Küreselleşme, geçen yüzyılın sonundan bu yana, popüler ve entelektüel tartışmalar içerisinde, üzerinde en çok durulan konulardan biri olma özelliğini koruyor. Ne var ki, küreselleşmenin yeterince aydınlanmış, üzerinde ittifak edilmiş bir tanımını yapmak
hala mümkün olamamaktadır. Anthony Giddens’ın dediği gibi, "Hiç kimsenin tam olarak anlamadığı, ama etkisini hepimizin üzerinde hissettiren bir küresel düzen"i ifade etmektedir.

Batı kaynaklı bir kavram olan "küreselleşme"nin, Batı dillerindeki karşılıkları -kelime olarak- şöyledir: İngilizce’de, globalization; Fransızca’da, mondialization; İspanya ve Latin Amerika dillerinde globalizacion ve Almanca’da globalisierung. Kelimenin
lügat anlamı, genel olarak dünyamız olan yerküreye, dolayısı ile de "yaygınlığa" işaret eder. Bugünkü konuşma dilinde ve yazılı ifadelerde Amerikan kültürünün bir uzantısı olarak kullanılan "global" kelimesi aslında Türkçe’de "cihanşümul"
kelimesi ile karşılığını bulmaktadır. Bu yüzden bu kavram aslında hiç de yeni olmamakla birlikte "bütün dünyayı içine alan" ya da "bütün dünya için geçerli olan" anlamında kullanılagelmektedir. Kelimenin, Türkçe ve diğer dillerde de, benzer lügat
anlamlarıyla yaygınlık kazanmış olması, olgunun yaygınlığını ve etkisini anlamak açısından önemli ipuçları sunar. Bugün bu kavramı dikkate almadan, herhangi bir konuda çalışma yapmak, bir sonuca ulaşmak mümkün görünmemektedir.

Küreselleşme, hayatın hemen her alanıyla ilgili dikkate alınması gereken, bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. İktisadi, siyasi, kültürel, teknolojik ve sosyolojik konulardaki çalışmalar, bugünü anlamak için küreselleşmenin sunduğu imkânlardan
yararlanmak zorundadır.

Bu çalışmada ulaşmayı hedeflediğimiz nokta, Bediüzzaman Said Nursi’nin küreselleşmeye dair görüşlerini analiz edebilmektir. Bunu yaparken yukarıdaki kaygılarla birlikte, Nursi’nin düşünce dünyasının bütünüyle dikkate alınması gerektiğinin
bilincindeyiz. Küreselleşmenin Risale’deki izlerini sürerken, bu kavrama "bazı açılardan" tekabül edebilecek birçok kavram bulmak mümkündür. Mesela, "medeniyet", "telahuk-u efkar", "tekamül", "medeniyet-i sefihe", "Avrupa",
"terakki", "telgraf", "vesait-i muhabere", "vesait-i nakliye", "şehr-i vahid", "köy" gibi kavramlar küreselleşmenin Risale’deki yerini anlamak bakımından önemlidir. Nursi, buralarda iletişim imkânlarının gelişmesine paralel
olarak kazanılan nimetlere vurguda bulunduğu gibi, emperyalist hegemonyacı medeniyetleri de eleştirmiştir.

"Alemin bir şehr-i vahid hükmüne geçmesi"

Bediüzzaman’ın eserlerinde, küreselleşmeyle ilgili olarak mevcut durumu açıklamaya imkân tanıyan veriler vardır. Geçen yüzyılın başında yazdığı Muhakemat adlı eserinde, ulaşım ve iletişimdeki gelişmelere dikkat çekerek dünyanın tek bir şehir haline
geldiğini şöyle belirtir: "Şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye [ulaşım vasıtalarının gelişmesi] ile, âlem bir şehr-i vahid [tek şehir] hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele [iletişim ve ulaşım vasıtaları] ile, ehl-i dünya, bir
meclisin ehli hükmündedir."1 Burada dikkat çekilen nokta, ulaşımın yerküreyi nasıl küçülttüğüdür. Gözardı edilmemesi gereken başka bir nokta da Mesnevi-i Nuriye’de geçer. Bu kitapta, "küre-i arzın bir köy" şekline dönüşmesinden söz edilir.2
Küreselleşme, tartışmalarının yeni yeni yoğunlaşmaya başladığını hatırlarsak, geçen yüzyılın başındaki "köy" benzetmesinin önemi daha iyi anlaşılır. Bugün "köy" simgesi birçok entelektüel tarafından kullanılır hale gelmiş; hatta, küreselleşmeyi
ifade etmek için kullanılan bir simgeye dönüşmüştür. Risale-i Nur’daki bu tespitler, küreselleşmenin bir "durum" oluşuna ve "yaygınlaşma" anlamına işaret eder.

Burada bir durum tespiti söz konusudur. Sosyolojik bir olgudan söz edilmektedir. Tarihsel kökleri ne olursa olsun bugün yaşanan bir gerçeklik vardır. İletişim araçlarının akıl almaz gelişmeler göstermesi böyle bir sonucu ortaya çıkarmıştır. Öncelikle
telgraf bulunmuş, bu icad ile geniş coğrafyaların iletişim önündeki engel olma özelliği, ortadan kalkmıştır. Giddens’ın ifadesiyle, On dokuzuncu yüzyılın ortasında Massachusetts’li bir portre ressamı olan Samuel Morse, elektrikli telgrafla ilk mesajı göndermiş ve bu şekilde dünya
tarihinde yeni bir dönem başlamıştır.3 Bugün ise, televizyon, telefon, internet ve diğer telekomünikasyon araçları, gündelik hayatları alt üst etmiş; inkar edilemez boyutlarda değiştirmiştir.

Küreselleşmenin bir olgu oluşunu somutlaştırmak için Cüneyt Ülsever’in tanımlamasından yararlanmak istiyorum. Ülsever, "Küreselleşme nedir?" sorusunu cevaplarken bu değişimi şu temel özellikler çerçevesinde somutlaştırır: "1) Sovyet pazarının
çöküşü ve 2) bilgi teknolojisindeki akıl almaz gelişme sonucunda, dünyanın tarihte ilk kez, 3) tek ve 4) her bir santimetrekaresinin ulaşılabilir bir pazar haline gelmesi." Ülsever, durumu şöyle özetler: ”Tek Pazar kavramı kolay anlaşılıyor ama küreselleşmenin en önemli
boyutu, dünyanın ‘her bir santimetrekaresinin ulaşılabilir’ hale gelmesidir, cümlesi bu ülkede hala anlaşılamadı. Bilgi teknolojisi ve özellikle internet, dünyadaki tüm noktaları ulaşılabilir duruma ve bilgiyi bedava hale getiriyor. İlk defa; her yere ama her yere neredeyse bedava
ulaşılıyor, ilk defa her türlü bilgiyi elde etme imkânına kavuşuyoruz."4

Küreselleşmenin Sağladığı İmkânlar

"Küreselleşme nedir?" sorusuna şu ana kadarki tespitlerle kısmen cevap verilmiş görünüyor. Küreselleşmeyi bir olgu olarak ele almamız gerektiğini söylerken, böyle bir fiili gerçekliğin yaşanmakta olduğunu söylemeye çalışıyoruz. Gerçekleşmesi
muhtemel tasavvurlardan bahsetmiyoruz; bugünün insanının, istediği anda dünyanın her köşesi ile konuşup, ticaret yapıp, bilgi alışverişinde bulunabilmesine işaret ediyoruz. Yaşanılan bu olgunun, tabii olarak nimetleri ve sıkıntıya sokan yönleri vardır. Aynı kürede yaşayan
insanlar olarak, yaşanan olguyu görmezlikten gelmek ya da sonuçlarından etkilenmemek mümkün değildir.

O halde şuur sahibi bir varlık olarak insan, yaşadığı durumu analiz etmeli ve nimet ve tehditlerini görebilmelidir. Bu açıdan bakılınca, yaşanan gerçekliği iki hakim bakış açısından izlemek mümkündür. Küreselleşmenin karmaşık yapısının zorlaştırdığı
analiz imkânını -sakıncalarını saklı tutarak- iki hakim görüş açısından ele almak istiyoruz. İki hakim görüşü şöyle ifade edebiliriz: (1) İletişim ve ulaşım imkânlarında görülen gelişmeler (yaygınlaşma) ve (2) bu yaygınlaşmanın "küresel kapitalist düzen"
tarafından hegemonya aracı olarak kullanılması.

Bu analizin ilk grubunda yer alan entelektüeller, ikinci gruptakilerin haklı oldukları yönleri ifade ettikleri gibi, ikinci gruptakiler de birinci bakış açısının doğru taraflarından söz etmişlerdir. Yani her iki bakış açısının da hakikatin bir ucundan tuttuğu
söylenebilir. Bu bağlamda Giddens, "Küreselleşme, elbette tarafsız bir şekilde gelişmiyor ve sonuçları bakımından da tamamen hayırlı bir olay değildir"5 derken; küreselleşme karşıtlığıyla tanıdığımız Noam Chomsky, küresel toplum üzerine konuşurken,
"Elbette sosyal düzende büyük değişimler olmuştur ve bu anlamda terimimiz o kadar da kötü değildir." der.

Bediüzzaman’ın eserlerinde de bu ikili bakış açısını temellendirecek veriler vardır. Sünühat adlı eserinde sunduğu değerlendirme, konuya yaklaşımını açıklamak bakımından önemli malzemeler sunuyor. Metnin orijinali derginin son kısmındaki iktibas bölümünde
yer aldığı gibi, Bediüzzaman, Avrupa’nın kaynak olduğu hallerde, gelen cereyanın iki tür olabileceğini belirtir. Bunlar müsbet ve menfidir. Menfi olanı başkasını aynen gösteren taklitçiliktir. Bu tür yaklaşımlarda bütün pratikler Avrupa hesabınadır. Kendi benliğiyle uygunluk
söz konusu değildir. Bu durumda irade kullanımı mümkün olmadığı için niyetin iyi olması bile yararlı sonucu ortaya çıkarmaz. Böyle durumlarda Müslümanlar Batıya "alet-i laya’kıl" olur. Batının elinde akılsız malzeme olmanın ötesine gidemezler. Yani düşünme
yeteneğini yitirmiş, başkalarının taklidini yapan varlıklara dönüşürler. Müsbet olanı ise, "dahilden muvafık şeklini giyer." Bu durumda Batıdan alınanlar, İslam’ın temel ilkeleriyle çatışan pratikler değildir. Mesela teknoloji gibi. Küreselleşmenin araçları
denilebilecek, telefon, telgraf, bilgisayar, televizyon ve internetin Batı icadı olması onları yararsız malzeme yapmaz. Bu seçenekte Batı, Müslümanlar için, "alet-i layeş’ur" olur. Yani Batıdan gelenin İslam toplumlarını dönüştürecek bir şuuru yoktur. Oradan alınanlar
İslam toplumlarını etkileme yeteneğinden mahrumdur. Çünkü bunlar zaten İslam’ın men ettiği şeyler değildir.6 O halde, Batıdan gelenler analiz edilmelidir. Küreselleşmenin nimetleri niteliğindeki teknoloji alınırken ahlaksızlık, inançsızlık ve hegemonyacı tutumlara
karşı uyanık olunmalıdır.

Bediüzzaman, bu ölçüsünü eserlerinin başka yerlerinde daha da güçlendirir. Avrupa medeniyetini tek bir bütün olarak ele almaz; iyi ve kötü yönlerini analiz eder: "İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları
ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden birinci Avrupa" ve "Felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa"7 şeklinde iki gruba ayırır.

"Birinci Avrupa" tanımlamasında anahtar kelimeler olarak; (1) "İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatlar" [teknoloji], (2) "adalet" ve (3) "hakkaniyete hizmet eden fünunlar" [ilmi çalışmalar]
dikkat çekiyor.

Bunlar İslam’ın özünde var olan değerlerdir. Güzel olanlar her yerde güzeldir; İslam dünyasında ya da Batıda olması bu değerlerin hakikatini değiştirmez. Vahiyden kaynağını alan bu pratikler, zaten İslam’ın özünde var olan şeylerdir; bütün insanlığın
ortak malıdır.

Burada bir değerler sistemi söz konusudur. Bu değerlerin İslam dünyasında ya da Batı’da olması önemli değildir. Hz. Peygamber İlahi mesajı bütün insanlara getirmiştir; bir millete ya da belli bir coğrafyada yaşayan insanlara getirmemiştir. Peygamberimiz Hz.
Muhammed, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. Ayet-i kerime mealinde: "(Resulüm) De ki, ‘Ey insanlar! Ben sizin hepinize, Allah’ın peygamberiyim!" (el-Araf, 158) denildiği gibi Hz. Peygamberin tebliği de küreseldir.

Bu açıdan bakılınca küreselleşmenin araçları, Nebevi tebliğe hizmet eden nimetler olarak değerlendirilebilir. Hz. Peygamber tebliğinin karakteri gereği, yerküre üzerinde yaşayan önemli insan topluluklarına, mesajını ulaştırabilmek için elçiler göndermişti.
Bizans kayserine (Heraklius), Habeşistan necaşisine (Ashame), İran kisrasına (Hüsrev Perviz), Mısır firavununa (Mukavkıs), Yemame reisine (Hevze b. Ali) ve Gassani melikine (Münzir b. Haris b. Ebi Şemir) gönderilen elçiler Allah Resulünün mesajını iletmişlerdi. Bu olay, Müslümanların
küreselleşmeden yararlanmaları gerektiğini gösteren somut bir örnektir.

Hz. Peygamberin elçiler göndermesini bugüne taşırsak, küreselleşmenin araçlarının İslamî tebliğ açısından ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. Müslümanlar iyiliği yaymak ve kötülükleri engellemek için, tarihi bir fırsat yakalamışlardır. İslamî
değerlerin günümüz formlarıyla sunulması halinde kitlelerin bu evrensel değerlere sahip çıkacakları muhakkaktır. Hz. Peygamberin, coğrafyanın olabildiğince kısıtlayıcı rolüne rağmen oluşturmaya çalıştığı küresel değerleri yaygınlaştırmak, bugün daha kolay görünmektedir.

Bediüzzaman, Hz. Peygamberin mesajının küreselliğini insanlığın birikimiyle açıklar. Geçmiş peygamberler döneminde insanlık birbirinden uzak ve kültürel seviyeleri farklı olduğundan ayrı ayrı şeriatler gönderilmişti; fakat Hz. Peygamber zamanında
insanlar "iptidai derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden" bütün insanlık bir tek muallimden ders alacak şekle geldiğinden ayrı ayrı şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır.8

Bugün Hz. Peygamberin tebliğ ettiği mesaj, bütün insanlığa kolaylıkla ulaşma imkânı bulduğuna göre, küresel değerler olarak yaygınlaşması hikmetin bir gereğidir. Bediüzzaman, böyle bir gelişme olması gerektiğini şöyle ifade eder: "Elbette nev-i beşer
bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyâmet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük
hükümetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında, katiyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu Mu’cize-i Ekberin yerini tutamaz."9 Bütün bunlar, Müslümanların
küreselleşmenin araçlarından yararlanarak, günümüz formlarına uygun bir İslamî yaşama biçimi oluşturmaları gerektiğini gösterir.

Küreselleşmeyi değerlendirmede ikinci hakim bakış açısı, olumsuz yönleridir. Şimdi bu bakış açısını inceleyelim.

Küreselleşmenin Tehditleri

George Orwell, yarım asır önce yazdığı "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" adlı romanında, insanların iletişim araçlarının yardımıyla köleleştirilip, temel hak ve hürriyetlerinden mahrum edileceğini işliyordu.10 Küreselleşmenin insani değerlere
saldırısını hissedenler Orwell’i hatırlayarak onun -biraz abartılı da olsa- öngörülerine işaret ediyorlar. Gerçekten Orwell haklı mıydı? İnsanlık küresel çarklar arasında esir olabilir miydi/olmuş muydu? Bu bağlamdaki bakış açıları küreselleşmenin görülemeyen boyutlarını
hissedebilmek için bir uyanıklık verebilir.

Küreselleşmeye Orwell’in uyardığı noktalardan bakmamız, kavramı sadece "yaygınlaşma" anlamıyla sınırlı tutmadığımızı gösterir. Tehdit bağlamındaki anlamı, "asimilasyon", "hegemonya", "fakir ve zenginler arasındaki uçurumun
büyümesi" ve "Amerikanlaşma" gibi noktalara işaret eder.

Küreselleşmenin tehditlerini tek bir anahtar kelimeye indirgense, "hegemonya" kelimesi kullanılabilir. Yani bir devlet, topluluk ya da kişinin, başka bir devlet, topluluk ya da kişi üzerinde denetim kurması, üstünlük sağlaması ve baskıyla istediklerini
yaptırmaları anlamına gelir. Burada karşımıza çıkan ilk problem, "hegemonya etme", "denetim kurma", "üstünlük sağlama" eyleminin özne ve nesnesinin ne olduğudur. Bu bağlamda yapılan değerlendirmeler arasında önemli bir fark yoktur. Özne, Batılı
hakim devletler; nesne ise, Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki gelişmekte olan ya da geri kalmış ülkelerdir.

Küreselleştirici gücü ararken kavramın tarihsel köklerinden yararlanabiliriz. Chomsky’nin çalışmalarında, bu kavramın kökü, sömürgecilik tarihi içerisinde aranır. Colombus’un 1492’de Amerika yeni kıtasını bulmasıyla, bu süreç başlamıştır. Avrupalılar
gittikleri yerlerde kültürel, siyasal ve ekonomik denetim kurabilmek için sömürge bölgelerini yakıp yıkmışlardır. Colombus’un seyahatini takip eden 150 yıl içerisinde, sadece Amerika’da 100 milyonun üzerinde insan katledilmiştir.11

Chomsky, bugün yaşadığımız küreselleşmeyi de 1492’de başlayan sömürgeciliğin çağdaş versiyonu olarak algılar. Ve tarihte "ilk küresel güç" olarak ABD’yi gösterir.12

Teoman Duralı, "Çağdaş Küresel Medeniyet" adlı çalışmasında, özne olarak "İngiliz-Yahudi Medeniyeti"ni ele alır. Ona göre Avrupalı sömürgeci ülkeler, gittikleri yerlerin sömürgeleştirirken sadece maddi kaynaklarına el atmakla kalmamışlar,
aynı zamanda dinlerini taşımışlardır. Ayrıca, Batı Avrupalının alışkanlıklarını, zevklerini ve dillerini de bu bölgeler götürmüşlerdir.13

Duralı, küreselleşmenin öznesi olarak kabul ettiği İngiliz-Yahudi medeniyetini 1492’de İspanya’daki Müslüman egemenliğinin sona ermesine kadar götürür. 1492’de İspanya’dan ve 1495’de Portekiz’den sürülen Yahudiler, önce Felemenk ülkesine oradan da İngiltere
adasına göç etmişlerdi. Yahudiler, Ortaçağ boyunca Hıristiyanlar tarafından hor görülmüş, kırıma uğramış ve ticaret dışında bütün işlerden uzaklaştırılmışlardı. Yaptıkları ticaretle zenginleşen Yahudiler, zamanla birikimlerini yatırıma dönüştürmüşler; İngiltere’de
karşılaştıkları Tapınakçılar ve Toprak zadeganları ile ittifak ederek, geldikleri kentte (Londra) birikimlerini uygulamaya dökerek, Sanayi Devriminin temelini oluşturmuşlardır. Kentsoyluların varlık göstermeleri coğrafi keşiflerle birleştirilince Portekiz, İspanya, Felemenk ve İngiltere
gibi zengin ülkeler ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilk ikisi birikimlerini çar çur ederken, İngiltere ve Felemenk iyi değerlendirmiş; bu birikimlerin neticesinde, Londra-Washington ekseni üzerine Yeni Dünya Düzeni inşa olunmuştur.14

Duralı, küreselleştirici gücün bir de küreselleştirici ideolojisi olduğunu belirler. Bu, Batı birikiminin sonucunda ortaya çıkan "Maddeci-Mekanisism-Akılcı-Deneyci-Laik-İnsancı-Hür Sermayeci (yahut toplumcu) Çağdaşçı"15 ideolojidir. Bütün
dünyaya yaygınlaştırılmaya çalışılır. Bu ideoloji, özünde vahiyle çatışan nitelikler taşıdığı için, birçok noktada İslam imanıyla tezat teşkil eder.

Bu kavramsal çerçeveye sahip bir küreselleştirici özneyi olumlu görmek mümkün değildir. Bediüzzaman da eserlerinde dinden bağımsız felsefenin İslam toplumları için açtığı yaralara çok yerde değinir. Mesnevi-i Nuriye’de, "köy" simgesini kullandığı
yerde de özne olarak "medeniyet-i sefihe" ibaresini kullanır: "Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefiheyle gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır."16
Buradaki "medeniyet-i sefihe" kelimesi Batı medeniyetinin vahye istinad etmeyen bozuk kısmına işaret eder. Risale’deki "iki Avrupa" tasnifindeki "İkinci Avrupa" tanımlaması da bu bağlamda ele alınabilir. Burada "İkinci Avrupa" "sakim ve
dalaletli bir felsefe" ve "sefih ve muzır bir medeniyet" gibi özellikleriyle Batının, çekinilmesi ve uyanık olunması gereken özelliklere sahip olduğu nazara verilmektedir.

Yukarıda sözü geçen hegemonya meselesi, kendisini en çok üç alanda hissettirmektedir. Bunlar küreselleşmenin ekonomik, kültürel ve siyasal alandaki etkileridir. Şimdi sırasıyla bunları ele alalım:

Ekonomide Adaletsiz Paylaşım

Küreselleşmenin insanı tehdit ettiği iddia edilen en önemli alan, hiç kuşkusuz ekonomidir. 1970’lerde doğmaya başlayan küresel kapitalizm, soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra ivme kazandı. Sermayenin, malların ve hizmetlerin önündeki engeller azalınca
akışkanlık sağlanmaya başlandı. Zaten küresel kapitalist sistemin en belirgin özelliği sermayenin akışkanlığıdır.17 Ne var ki, bu durum sosyal tabakalar arasındaki uçurumu daha da büyüttü. Ekonomik göstergeler insan duyarlılıklarını rahatsız eder bir konuma
geldi.

Gelişmekte olan ülkeler, kazandıkları her 1 dolara 13 dolar borç ödemeye başladılar. Gelişmiş ülkelerin nüfuslarının yüzde 20’si dünyadaki tüketimin yüzde 86’sını gerçekleştiriyordu. Dünyadaki insanların yarısı, yaklaşık 3 milyar kişi günde 2 doların
altında harcama yapabilirken, ABD’nin geçen yılki savunma bütçesi yaklaşık 350 milyar dolar dolayındaydı. Bu adaletsizliklere zemin hazırlayan küresel kapitalist sistem, soyut bir hiyerarşi kurmuştu. Bu sistem bütün dünyada sıkıntı çeken çoğunlukların oluşmasını sağladı.

Soros’un soyut bir imparatorluk dediği küresel kapitalist sistem, diğer imparatorluklardan farklı olarak "belirli bir toprak parçası üzerinde kurulmuş değildir; egemenliği ve egemenlik gerektiren koşulları yoktur. Hatta bu sistemin güç ve etkinliğini sınırlayan
başlıca unsur bölgesindeki devletlerin egemenliğindir. Sistemin resmi bir yapısı olmadığından, neredeyse göze görünmez."18 Bu imparatorluğun yayılması siyasi anlamda değil insanların yaşamları üzerinde bir yayılmadır.

Emperyalizmin sömürgeler yoluyla somut bölgelere dayalı bir yayılmacılık yaşadığı 19. yüzyılın aksine, küresel kapitalist sistem bölgesizdir. Topraklar, devletler tarafından yöneltilir. Ve devletler genellikle küresel kapitalist sistemin yayılmasına
engeller çıkarırlar. Küresel kapitalist sistem salt işlevseldir. İşlevi de mal ve hizmetin üretimi, tüketimi ve alışveriş yani ekonomidir.

Küresel sistemin bu yapısı, devletler arasındaki kutuplaşmaların toplumsal tabakalar arasındaki kutuplaşmalara dönüşmesine sebep olmuştur. Sistemin çarkları içinde kazananlar ile kaybedenler üzerinde ister istemez bir çatışma eğilimi söz konusu olmuştur.

Soros’un "soyut imparatorluk" tanımlamasının, Bediüzzaman’ın, "Devletler milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecir olmak da istemez."19 şeklindeki sözlerini
anlamamızı kolaylaştıracağını düşünüyorum. Yukarıda sözü edilen soyut imparatorluk kavramından, sınırları olmayan doğrudan bir devletin egemenlik alanından söz edilmiyordu. Bediüzzaman, devletler ve milletler arasındaki savaşların sona erdiğini söylerken, böyle bir
tespitte bulunuyor. Artık insanlar arasındaki mücadeleyi ekonomik tabakalaşmalar belirleyecektir.

Batı kapitalizminin hakimiyetinde insanlar kısmen tatmin olmakla beraber, "ecir" olmak belli bir aşamadan sonra tatmin etmez olacaktır. Kapitalist sistemin bir yerinde ücretli olarak çalışarak ücretini alan kişiler elbette, esir dönemine göre daha iyi
durumdadırlar; ancak, "malikiyet ve serbestiyet" devri daha ileri insani formları ifade edecektir.

Yerel Kültürler Yok mu Olacak?

Küreselleşmenin yerel kültürlerle ilişkisi hep tartışılmıştır. Genel olarak yerel kültürlerin yok olduğundan, küresel kültürün asimilasyonundan söz edenler olduğu gibi, yerel kültürlerin varlığını koruyacağını ve bu bağlamdaki bir Amerikanlaşmanın
abartıldığını söyleyenler de çıkmıştır. Hatta, asimilasyonun sadece İslam dünyasında, Latin Amerika’da ya da Uzak Doğu’da değil, ABD’de bile gerçekleştiği söylenmiştir. Pells’in ifadesine göre, "Amerikalılar da bu küresel canavarın göbeğinde yaşamaktadır. Onlar da
modern dünyanın, çocuklarında yarattığı etkiden yerel kültürlere özgü geleneklerin yok olmasından, interneti denetim altına tutan yöneticilerin yetersizliğinden, aynen yabancıların sözde ‘Amerikanlaşma’dan ürktükleri gibi ürkmektedir."20

Bu görüş sahiplerini haklı çıkaracak bir çok delil bulmak da mümkündür. Mesela, 1950’li yıllardan bu yana, dünya çapında gösterime girmiş filmlerin % 80’i Amerikan ürünüdür. Kitle kültürünün diğer alanlarında Amerikan ürünlerinin benzer üstünlükleri
gözlemlenmiştir: TV, dergiler, CD’ler, estetik beğeniler, bestseller, vs. Bu nedenledir ki, 20. yüzyılın popüler kültürü Amerikan kültürü olarak algılanmıştır.21 Milli kimlikler küreselleşme süreci içerisinde yok mu olacak? Yerel değerlerin sonu ne olacak gibi endişeler
taşıyan Fransa’da, bu tehdidin büyüklüğüne inanarak bazı tedbirler almıştır. Mesela firmaların reklam sloganları şayet İngilizce ise, bunu Fransızca’ya çevirmek zorundadırlar. Akademisyenlerin eserlerini, İngilizce mi yoksa Fransızca mı yayınlayacakları uzun süre tartışılmış;22
ayrıca Fransa televizyonlarında Fransız ve Avrupa filmlerini teşvik etmişlerdir.

Küreselleşmenin en önemli aracı kabul edilen internette kullanılan dilin oranı da bu bağlamdaki endişeleri artırmıştır. Mart 2000’e ait değerlere göre, internet kullanıcılarının % 51,3’ü İngilizce, % 7,2’si Japonca, % 6,7’si Almanca, % 6,5’i İspanyolca
kullanmaktadır. Bu sonuçlar dilde İngilizce egemenliğinin gün geçtikçe arttığını göstermektedir.

Küresel kültürün varsayılan bu tehditlerinin gereğinden fazla abartıldığını söyleyenlerden A. Richard Pells, "Amerikan medyasının dünyaya sunduğu global kültürün monolit bir yapıya sahip olmadığını ve de global kültürün insanları, popüler kültür
üreticilerinin dünyaya yaymayı planladıkları çeşitli değer yargılarını ve içeriklerini sorgusuz sualsiz kabullenen edilgen bireylere dönüştürmediği" savunmuştur. Ona göre küresel kültür bir karışımdır. Bu karışımın içerisinde dünyanın bir çok kültürü vardır.

Pells’e göre, global kültürün insanların yaşam ve düşünce biçimlerine etkisi sanıldığı kadar devasa boyutlarda değildir. Zira insanlar her dönemde, kitle iletişim araçlarının teknolojisinden amaçları ve hedefleri doğrultusunda yararlanmayı bilmişlerdir.
Global kültürü, bu anlamda kişisel gereksinimlerinin hizmetinde kullanmışlardır. Bu nedenledir ki, global kültürün meydana getireceği varsayılan tehdit kaygısının yalnızca bir söylentiden ibaret olduğunu savunmuştur.23

Pells’e göre, Amerikanlaşma ve küreselleşme kaygılarına rağmen, hiçbir gelişme kültürel açıdan homojen bir dünya hazırlamaz. Aksine hepimiz, ister yerel, bölgesel, ulusal isterse küresel düzeyde olsun, farklı ve birbiriyle rekabet içindeki kültürel faktörlerin
etkisi altındayız.24

Pells’in bu görüşleri güçlü fertlerin olduğu yerlerde küresel etkilerden korunabileceğini dair tezlerimizi destekler niteliktedir.

Dünyada Siyasi Denetim Kurma

1990’lı yıllarda soğuk savaşın sona ermesi bu sürecin yeni bir evreye girmesine neden oldu. Artık dünyada tek süper güç vardı. Ve bu güç dünyayı dizayn etme yetkisini kendisinde görüyordu. Küresel emperyalizm kendisine itiraz eden güçlere yaşama hakkı tanımıyordu.
Amerika bu gücünü üstün örgütlenmesi, ekonomik ve toplumsal kaynaklarını askeri amaçlar için hemen harekete geçirebilmesi, Amerikan yaşam biçiminin belirsiz fakat önemli kültürel çekiciliği ve Amerikan sosyal ve siyasal seçkinlerinin dinamizminden alıyordu.

Zbigniev Brzezinski’nin "Büyük Satranç Tahtası" isimli kitabında ayrıntıları belirtildiği gibi Amerika, dünyadaki bütün gelişmeleri en ince ayrıntılarına kadar inceleyerek, kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendiriyordu.

Brzezinski, Amerikanın küresel güç haline gelmesinde dört etkenden söz eder. (1) Askeri olarak eşit olmayan bir küresel erişime sahiptir; (2) ekonomik olarak, Japonya ve Almanya (her ikisi de küresel iktidarın diğer niteliklerinden haz etmezler) tarafından bazı
bakımlardan meydan okunsa da küresel büyümenin ana lokomotifi olmaya devam etmektedir; (3) teknolojik olarak, yenileşmenin bıçak sırtı alanlarında genel öncülüğü elinde bulundurmaktadır ve (4) kültürel olarak bazı kabalıklara karşın, özellikle dünya gençliği arasında
rakipsiz bir cazibeye sahip bulunmaktadır. Tüm bunlar Amerika Birleşik Devletleri’ne başka hiçbir devletin ulaşamadığı bir siyasi etki gücü sağlamaktadır. Bu dördünün birleşimi Amerika’yı yegane kapsamlı bir süper güç yapmaktadır.25

Amerika bu üstünlüğünü yurt dışındaki bazı kuruluşlarla güçlendirerek uluslararası bir düzen kurmuştur. Bu düzenin temel nitelikleri şunlardır: (1) Bütünleşmiş kumanda ve güçleri içeren ortak güvenlik sistemi (NATO, ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması
vs.); (2) Bölgesel ekonomik işbirliği (APEC, NAFTA [Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması]); özel küresel işbirliği kuruluşları: Dünya Bankası, IMF, WTO [Dünya Ticaret Örgütü]; (3) Amerika Birleşik Devletleri tarafından yönlendirilseler bile ortaklaşa karar vermeyi vurgulayan
usuller; (4) Kilit ittifaklarda demokratik üyeliğin tercih edilmesi; (5) Küresel boyutu olan temel bir anayasal ve hukuki yapı (Adalet Divanından Bosna savaş suçlularını yargılayacak özel mahkemeye kadar).26 Bu kuruluşlarla uluslararasında ABD’nin istemediği bir seçeneğin
denenmeyeceği garanti edilmiş oluyordu.

Amerika küresel düzeni kurarken her zaman çıkabilecek potansiyel bir meydan okumadan çekinmiştir. Böyle bir meydan okumanın Avrasya’dan çıkabileceği ihtimaline karşı şu iki temel adımı dikkate almıştır: Birincisi, uluslararası güç dağılımında
potansiyel olarak önemli bir kaymaya neden olabilecek güçte ve jeostratejik olarak dinamik Avrasya devletini teşhis etmek; bunların siyasal seçkinlerinin merkezi dış amaçlarıyla bunlara ulaşma arayışlarının olası sonuçlarını deşifre etmek; konumları ve/veya varlıkları daha
aktif jeostratejik oyuncular ya da bölgesel koşullar üzerinde hızlandırıcı etkilere sahip olan jeopolitik olarak önemli Avrasya devletlerini tespit etmek. İkincisi, yaşamsal ABD çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere yukarıdakileri devre dışı bırakmak, birlikte karar vermek
ve/veya kontrol etmek amacıyla belirli ABD politikaları geliştirmek ve küresel ölçekte, daha özel ABD politikaları arasında bağlantı kuracak daha kapsamlı bir jeostratejiyi kavramlaştırmak.27

Brzezinski, ABD’nin dünya devletlerini tek konumlarını ele alarak incelediğini ve oyuncu ülkeler ve mihver ülkeler belirlediğini yazar. Oyuncu ülkeler, Amerikanın çıkarlarını etkileyecek derecede güç uygulayabilme ya da etkileyebilme potansiyeline sahip ülkelerdir.
Mihver ülkeler ise, önemleri güç ve motivasyonlarından değil, daha çok hassas konumlarından ve potansiyel olarak saldırıya açık durumlarının jeostratejik oyuncularının tavırları için doğuracağı sonuçlardan kaynaklanan devletlere denilir.

Mevcut küresel şartlarda, oyuncular Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan; Mihverler ise Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore, Türkiye ve İran’dır. Bu yapılanma ve değişmeler her an incelenerek oyundaki denge her zaman sağlanmalıdır.

Amerikanın bu oyunlarda esas aldığı tek nokta Amerikan çıkarlarıdır. Başka ülkelerle ilişkilerde her menfaat dışında herhangi bir değerden söz etmek mümkün değildir. Chomsky’nin dediği gibi, "ABD, bir ülkenin resmi demokrasisinin olup olmadığını önemsemez,
önemli olan ülkenin ABD egemenliğindeki dünya sistemine uyup uymadığıdır."28

Sonuç

Küreselleşme bütün insanları etkileyen bir olgudur. Fertlerin, toplumların, devletlerin ve uluslararası ittifakların hepsini ilgilendiren bir durumu ifade eder. Daha önceki çağlarda, tehlike ve güzellikleri somut olarak görmek onlardan korunmak ya da yararlanmak mümkündü;
ancak bugünkü durumu/küreselleşmeyi somut olarak algılamak, tanımlamak pek mümkün görünmemektedir. Buna karşın hayatımızın pek çok alanında etkilerini görebilmek mümkün olmaktadır.

Bugünkü yaygın teknoloji sayesinde bir insan, dünyanın en uzak köşesindeki bir dostuyla iletişim kurabiliyor; aynı uzaklıktaki yerlerdeki insanlarla alış veriş yapabiliyor; insanlığın bilgi birikimine kolaylıkla ulaşabiliyor ve değişik beşeri ilişkiler içerisine
girebiliyor. Küreselleşmenin bu yönüne itiraz etmenin gereği ve anlamı olmadığı açıktır. Çünkü bunlar teknolojinin insan hayatına kattığı nimetleri ifade ediyor.

Bir de küreselleşmenin diğer yönü var: Dünyadaki nimetlerin paylaşımındaki adaletsizliğe zemin oluşturan yönü. Bir avuç zenginin, insanlığın kazanımlarına, küresel kapitalist çarkların etkisiyle el koyması ve değerlerini sömürmesi. Küreselleşmenin bu
anlamına insanlığın alkış tutması mümkün görünmemektedir.

Batı kökenli bir kavram olan küreselleşmenin Risale-i Nur’da tam karşılığını bulmak mümkün değildir; ancak küreselleşmenin anlamına karşılık gelebilecek kavramlar vardır. Bu kavramlar incelendiği zaman Bediüzzaman’ın küreselleşmeyi bir olgu olarak kabul
etmesine karşılık, iyi ve kötü yönlerini analiz edebilmek için uyanık olunması gerektiğini vurguladığı görülür. Ayrıca, ehl-i imanın bugünün küresel toplumunda inancının gereğini yaşayabilmesi için iradesini kullanabilmesi gerektiği ortadadır.

Chomsky’nin dediği gibi insanlar her zaman seçim yapabilme yeteneğini en iyi şekilde kullanabilmelidirler: "Eğer umut olmadığını düşünecek olursanız, umudun olmadığına güvence veriyorsunuz demektir. Eğer özgürlük içgüdüsünün var olduğunu düşünürseniz,
bir şeyleri değiştirmek için fırsat var demektir ve daha iyi bir dünya meydana getirmede sizin de katkınız olabileceği ihtimali doğar. Seçim sizin."

***

Dergimizin bu sayısında hepimizin hayatında etkilerini gördüğümüz, ancak yeterince tanımlayamadığımız bir durumu anlamaya çalışıyoruz.

Dosyamızda yer alan yazılar, konunun karmaşık süreçlerini aydınlatabilmek için hayli çaba sarf edilmiş çalışmalardan oluşuyor. Konunun birçok farklı yorumunu dosyamızda bulmanız mümkün.

Dünyada küreselleşmenin ele alınış biçimi farklı karakterler göstermektedir. Bunlar küreselleşme karşıtları ve küreselleşme yanlılarıdır. Biz dergimizde kavramı bütün yönleriyle ele alarak iyi ve kötü yönlerini belirlemeye çalıştık.

Yazarlarımızdan Ufuk Özdemir, Nazmi Eroğlu, Reha Fırat ve Harun Yahya’nın çalışmaları konunun her iki yönüne de dikkat çekiyor. Ayrıca küreselleşmenin Risale’deki izini sürmek isteyenlerin, bizim yazımızla birlikte Eroğlu, Özdemir ve Yalman’ın yazılarını
okumaları gerekiyor.

Edibe Sözen, derleyerek tercüme ettiği Robert Stam ve Ella Shohat yazılarıyla küreselleşmenin Avrupa’daki köklerini izleme imkânı sağladı. Avrupalının üstünlüğü temeli üzerine inşa edilen küresel hegemonya, bu makale ile daha iyi anlaşılıyor.

Hüdaverdi Adam, diyalog bağlamında ele aldığı yazısı ile, küreselleşmenin daha çok olumlu yönlerine işaret ediyor. İslam-küreselleşme bağlamında ele alınan çalışmalardan birisi de Adnan Aslan’ın yazısı. Aslan, kavrama yaklaşım tarzları farklı olduğundan,
Adam’ın aksine küreselleşmenin dine verebileceği zarardan bahsediyor.

Adnan Aslan gibi Abdurrahman Arslan da küreselleşmenin Batılı bir süreci temsil ettiğini vurgulayarak İslam dünyası için tehlikeleri üzerinde duruyor. Ayrıca, Adnan Aslan ve Murat Çetinkaya’nın kavramsal çerçeve üzerinde yoğunlaştıkları gözden kaçmıyor.

Yalman, insanın iletişim kurma yeteneğinin biyolojik serüveni üzerinde yoğunlaşmış; küreselleşme okuyucularından Yalman’ı okuyanlar, eminim farklı bir yaklaşım yakaladıklarını göreceklerdir. McDonaldlaşma serüvenini George Ritzer’in kitabından izleyen
Murat Gülkıran, "Toplumun McDonaldlaştırılması" adlı kitabı tanıtıyor.

Sizleri küreselleşme dosyamızla başbaşa bırakırken, dosya konusu "İrtica" olan Bahar/2002 sayımızla yeniden buluşmayı diliyoruz.

1. Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Sözler Yayınevi, İstanbul 1990, s. 47.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Germany 1994, s. 105.

3. Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Alfa, İstanbul 2000, s. 23.

4. Cüneyt Ülsever, "Küreselleşmeden küreselleşme karşıtı bile olamazsınız", Hürriyet, (21.07. 2001).

5. Anthony Giddens, s. 26.

6. Bediüzzaman Said Nursi, Sünühat, Rüyada Bir Hitabe, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 55-65.

7. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Beşinci Nota, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2000, s. 167.

8. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2000, s. 446.

9. Age., s. 140.

10. George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Can Yay., İstanbul 2001.

11. Noam Chomsky, Sömürgecilikten Küreselleşmeye, Ütopya, İstanbul 2001, s. 18.

12. Age., s. 21.

13. Teoman Duralı, Çağdaş Küresel Medeniyet, Dergah, İstanbul 2000, s. 156.

14. Age., s. 78-81.

15. Age., s. 102-113.

16. Mesnevi-i Nuriye, s. 105.

17. George Soros, Küresel Kapitalizm Krizde, Sabah, İstanbul 1999, s. 98.

18. Soros, Age., s. 97.

19. Nursi, Sünühat, s. 57.

20. A. Richard Pells, "20. Yüzyılda Küresel Kültür Miti ve Tehditi: Modernizmden Film Endüstrisine", Küreselleşme ve Modenleşme Sürecinde Kültürel Kimlik, Konrad Adenauer Vakfı, Ankara 2001, s. 14.

21. Pells, agm., s. 13.

22. Daniel Vernet, "Ulusal Kültürün ve Avrupa Kültürünün Korunması Fransa ve AB Örneği", Küreselleşme ve Modenleşme Sürecinde Kültürel Kimlik, Konrad Adenauer Vakfı, Ankara 2001, s. 36.

23. Pells, agm., s. 15

24. Pells, agm., s. 15-17

25. Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Sabah, İstanbul 1998, s. 26.

26. Age., s. 30.

27. Brzezinski, age., s. 39.

28. Chomsky, age., s. 73.