Kur’an’ı Kerim bütün insan tabakalarına hitap eden, her asırda
yaşayan insanları aydınlatıp her şart altında yol gösteren hükümleri ile ondört
asırdır müslümanların kalpi ruh ve akıllarını kemâle sevketmektedir. Cenab-ı
Hakkın kâinatı ve insanı yaratmadaki maksadının Kur’an’dan anlaşılması için
müçtehit alimlerin gösterdikleri gayretler sonucu pekçok kitap yazılmış ve
tefsirler kaleme alınmıştır. Fıkıh ilminin temelini teşkil eden şeriat kitapları
Kur’an’ın hitap ettikleri çağın şartlarına göre yorumlanmasından başka birşey
değildir. Şeriat alimleri dersleri ile, tarikat şeyhler sohbetleri ile evliya ve
asfiya terbiye ve talimleri ile Cenab-ı Hakk’ın marziyyatını Kur’an’dan alarak
insanlara aktarma gayretinde olmuşlar, böylelikle Kur’an’ın hakikatleri her
çağda muhataplarına ulaşmıştır.

Günümüze gelindiğinde ise dinî hükümlerin müslümanlar tarafından
tam tatbik edilmemesi, Kur’an hakikatlerinin kemâl manada yaşanmaması durumunu
netice veren bir ihmal açıkça göze çarpmaktadır. Müslümanların dini
yaşayışlarındaki ihmal ve gayretsizliğin sebebini teferruata yönelik ihtilaflı
cüz’i meselelerin dinin temelini oluşturan "zaruriyat"a tabi kılınması olarak
gören Bediüzzaman, müslümanın psikolojik durumundan hareketle ihtilaflı
teferruatın İslamiyetin emir ve yasakları ile mükellef olanların nazarına
verilmemesi gerektiği üzerinde durur. Çünkü dinin sarsılmaz, kesinleşmiş, sağlam
hükümlerinden ziyade ihtilaflı teferruat öne sürüldüğünde ferd, cüz’i bir
meseledeki ihtilafı, İslamiyetin bütününe (farkında olarak veya olmayarak)
teşmil ederek, dini sorumluluklarını yerine getirirken ihmallarde bulunmaktadır.

Bediüzzaman’a göre insanı dini hükünlere uymaya sevkeden unsur
vicdanın ikaz edilmesidir. Vicdan ise muhatap olduğu kaynağın "kudsi"liği
derecesinde etkilenmekte ve harekete geçmektedir. Dini eserler, şerist kitapları
veya tefsirler eğer iftilaflı cüz’i teferruatı nazara vererek kaynığın
kudsiyetini göstermezler ise muhatabın muhatabın vicdanı harekete geçmemekte ve
böylece dini hükümler de ihmale uğrayarak marziyyat-ı İlahiye
gerçekleşmemektedir. Bu yüzden, yazılan islami eserlerin Kur’an’a vekil ve gölge
olmaması, sadece hakikatlere ulaşmada birer vesile ve cam gib şeffaf olmaları
gerektiği üzerinde duran Bediüzzaman, "kelam-ı ezeli"nin tesirinin daha kuvvetli
ve daha nafiz olduğu gerçeğini vurgulamaktadır.  İslami eserlerin ve şeriat
kitaplarının muhatabı, kitap yazarının maksadını ve meramını anlamaya
çalışmamalı, doğrudan doğruya Kur’an hakikatleri ile muhatap olarak "murad-ı
İlahi"yi anlama gayreti içinde olmalıdır. Kısaca muhatap kudsi bir kaynak olan
"Kur’an"la muhatap olmalıdır. Ancak o zaman vicdanı harekete geçecek ve İslami
hükümlere bağlılığı artacaktır. Aslında Bediüzzaman 1918’de dile getirdiği bu
tesbitinin gereğini 1926’da trlif etmeye başladığı Risale-i Nur’larla
gerçekleştirmiştir. Doğrudan doğruya Kur’an hakikatlerini, marifet ve ilim yolu
ile gölge ve vekil olmadan muhatabına ulaştıran Risale-i Nur’lar çağımız
insanının Kudsi kaynak’tan (Kur’an-ı Hakim’den) kendi durumuna göre istifadesine
cam gibi şeffaf bir vesile olmuştur.

KÖPRÜ bu sayıda konuyla ilgili bazı tartışma ve görüşleri yine
Risale-i Nur eksenli çalışmaların yoğun olduğu bir dosya ile gündeme getirmeyi
amaçladı. Tartışmaya yerli akademisyen ve araştırmacıların yanında Malezya ve
Mısır’dan iki değerli âlim katıldı. Ayrıca bu sayıda yine dosya dışı konular da
yer aldı.

"İslam ve sanat" konusunun işleneceği Yaz ’96 sayısında görüşmek
üzere… hoşçakalın!