RİSALE-İ NUR KONGRELERİ VE MASA ÇALIŞMALARI

DEKLARASYONLAR

Bu deklarasyonlar, Risale-i Nur Enstitüsü ve Köprü Dergisi tarafından tertip edilen Risale-i Nur Kongreleri ve Masa Çalışmalarında gerçekleştirilen oturumlar sırasında açıklanan ve genel kabul gören kanaatleri bildirmekte olup toplantı yöneticileri ve sekreterleri tarafından toplantılar sırasında alınan notlar üzerinde çalışılarak hazırlanmıştır.

 

FARKLILIKLARIN BULUŞMASINDA
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN ROLÜ

Risale-i Nur Kongresi,2 Mayıs 2004, İstanbul 1.MASA:

Dinler Arası Farklılıkların Buluşmasında Bediüzzaman Said Nursî’nin Rolü

 

KATILIMCILAR

Prof. Dr. Niyazi Öktem

Dr. Abdullah Hakimoğlu

Doç. Dr. Adil Bebek

Ali Ferşadoğlu

Cemil Tokpınar

Doç. Dr. Hüdaverdi Adam

Mustafa Özcan

Selim Sönmez

Şaban Döğen

Dr. Veysel Saray

 

Deklarasyonlar

Son bir asırda, dünyanın her bölgesinde çeşitli nedenlerle savaşlar, çatışmalar, terör olayları eksik olmamaktadır. Değişik din ve inanç sistemlerine sahip bazı insanlarda çatışma eğilimleri görülebilmektedir. Bu eğilimlerden kaynaklanan çatışmalar İslam toplumlarında da yaşanabilmekte, bütün din mensupları, hatta hiçbir dine sahip olmayan sayısız insan değişik şekillerde zarara uğramakta ve buhran geçirmektedir.

Yaşanmakta olan bu korkunç buhrana dünyanın çeşitli fikir adamları değişik çözüm yolları üretme çabası içindedir. Bediüzzaman Said Nursî de yaşadığı asrı çok iyi okuyan bir mütefekkir olarak, çağın bu sorununa İslam’ın temel kaynaklarını referans göstererek orijinal çözümler önermektedir.

Said Nursî, eserlerinin birçok yerinde çağımızın en büyük hastalıklarının “inkâr-ı uluhiyet”/inançsızlık, dinsizlik, iman zafiyeti, anarşi ve terör olduğunu vurgulamaktadır. Sanayi toplumundan teknoloji ve bilgi toplumuna geçmeye çalışan ülkelerde ekonomik özgürlüklerin ve bilimin pozitif yorumunun etkisiyle tek Allah inancı temelinden uzak, maddeyi ön plana çıkaran bir dünya görüşüne sahip, bencil, inanç ve evrensel değerlere önem vermeyen toplumlar oluşturulmuştur. Yani Allah ile insan arasındaki bağ koparılmıştır. Bu koparılma sonucunda toplumu ayakta tutan sevgi, barış, hoşgörü, inanç ve bunlara bağlı ahlaki değerler ortadan kaybolmuştur.

Bazı felsefecilerin yeni bir din oluşturma çabası da boşa gitmiştir. Buradan anlıyoruz ki, insanlık asırlardır kaybettiği hayatın anlamını tekrar aramaya başlamıştır. Hayatın anlamı insanın bu dünyaya kim tarafından ve ne için gönderildiği sorularına verilecek cevaplarla ilgilidir. İnsanın bu dünyaya gönderilme gayesi, bütün kutsal dinlerin üzerinde birleştiği şekliyle kâinatı ve insanı yoktan yaratan bir Allah’a inanmak, O’nu tanımak, O’nu sevmek ve O’na kulluk etmektir. Bunların temelinde de sağlam inanç yatmaktadır.

Said Nursî, dini referanslarımızda “ahirzaman” diye nitelendirilen bu asrı çok iyi okuyan, zamanımızın hastalıklarını mükemmel bir şekilde teşhis eden bir düşünür olarak, bunların tedavi yollarına da değinmektedir.

Bediüzzaman, zamanımızın en büyük hastalığı olan inkâr-ı uluhiyet fikrine karşı sadece İslam dinine mensup müminlerle değil, ehl-i kitap çerçevesine giren bütün din mensuplarıyla ittifak edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Bu konuda özellikle de “Hıristiyanların dindar ruhanileri”yle işbirliği yapmak gerektiğini dile getirmektedir. Onun bu diyalog çağrısı, ehl-i kitap kavramının kapsamına giren bütün din mensuplarını muhatap almaktadır. Zaten Yahudi kaynakları da putperest olmayan inanç sahipleriyle genelde diyaloga açık olduklarını göstermektedir. Ona göre artık dinler arasındaki ihtilaflı konuları bir kenara bırakmalı ve ortak düşmana karşı en güzel şekilde mücadele edilmelidir.

Burada vurgulanması gereken husus, diyalogun belli kişi ve gruplara karşı değil, inkâr-ı uluhiyet fikrine karşı olduğudur. Yoksa saldırgan olmayan inkâr-ı uluhiyet fikrine sahip insanlarla her zaman ilişkilerimizin barış içerisinde olması gerekmektedir. Bediüzzaman, İslami referanslara dayanarak bu konuya açıklık getirmektedir.

Said Nursî, bu konuyu şu veciz ifadeleriyle açıklamaktadır: “Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanların dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir.

Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor.” (Emirdağ Lahikası, s. 179)

Bediüzzaman, savaşlardan sonra ortaya çıkan, temelinde inançsızlık olan çatışma, zulüm, terör ve ahlaksızlığın ancak bu işbirliği sayesinde “semavi bir yardımla” ortadan kaldırılacağına dikkat çekmektedir.

Ehl-i kitapla birlikte hareket edilmesi gereken ikinci husus ise, çağımızın en korkunç hastalıklarından olan anarşi ve terör karşısında ortak tavır alınmasıdır. O, anarşi kavramıyla hem ahlakî çöküntüyü, hem de toplumsal kargaşayı ifade etmektedir ve anarşi karşısında insanları sürtüşmeyi bırakıp işbirliği yapmaya davet etmektedir.

Bediüzzaman, terörün inançsızlıktan kaynaklanan kısmı ile kutsal metinleri kendi amaçları doğrultusunda yorumlamaktan kaynaklanan kısmı arasında da bir ayrım yapmamaktadır. O, bir Müslüman’ın, hangi dine mensup olursa olsun bir kimseyi veya bir grubu saldırgan olmadıkları halde öldürmesinin adalete uymadığını ve terör olduğunu vurgulamaktadır.

Savaşlarda veya terör dolayısıyla öldürülen kimselerin –Müslüman olmasalar dahi– çocuklarının şehit hükmünde olduğunu bildirmektedir. İnancı ne olursa olsun zalim olmayan, zulme yardımcı olmayan, insan hak ve hürriyetleri için çalışan, insanların yararına faaliyette bulunan kişilerin bile mükâfatsız kalmayacağını beyan etmektedir. Bediüzzaman bu konuyu açıklarken “fetret” kavramına da yeni bir açılım kazandırmaktadır. Onun bu konudaki değerlendirmeleri; psikolojik ve sosyolojik engeller yüzünden insanların İslam’ı tanıma fırsatı bulamamaları nedeniyle mazur görülebileceklerini ortaya koymaktadır.

Ayrıca Bediüzzaman, eserlerinde hep müspet hareket üzerinde durmuştur. Dahilde dinin olumsuz şekilde kullanılmayacağını söylemesi, bize saldırmayan bütün insanlara karşı da olumlu yaklaşılmasına engel değildir. Bediüzzaman’a göre din herkesin mukaddes malıdır, inhisar altına alınıp suiistimal edilmesi kabul edilemez.

Sonuçta kime karşı olursa olsun yapılan zulüm, zulümdür; başka insanların hayatlarına yapılmış en büyük haksızlıktır.

Said Nursî’nin ehl-i kitap ile diyalog çağrısı, Kur’an-ı Kerim’in temel mesajlarıyla birlikte, Hz. Muhammed’in (asm) tatbikatlarıyla da örtüşmektedir. Hz. Muhammed (asm) hayatı boyunca saldırgan olmayan ehl-i kitap ile insani ve barışçıl ilişkiler içinde olmuştur.

Sonuç olarak insanlığın bir asırdır geçirmekte olduğu, temelinde inkâr-ı uluhiyet olan buhranlardan kurtulabilmek için müminlerin kendi aralarındaki farklılıkları bir kenara bıraktığı gibi, ehl-i kitapla da aralarındaki ihtilaflı konuları bir kenara bırakarak ortak hareket etmeleri zaruridir. Bu hareket, ortak amaçlar doğrultusunda işbirliği ve yardımlaşmayı içermelidir.

Bediüzzaman, zulme, haksızlığa, teröre, inançsızlığa ve sefahate karşı adalet, doğruluk, yardımlaşma, sevgi, dayanışma ve işbirliği için evrensel bir barış tavsiye etmektedir.

 

  1. MASA:

Medeniyetlerin Buluşmasında
Bediüzzaman Said Nursî’nin Rolü

KATILIMCILAR

Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç

Av. Abdüssamet Demir

Murat Çiftkaya

Dr. Mustafa Ulusoy

Dr. Nejat Aday

Doç. Dr. Nuri Çakır

Av. Ömer Faruk Uysal

Dr. Reha Fırat

Sadık Yalsızuçanlar

Av. Safa Mürsel

Dr. Senai Demirci

 

“Medeniyetler arası diyalog” günümüz dünyasında bir ihtiyaç ve hatta bir zorunluluktur.

Yaklaşık on seneden bu yana, “Medeniyetler Çatışması” tezinin hayata geçirilmesine yönelik çabalara şahit oluyoruz. Ancak bugün dünyanın ihtiyaç duyduğu şey çatışma ve gerilim değil, barış ve diyalog içinde birarada varolmaktır.

Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde medeniyetle ilgili tahlillere yer vermiş, özellikle ilk eserlerinde medeniyetin insanın gelişimi için zaruri olduğunu, hatta medeniyeti istemenin insaniyeti istemek olduğunu belirtmiştir. Bediüzzaman’ın “Kur’an medeniyeti” olarak ifadelendirdiği tasavvur, esasen “insan-ı kâmil”i esas alan mahiyettedir. Yani daha çok tüketen, bedensel esenliği önceleyen bir insan değil, dünyada ahirete hazırlanmak için yaşayan, hayat standardını değil, hayat kalitesini arttırmaya, diğer bir deyişle hayatı daha anlamlı ve derinlemesine yaşamaya çalışan, Rabbini tanımaya, O’na kul olmaya çalışan bir insandır.

Bediüzzaman’ın topyekün ve peşinen bir Batı karşıtı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bediüzzaman, Batı medeniyetine iyilikleri ve kötülükleri açısından bakmış, topyekün reddetmemiş, faydalı kısmının -ki bunlar semavî dinlerin verdiği derslerle ortaya çıkmıştır- alınmasında sakınca görmemiş, hatta bunun bir görev olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, iki dünya savaşı neticesinde Batı medeniyetinin zorba ve kan dökücü yüzünün belirgin hale gelmesiyle, sözkonusu medeniyetin günahlarına ve kötülüklerine dikkat çekmekten geri durmamıştır.

Bugün, öncelikle, medeniyetler arası diyalogda tecavüze, tahakküme ve üstünlüğe dayalı bir dilin terk edilip, şiddeti dışlayan, ötekini anlamaya çalışan bir diyalog diline ihtiyaç vardır.

Bediüzzaman’ın “ben ve öteki” ayrımı devlete, ırka veya gruplara dayalı bir ayrım olmayıp, öncelikle içselleştirilmiş bir “kalb-nefis” karşıtlığı ve “hidayet-dalalet,” “hak-haksızlık”, “adalet-zulüm” zıtlığına dayalı bir ayrımdır. Yani, Müslüman öznenin elinden çıkan her eylem Müslümanca olmayabileceği gibi, Müslüman olmayan bir kişinin de İslam’a uygun eylemlerde bulunabileceğini kabul etmektir. Bediüzzaman Müslümanların değil, İslam’ın hakikatlerinin üstünlüğünü gözetir ve hedefler.

Bugün Müslümanların coğrafi mensubiyetlerinin etkisinde kalarak Batı karşıtlığı geliştirdikleri gözlenmektedir. Buna karşılık, Bediüzzaman kendisini böyle bir karşıtlığa mahkûm etmemiş, İslam’ın evrensel ilke ve değerlerini modern dünya insanının vicdanına ve aklına sunmuştur. Bunu, zorbalığa karşı başkaldırdığını söyleyen aktüel eylemci Müslümanların hareketleri karşısında özellikle hatırda tutmak gerekir. Diğer bir ifadeyle, Müslümanlar, İslam’ın reddettiği unsuriyetçilik ve milliyetçiliği bu kez din temelinde yeniden üretme hatasına düşmemelidir.

Bediüzzaman’ın medeniyetler arası diyalogda gözetilmesi gereken bir diğer vurgusu, “İsevilik din-i hakikisi”nin mensuplarıyla kurulması gereken diyalogdur. Bu vurgu, mevcut farklılıkları bir düşmanlık ve çatışma nedeni yapmak yerine, bir arada yaşamanın yollarını aramak için bir çıkış noktasıdır.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da, Bediüzzaman’ın “Kur’an medeniyeti”nin ihyasına yönelik çabalarıdır. İslam medeniyetinde Kur’an’dan kaynaklanan üç ilim anlayışı vardır. Birincisi, vahiyle gelen bilgi anlamında Kur’an ve hadis. İkincisi, veraset yoluyla nübüvvetten alimlere intikal eden ve burada tebliğ ilmi olarak adlandıracağımız bilgidir. Üçüncüsü ise, akademik olarak oluşturulan kâinat, insan ve topluma ait bilgi türüdür. Medeniyetler bu üç bilgi türüyle şekillenir, bunu medeniyete yansıtan da insandır. Halihazır Batı medeniyetinde vahye dayalı ilmin ve tefekkürün çok cılızlaştığını, etkisini kaybettiğini, buna karşılık üçüncü tür, yani seküler bilginin hakimiyet kurduğunu görüyoruz. Bu noktada, Bediüzzaman’ın, Kur’an medeniyetini ihyayı hedeflerken, üçüncü tür bilgiyi, yani bilimsel bilgiyi vahiy doğrultusunda dönüştürmeyi amaçlaması, eserlerinde bunun örneklerini vermesi anlamlıdır. Ve sadece Müslümanlar için değil, vahyin rehberliğine muhtaç bütün insanlar için altı çizilmesi gereken bir husustur.

Diğer taraftan, Müslümanlar günümüzde Batı medeniyetine karşı takınacakları tavrı sağlıklı biçimde belirlemek gibi zorlu bir meseleyle karşı karşıyadır. Batı’yı tamamen dışlamak veya tamamen benimsemek sözkonusu olmayacağına göre, hangi unsurlarının alınacağı hususunda bir iç muhasebeye ve tartışma zeminine ihtiyaç vardır. Bu açıdan, “Batı’nın sadece bilim ve teknolojisini alma”nın çıkar bir yol olup olamayacağı tartışmalıdır. Tam da bu noktada, Bediüzzaman’ın bilim ve teknolojinin hakikatini Peygamber Mucizeleri’ne dayandırarak ve her bilimin ve teknoloji dalının İlahi bir isme dayandığını belirterek, pratik olarak hepimizi kuşatan bilim ve teknolojiyi sadece dünyevi bir fayda kaynağı olmaktan çıkaran, marifet ve kulluğa götüren bir zemine oturttuğu söylenmelidir. O yüzden, bugün Müslümanların yapması gereken, bilim ve teknolojinin halihazırdaki dünyevî ve vahiydışı algı ve kullanımının tehlikesini fark etmektir.

Medeniyetler arasındaki gerilim noktalarından birisi olarak “ilerilik-gerilik” konusunda da Bediüzzaman’ın ilkeleri esas alındığında, Müslümanlar maddi ve dünyevi kulvarda beyhude bir yarışa girmek yerine, kendileri olmalı, kendi kâinat ve insan algılarını hayata geçirmeli, bu yolda veri olan bilimsel ve teknolojik kazanımları kullanmalıdır. Ki, Bediüzzaman bu zaman için Müslümanların en fazla Kur’an’ı örnek alarak belagat ve söz sanatında ilerlemeleri gerektiğine dikkat çekmektedir. Bu, modern medeniyetin tadil ve ıslahı için Müslümanların omuzlarına kader tarafından yüklenmiş bir görevdir. Said Nursî, medeniyetin iyilik ve güzelliklerinin çirkinlik ve kötülüklerine galip gelmesi için İslamiyet’in kuvvetine ihtiyaç olduğunu belirtir. Bunun için de Müslümanların kendi insan ve kâinat algılarını anlaşılır ve etkileyici bir dille muhataplarına anlatabilmesi gerektiğini söylemek yanlış olmaz. Diğer bir ifadeyle, bugün mevcut medeniyetin yitirdiği manevi bir hayat ve ruhtur. Bu ruhu da ona üfleyebilecek ancak, saf ve bozulmamış bir geleneğin takipçileri olarak Kur’an’ın talebeleri olabilir. Bediüzzaman, eserleri ve eylemleriyle bu görevi yerine getirmiştir.

Her medeniyet kâinat ve insan tasavvuruna dayanır. Medeniyet, her şeyden önce, semboller bütünüdür. Said Nursî’nin, bir semboller sistemi olarak geleneksel İslami terminolojiyi eserlerinde muhafaza ederek ve yaşatarak fiilen de Kur’an medeniyetinin ihyasına hizmet ettiği söylenmelidir.

Sonuç olarak anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, medeniyetlerin insanlığa ilahi mevhibe olarak bahşedilen hidayet zemininde oluşturulabilecek müsamaha bağlamında buluşmasını öngörmektedir. Bu zemin, hayatta dayanak noktası olarak kuvvet yerine hak ve adaleti esas almaktadır. Hedefi ise menfaat yerine fazilettir. Birlik noktası etnik milliyetçilik yerine din, vatan, sınıf ve insanlık gibi ortak paydalardır. Yine, hayat ilkesi olarak, birbiriyle mücadele yerine yardımlaşma kabul edilmektedir. Toplumsal kurumlaşmada esas aldığı ilke ise, nefsin arzu ve ihtiraslarını teşvik yerine, ruhun ulvi duygularının doyurulmasıdır.

Son sözü Bediüzzaman’a bırakacak olursak: “Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiye’nin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiye’den bekleyebilirsiniz.” (Hutbe-i Şamiye, s. 41-43.)

  1. MASA:

Etnik ve Kültürel Farklılıkların Buluşmasında Bediüzzaman Said Nursî’nin Rolü

KATILIMCILAR

Dr. Alev Erkilet

Av. Ahmet Nazlı

Dr. Ahmet Yıldız

Ali Bulaç

İslam Yaşar

Kazım Güleçyüz

Metin Karabaşoğlu

Doç. Dr. Muhammed Gür

Osman Gökmen

Dr. Osman Özkul

Şener Boztaş

 

  1. Özellikle çağdaş toplumlar, çeşitli özellikleri itibariyle birbirinden farklılaşan insan topluluklarını içlerinde barındırmaktadırlar. Bunun sonuçlarından biri de, ciddi toplumsal çatışma potansiyelleri taşıyan bu sınıfsal, eğitsel, ırksal, etnik ve dinsel farklılaşmaların doğurduğu çelişik çıkar ve talepleri uzlaştırma zorunluluğudur. Farklı genetik havuzlardan gelen insan grupları, kendilerine özgü karakteristik fiziksel özelliklerle vasıflanır ve ırkları oluştururlar. Etnik gruplar ise, “içinde yaşadıkları çoğunluktan, kültürel bakımdan farklı olan insanlardan oluşur”. Kültürel farklılıklar dilsel, dinsel, siyasal olabileceği gibi, yeme alışkanlıkları, giyim, tavırlar ve yerel şiveler gibi görece daha ikincil konularla da ilintili olabilir.
  2. Din ve inançlar sistemi, toplumsal bütünleşmenin en etkili araçlarından biri olarak kabul edilmiştir. Dinden bir toplumsal çimento, farklı kesim ve sınıfları bir arada tutmanın aracı, yani bir nevi toplumsal zamk olarak yararlanma düşüncesi ister istemez onun araçsalcı bir biçimde algılanmasına yol açmakta ve dinin (İslam’ın), bütünleşmeye “yarayan” öğelerinin alınarak geri kalan kısımlarının atılması eğilimini güçlendirmektedir. Belirli bir siyaset ya da sosyal bilimsel söylem biçiminin dinle (İslam’la) olan ilişkisini “araçsalcı” ve “amaçsalcı dinsellik” başlıkları altında ele alabiliriz. Bir siyaset ya da söylem biçiminin dinle kurduğu ilişki Allah’ın rızasını kazanmaktan çok, dünyevi ihtiyaçların karşılanmasına, yani pratik ve pragmatik amaçlara yönelik ise, bu, dinselliğin “araçsalcı” biçimidir. Belirli bir siyaset ya da söylemin dinle ilişkisinin Allah’ın rızasını kazanma temeline oturtulması durumuna ise “amaçsalcı dinsellik” adı verilebilir. Araçsalcı bakış açısı dini, ulusun, devletin, bütünleşmenin vs. emrine vererek görecelileştirirken, onu reforme etme ve dönüştürme yönündeki modernist tutumları da besler. Dinin hükümleri bir kez mutlaklığından soyulup görecelileştirildiğinde (belirli bir ırkın, çağın ya da toplumsal bütünleşmenin gereklerine, ABD’nin taleplerine göre vs.) her türlü müdahaleye de açık hale gelmektedir. İşte Bediüzzaman Said Nursî’nin din anlayışı ve toplumsal bütünleşmeye biçtiği rol ve anlam, bu araçsalcı yaklaşıma şiddetle karşı çıkması nedeniyle ayrı bir önem kazanmaktadır.
  3. Bediüzzaman Said Nursî açısından toplumsal sorunların temel çözümü, İslam’ın bir düşünce ve bir yaşam biçimi olarak uygulanmasındadır. Asıl mesele, tüm kainatı yaratmış, onun ilkelerini ve işleyiş düzenini belirlemiş olan Allah’ın emirlerine uymaktır. Yaşamın düzenlenmesinde izlenecek en iyi yolun ne olduğunu ancak, onu bizzat yaratmış olan bilebilir ve gösterebilir. Bu açıdan bakıldığında, Bediüzzaman açısından toplumsal denetim ve bütünleşme bizatihi bir hedef değildir; olsa olsa dini gereklerin yerine getirilmesinin bir sonucu ve çıktısı olarak kavranabilir. Bu yaklaşım, yukarıda zikrettiğimiz araçsalcı dinselliği tümüyle dışlamaktadır. “Hutbe-i Şamiye Zeylinin Kısa Bir Tercümesi” başlıklı metinde bu yaklaşım gayet açık bir biçimde ifade edilmiştir: “Evet, millet-i İslamiyenin sebeb-i saadeti yalnız ve yalnız hakaik-i İslamiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi Şeriat-ı İslamiye ile olabilir. … Demek, hakiki adalet … odur ki: Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa te’siri yüzden bire iner.” (Hutbe-i Şamiye, s. 69-84.)
  4. Said Nursî, İslam’ın bir bütün olarak ve öncelikle Allah’ın emri olduğu için uygulanmasına özel bir önem vermektedir. Tüm toplumsal düzenlemeler, öncelikle ve yalnızca her şeyi bilen, kendi yarattığı kainatın ve insanlığın kanunlarını koyan Allah’ın rızasına uygun olup olmadıkları açısından değerlendirilebilir. Bu düzenlemelerin insanlık açısından yararlı olması ancak, bu şarta uygun olmalarıyla mümkündür. Etnik gruplar ve bunların içinde yaşadıkları çoğunlukla ilişkileri de ancak bu genel bağlamda değerlendirilebilir. Etnik gruplar arasındaki ilişkiler sorunu, belirli bir seküler siyasetin denetimsel beklentilerinin karşılanması sorunu değildir. Sorun, Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenlemeleri gerektiği bağlamında ele alınmalıdır.
  5. Said Nursî’nin yazdığı dönemde Osmanlı bünyesi içinde hızla yayılmakta olan milliyetçilik akımları, etnik grupları birbirinden koparma ve toplumu parçalama yönünde etkide bulunuyordu. Bediüzzaman’ın milliyet meselesini ele alması, onun bu yıkıcı etkilerine müdahale ihtiyacı duymasından kaynaklanmıştır. Kur’an’da kavimler meselesinin ele alındığı Hucurat Suresinin 13. ayetini yorumlarken, insanların kavimler, milletler ya da taifeler halinde yaratılmasının birbirini inkar, yabanilik ve düşmanlık için değil, tanışma ve dayanışma için olduğunun altını çizmektedir.

Bediüzzaman, milliyet fikrinin kaynağını Allah’ın insanın doğasına yerleştirmiş olduğu bir duyguya dayandırmaktadır. İnsanın yaratılışına temellenen bu milliyet duygusunun müsbet biçimde anlaşılması gerektiğini şu sözlerle ifade etmektedir: “Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor; teavüne, tesanüde [dayanışma, yardımlaşma] sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslamiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur”. (Mektubat, s. 312.) Bu nedenle müsbet milliyet duygusu “öteki”ni tanır, ancak bir karşıtlık ve düşman bir öteki üretmez. Nitekim, Batı’da olduğu gibi “öteki”ni kendine benzetmeye çalışan, etnik arındırmacı yahut soykırımcı eğilimlere İslam tarihinde de günümüz Müslümanlarında da rastlanmamaktadır.

  1. Bediüzzaman, özellikle Müslümanlar açısından kavimlere ayrılma olgusunun, dinsel bir birlik içinde tekliğe ve dayanışmaya dönüştürülmesinin bir zorunluluk olduğunu vurgulamaktadır. Kaldı ki, İslam milletleri açısından bakıldığında, etnik ve milli özelliklerin çoğunun İslami inançlar tarafından belirlenmiş olduğu söylenebilir. Örneğin, Bediüzzaman’a göre, Türklere milli hasletlerini kazandıran şey, asırlar boyu İslam’ın bayraktarlığını yapmış ve bu bayrağı Avrupa içlerine kadar haşmetle taşımış olmalarıdır. Bu örnekte olduğu gibi İslam’a hizmet eden, onun koruyucusu olan milliyet, Kur’ani bakımdan müsbet milliyettir. Türklere Avrupa’yı titretme imkanı veren şey salt bir yayılma ve hükmetme hırsı değildi; “ölürsem şehit, öldürürsem gaziyim” düşüncesine kaynaklık eden ve ümmeti, her bir parçasının acısını bütün Müslümanların duyduğu organik bir yapı haline getiren İslam düşüncesiydi. Bu da göstermektedir ki, Müslümanlar açısından din ve milliyet birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Bediüzzaman, bu hususu, hamiyet-i milliye ile hamiyet-i diniyeden hangisinin daha gerekli olduğuna ilişkin bir soruya cevap verirken şöyle ifade etmiştir: “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehittir. İtibari, zahiri, arızi bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur. Öyle ise hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı… Hamiyet-i diniye ve İslamiyet milliyeti Türk ve Arap içinde tamamiyle meczolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş”. (Hutbe-i Şamiye, s. 69-70.)
  2. O halde, Bediüzzaman’a göre öncelik hamiyet-i diniyeye verilmelidir, zira o bireylere ve milletlere –kainatın işleyiş kanunlarının bilgisine dayanan bir- güç ve azim kazandırmaktadır; çözüm, İslam çerçevesinde bütünleşmededir. Kaldı ki, “Milliyetimizin ruhu [da] İslamiyet’tir”. (Münazarat, s. 24.) Milliyetçiliğin giderek daha etkili bir toplumsal ve siyasal düşünce haline gelmekte olduğunu gören Bediüzzaman, milliyetçi bakış açısının, dini milliyetin tanımlanmasında kullanılan öğelerden biri ya da onun biraradalığını sağlayan bir araç olarak tanımlamaya eğilimli olduğunu çok net bir biçimde saptamıştır. Dinin bu araçsalcı kullanımına karşı çıkarak, dinin millet için değil, milletin din için, onun yücelmesi için varolduğunu belirtmiştir.
  3. Milliyeti mabud haline getirip dini araçsallaştıran yaklaşımlar, Bediüzzaman tarafından “menfi milliyet” telakkilerinin birer örneği olarak ele alınmışlardır: “Asabiyet-i câhiliye, birbirine tesânüd edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar”. (Mesnevi-i Nuriye, s. 98.) Risale-i Nur’da psikolojik açıdan “ene” kavramına ve insan doğasına dayandırılan milliyet duygusu, Batı tarafından bir ideolojiye dönüştürülerek “üstün millet” anlayışı üzerine oturtulmuştur. “Üstün milletin” diğerleri üzerinde hakimiyet kurmasını meşrulaştırmakta kullanılan bu menfi milliyet telakkileri, Kur’an’ın yasakladığı saldırgan ırkçılık ve kavmiyetçiliklerdir. Cahiliye döneminin bir adeti olan asabiye’ye atfen “asabiyet-i cahiliye” olarak da adlandırılır ve “bir kimsenin haksız olduğu halde kardeşine taraftar olması” anlamına gelir. Söz konusu eğilim, onu bir ideolojiye dönüştürmüş olan Avrupa’da da ciddi iç çatışmalara yol açmıştır. Dünya Savaşları bunun somut örnekleridir. Risale-i Nur’da “müsbet fikri milliyet” kavramı kullanılırken ideolojik bir araç olan “milliyetçilik” açıkça reddedilmektedir. Bediüzzaman toplumsal boyutta kişinin kendini ait hissettiği grubun üstünlüğü biçiminde tezahür eden milliyeti bir olgu, bir tanımlama aracı, bir sosyal gerçeklik olarak kabul etmiş, ancak ideolojiye dönüştürülmüş bir milliyetçilik düşüncesini reddetmiştir.
  4. Avrupa devletleri bu parçalayıcı akımları Osmanlı topraklarına sokmuşlar ve Türkçülük ile Batıcılığın Osmanlının sorunlarını çözeceğine inananlar da bunların savunuculuğuna soyunmuşlardır. Oysa, müsbet milliyet telakkisi ne denli bütünleştirici ise, Batı medeniyetinin ürünü olan menfi fikr-i milliyet de o denli çatışmacı ve parçalayıcıdır. İki yönden: Kendi ırksal/etnik grubu bakımdan etnosentrik; Batıyla ilişkisinde ise zenosentrik olduğu için. Etnosentrizm (kültürel ben-merkezcilik) “bireyin kendi grubunun her şeyin merkezinde olduğu ve tüm diğerlerinin ona atfen/ona referansla ölçülüp tartıldığı bir bakış açısı”dır. Bediüzzaman’ın unsuriyetçilik olarak adlandırdığı ve gerek Türkler, gerekse Kürtler açısından son derece sakıncalı bulduğu da bu tür milliyetçiliklerdir. O, yukarıda da belirttiğimiz gibi üstünlüğün kaynağını ulusal özelliklerde arayan ve 350 milyon din kardeşini kendi ulusundan olmadığı gerekçesiyle dışlayan etnosentrik tutumları şiddetle reddetmektedir: “Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirlerin veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türklerin, muvakkaten dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini kazanmak için, üç yüz elli milyon hakîki, nûrânî menfaattar bir cemâatin bâkî uhuvvetlerini terk etsin.”
  5. Bediüzzaman, “frenkmeşreplik” olarak adlandırdığı, sosyoloji literatüründe ise “zenosentrizm” olarak adlandırılan tutuma da şiddetle karşı çıkmaktadır. Zenosentrizm, “yabancı olanın en iyi olduğu, bizim kendi yaşam tarzımızın, ürünlerimizin yahut fikirlerimizin diğerlerininkinden aşağı olduğu inancıdır” ve bu inanç, bireyin grubunu ve onun değerlerini toptan reddetmesine kadar varabilir. Bediüzzaman, ister Türk, ister Kürt, isterse Arap olsunlar Müslümanların, sorunlarının çözümünü İslam’da değil de Batılı düşünce ve ideolojilerde aramaları sonucunu doğuran zenosentrik tutumlarla da mücadele etmiştir. Ona göre İslam milletleri arasındaki ve içindeki sorunlar ve etnik anlaşmazlıklar ayrılıkçı yollarla değil, ancak İslami bir kardeşlik ve bütünleşmeyle çözüme kavuşturulabilir.
  6. Bediüzzaman üst kimlik tanımlaması olarak “İslamiyet milliyeti” kavramını kullanmakta; daha genel bir tanımlama olarak da “insaniyet-i kübra olan İslamiyet” ifadesine başvurmaktadır. İslam üst-kimliğinde bütünleşmelerini gerekli gördüğü halkların, bizim kendi değerlerimizden ve geleneğimizden neşet etmemiş kopya ve taklit ideolojilerle ve projelerle birbirlerinden uzaklaştırılabileceğinden endişe etmiştir. Bunlar sorunları çözmekten ziyade ağırlaştırabilirler: “Biz ki, ekseriz, muvahhidiz; tevhide mükellef olduğumuz gibi, ittihadı tesis edecek muhabbet-i milliye ile muvazzafız. Eğer unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kafidir.” (İçtima-i Reçeteler-II, s. 255.)
  7. Etnik gruplar arasındaki ilişkilere ve sorunlara dair çareler önerilirken içinde yaşanılan toplumun iyi tanınması ve ona göre “ilaç” verilmesi lazım geldiği düşüncesine, Bediüzzaman’ın metinlerinde sıkça rastlanmaktadır: “Bir derdin dermanı başka bir derde zehir olabilir. Bir derman hadden geçse dert getirir.”
  8. Özetle, Bediüzzaman’a göre etnik ve kültürel farklılıkların bütünleştirilmesinin tek yolu İslam düşüncesinin ve hükümlerinin uygulanmasıdır. Bu uygulama, araçsalcı bir kullanım ve hükümlerin bir kısmının alınıp diğer bazı kısımlarının dışarıda bırakılması biçiminde olamaz. Osmanlı örneği bunun tarihsel tezahürlerinden yalnızca biridir. Bu anlamda, Bediüzzaman’ın etnik gruplar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine ilişkin yaklaşımı, İslami, Osmanlı’nın olumlu örneklerinden yararlanmayı bildiği halde Osmanlıcılığı aşan, çağdaş koşulları dikkate alan, yerli ve yerel koşullara duyarlı bir arayış olarak nitelenebilir. Onun medeniyetler, dinler, toplumsal tabakalar ve etnik gruplar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine ilişkin görüşleri, daha sistematik ve derinlemesine araştırmalarla ortaya konulmalı ve 21. yüzyıla bu konuda derin bir ihtiyaçla girmiş olan insanlığın hizmetine sunulmalıdır.
  9. MASA:

Sosyal Tabakaların Uzlaşmasında
Bediüzzaman Said Nursî’nin Rolü

KATILIMCILAR

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Ekrem Kaftan

Emre Aköz

Dr. Ahmet Nuri

Dr. Hakan Yalman

Haluk İmamoğlu

Mustafa Döküler

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Av. Nihat Derindere

Dr. Nihat Kaya

 

  1. Sosyal tabakalaşma, toplumun değişmeyen bir gerçeğidir. Bediüzzaman Said Nursî, insanı merkeze alan ve özüne uygun tanımlayan bir role sahiptir. Sosyal tabakaların arasındaki problemlerin ortadan kaldırılabilmesi için kariyere, makama, mevkie bakmadan her ferdin başta insan olarak kabul edilebilmesi çok önemlidir.
  2. Bediüzzaman Said Nursî, insanın ontolojik yapısından hareketle insan merkezli ve insana layık olan aile, toplum, ekonomik sistem nasıl olmalı sorusunun cevabını aramaktadır. Risale-i Nur objektif bir vicdandır, vicdan ise insanın sahip olduğu değerlerin esasıdır. Sosyal problemlerin çözümleri burada yatmaktadır, tabakalar arasındaki uzlaşma da bu eksenden hareketle çözümlenebilecektir.
  3. Bediüzzaman, toplumdaki kavgaların ve fesadın asıl kaynağı olarak şu iki kelimeyi ifade etmektedir: “Ben tek olsam, başkası açlıktan ölse bana ne”, “İstirahatim için zahmet çek, sen çalış ben yiyeyim.” Birinci kelime ben merkezciliği, ikinci kelime de çıkarcılığı sembolize eden düşünce ve davranış kalıplarıdır. Bediüzzaman birinci kelimeye karşı zekat kurumunu vurgulayarak zenginin fakiri düşünmesini; ikinci kelimeye karşı da üretmeden para kazanmayı sağlayan paranın satılmasını, yani faizi onaylamayarak reçetesini sunmaktadır. Zenginin yoksula yardım ve şefkatle yaklaşmasında, yoksulun servet düşmanı olmamasında, kin, öfke, nefret hissetmemesinde bu düşünce sisteminin önemini vurgulamaktadır.
  4. Sosyal tabakalar arasındaki problem, ulus devletin seçkinci, milliyetçi bakış açısıyla çözümlenemez olarak gözükmektedir. Seçkincilik yerine sivil sese kulak verilmelidir. Seçkinci elitin toplum mühendisliğinden vazgeçmesi çok önemlidir.
  5. Siyasal özgürlük alanının genişletilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Bediüzzaman “ref-i imtiyaz”ı, yani imtiyazların kaldırılmasını, fikir hürriyetini, şiddeti dışlayan bir muhalefetin serbest olmasını ve örgütlenme hürriyetini savunmaktadır.
  6. Bediüzzaman, sosyal uzlaşmanın toplumsal sinerji doğuracağından hareketle “ene yok, nahnu var” demekte, yani “ben yok, biz var” anlamına gelen bu cümlede biz’in kaliteli benlerden oluşmasını önemsemektedir.