Son semavî din olan İslâm, yedinci yüzyılda tamamlandığı zaman,
insanlığa varlığın bütün boyutlarını kuşatan bir bakış açısı sunmuştu. Varlığı,
hayatı ve ölümü, anlamlı denklemler içerisinde açıkladığı gibi, insanın en küçük
davranışlarına bile yeni form ve içerik kazandırdı. Vahyin taşıyıcısı ve
Nübüvvet silsilesinin son halkası olan Hz. Muhammed (sav) söz ve davranışlarıyla
insanlara örnek bir hayat sunduğu için, fıtrî din olan İslâmiyet giderek rağbet
kazandı. Öyle ki, 632’de din tamamlandığı zaman, Arabistan’ın sadece bir kısmı
ile sınırlı olan Müslümanlar, yüz yıl sonra üç kıtada; ferdî, toplumsal, siyasî
ve ekonomik boyutlarıyla etkili olan bir nüfusu oluşturuyordu.

Bu değişme ve büyümeye bağlı olarak, İslâm toplumlarında yeni
ihtiyaçlar ortaya çıktı. Hazreti Peygamber’in (sav) vefatından sonra bu
ihtiyaçlara göre, yorumlar yapılarak zamanın ve mekanın şartlarına uygun İslamî
algılama biçimleri oluşturuldu. Özellikle ilmî, siyasî, sosyal, idarî, ekonomik
ve hukukî olarak İslamî özün yeni şekiller kazandığı dönem oldu. Bu dinamizm
yaklaşık 5-6 asır sürdü. Bu zaman diliminde, İslâm’ı yeni gelişmelere ve
şartlara göre yorumlayan alimler yetişti. Tefsir, Hadis, Felsefe, Mantık, Usul,
Kelâm, Fıkıh, Siyer gibi bilimlerin temelleri bu dönemde atıldı.

Bu zaman diliminden sonra, özgün eserler vücuda getirme çabaları
terk edilerek taklit dönemi başladı. Uzun asırlar yeni üretimler yerine; ilk
örnekler üzerine akıl yürütme yoluna gidildi. İslâm dünyasında bu taklit dönemi
yaşanırken, Batı’da—İslâm’ın da tesiriyle—din ve hayat üzerinde aklî
sorgulamaların yapıldığı Rönesans ve Reform dönemleri yaşandı. Bu sürecin bir
uzantısı olarak ortaya çıkan Aydınlanma dönemi, Modern kavramların oluşmasına
zemin hazırladı. Batı felsefesi, ilmî birikimi ve teknolojisi ile bütün
insanlığı etkiledi. Bu gelişmeler Batı toplumları ve İslâm toplumları için
farklı görünümler meydana getirdi.

Batı’da gelişen Tabiatçı, Materyalist ve Pozitivist fikirler
çeşitli şekillerde İslâm toplumlarının içine girdi. Yüzyıllarca devam eden bu
dönemde, yeni Müslüman olan toplumlarla birlikte, o toplumların kültürleri de
dinin içinde yer edindi. Bu yanlış algıların üzerinden geçen yüzyıllar, bu
kültürel motiflerin dinin parçası gibi görülmesini sağladı. Özellikle son
yüzyılda, İslâm’ın ilk asırlarına göre çok daha girift hale gelen sosyal hayat,
çözümlenmesi gereken birçok problemi ortaya çıkardı. İnsan zihniyetindeki
gelişmeler yeni ihtiyaçlar ve yeni yaklaşımlar üretti. Bütün bunlar İslam
düşüncesinin günümüz şartları içerisinde yeniden yorumlanmasını zarurî hale
getirdi.

Bu yapılırken konunun iki yönüne özellikle dikkat edilmesi
gerektiğini düşünüyoruz. Bunlardan birisi, insanlığın günümüze kadar edindiği
kültürel birikimin dikkate alınması; diğeri ise, bu yorum yapılırken dinin öz ve
asliyetinin korunması meselesidir.

Köprü dergisi olarak, bu iki yönü dikkate alarak yapılacak
yorumun niteliğini belirlemeye çalıştık. Konuyu değişik boyutlarıyla ele alan
yazarlarımızın birleştiği ortak nokta değişimin kaçınılmaz bir vakıa olduğudur.
Bu değişime bağlı olarak İslami metinlerde yapılacak yorumlar da değişecektir.
Fakat bu değişme “marziyat-ı İlahinin” izin verdiği ölçüde olmalıdır. Ayrıca,
insan zihninin popüler objelerle meşguliyetinin en yoğun olduğu bu zamanda,
içtihat, tefsir gibi konularda daha dikkatli olunması gereği ortadadır.

Risale-i Nur’un dili konusunda geçmiş sayılarda yayınladığımız
yazılar üzerine tartışma devam ediyor: İslam Yaşar, Ahmet Turan Alkan’ın
tenkidine cevap yazarken, Senai Demirci de konuya yeni açılımlar sağlayacak
ufuklar sunuyor.

Dosya konusunu “Nübüvvet” olarak belirlediğimiz Bahar/2001
sayımızda yeniden görüşmek ümidiyle, sizleri dosyamızla baş başa bırakıyoruz.