İnsan, içerisine doğduğu alemi, kendisine verilen duyularla algılar. Tabiatına yerleştirilmiş olan algılama araçlarından
birisi de işitme duyusudur.

Sesler, işitme duyusu sayesinde, fizik alemin boyutlarından birisi olarak en baştan bu yana hayatın bir parçası
durumundadır. Doğan çocuğun ağlaması, gökgürültüsü, suların ses çıkararak akması, kuşların ve insanların
sesleri hep bu fizik alemin ses boyutunu gösteren örneklerdir. İnsan, yeme, içme, dokunma ve koklama gibi davranışlarında
seçme duyarlılığı gösterdiği gibi, işitmede de gösterir; hoşuna giden güzel seslere "müzik" adını
vererek, onu dinlemekten hoşlanırken, bazı sesleri dinlemekten de nefret eder.

Bu gerçek bizi bir sonuca götürür: Hiçbir sağlıklı insan, bütün seslere karşı aynı tepkiyi göstermez. Bazı
sesleri duymaktan mutlu olabileceği gibi, bazı sesleri de duymak istemez. Karga sesi ile bülbül sesine, araç gürültüsü
ile su sesine karşı aynı duyguları taşımaz. Ancak, bütün insanların hoşlanacağı bir sesin tam olarak tanımlamasını
yapmak da mümkün değildir. Herkes için tek-tip "hoş sada" belirlenemez. Her insan, farklı farklı seslerden
hoşlanabileceği gibi, benzer seslerin bir grup insanda aynı etkiyi göstermesi de mümkündür.

***

Seslerin insan üzerindeki etkisi, ilkçağlardan bu yana bilinen bir gerçektir. Bu konuda ilk sistemli fikri ileri sürenlerin,
yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce Yunanlı filozof Pythagoras ve Çinli filozof Konfüçyüs olduğunu biliyoruz. Bu
filozoflar, seslerin insan duyguları üzerindeki etkisinden bahsederek daha sonra uzun yıllar tartışılacak teorilere
temel oluşturacak fikirler ileri sürmüşlerdir. Yine eski Yunan filozofu Eflatun, ideal devletinde, insanın ruhunu müzikle
dinlendirmesi gerektiğini belirtmiştir. Peygamberlerin de müzikle ilişkisini anlatan bir çok bilgiye rastlamak mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Davud (as) kıssası anlatılırken "güzel sesi ve etkisine" vurgu yapılır. Davut
Aleyhisselam, öylesine güzel bir ses ve hoş bir eda sahibi idi ki, bütün mevcudat onun tespihatına katılıyordu.

Günümüz hekimlerinin de insan biyolojisi ile sesler arasındaki ilişkiyi kabul ettiklerini biliyoruz. Merhum Ayhan
Songar’ın dergimizde yer verdiğimiz yazısında da bu olgudan bahsedilmektedir. Müzikal seslerin ve melodilerin
fizyolojik/psikolojik etkilerini çeşitli ruhsal bozukluklara göre ayarlamak suretiyle uygulanan tedavi şekline denilen
"müzikterapi" bugün bilimsel olarak uygulanabilmektedir. Müzikterapi, tarihin her döneminde kullanılagelmiştir.
Mesela, eski Yunan’da Mora yarımadasındaki "Epidaure" ve Bergama’daki "Pergamion" gibi yerlerde de müzikle
tedavi yöntemi uygulanıyordu.

Ayrıca, İslam tarihinde de müzikterapinin somut örneklerini bulmak mümkündür. Osmanlı döneminde, Edirne’de kurulan
Darüşşifa’da ruh hastalarının müzikle tedavi edildiklerini biliyoruz. II. Bayezit’in 1488’de Mimar Hayreddin’e inşa
ettirdiği bu Darüşşifa’yı ziyaret eden Evliya Çelebi, ruh hastalarının nasıl tedavi edildiklerini şöyle anlatır:
"Müziğin insan ruhu üzerindeki olumlu etkisi konusunda yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olan Darüşşifa’nın
hekimbaşısı, hastalarına önce çeşitli müzik makamları dinletiyor, kalp atışlarının hızlanıp ya da yavaşladığına
bakıyor, yararlandıkları uygun melodiyi belirliyor, şikayetleri ve benzer hastalıkları bir araya getiriyor, Darüşşifa’nın
müzik ekibine haftanın belirli günlerinde konserler tertipletiyordu." Ayrıca Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde
hangi müzik makamının insanda ne tür etkileri olduğuna örnekler de verilmektedir: Zihni açma, hafıza ve hatıraları
güçlendirmede "isfehan"; aşırı hareketli, heyecanlı hastaları sakinleştirmede "rehavi", sıkıntılı,
karamsar, durgun ve neşesiz hastalarda "kuçi" makamının fayda sağladığı belirtilmektedir.

***

Müziğin insan üzerindeki etkisi ülkelerin kültür politikaları açısından da önemli olmuştur. Osmanlı Devleti’nde
Batlılaşmanın bir kültür politikası olarak ele alınmasıyla birlikte, Batı müziği Türk topraklarında yaygınlaşmaya
başlamıştır. II. Mahmut döneminde mehter takımı kaldırılarak yerine bando takımı kurulması, II. Abdülhamid’in
Batı müziğine sempatiyle bakması bu süreci hızlandıran olaylar olmuştur. Bu konuda, II. Abdülhamid’in şu sözleri
ilgi çekicidir: "Doğrusu, alaturka musikiden pek o kadar hoşlanmam. İnsana uyku getirir. Alafranga musikiyi tercih
ederim. Bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider. Hem size bir şey söyleyeyim mi? Alaturka dediğimiz makamlar Türklere
ait değildir…"

Burada Batı müziğine önyargıyla bakarak, kapıların Batıya kapatılması gerektiğini savunmuyoruz. Zaten müziğin
evrensel karakterinin olduğu, bir insanın Doğuda yaşayıp Batı müziğine ya da Batıda yaşayıp Sufi müziğine ilgi
duyması olağan bir durumdur. Ancak bizim dikkat çekmek istediğimiz nokta, insanların bir müzik formuna mecbur
edilmesinin yanlışlığıdır.

Osmanlı döneminde yaygınlaşmaya başlayan Batı müziği, Cumhuriyet döneminde zorla benimsetilmeye çalışılan kültürün
taşıyıcısı olarak algılanmaya başlandı. M. Kemal’in 1934’de, Meclis’in açılışında söylediği, "Bir ulusun
yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün acuna dinletmeye yeltenilen
musiki bizim değildir." cümlesinden de anlaşılacağı gibi, inkılabın başarısı, müzik reformundaki başarıyla
paralel olarak düşünülmüştür. Bu amaçla geleneksel müziğe ilk darbe 1925’de çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına
Dair Kanun’la vurulmuştur. Geleneksel/dini müzik içerisinde özgün bir yere sahip olan tekke müziği, tekkelerin kapatılmasından
sonra gelişme zeminini kaybetmiştir.

Bu alanda yapılan önemli bir icraat da 1926’da Darülelhan’ın yapısında gerçekleştirilen değişikliktir. 1913’de
Klasik Türk Sanat Musikisi eğitimi vermek amacıyla kurulan Darülelhan’ın Türk Musikisi şubesi 1926 yılında kapatılarak
Türk müziğine büyük bir darbe vurulmuştur.

Darülelhan’ın adının değiştirilerek Türk Musikisi şubesinin kapatılmasının 71. yıldönümü münasebetiyle 1997 yılında
bir yazı kaleme alan merhum Cinuçen Tanrıkorur, dosyamızda yer alan bu yazıda Türk müziğine yapılan kötülüğü
anlatıyor. Tanrıkorur, bu olayı "meş’um karar" olarak tanımlayarak, bu faaliyeti gerçekleştirenleri
"sahtekar" olarak niteliyor. (Vefatından önce son yazısını dergimizin Yaz/1999 sayısında ele aldığımız
"Popüler Kültür" dosyasına veren Tanrıkorur’u derginin yayına girdiği dönemde kaybetmiştik. Merhum müzik
duayenini bu vesile ile rahmetle anmak istiyoruz.)

Bu alanda yapılan icraatlar, 1934 yılında Türk müziğinin radyolarda yasaklanmasıyla zirveye çıkar. Yirmi ay kadar
devam eden bu yasaktan dönülmüşse de müzikle ilgili genel tavır, çok partili siyasi hayatın başlamasına kadar devam
etmiştir. Cumhuriyet yöneticileri bu çalışmalarıyla "Halk Evleri"nde prototipini gösterdikleri, Batılı
gibi giyinen, Batılı gibi dinleyen "yeni bir yaşam tarzı"nı yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı.

Cumhuriyet yöneticilerinin bu tutumları, müziğin bireysel beğenilerle ilgili olmasından dolayı başarılı olamadı.
Çünkü, her insanın hoşlandığı müzik farklı farklı olabilir. Bir müzik türünü insana dayatmak onu mutlu
etmeyeceği gibi huzursuz da edebilir. İnsan, hangi müzikten hoşlanırsa, onu dinler. Hangi sesle mutlu oluyorsa, ona
yaklaşır.

***

Müziğin eğitime katkısı da yadsınamayacak boyutlardadır. Bugün yapılan araştırmalarda müzikle ilgilenen çocukların
diğerlerine göre daha başarılı oldukları gözlenmektedir. Müzik, sadece bir eğlence aracı olmadığı gibi, insanın
ruh ve vicdanından, zihin ve düşüncesine kadar bütün boyutlarını etkileyen bir fonksiyona sahiptir. Müziğin bu
fonksiyonunun anlaşılmasıyla çocuklarda müziğin etkisi araştırılmaya başlanmıştır. Dosyamızda Sabahaddin Yaşar’ın
incelemesinde detaylı olarak görüldüğü gibi müzik, öğrencilerin özgüvenlerinin gelişmesine, kendilerini ifade
etme yeteneklerinin artmasına, estetik ve yapıcı düşünme kapasitelerinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Ayrıca
müzik, çeşitli problemler yaşayan çocukların bu problemlerden kurtulmasına imkan sağlamaktadır.

***

Müziğin bireysel algılamalarla ilgili olduğunu söylemiştik. "Ancak bu yapılırken hangi ölçüler esas alınacaktır;
sesin sınırları neler olmalıdır? Neler meşru, neler gayr-i meşrudur? Tıbbi ve dini olarak bazı sesler insan fizik ve
ruhuna yararlı, bazı sesler zararlı ise bu ayrım nasıl yapılmalıdır?" gibi sorulara cevap bulmak gerekmektedir.

Burada iki faktörün karşımıza çıktığını görmekteyiz. Bunlardan birisi insan biyolojisi/fiziği ve ruhu, ikincisi
ise inançlardır. Başka bir ifade ile "şeriat-ı fıtriye-i İlahiye" [fıtri kanunlar] ile "şeriat-ı
ahkam-ı İlahiye" [dini hükümler]dir. Her iki alan da özde aynı olmakla beraber, insanın muhatap olduğu hayatın
iki boyutudur.

Fıtri şeriata göre insan, hayatını devam ettirebilmek için ihtiyaçlarının sınırlarını aklıyla belirler. Mesela,
bir şeyler yiyip içen insan, yediği şeyin kendi vücudu için faydalı mı yoksa zararlı mı olduğunu aklını
kullanarak bulabilir. Eğer zehirli yiyecekler yerse zehirlenir; fıtri şeriata muhalefet etmiş olur. Sesler de böyledir;
insan kendi varlığına zarar verecek seslerden kaçınmalıdır. Yani, kendisini ruhsal bunalıma itecek, dengeli düşünmekten
alıkoyacak, hayatına son vermeye itecek, sefahate sürükleyecek sesleri dinlemekten bir fayda elde edemeyeceğini görmelidir.
Bunun yanında ulvi duygularını okşayacak, gündelik çalışmalarında verimliliğini artıracak, ümit ve şevk verecek
sesleri dinlemenin kendisi için yararlı olduğunu bilmelidir.

Şeriat-ı kavanin-i İlahiye de aynı şeyleri söyler. İnsanı ruhen ve bedenen rahatsız eden sesleri dinlemek caiz olmadığı
gibi, rahatlatan, dinlendiren, ulvi duygular kazandıran, kulluğunu hatırlatan seslerin dinlenmesini meşru kabul eder.

Bu durum, İslam toplumlarında yüzyıllardan beri yapılan bir tartışma konusudur. Dosyamızda da çeşitli örnekleri görülebileceği
gibi, müziğe haram, helal, mekruh gibi farklı yaklaşımlar getirenler olmuştur. İslam alimlerinden bir kısmı, fıtri
şeriatın verilerini dikkate almadan hüküm vererek müziği tamamen reddetme yolunu tercih etmişlerdir.

Ulemadan bazıları çalgılara göre, bazıları da sesin etkisine göre hüküm vermişlerdir. Dosyamızda yazısına yer
verdiğimiz Süleyman Uludağ ve Hüdaverdi Adam bu tartışmalara girerek bir sonuca ulaşmaya gayret ediyorlar. Uludağ’a göre,
müzik meşrudur; müziğin haram olduğunu gösteren hiçbir nas yoktur; müziğin haramlığını savunanlar, sadece
"ulemanın ittifakı" kavramını öne çıkararak tezlerine meşruluk kazandırmaya çalışıyorlar. Ancak bütün
bunların yanında müziğin yasaklandığı dönemlerden bahsederken, böyle ortamlarda güzel sanatların gelişmesinin
zaten beklenemeyeceğini belirtiyor. Adam ise, müziğin tabii bir ihtiyaç olduğunu belirterek, müziğin haram olduğuna hükmedenlerin
insan fıtratı ile dini bilgileri beraber ele almadıklarını ifade ediyor.

Dosyamıza bir de müziğe olumsuz yaklaşımları önplana çıkan yazı aldık. Yaklaşık yüz yıl önce konuyu tartışan
eski şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi, müziğin olumlu yanlarına rezerv bırakarak, İslami açıdan olumsuz yönlerine
dikkat çekiyor.

Bediüzzaman, fıtratı dikkate almadan yapılan işlerin başarıya ulaşamayacağını söyler. Nasihlerin nasihatlerinin
tesir etmeyişini analiz ederken, "hased etme! hırs gösterme! adavet etme! inat etme! dünyayı sevme!" gibi fıtratı
dikkate almayan yasakların doğru olmadığını belirtir ve ekler, "Eğer deseler ki, ‘bunların yüzlerini hayırlı
şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz’; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif
olur." (Mektubat, s. 38)

Yüzyıllar boyunca birçok alimin tartıştığı bu konuda Bediüzzaman Said Nursi’nin getirdiği ölçü, önemli bir şablon
görevi yapmaktadır. Bediüzzaman, insan fıtratını dikkate alarak analiz yapmaktadır. Bu analize göre, sesleri ikiye ayırarak
insana yararlı seslerle, zararlı sesleri ortaya koymaktadır. Bu sınırlamayı şöyle özetleyebiliriz:

(I) Meşru sesler; "ulvi hüzünleri", "Rabbani aşkları" veren, insana yaratılış gerçeğini hatırlatan
seslerdir.

(II) Haram sesler; insanı hayattan soğutan, kendini sorgulamaktan uzaklaştıran, mutluluktan, düşünmekten alıkoyan,
"yetimane hüzünler" veren ve "nefsani şehevatı tahrik eden" seslerdir.

Bütün bunların yanında Bediüzzaman, her sesin her insanda meydana getireceği etkinin aynı olmayacağının bilinciyle,
"Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır." demek
suretiyle müziğin insanlara etkisinin farklı farklı olabileceğine de vurguda bulunulmuş oluyor.

***

Müzikle ilgili tartışmalarda sık sık gündeme gelen konulardan birisi de Batı müziği ile Türk müziğinin karşılaştırılmasıdır.
Özellikle Batılılaşma sürecinde, Batı müziğinin üstünlüğü üzerine inşa edilen müzik anlayışları, böyle
bir tartışmayı ister istemez başlatmıştır.

Merhum bilim adamı Ayhan Songar ve Osman Gökmen’in yazıları bu bağlamda önemli malzemeler sunuyor. Gökmen, İslam düşüncesi
ile Batı felsefesinin müzik üzerine etkisini yorumluyor. İki müzik formu arasındaki en önemli farklardan birisi olan
nota anlayışını, toplumların düşünce yapılarıyla açıklıyor. Gökmen’e göre, Müslümanların sahip olduğu ölüm
ve özgürlük düşüncesi, müzik eserlerinin notaya dökülmesine mani olmuştur. Çünkü Müslümanlar, ölümlülüğe
ayarlı bir hayatta, her şeyde olduğu gibi müzikte de bir son görmüşlerdir. Yapılan icralar notaya dökülmeyerek
kaybolup gitmesine seyirci kalınmıştır. Müslümanlarda notanın gelişmemesinin ikinci nedeni de özgürlüktür. Müzik
eserinin notaya dökülmesi, eserin nesneleşmesini sağlayacağından esnekliğini kaybetmesine, bir anlamda özgürlüğünü
yitirmesine neden olacaktır. Bundan dolayı icra edilen parçalar notaya dökülmemiştir. Böylece, yorum ekolleri varlığını
sürdürmüş ve eserler üzerine yorum yapabilme imkanı korunmuştur.

Songar, Türk müziğinin tek sesli, buna karşın Batı müziğinin ise çok sesli olmasının birisinin ötekine üstünlüğü
anlamını taşımayacağını belirtir. Ona göre, "Türk musikisinde temel işâretlerin, yâni perdelerin ve seslerin
esâsen fazla olması, tek seslilik içinde ‘çok renklilik’ sağlanmasını mümkün kılmış ve böylece ‘tek sesli ama çok
makamlı Türk mûsıkîsi’ ortaya çıkmıştır. Batı veya Avrupa musikisinde ise mesele, az sayıdaki işâretin bir
musiki cümlesi içinde çeşitli enstrümanlarla tekrârı yolu ile halledilmiş bulunmaktadır. Böylece ‘çok seslilik’
Batı musikisi için bir zarûret, Türk musikisi için ise -aralıkların eşit olmaması da dikkate alınırsa- bir kargaşalık
ifâdesidir." Songar, müzik formundaki bu farklılığın birinden zevk alan insanın diğerinden hoşlanmaması anlamına
gelmediğini belirtir.

***

Dosyamızda müzikle edebiyat arasındaki zevkli ilişkiyi arayanlar için de iki çalışma bulunuyor: Hüsrev Hatemi ve
Mahmut Kaplan. Hatemi, Yunus Emre’nin "Ey Kopuz ile Çeşte! Aslın Ne Dürür (Nedir) İşte?" sorusuna cevap arıyor.
Hatemi, ayrıca dünyadaki müzik türlerinden örnekler vererek, İslam ve müzik ilişkisi üzerine düşüncelerini de
ortaya koyuyor. Hatemi’nin halk şiirinde yaptığı çalışmayı, Kaplan, divan şiirinde yapıyor. Divan şairlerinin
musikiye dair görüşlerini merak edenler için ilginç tespitlerde bulunuyor.

Sizleri seslerin dünyasında estetik gezintiler yapmaya davet ediyor, Güz/2002 sayımızda yeniden görüşmeyi diliyoruz.