İnsanın En Büyük Endişesi: Ölüm

Dergimizin Güz/2001 sayısı ile yine karşınızdayız.
Her mevsimin kendine özgü hatırlatmaları vardır; güz mevsimi de ihtiyarlık
ve ölümü hatırlatır. Bu mevsim, milyonlarca canlının ölümü tattığı
bir zamandır. Ölüm dosyamızı hazırlamaya başladığımız bahar ve yaz
ayları, canlıların yeniden filizlenerek hayata merhaba dedikleri dönemlerdi;
şimdi ise, milyonlarca nebati ve hayvani hayatlar ölüme merhaba diyorlar. Bu
özellikleriyle güz mevsiminin bir fonksiyonu da, hatırlatma ya da
"akledenlere" yapılan bir ikaz gibi görünüyor.

Ölüm dosyamıza dair çalışmalarımız sürerken,
insanlığa ölüm hakikatini hatırlatan toplu ölüm olaylarına şahit olduk.
11 Eylül’de New York’daki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine yapılan
saldırı ve Afganistan’da bu olayın misillemesinin yaşanması önemli örnekleridir.
Ayrıca, fark edemediğimiz "rutin ölümler" Filistin’de, Çeçenistan’da
ve yakın çevremizde hala devam ediyor; yerkürenin yaşadığı her saniye içinde
nebati, hayvani ve beşeri ölümler durmadan yaşanıyor. Bütün bu olaylar,
ölümün her insan için var olduğu hakikatini, unutan beşeri hafızalara
yeniden hatırlatıyor. Uzun yıllarını ölüm araştırmalarına ayıran
Vincent Thomas, aynı hakikati şöyle ifade eder: "İçimizden her biri
bir gün ölmek zorunda olduğunu biliyor; fakat, kimse buna gerçekten inanmıyor.
Ve yine de, ölümden daha gerçek, daha evrensel ve daha kaçınılmaz bir şey
yok." Hiçbir yaratılmışın, ölüm kanununu tersine çevirmeye gücünün
yetmemesi, ölümün, üzerinde hiçbir tereddüt olmayan bir gerçeklik olarak
ele alınması gereğini ortaya çıkarıyor. Anaxagoras’a oğlunun öldüğü
bildirildiğinde, "ölümlü birini dünyaya getirdiğimi biliyordum,
zaten" (Walter Kranz, Antik Felsefe, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1994)
derken vurguladığı ölüm olayı, hiç tereddüt kabul etmeyen bir gerçekliktir.

Ölümün bu dehşetli gerçekliği, akıl sahibi fertleri
ölümü düşünmeye ve kendilerini sorgulama çabasına itmiştir. Varlık
nedir? Niçin var olmuştur? Hiçbir iradî gücüm olmadığı halde, ben niçin
doğdum ve niçin ölüyorum? gibi sorular ölümün hayatta "dikkate alınması
gereken bir gerçek" olduğunu hatırlatır. İnsan, hayatını ölüm gerçeğini
dikkate alarak konumlandırır. Arthur Schhopenhauer’un, "İrade ve Tasarım
Olarak Dünya" adlı eserinde "Yaşamamız sonsuz ve acısız olsaydı,
kimse de kalkıp dünya niçin vardır ve neden böylesi bir tabiata sahiptir
diye sormayacaktı." diyerek, insanı varlığın anlamını sorgulamaya götürdüğü
için, ölüm fikrinin öneminin altını çizmesi, aynı gerçeğin ifadesidir.

Bediüzzaman, bu gerçeğin mantıki olarak dikkate alınması
ve hayat anlayışlarının bu gerçek üzerine bina edilmesi gerektiğini
savunur. Bu konuda ya ölüme çare bulunması gerektiğini, ya da ölümü
dikkate almak zorunluluğu bulunduğunu tespit eder. Üçüncü bir yol yoktur.
Ölüme çare bulunamadığına göre, bu gerçeği dikkate alarak hareket etmek
gerekmektedir. "Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor.
Elbette, bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak
çaresi varsa, insanın en büyük ve her şeyin fevkinde bir endişesi, bir
meselesidir." (Asa-yı Musa, s. 14) diyerek insanın tabiatı itibariyle ölümü
dikkate almak zorunda olduğunu vurgular.

Ölümün hayatı ve varlığı sorgulamaya dönük yönü,
hayat kurgusunun temelini oluşturur. Bu açıdan bütün felsefi görüşler,
ölüm gerçeğiyle ilgilenir ve yorum getirirler; ölümü yorumlamadan bir
felsefi anlayış inşa etmenin anlamı da yoktur. Hayat kurgusunun ölüm
yorumuyla ilişkisi, dini anlayışlarda da vardır. İslâm düşüncesinde ölümün
sürekli hatırlanması, ihlası kazanmanın (her şeyi Allah rızası için
yapmak) bir yolu olarak görülmüştür. Hz. Peygamber, "Lezzetleri tahrip
edip acılaştıran ölümü zikrediniz." (Tirmizi, Zuhd, 4) buyurur. Çeşitli
İslami ekoller bu hakikati yaşamak için, çeşitli düşünme ve yaşama biçimleri
kurgulamışlardır.

Ehl-i tarikat, ölümü hatırlamak için kendilerini ölmüş
tasavvur ve tahayyül ederek, yıkanıp kabre konuyor gibi "farazi ve
hayali" pratikler ile ölümü hatırlama yoluna gitmişlerdir. Çeşitli
tasavvuf erbabının mezarı hatırlatan çilehanelerde hayatlarını geçirmeleri
böyle bir yaklaşımdan kaynaklanır. Bediüzzaman, bu yöntemin hakikat mesleği
olan Risale-i Nur’a uymayacağını belirtir. Geleceği bu zamana getirmek
yerine, "hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek,
nazaran bakmak" gerektiğini belirtir. İnsan ölüm hakikatini algılayarak
hayatını ona göre şekillendirmesi gerekir. "Evet, hiç hayale, faraza lüzum
kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi
cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi,
bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça
öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme
yol açar." Risale-i Nur, fikren ölümü algılamayı önermektedir. Bu
algılama sonucunda insanlar, varlığı da ölümü de Yaratanın bilincine ulaşacaklardır.
Yaratıcının emirlerine uygun hareket ederek, hayatlarını Yaratıcının
emrettiği tarzda yaşayarak (ihlas-ı etemm) iyi bir kul olacaklardır. Bunu
anlayabilmek için de hayatı da ölümü de yaratanın Hayy-ı Kayyum olduğunu
bilmek gerekmektedir.

Esasen varlığı ve ölümü yaratanın aynı zat olduğunu
düşünmek, varlığın hakikatini idrak etmek demektir. Hayatı yaratan ölümü
de yaratmaktadır. Yağmurun yağması, yaprağın düşmesi, çocuğun doğması
ne ise -yaratılma açısından- ölüm de odur. Kainatta mahlukat, Yaratıcının
hikmetiyle, "doğma, büyüme ve ölme" şeklinde yaratılıyorlar. Bu
durum Yaratıcının, mahlukat için koyduğu bir kanunudur. Kainat durağan değil,
seyyaredir. "Mahlukat, izn-i İlahî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor."
(Mektubat, s. 233) "Zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sani-i Zülcelal her
sene bir başka alemi ona takıp gösteriyor." Yaratılmışlar
"alem-i gayb"dan gelerek "alem-i şehadete" bir süre uğradıktan
sonra yeniden "alem-i gayb"a gidiyorlar. Gayb alemine dair
bilgilerimizin kaynağını, Yaratıcının mesajı olan kutsal kitaplar ve onun
yorumlayıcıları olan Yaratıcının elçileri/peygamberlerdir. Yaratıcı
mahlukata, önce hayat verip görevlendiriyor, daha sonra da hikmetiyle mevte
mazhar ediyor. Kudret dairesinden ilim dairesine geçiriyor.

Yaratılmışları kainatta "belli bir süre"
tutarak daha sonra alem-i gayba alan Yaratıcı, mahlukatın seyelanını
"zaman"la sağlamıştır. Cism-i maddi/fizik alem, zamanla mukayyed kılınmıştır.
Zamanın her anı yeni bir "yaratılma/kün/ol emri" demektir.
Mahlukat Hayy-ı Kayyum’un varlığı ile mukayyettir; varlık Onun ile kaimdir.
Yaratılmışları bir an bile Fatır-ı Hakim’in yaratmasından ayrı düşünmek
mümkün değildir.

Bediüzzaman, her şeyin bir hakikati olduğu gibi,
"Zaman dediğimiz kainatta cereyan eden bir nehr-i azimin hakikati dahi,
Levh-i Mahv İsbat’taki kitabet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir."
(Mektubat, s. 41) demektedir. Mahlukat, Yaratıcının ilim irade ve kudretiyle
yaratması neticesinde "mahv" veya "isbat" oluyor: Doğuyor,
ölüyor; yağmur yağıyor, güneş açıyor; tohum çürüyor, fidan
filizleniyor. Başka bir deyişle, Yaratıcı zaman sahifesi ve mürekkebiyle,
kudretinin mahlukat üzerinde tecelli etmesini sağlıyor.

Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür. İki anlam kümesi
belirlenebilir. Bunlardan birisi Yaratıcıya ait olan anlam kümesidir; burada
Yaratıcının özellikleri söz konusudur. Doğma, büyüme, ölme gibi zamana
bağlı oluşlar onun için geçerli değildir; Yaratıcı ezeli ve ebedidir. İkincisi
yaratılmışlara ait bir anlam kümesidir ki, burada zaman, mekan gibi kısıtlayıcı
kayıtlar yaratılmışları sınırlandırmaktadır.

Ölümle ilgili söylenmesi gereken önemli bir noktada
insanın tabiatında var olan ebediyet duygusudur. Hemen her canlının varlığında
dercedilen önemli bir özelliktir, bu. Her canlı ebedi yaşamak ister. Birçok
beşeri inanışlarda bir şekilde ebediyet teması taşıyan motifler görülmektedir.
Bu tür inançlar, kaynağını insan tabiatında var olan ebediyet arzusundan
alıyor; vahyi bulamamış/inanmamış bu kesimlerin, ruhun çeşitli biçimlerde
yaşadığını tasavvur etmeleri, böyle bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Ruhun ölümden
sonra başka bedenlerde yaşadığına dair yanılma (reankernasyon) bunun bir
örneğidir. Hatta tıbbın imkanlarıyla bir gün ölüme çare bulunabileceğini
düşünen insanlar vardır. Averi Gates’in belirttiği gibi, "Pek çok
erkek ve kadının en çok istediği şey, sonsuz yaşamdır. Eğer sonsuza dek
yaşama ayrıcalığı pazarlanabilir bir şey olsaydı, insanlığa sunulan şeyler
arasında en çok satan o olurdu." Ebedi yaşama arzusunun peyazperdede de
yansımaları vardır: Başrolünü Mel Gibson’ın oynadığı "Forever
Young" ve Sylvester Stallone’nin rol aldığı "Demolition Man"
filmleri de öldükten yıllar sonra diriltilen insanların hikayesini konu alıyor.
Demolition Man filmi, dondurulan bir polisi canlandıran Sylvester Stallone’un,
azılı bir suçluyu takip etmesi için yıllar sonra yeniden hayata döndürüldükten
sonra yaşadıklarını anlatıyor.

Vincent Thomas’da ölüm gerçeğini kabul ederken bir gün
ölüme çare bulunabileceği ümidini şu sözleriyle korur: Bilimin bir gün
bir son vereceği düşünülse bile, bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde, ölüm
önüne geçilemez bir yasa olarak, türün, doğanın, hayatın kendinde olan
bir zorunluluk olarak görünüyor. (Thomas, Louis-Vincent, (1991), Ölüm, İstanbul,
İletişim, s. 42) Thomas’la aynı kanaatleri paylaşarak bir gün tıbbın
imkanlarıyla ölüme çare bulunabileceğini düşünenler, Amerika’da çeşitli
organizasyonlar içine girmişlerdir. 10 Şubat 2001 tarihli Sabah gazetesinde
yer alan bir habere göre, Amerika’da şu ana kadar 90 kişi ölüme çare
bulunduğunda diriltilmek üzere dondurularak depolara konuldu. Yüzlercesi de
öldükten sonra dondurulmak için şimdiden sıraya girdi.

Bütün bu çabalar insandaki güçlü bir duygu olan
ebediyet arzusundan kaynaklanıyor. Halbuki hayatı da ölümü de veren Zat-ı
Vacibü’l-Vücud’a güvenen için endişe edilecek bir durum yoktur.

***

Bu dosyamızda ölüm konusunu farklı boyutlarıyla ele
alan çalışmalar yayınlıyoruz: Hakan Yalman, ölümün zaman ve mekanla bağlantısı
üzerine duruyor. Yalman, bu çalışmasında, hiçbir kavram ve unsurun varlığın
sadece maddi boyutu ile açıklanamayacağını savunuyor. Hüsrev Hatemi, genel
olarak ölümü ele alarak bir özet yapıyor. Süleyman Uludağ, İslam düşüncesi
içerisinde, ölümün nasıl ele alındığını çeşitli kıyaslamalarla
inceliyor; özellikle tasavvufta ölümün kazandığı yeni anlamlar, bu yazı
içerisinde doyurucu olarak görülebilir. Hüdaverdi Adam, ölümle ilgili çeşitli
soruların cevaplarını arıyor; adeta ölüm ilmihali denilebilecek bu yazı,
konu hakkında derli toplu bilgiler sunuyor. Ölümün etimolojik kökenleri
hakkında, A. Said Yargıcı’nın çalışmasına bakılabilir. M. Said İşeri
ve Veysel Kasar, Risale-i Nur’dan da yararlanarak ölüm gerçeğini enine
boyuna analiz ediyorlar. İntiharlar üzerine çalışma bekleyenler Reha Fırat’ı
okumalıdırlar; Türkiye ve dünyada intiharları belirleyen faktörleri bu yazıda
görmek mümkün. Çocukların ölümü yorumlayış biçimleri üzerine düşünmek
isteyenler Sabahattin Yaşar’ı okumalıdır. Bu sayımızda Osman Özkul, ölümün
hayata etkisi üzerine yazmış. Ölüm düşüncesinin sanata etkisi Yasemin Yaşar’dan
okunabilir; insanlığın ebedi yaşama ideali için ortaya koyduğu sanat
eserleri doğrusu düşünülmeye değer malzemeler sunuyor. Harun Yahya, çalışmasında
insanları ölüm hakikatini anlamaya ve inançsızlığın dehşetinden
insanları haberdar etmeye çalışmış. Rahat bir ortamda tefekkür etmek için
malzeme arıyorsanız, Mahmut Kaplan’ın "Divan Şiirinde Ölüm Düşüncesi"ni
ve Nazmi Eroğlu’nun "Tolstoy’da Ölüm Düşüncesi…"ni görmelisiniz.

Dosya konusunu "Küreselleşme" olarak belirlediğimiz
Kış/2002 sayımızla sizlerle yeniden görüşmeyi diliyoruz. Kendimizi ve
varlığı sorgulamak için ciddi malzemeler sunan dosyamızla sizleri baş başa
bırakırken, ölümü ve hayatı doğru yorumlayan yaşama tarzları diliyoruz.