Sonra ra’dı dinler ve berke (şimşeğe) bakar, görür
ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tam tamına
1 ve
2
âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip,
muhtaçlara müjde ediyorlar.

Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve
fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî
pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek
gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak
gibi vuruyor, "Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir
Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş
olamazlar. Herbirisi çok hikmetli

vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i
Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar" diye ihtar ediyorlar.

İşte bu meraklı yolcu, bu cevvde, bulutu teshirden,
rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp
eden bir hakikatın yüksek ve âşikâr şehadetini işitir, "âmentü billâh" der.

Birinci Makamın İkinci Mertebesinde

3
fıkrası, bu yolcunun cevve dair mezkûr müşahedatını ifade eder.İhtar

Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir
misafire, küre-i arz lisan-ı hâliyle diyor ki: "Gökte, fezada, havada ne
geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve
sayfalarımı oku." O da bakar, görür ki:

Arz, meczup bir Mevlevî gibi iki hareketiyle
günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın
meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envâını bütün erzak ve
levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren
ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.

Sonra sayfalarına bakar, görür ki: Bablarındaki
herbir sayfası, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için
vakit bulamadığından, yalnız birtek sayfa olan zîhayatın bahar faslında icad ve
idaresine bakar, müşahede eder ki:

Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden
gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmâne terbiye ediliyor ve gayet mucizâne bir
kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor
ve gayet müdebbirâne idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am ediliyor ve
gayet rahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı
rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve
kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor. Her
bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat,
kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata

gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde
yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde
asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve
hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve
mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder.

Elhasıl; bu sahife-i hayatiye-i bahariye Haşr-i
âzamın yüz bin nümunelerini ve misallerini göstermekle,
4
âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sayfanın
mânâlarını mucizâne ifade eder. Ve arzın, bütün sayfalarıyla, büyüklüğü
nisbetinde ve kuvvetinde "Lâ ilâhe illâ hû" dediğini anladı.

İşte, küre-i arzın yirmiden ziyade büyük
sayfalarından birtek sayfanın yirmi vechinden birtek vechinin muhtasar
şehadetiyle, o yolcunun sâir vecihlerin sayfalarındaki müşahedatı mânâsında
olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makamın Üçüncü Mertebesinde böyle
denilmiş:

5

Sonra, o mütefekkir yolcu her sayfayı okudukça
saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın miftahı olan
mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın esası ve madeni olan iman-ı billâh
hakikatı bir derece daha inkişaf edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe
onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; semâ, cevv ve arzın mükemmel ve kat’î
derslerini dinlediği halde, "Hel min mezîd" deyip dururken, denizlerin ve büyük
nehirlerin cezbekârâne cûş u huruşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini
işitir. Lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile "Bize de bak, bizi de oku" derler. O da
bakar, görür ki:

Hayattârâne mütemâdiyen çalkanan ve dağılmak ve
dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber
gayet sür’atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede
koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa
tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve
kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet
güzel ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın
iaşe ve idareleri ve tevellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır; basit bir
kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki,
bilbedahe bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin idare ve iaşesiyle
olduğunu ispat eder.

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki:
Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmâne ve
rahîmânedir; bilbedahe ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük
nehirler, bir Rahmân-ı Zülcelâli ve’l-İkramın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve
akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarf ediliyorlar ki, "Dört nehir
Cennetten geliyorlar" diye rivâyet edilmiş. Yani, zâhirî esbabın pek fevkinde
olduklarından, mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî ve tükenmez bir
menbaın feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ, Mısır’ın kumistanını bir cennete
çeviren Nil-i mübarek, cenup tarafından, Cebel-i Kamer denilen bir dağdan,
mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ
şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona
ayrılan yer ve mahzen, altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı ise, o mıntıka-i
hârrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden
yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek
âdet-i arziye fevkinde bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar
ve güzel bir hakikati ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve
şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil’icmâ denizlerin büyüklüğü
nisbetinde bir kuvvetle

Lâ ilâhe illâ Hû der ve bu şehadete denizler
mahlûkatı adedince şahitler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin
umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânâsında, Birinci Makamın Dördüncü
Mertebesinde, 6
denilmiş.

Sonra, dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede
bulunan o yolcuyu çağırıyorlar "Sayfalarımızı da oku" diyorlar. O da bakar,
görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve
hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i
Rabbânî ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden
heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o
dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan
ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin
istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri sarsıntıdan vikaye ve
muvazenelerini muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de,
dağlar, zemin sefinesine bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı
Mucizü’l-Beyan, 7
gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi
menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne ve müdebbirâne ve
kerîmâne ve ihtiyatkârâne iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki, bilbedahe,
kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve
ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve
dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas
edip, dağların ve sahranın umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar
cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri

Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve
sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, "âmentü Billâh" der.

İşte bu mânâyı ifade için, Birinci Makamın Beşinci
Mertebesinde,

8
denilmiş.

Dipnotlar

İhtar: Birinci Makamda geçen otuz üç
mertebe-i tevhidi bir parça izah etmek isterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve
halimin müsaadesizliği cihetiyle, yalnız gayet muhtasar burhanlarına ve meâlinin
tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nurun otuz belki yüz risalelerinde
bu otuz üç mertebe, delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, herbir risalede bir kısım
mertebeler beyan edildiğinden, tafsili onlara havale edilmiş.

1. Gök gürültüsü Onu hamd ederek, tesbih eder."
Ra’d Sûresi, 13:13.

2. Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri
alıverir." Nur Sûresi, 24:43.

3. Allah’tan başka ilâh yoktur. O
Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen teshir ve tasrif
ve tenzil ve tedbir hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, cevv-i semâ
bütün içindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.

4. Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine:
Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de
öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir." Rûm Sûresi, 30:50.

5. Allah’tan başka ilâh yoktur. O
Vâcibü’l-Vücud ki, umumiyet ve şümul ve mükemmeliyeti bilmüşahede görünen, bütün
zevilhayatın iaşesi için tohumların teshir ve tedbir ve terbiye ve feth ve tevzi
ve muhafaza ve idaresi ve Rahmâniyet ve Rahîmiyet hakikatlerinin azamet-i
ihatasının şehadetiyle, arz bütün içindekiler ve üzerindekilerle Onun vahdet
içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.

6. Allah’tan başka ilâh yoktur. O
Vâcibü’l-Vücud ki, vüs’at ve intizamı bilmüşahede görünen teshir ve muhafaza ve
iddihar ve idare hakikatlerinin azamet-i ihatasının şehadetiyle, denizler ve
nehirler bütün içindekilerle beraber Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna
delâlet eder.

7. Dağları direk (yapmadık mı?) Nebe’ Sûresi,
78:7.
Yeryüzünde sâbit dağlar diktik. Hicr Sûresi, 15:19.
Dağları sapa sağlam dikti. Nâziât Sûresi, 79:32.

8. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, Rabbânî
ihtiyat maddelerinin bilmüşahede vâsi ve âmm ve muntazam ve mükemmel iddihar ve
idare ve muhafaza ve tedbiri ve tohumların neşri hakikatlerinin azamet-i
ihatasının şehadetiyle, bütün dağlar ve sahrâlar bütün içindekiler ve
üzerindekilerle beraber Onun vücub-u vücuduna delâlet eder.