıkararak köklü bir eğitim reformu projesi üretmiştir.
  2. Din ve bilim arasında, özellikle İslamiyet ile fen bilimlerinin çatışmak bir yana, fen bilimlerinin kaynağının İslamiyet olduğunu delillerle ortaya koymuştur.
  3. İhtilaf, cehalet ve zaruret düşmanlarına karşı, önlemler öne sürmüştür. Bu çerçevede, bu üç düşmanı ortadan kaldırmanın ortak çaresinin “eğitim” olduğunu vurgulamıştır. Medresetü’z-Zehra projesi başta olmak üzere, medreselerin ıslahı projesini de ortaya koymuştur.
  4. İslam aleminin dağınıklığının ve cehaletinin kaldırılması için de yine eğitim tabanlı ittihad-ı İslam önermiştir.
  5. “Usul”e (yöntem) vurgu yaparak, düşünce geliştirmenin çıkış noktasının yöntemler olduğunu belirtmek istemiştir.

1925-1950 Dönemi

  1. Cumhuriyet gibi, halka dayalı bir rejimin, halktan ve halkın dini değerler gibi kavramlarından kopuk bir uygulamaya maruz bırakıldığı,
  2. Devletin resmi ideolojisinin eğitim eliyle okullara ve yeni nesillere uygulanmaya başlandığı,
  3. Din adına çalışmaların tamamen durduğu veya durdurulduğu,
  4. Din eğitiminin ortadan kaldırıldığı,
  5. Okuma yazma bilenlerin harf inkılabıyla bir gecede cahil kaldığı,
  6. Irkçılığın (Türkçülüğün) devlet politikası olarak benimsendiği,
  7. Pozitivist eğitim sisteminin yerleştirilip, dini değerlerden yoksun bir neslin, özellikle Köy Enstitüleri gibi yeni nesil üretme çiftliklerinde yetiştirilmesine çalışıldığı, muallimlerin de bu çerçevede eğitim verdiği,
  8. Tahripkar ehl-i bid’anın ve değişik ifsat komitelerinin alabildiğine özgür bırakıldığı, hatta teşvik gördüğü, tamirat için çalışanların ise yasaklandığı, hapishanelere ve sürgünlere mahkum edildiği,
  9. İslamî değerleri tahrip etmeye yönelik Batı düşünce eserlerinin (Dr. Duzi’nin İslam Tarihi gibi) Türkçe’ye çevrilerek genç nesillere okuma zorunluluğunu getirildiği, bir dönem yaşandı.

Bu dönemde Bediüzzaman,

  1. Söz konusu tahrip konularını Risale-i Nur ile tamir ve ihya çabası vermiştir. Bu çerçevede verdiği mesajlar şu şekilde yoğunlaşmıştır.

» İmanı kurtarmak

» Sünnet-i seniyyeyi ihya etmek

» Ahlak telkininde bulunmak

» Kardeşlik duygularını ihya etmek

» Müsbet hareketi ilke edinmek

  1. Devlet yetkililerini, devletin yeni nesil yetiştirmek amacıyla verdikleri eğitimin sonuçlarının vehameti konusunda uyarmıştır.
  2. Gerçekleşemeyen üniversite düşüncesini, açık ve yaygın bir eğitim modeli olarak Risale-i Nur’u uygulamaya koymuştur.
  3. Yanına gelen mektep öğrencilerine fenlerin dilini anlamak için yeni bir yaklaşım sunmuş, fenlerin Allah’ın varlığını anlama ve birliğini fark etme dili olduğunu anlatmıştır.
  4. Hapishane gibi hür olunamayan bir ortamda kitaplar yazmış ve dağıtmıştır.
  5. Devletin yapamadığı işi yapmış; mahkumları eğiterek onları topluma kazandırmıştır.

1950-1960 Dönemi

  1. Köy Enstitülerinin kapatıldığı,
  2. Demokrasinin emeklemeye başladığı,
  3. Din eğitiminin İmam-Hatip okulları ve İlahiyat Fakülteleri eliyle yeniden verilmeye başlandığı,
  4. Kur’an’ın ve ezanın aslına çevrildiği,
  5. İslam ülkeleriyle ilişkilerin arttığı, bir dönem oldu.

Bu Dönemde Bediüzzaman,

  1. İmam-Hatip okullarının açılmasını desteklemiştir.
  2. Camii inşaatına bizzat katılarak, dini hissiyatın uyanmasını teşvik etmiştir.
  3. Medresetü’z-Zehra isimli üniversite projesini yeniden hayata geçirmek için girişimlerde bulunmuştur.
  4. Hukukun üstünlüğü ilkesinin yerleşmesi için gerekli ikazlarını yapmıştır.
  5. Risale-i Nur’un devlet eliyle basılmasını istemiştir.

Sonuç

Bediüzzaman Said Nursî, çalkantılarla dolu, helaket ve felaket asrının insan fıtratına aykırı eğitim modellerinden hiç birini benimsememiş; beşeriyete yeni eğitim modeli sunmuştur. Bu bağlamda, onun sunduğu model insanın özellikleri olarak şunları sıralayabiliriz:

  1. İman çerçevesinde özgürlüğüne düşkün,
  2. Duygusal ve entelektüel zekasını kullanabilen,
  3. Farklılıklara saygılı ve çeşitliliği benimseyen,
  4. Hamiyetli ve gayretli, fedakar ve izzetli,
  5. Sorgulayıcı ve adaletli, insaflı, şefkatli ve merhametli,
  6. Niçin yaşadığını bilen ve ona göre biçimlenen,
  7. Kaliteli, insan-ı kamil bir Asr-ı Saadet Müslümanı modelini hedeflemiş ve bunu kendi yaşayışıyla da göstermiştir.