Bundan on yıl önce genetik bilimi üzerine konuşmak, tartışmak,
fikir yürütmek, sadece uzmanlarının ilgi alanına giriyordu. Bugün toplumun
ekseriyeti, genetik bilimindeki gelişmeleri dikkatle izliyor; getireceği
yenilikleri ümit ve endişe ile bekliyor.

90’lı yıllarda insanın gen haritası üzerine yapılan çalışmalar,
insanlık için yeni beklentilere neden oldu. 2000 yılında gen haritasının
şifresinin çözülmeye başlaması, bu beklentilerin daha da artmasını sağladı.
Nihayet 2003 Nisan’ında insanın genetik şifresinin çözüldüğünün açıklanması,
dünya kamuoyunun somut beklentiler içine girmesine neden oldu.

Gerçekten neler oluyordu? Söylendiği gibi hastalıkların tedavi
edileceği, insan ömrünün uzayacağı bir sürece mi giriyorduk; yoksa insanları
bekleyen ciddi tehlikelerin ortaya çıkaracağı sorunlarla uğraşılacak bir döneme
mi?

Bugün, genetik bilimindeki gelişmeler, olumlu değerlendirmeler
yanında, etik ve sosyobiyolojik açıdan olumsuz tasavvurlara da konu olmuştur. Bu
yaklaşımlardan dolayı, genetik bilimindeki gelişmeler "sıradan bir bilimsel
bilgi" olmanın çok ötesinde anlamlar taşımıştır; ozon tabakasının delinmesi
gibi, yaşadığımız gezegenin ortak meselelerinden birisi olarak algılanmıştır.

***

Genetik bilimindeki gelişmelerin ortaya çıkardığı tartışma
konularından birisi, kuşkusuz insan vücudundaki mükemmelliğin, insanı hayrete
düşüren boyutudur. Genlerin, fihristelik cihetiyle insanın bütün özelliklerini
içermesi, büyük bir bilgi birikiminin bu DNA denilen "et parçalarında"
bulunduğunu gösteriyor. İnsan aklının bulduğu en temel mantık kurallarıyla
bakılırsa böyle bir bilgi düzeyini, tesadüf, kendikendinelik ya da nedensellikle
açıklamanın mümkün olmadığı görülür.

1917 yılında B. Hrozny Hitit dilini çözdüğü zaman, kimse bu
yazıların tesadüfen yazılmış olabileceğinden, kendi kendine oluştuğundan ya da
tesadüfen oluşmuş olabileceğinden bahsetmemişti. İnsanın genlerine kodlanmış
bilgiler o kadar çok ki, şayet kitaplara yazılmış olsaydı, 70 metre
yüksekliğinde bir kitap dağı oluşurdu. Nasıl olur da böyle bir bilgi hazinesi
tesadüfen yazılmış olabilir! Eski ABD Başkanı Clinton’a, 2000 Haziran’ında,
"Allah’ın hayatı yarattığı dili öğreniyoruz. Allah’ın en kutsal armağanının ne
kadar harika, güzel ve karmaşık olduğunu daha yakından anlıyoruz." sözünü
söyleten bu hayret ve ihmal edilemez gerçek olsa gerektir.

***

Genleri incelerken dikkat çeken bir konu da canlılık
meselesidir. İnsanda bulunan 26-31 bin arasındaki genin her biri o insanın
özelliklerini taşımaktadır. Bu durum insan öldüğü zaman da geçerlidir. Öyle ise
ölen insanı nasıl tanımlamalıyız ki, canlılık olayını anlayabilelim. Konuşup
gülen bir insan, bir dakika içinde hayat fonksiyonlarını yitirebiliyor. Fiziksel
olarak hiçbir şeyi değişmediği halde, hayat fonksiyonlarını yitirmesini nasıl
açıklamak gerekir?

İşte bu noktada yeni açıklamalara ihtiyaç vardır. Bilgileri
yeterli olan, uygulamasını da bilen DNA molekülleri, ölümden sonra,
fonksiyonlarını yerine getirmemeye başlamışlardır. Gözün fonksiyonunu yerine
getiren genler, elin fonksiyonunu yerine getiren genler, vazifelerini niçin
yapamaz hale gelmişlerdir?

İşte canlılık ve ölüm arasında bu mükemmel sistemleri
düzenleyen, çalıştıran bir "emr" [İsra Suresinin 85. ayetinde, "Sana ruh
hakkında soru sorarlar. De ki, ruh Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi
verilmiştir."] farkı vardır. Bu da ruhtur. Vücuttaki bütün azaların, hücrelerin,
genlerin vazifelerini belli bir ölçü ve amaç içinde şaşırmadan yapmalarını
sağlayan ruhtur. Bediüzzaman ruhun bütün cesetle münasebeti olduğunu belirtir.
Ruh cesedin "bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir." "Yani irade-i
İlahiye [İlahi emirler] cilvesi olan evamir-i tekviniyeye [yaratılış emirleri]
ve o emirden vücud-u harici [ceset] giydirilmiş bir kanun-u emri ve latife-i
Rabbaniye olan ruh" cesedin idaresinde, her bir cüzün ihtiyaçlarının
giderilmesinde, birbirlerinin manevi seslerinin işitilerek koordinasyonun
sağlanmasında, görev yapar. Çoğunu birinin imdadına gönderir. Bedeni her cüzü
ile bilir, hisseder, idare eder. (Sözler, 628)

Burada da görüldüğü gibi, canlılığı sağlayan Allah’ın emri olan
ruhtur. DNA’nın vazifesini görmesi, aralarında koordinasyonun sağlanması
görevini ruh yapar. Bediüzzaman, sadece maddi unsurların hayat için yeterli
olmadığını şöyle açıklar: "Madde mahdum [hizmet edilen] değil ki, her şey ona
irca edilsin. Belki hadimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat
hayattır. O hakikatin esası da ruhtur." (Sözler, 469) Yani DNA içinde bir
canlının şifresinin olması, o DNA’nın hayat için gerekli nedeni oluşturduğunu
ifade etmez; hayat için aslolan ruhtur.

İnsanlar, DNA içinde genetik şifrenin ipuçlarını "öğrenmenin"
verdiği heyecanla, "yaratma" fiilini kullanmaya başladılar. Halbuki, kâinatta
varlığın her anını yaratan Zat-ı Hayy-ı Kayyum, hayatın esası olarak da ruhu
yaratmıştır. Yaratıcı, istemezse ne beden olur, ne de hayat. Zat-ı Hayy-ı
Kayyum’un bir emri, bir kanunu olan ruh (Sözler, 642), "ol" emriyle vücudu
nurlandırdığı zaman, sebep ve sonuç birlikte gerçekleşir. Canlılık ortaya çıkar.

***

Genetik bilimindeki gelişmeler, ahirete imanı aklen algılamayı
da aşikâr hale getirmiştir. Hz. Peygamberin bir hadisinde, "İnsanda bir kemik
hariç, hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbü’z-zeneb denilen kuyruk sokumu kemiğidir.
Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan terkip edilecektir." buyurmuşlardır.
(Kütüb-ü Sitte, 5016: Buhari, Tefsir, Tümer 3; Amme 1; Müslim, Fiten 141,
(2955); Muvatta, Cenaiz 48, (1, 239); Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesai,
Cenaiz 117, (4, 111) Bediüzzaman, Hz. Peygamberin bu hadisini, "İnsanlar
öldükten sonra ruhlar başka makamlara gider. Cesetleri çürüyor, fakat insanın
cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tabir edilen
küçük bir cüz’ü baki kalıp, Cenab-ı Hakk onun üstünde cesed-i insaniyi haşirde
halk eder, onun ruhunu ona gönderir." (Sözler, 562) şeklinde yorumlar.

Bugün bir DNA molekülünün bir insanın bütün özelliklerini
taşıdığını, hatta insanın "misal-i musağğar"ı (Sözler, 561) olan genlerin, uygun
şartları hazırlamak suretiyle canlı kopyalamasında kullanabildiğimizi dikkate
alırsak, haşre imanın ne kadar akli bir olay olduğu anlaşılabilir. Yasin Suresi
79. ayette bildirilen ilki yaratana (neşe-i ula) ikinci yaratışın (neşe-i uhra)
hiç de zor olmayacağı hakikati bu bilgilerle daha kolay anlaşılır. (Sözler, 482)

***

Genetik bilimindeki gelişmelerin akla getirdiği önemli bir nokta
da kaderle ilişkisidir. Kader, Allah’ın ilminin bir nevidir. Levh-i Mahfuzda her
şey kayıtlıdır. O, Alim-i Mutlak olduğundan, O’nun bilmediği bir şey yoktur.
İnsan genomundaki bizim hayretle izlediğimiz sistem de O’nun ne kadar ilim,
irade ve kudret sahibi olduğunu göstermektedir. Hafiz olan O Zat her şeyi
kaydetmektedir. İnsan DNA’sında da kişinin özelliklerinin kaydedilmesi O’nun
hafiziyyetinin tecellisinden başka bir şey değildir. Hatta bütün vücudun
özelliklerini bir gende kaydettiği gibi, bütün alemin özelliklerini de bir
insanda kaydetmiştir. (Sözler, 561)

İnsanlar genlerin şifresini çözerken Allah’ın "sünnetullah"
kanunlarını öğrenmenin ötesinde bir şey yapmamaktadırlar. Sadece o "an" içinde
insanın özellikleri hakkında bilgi sahibi oluyorlar. Yarınları hakkında kesin
olan şeyler söylemeleri mümkün değildir. Çünkü henüz yarınlar yaratılmamıştır.
Cenab-ı Hakk her "anı" bir levha suretinde yaratmaya devam etmektedir.
(Mektubat, 41)

Bizim insanın genetik şifresini öğrenmeye başlamamız, kaderini
öğrendiğimiz anlamına gelmez. Mesela, bir kişinin genetik şifresinin
öğrenilmesi, o andaki hastalıklarını tesbit etmemize imkân sağlar. Yoksa,
gelecekte başına gelecekleri bize haber vermez. Hayatını nasıl idame edeceğini,
kimlerle karşılaşacağını, ne zaman ve nasıl öleceğini kesin olarak bilemeyiz.
Yani kaderini bilemeyiz. Genetik yapısını öğrenmemiz, sadece o andaki
özellikleri vereceğinden, bir hastalık halinde o ana ait bazı tedavi yöntemleri
geliştirebiliriz. Ama o insanın gelecekte başına neler geleceğini bilemeyiz.
Bugün yapılan değerlendirmelerde AIDS, kanser, diyabet, felç, hemofili ve kalp
krizi gibi hastalıkların tedavi edileceğinin söylenmesi, ancak bu bağlamda
değerlendirilebilir.

***

İnsan genomunun tamamen çözülmesi bazı endişeleri de beraber
getirmektedir. Bu bilgilerin olumsuz kullanımı engellenebilecek mi? Genetik
bilginin kullanımının engellenmesi pratik olarak mümkün olmadığına göre, -sadece
bir bilim adamı kimsenin bilmediği ve görmediği yerde araştırmalarını yapabilir-
bu tehlikenin nasıl önüne geçilecek? Genetik bilgilerin kötüye kullanılmasını
önlemek için etik kurallara uyulmazsa ne olacak?

Aldous Huxley, 1930’larda yazdığı "Brave New World/Cesur Yeni
Dünya" adlı kitabında bu sorgulamaları işliyordu. İnsanların genetik yapılarına
göre, sınıflara ayrıldığı ve içinde bulundukları sınıfların genetik yapılarına
göre yaşama imkânı buldukları bir dünya tasavvuru kuruyordu.

Bugün de popüler tartışmalardan çeşitli bilimsel araştırmalara
kadar, insan geni üzerinde yapılacak olumsuz çalışmalara dikkat çekilmektedir.
Ayrıca, 19. ve 20. yüzyıllardaki milliyetçi/şoven yaklaşımlara, üstün ırk
nazariyelerine benzer zulüm pratiklerine zemin hazırlamamak için, şimdiden
yapılacak çalışmaların etik sınırlamaları dikkate alınmalıdır.

***

Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki yıllarda da genetik gelişmeler
çok tartışılacak. Ümit edelim ki, 2000’li yıllarda dünyamız, genetiğe bağlı
olarak gelişen problemlerle uğraşmasın. Genetik gelişmeler, olumsuz anlamda
kullanılmasın ve insanlığın başına yeni musibetler çıkarılmasın…

Sizleri genetik bağlamındaki değişik görüşlerle başbaşa
bırakırken, dosya konusu "Tesettür" olan GÜZ/2003 sayımızda yeniden görüşmeyi
diliyoruz.