Bilim ve din ikilisi arasındaki ilişkinin uzunca bir zamandır
(yaklaşık bir yıldır) —adı konulmamış olsa bile— Müslüman ve özellikle
Hıristiyan düşünürlerin fikir dünyasında önemli bir yer işgal ettiğini
görüyoruz.

Bilim-din ilişkisi problemin dünya kamuoyunda genellikle bir
çatışma biçiminde yansıdığı da bir gerçek. Aslında, bilim Kâinatta var olan
düzenin bir görüntüsü olarak cereyan eden kanunların, insanın muhakeme
kabiliyetine yansımış bir ifade biçimidir ve mutlak manada vahiy kaynaklı "din"
ile çatışması gerçek değil "vehmî"dir. Fakat hem İslam Alemi hem de "ecnebi"
kamuoyunda varlığı tartışmasız olan sözkonusu çatışma zannı, bir yandan İslam
toplumunu medeni kalkınma nimetlerinden mahrum ederken, diğer yandan yabancıları
ahiret saadetinden alıkoymuştur.

Yanlış bir zanla müslümanlar tarafından yabancı ve Batı menşe’li
olarak ve İslamiyetin zahirine uygun düşmeyen hükümler taşıdığı kabul edilen
bilim ve felsefî düşünce (Hikmet-i Cedîde ve Fünûn-u Müsbete), İslam toplumunun
kalkınmasına yeteri kadar katkıda bulunamamıştır. İslamiyetin nazariyat ve
muhakematı ile derinlemesine ilgilenmeyen ve İslamı müslümanların telakki ve
davranışlarında bir yar aldığı kadarıyla değerlendirerek kendi dinleri ile
yaptıkları yanlış bir kıyas’tan kaynaklanan peşin bir hükümle bakan Avrupalı
düşünürler, "İslam"ın da "bilimle" çatıştığı, ve bilimin temellerinde yer alan
"akılcılık" ve "nedensellik" ilkeleri ile zaten bağdaşamayacağı zannıyla Avrupa
kamuoyunu, İslamiyetin kazandıracağı ebedi saadetten mahrum bıraktılar.

İslam toplumlarındaki geri kalmışlığın "eğitim ve bilim" ile
aşılacağını keşfeden düşünür ve devlet adamları, 19. yüzyılın başlarından
itibaren eğitimin modernleşmesi yönünde önemli adımlar atarak yeni fen’leri ve
bilimsel düşünceyi İslam toplumuna kazandıracak tedbirler aldılar. Ancak onların
bir kısmı aynı Avrupalılar gibi İslamın bilim ile çatışmakta olduğu teziyle
hareket ettikleri için "bilim" adına İslamiyetten uzaklaşmayı tercih ettiler.
Hatta aşırı uçta yer alan bir grup, ateist olduklarını ilan etmekle birlikte,
"bilim dini"ne inandıklarını söyleyerek dinin yerine "bilim"i ikame etmeye
çalıştılar. Diğer bir kısmı bilim ile dinin uzlaşan yönlerini ortaya koymaya
çabalarken dinin hükümlerini mutlak bilim ve akıl ile açıklama mecburiyetini
taşıyan tezleri ile İslamiyeti "bilim" ekseni etrafında "dünyevî" bir din
durumuna düşürmek zorunda kaldılar. Gerçi islamiyete göre "akıl ile nakil tearuz
ettikleri vakit akıl tercih, nakil tevil olunur" idi, lâkin "o akıli akıl olsa
gerek" istisnasını da ya bilmiyorlar veya kendi akıllarınının "mutlak akıl"
olduğuna inanıyorlardı.

Sonuçta bu üç durum da İslamiyet ve bilim arasındaki ilişkiyi
karmaşıklaştırmıştı ve bu durumda sağlıklı bir tesbit yapmak mümkün olmamıştı.
Halbuki Bediüzzaman Muhâkemat’ında ikisinin de yerini tesbit etmişti: İslamiyet
ve fenler arasındaki çatışma ve muhalefet tamamen gerçek dışı ve zanna dayalı
idi. Çünkü ona göre fenler İslamiyetin veledi ve hizmetkârı, İslamiyet peder ve
reis idi. Çünkü İslamiyet muhakemeyi, fenleri ve hikmeti muhafaza etmiş,
insanları araştırmaya, düşünmeye, öğrenmeye ve akıl etmeye teşvik etmişti. Diğer
yandan Bediüzzaman, kanunları, tabiatı, sebepleri gerçek tesir sahibi kabul
ederek aklı esas alan bilimin, dinin yerine ikame edilme gayretlerini boşa
çıkarmak için elinden geleni yapmıştır. Tabiat, asbab ve kanunlar Cenab-ı
Hakk’ın isimlerinin tecellilerinden başka bir şey değildi; ve hakiki tesirleri
olmamakla birlikte Cenab-ı Hakk’ı tanıtan birer vasıta idiler.

Biz de Köprü’nün bu sayısını sözünü ettiğimiz tartışmalara bir
nebze ışık tutabilmek için "Bilim ve Din" konusuna ayırdık. Çalışmalarda konuyla
ilgili geniş bir bibliyografya bulacaksınız. Ayrıca konu ilgili olarak Risale-i
Nur’da atıf yapılan şahsiyetlerden Hüccet’ül İslam İmam-ı Gazzalî ve Fahreddin-i
Râzi üzerine "portre" çalışması ve yine Risale-i Nur anlayışının bina edildiği
önemli terimlerden "kanun" üzerine bir "terim" çalışmasına yer verdik.