Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle zengin
bir “Devlet-i Âliyye” dosyası ile karşınızdayız. Dünya ve İslam tarihlerinin
önemli bir kesitini oluşturan Osmanlı dönemi bir çok ciddi çalışmaya konu
olmakla birlikte, hak ettiği düzeyde araştırmalara muhatap olamamıştır. Toynbee
ve Braudel’e kadar, Dünya tarihçilerinin Osmanlı Tarihine bakışı, 19. yüzyılın
“Şark Meselesi” çerçevesini aşamamıştır. Hatta, birçok araştırmacı, Osmanlıların
yaptığı her şeyi sadece yakıp-yıkmak olarak görü-yor, fakat Devlet-i Âliyye’nin
altı asır hükümran olabilmiş bir toplum yapısını nasıl inşa edebildiğini görmek
için hiçbir gayret göstermiyordu.

Yerli tarihçilerimiz ise, “resmi tarih tezi” ve buna
tepkilerinin beslediği subjektif değerlendirmelerden kurtulup, “olgulara da-yalı
bir tarih anlayışını”—birkaçı müstesna—geliştirememişlerdir. Bu açıdan, Osmanlı
devrini değerlendirmek için gerekli olan “teknik bakış açısı”, yeterince
sağlanamamıştır. Somut bilgiye ve metodolojiye dayanmayan tarihçiliğimiz, iki
önemli uç geliştirmiştir. Bunlardan birisi, “Osmanlı biziz” derken diğeri,
“Osmanlı değiliz” demektedir. Bu sloganları aşarak Osmanlıya analizci bir
tutumla, iyi ve kötü yanlarıyla bakabilenler, bu çabasında bilimsel metodları
kullananlar azınlıkta kalmışlardır. Bu durum, hem toplumlar için hayati önem
taşıyan tarih şuurunun, toplumumuz için gelişmesini engellemekte hem de bilgi
çağı olan 21. yüzyılın dinamiklerine ters düşmektedir.

Osmanlı Devletinin kuruluşunun 700. yılında, “Ulu Hakan” ve
“Kızıl Sultan” simgeleriyle sivrilen hoyrat tarih tutumları, analitik bir seviye
kazanmalıdır. Bediüzzaman’ın deyimiyle artık Haydar’ı “Haydar Ağa” ve/veya
“Haydo” olarak tanımlayan yaklaşımlardan vazgeçilmeli ve “her şeyi olduğu gibi
tavsif” etmelidir. Tarih biliminin müşahhas kriterleri ve belgeler yoluyla
sağlanan analitik yaklaşımla ulaşılan tarihi gerçeklerin, günümüze ve geleceğe
ışık tutacağı açıktır. Böylelikle Osmanlının, Cumhuriyetin alternatifi olmadığı
da anlaşılmış olacaktır. Aslında bu iki devir aynı sürecin farklı zamanlardaki
kesitlerini oluşturmaktadır. Osmanlı-Cumhuriyet sürecinde yaşanan siyasal
kesinti, Cumhuriyetin geçmişi inkar etmesinin meşru zeminini oluşturmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, bu kesintiye dayanarak kendisini Osmanlı Devletinin sıradan
bir varisi olarak tanımlamıştır. Hatta yeni devlet, kendi ideolojisini oluşturma
yolunda ilk zamanlar redd-i mirasa da teşebbüs ederek “yoktan varolan” bir
devlet ve “uygarlık” olduğu propagandasını—resmi eğitimi de dahil olmak
üzere—bütün kurumlarına yaptırmaktan geri durmamıştır. Fakat, kurumsal
süreklilik dikkate alınırsa, Cumhuriyet Türkiyesinin, Osmanlının tabiî ve aslî
varisi olduğu, kaçınılmaz bir gerçek olarak kendini gösterecektir.

Bunların yanında, Cumhuriyetin bir arada yaşamaya dair
çözemediği sorunlar bilinmektedir. Osmanlı Devletinin değişik etnik ve kültürel
özelliklere sahip insanları altı asır bir arada yaşatabilmesi, bugünün Türkiyesi
ve çok uluslu toplumları için önemli mesajlar içermektedir.

Dergimizle sizleri baş başa bırakırken, “Türk Müslümanlığı”
kavramının dosya konusu yapıldığı BAHAR/99 sayımızda yeniden buluşmayı
diliyoruz.