Arıyı başsız, karıncayı emirsiz bırakmayan Rabbimizin
nebiler aracılığıyla insana göndermekle insanı sevdiğini gösteriyor ve ona
en büyük nimetini sunuyor.

Gözümüzü dünyaya açmamızla, nazarımızı kâinata salmamızla
başlıyor hayat yolculuğumuz. Sonra, o eşsiz manzaralarm gerisinde bir düzeni,
bir intizamı tanıyor; onun da gerisinde o düzeni Verenin özellikleri ile
tanışıyoruz.

Sonra, yolumuz insanlık alemine yürüyor. Ve ne iç dünyamızda, ne
de beraberce yaşayan insanlarm dünyasında aynı mükemmellikte bir düzen
görünmüyor. Zira, insan iradesini yanlış tercihte kullanmakla, düzene muhalefet
edebiliyor; kâinatın düzenine aykırı davranıp kendi âlemini fesada verebiliyor.

Ve işte orada, insanın âlemini düzenleyen emirler, kanunlar ile
yüz yüze geliyoruz. Arıyı başsız, karıncayı emirsiz bırakmayan Rabbimizin
nebiler aracılığıyla insana göndermekle insanı sevdiğini gösteriyor ve ona en
büyük nimetini sunuyor.

Öylece anlıyoruz ki, "şu kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu
dini güzelce tanzim eden yine Odur." Şu kâinatı rahmetini, sevgisini, hikmetini,
ilmini, kudretini… "Ol!" emriyle tecelli ettirerek var eden kim ise, vahy ile
din ve şeriatı bildiren de Odur.

Sözün özü, kâinatın sahibi kim ise, dinin sahibi Odur. Kâinatta
gördüğümüz kanunları Koyan kim ise, dinin getirdiği emirlerin sahibi Odur.
Yaratılış kanunlarmm yani "şeriat-ı fıtriye"nin Şârü kim ise, vahiyle gelen
şeriatın Şârü odur.

İşte bunu tesbit için, "Din ve şeriat-ı Muhammediyede (a.s.m.)
öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir
edenin kaleminden çıktığmı gösteriyor" der Bediüzzaman Said Nursî. Ve işte bu
yüzden, "İslâmiyet ve şeriat kâinatı kendiyle beraber tarif etmektedir."

Yani, şeriat ve kâinat ayrı değildir. Kâinatta iş gören
yaratılış kanunları ayrı, vahyin gefirdiği emirler ve kanunlar ayrı değildir.
İkisi bir bütündür. Biri birisiz olmaz. Gerçek veçhesiyle şeriat, bu bütünü
temsil eder. Şeriat, "şeriat-ı fıtriye" ile vahiyle gelen şeriatı beraberce
içerir.

İnsan, iradesinin söz konusu olmadığı yerde, zaten Allah’ın
kâinata koyduğu nizama göre yaşıyor. Yememiz, içmemiz, sindirim, kan dolaşımı
zaten Yaratanm ağza, mideye, kalbe, damarlara verdiği emirler dahilinde
gerçekleşiyor. Kezâ, yürürken, otururken yerçekimi kanununa tâbi oluyoruz. Tohum
ekip toprağı gübrelerken, yine yine o nizama uyuyoruz. Biliyoruz, "eken, biçer."
Çalışıp çabalarken de o nizama, yani fıtrî şeriata göre hareket ediyoruz.
Biliyoruz, "Çalışan kazanır."

Ve her bir kabiliyetimiz, bize fıtrî kanunlara uymayı emrediyor.
Kudretin verilmesi çalışmayı emrediyor. Zekânın verilmesi ilmi emrediyor. İlmin
verilmesi, o ilimle işgörmeyi emrediyor.

Bu mânâda, hepimiz nizama tâbiyiz; zira hepimiz fıtrî kanunlara,
fıtrî şeriatın emirlerine uyarak yaşıyoruz.

Peki, irademizin söz konusu olduğu yerde ne yapacağız? Meselâ
bir alışveriş ânında, o ilâhî emre nasıl uyacağız? Veyahut bir insan ile
konuşurken, konuşmamızın konusu ne olacak ve nasıl konuşacağız?

İşte bu noktada, cevabı, iki şeriat birden veriyor. Ve Hz.
Peygamber (a.s.m.) hem vahiyle gelen şeriatın ilk muhatabı, hem de şu kâinatta
işgören fıtrî şeriata tâbi olan bir insan olarak, bize ıŞık tutuyor, yol
gösteriyor rehber oluyor.

Nitekim, onun hayatına baktığımızda, vahyi biz insanlığa
bildiren Hz. Peygamberin (a.s.m.) hepimiz gibi yiyen, içen, uyuyan, uyanan,
çalışan, konuşan, gezen, alışveriş eden, sevinen, acı çeken, hasta olan, musibet
gören bir insan olduğunu görüyoruz Her insan gibi, bir toplum içinde yaşadığmı
görüyoruz.

Ve gün geliyor, o Peygamber (a.s.m.) ashabıyla bir sohbet
anında, bize aklımızdaki o "nasıl ve niçin"in cevabını sunuyor.
Yakınlarınlarında bir yerden, bir Yahudînin cenazesi geçerken soruyor bir
sahabi:

"Ya Resulallah! Yanımızdan Yahudî cenazesi geçiyor. Ayağa
kalkacak mıyız?"

Peygamber (a.s.m.) cevap veriyor: "Evet, kalkınız." İşte
"nasıl"ın cevabı… Ardından, "niçin" de cevlanıyor: "Çünkü siz, o Yahudî
cenazesine kalkmıyorsunuz. İnsanların canını kabzeden Zât-ı Zülcelâlin azametini
tasdik için kalkıyorsunuz."1

Böylece, Hz. Peygamber, cenazeye kalkıp-kalkmama gibi en basit
bir gündelik hareketin dahi ölçüsünü veriyor. Hem "nasıl"ı, hem "niçin"i
gösteriyor. Şeriata uyarak yapacağımız fülin kalkma mı, kalkmama mı olacak ğını,
o fülin "niçin"i ile beraber gösteriyor.

Onun Sünrıetine tâbi olmayı çeşitli veçheleriyle ortaya koyduğu
Sünnet-i Seniyye Risalesi’nde, Bediüzzman "doğrudan doğruya Sünnete ittiba
etme"nin izahını o yüzden bu noktadan yapıyor. Öylece, ona uyularak yapılan
ufacık bir hareketin dahi nasıl adetten ibadete dönüşeceğini açıklıyor.

"Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek," öncelikle "Resûl-i
Ekrem’i (a.s.m.) hatıra getiriyor"2 diyor Said Nursî. Ve o insan, o
hatırlama ile Hz. Peygambere (a.s.m.) uyarak işlediği o hareketin, "şeriatm bir
edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan
Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakka kalbi müteveccih olur. O dahi bir huzur verir."

Yani, Peygamberin (a.s.m.) Sünnetine uyan, hareketini ona göre
yapan biri, önce Hz. Peygambere, sonra onun getirdiği şeriata, sonra o şeriatı
vahyedene yönelir ve sonuç olarak, o hareketi sanki Onun huzurunda imiş gibi
yapar. Sanki, doğrudan Ondan "Bunu böyle yap. Bunu bunun için böyle yap" diye
emir alıyormuşcasına yapar.

Zaten, "en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak
âdâbında Sünnet-i Seniyeye mürâmat ettiği [uyduğu] dakikada, o adî muamele ve o
fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer’î bir hareket oluyor."

Meselâ, bakkala gittik, diyelim. Alışveriş yapacağız. Ekmek,
peynir, zeytin alacağız. "Üç lira, beş kuruş" hesap-kitap deyip, hemencecik alıp
vermez insan, düşünür: "Nasıl alışveriş etmeliyim? Sünnete göre ‘nasıl’ın cevabı
nedir?" Or’adan, Hz.Peygamberin "nasıl" yaptığına intikal eder. Ve o nasıl
yapmışsa öyle yaparak, nasıl yapması gerektiğini vahiyle Bildireni, Şârü
hatırlar. Kalbi Ona yönelir. O an, Onun huzurunda olduğunun şuuruyla, âdeta
Ondan "Bunu böyle yap" emrini alarak, öyle alıp verir.

Ve ardından, "niçin" gelir elbette. Şeriatın ve Sünnetin
bildirdiği o emir içinde, Onun rahmeti, hikzxıeti, adaleti, sevgisi, şefkati,
ilmi, iradesi, kudreti, kendisini gösterir O emre uymakla, o emirde tecelli eden
Rahîm, Rahman, Hakîm, Vedud, Alım, Kadîr, Adl, Hakem, Mürid, Hannan gibi güzel
isimlerine ayna olur. Meselâ, bakkaldan peyniri, zeytini alırken, kendisini o
rızk veren Rezzak’ın, o ikram eden Kerîm’in, o ihtiyacımızı gören Rahîm’in, o
nimeti veren Mün’imin huzurunda hissederek, alışverişini yapar. Hz. Muhammed’in
o tek hadisede örneğini verdiği gibi, cenazeye kalkar; ama "Zât-ı Zülcelâlinin
azametini tasdik için" kalkar. Zeytini nlır; ama Mün’imin, Rezzak’ın, Kerîm’in,
Rahîm’in merhametine şahit olarak alır.

Nitekim, Said Nursî, işte bu sır içindir ki, "Şeriat ve Sünnet-i
Seniyyenin ahkâmları [hükümleri) içinde, cilveleri intişar eden Esma-i Hüsnanın
(Allah’ın güzel isimlerinin) her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı
câmi (bütün kâinatta görünen tecellileri temsil eden biri) olmaya çalış" der.

Zaten, şu dünyaya, Sânünin isimlerini tanıyıp ona külli bir
muhatap olmak için gönderilmiş insanın yaratılış sırrı, ancak böylece tahakkuk
etmiş olur. Kuvvetlerine, duygularına had konulmayan insan, Allah’ırı güzel
isimlerinin hadsiz tecellîlerine ancak böylelikle ayna olabilir.

Ve insan, ancak bu şekilde, sonsuzluğu bulabilir. Bu şekilde
aşağıların en aşağısından kurtulup, yücelerin en yücesine erişir. Bu şekilde, o
sınır konulmamış duygular tohumunu çürütmemiş, bilâkis sınırsız kılmış olur.

Yoksa?

Aksi halde, yaratılış sırrma muhalefetle kendi kendine insanî
mahiyetine konulan o güzel çiçeğin tohumunu çürütür insanoğlu. Ruhu cehennemler
içinde yanan bir insan olarak yaşar, "acınacak bir misafir" olarak manen
yaşadığı yere göçer. Bu kadarla da kalmaz, kendi âlemini fesada verdiği gibi, o
ilâhî emirlere, şeriatın emrine uymamaktan gelen zulümler, kavgalar, hır-gürler
ile âlemi de fesada verir.

Binlerce yıldır dünyanın yaşadığı onca acının, onca dövüşün,
onca savaşın, onca kargaşanm altında yatan da, bu değil midir?

Hepimiz insanız. Hepimiz, bir devletin sınırları içinde
yaşıyoruz, beraberce yaşadığımız başkaca insanlar var; bir toplumuz da. Ama,
bütün bunlar insanı tarife kâfi gelmiyor. Keza, onun beslenme, barınma vs. gibi
maddî ihtiyaçları da insanın ne olduğunu izahta yeterli olamıyor.

Çünkü, insan, bütün bunlarla beraber merak ediyor, düşünüyor,
seviyor, inanıyor, acı çekiyor, lezzet alıyor. Aklı var; nazar ediyor,
düşünüyor. Duyguları var; hissediyor. Kalbi var; seviyor, inanıyor. Vicdanı var;
iyiliği emrediyor. Nefsi var; kötülüğü mellediyor. Hevası var; kötülüğü
emrediyor. İradesi var; tercihte bulunuyor…

Böyledir insan.

Ve bu haliyle, aşağıların en aşağısı ile yücelerin en yücesi
arasında gelgitler yaşar durur.

İnsanın yaratılış sırrına ermesi; her bir kabiliyetini veriliş
maksadına göre kullanması, bu gel=git içindeki insanın duygularının, aklmın,
kalbinin, her ne verilmişse, yücelerin en yücesine yönelişi ile mümkün olur.

İşte, şeriat, getirdiği hükümler, koyduğu emirler ile insanın bu
yönü tercihine; kendisine verilmiş herşeyin doğru yönde kullanılmasına kapı
açıyor, yol gösteriyor, ışık tutuyor.

Ve insanı bu yöne yine İslâmiyetin gösterdiği emirler dahilinde
yöneltiyor. Zora, cebire başvurmuyor; birden bire kabule, düşünüp inanmadan
iltizama mecbur etmiyor. Tazyik etmiyor; teŞvik ediyor. Kur’ân’da ayân-beyan
görüldüğü üzere, öncelikle insanın gözünü, kulağına kâinata saldırıyor. Onu,
gördüğünü, duyduğunu, tattığını… zahirî duygularıyla nazar ettiğini, aklıyla
düşünmeye davet ediyor. O görülenin, o duyulanın gerisindeki fülleri bulmaya
çağırıyor. İnsanın kâinata· dâvet edildiği henâyetin sonunda olduğu gibi, bu
füller perdesi altındaki isimleri, o füleri işleyenin Hakîm, Alîm, Azîz, Rahîm,
Vahid, Ehad, Samed.. bir Zât olduğunu bildiriyor. Onu bildirmesiyle kalbe imanı
neşrediyor. Ondan haber vererek, vicdanı tahrik ediyor. Onun namına duygulara
sesleniyor. Onun selâmı olarak, nefsin önüne yasaklar koyuyor. Onun iradesini
bildirerek, cüz’î irademize doğru tercihi gösteriyor.

Mâdem öyledir, ancak iradesi bu yolu gösteren; aklı, kalbi,
vicdanı, duyguları bu yönde işleyen biridir ki, onun bildirdiği emirleri
yaşayabilir. Ancak böyle biridir ki, onun getirdiği din ve şeriatı hayatına
taşıyabilir.

Tersinden alırsak, iradesi aksi yönü gösteren; aklı tabiat ve
esbab içinde boğulmuş, Onun güzel isimlerini bulamamış; kalbindeki iman nuru
sönmüş; vicdanı susmuş bir insan, Kur’ân’ın bildirdiği emirleri yaşayamaz. Bu
durumdaki biri, vahiyle gelen ve Hz. Peygamberin bizzat yaşadığı ilâhî emirleri
şeriatı hayatına taşıyamaz.

Bediüzzaman Said Nursî’nin "Şu zamanda üç mesele var: biri
hayat, biri şeriat, biri imandır"3 dedikten sonra koyduğu "Hakikat
noktasında en mühimmi ve en âzamı iman meselesidir" hükmünü, işte bu açıdan
dikkatlice değerlendirmek gerekir. Öyledir, ama "şimdiki umumun nazarında ve
hâl-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğü"nü söyler
Bediüzzaman. Oysa, insanların üçü noktasında da birden vebir anda vaziyetlerini
değiştirmelerini, fıtrî şeriatın gösterdiği emirler çerçevesinde, muhal bulur.
Çünkü böylesi birşey, "nev’i beşerdeki câri olan âdetullaha ‘ muvafık gelmez."4

Fıtratının gösterdiği gibi insanın düşünceden amele ulaşan hayat
çizgisi, hayali kullanıp tahayyül etmekle başlar, hayaline suret giydirme ile
devam eder; sonra akleder, kalbiyle tasdik eder, iz’an eder, iltizama erişir,
itikad eder; ondan sonradır ki, o itikadına göre yaşar. Kur’ân’ın 49 defa "iman
edenler ve amel-i salih işleyenler’ derken, bir defa olsun "amel-i salih
işleyenler ve iman edenler" demeyişi, fıtrî şeriatın bu mutlak hükmüne bir
işaret değil midir?

Mâdem öyledir, Kur’ân’ın da işâret ettiği fıtrî şeriatın emri
gereğince "en azim mesele yap(ıl)ıp, ötekileri esas yap(ıl)mayacaktır."5
Yani iman esas yapılıp, hayat ve şeriat esas yapılmayacaktır. Çünkü, fıtrî
şeriatın emri budur. Çünkü, Kur’ân’m gösterdiği budur. Çünkü, Peygamberin
(a.s.m.) gösterdiği budur. Çünkü, diğer ikisi de, esasında ancak böylelikle
yaşanabilir.

Bu bakımdan, Bediüzzaman Said Nursî’nin 31 Mart Vak’ası
sırasında "Şeriat istiyoruz!" diye sokağa fırlayan askerlere söylediği söz,
bilhassa dikkat çeker. Askerliğin bir nizamı vardır; bir emir-komuta zinciri
vardır. O nizamın dışına çıkmak, fıtrî şeriatın zıddınadır, dinin emirlerine de
zıttır. Onun için şöyle der Bediüzzaman:

"Hem de şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle şeriata
muhalefet ediyorsunuz. Siz şeriat dersiniz, halbuki şeriata muhalefet
ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz."

Bediüzzaman’m, "Sen de şeriat istemişsin" isnadı ile çıkarıldığı
31 Mart Divan-ı Harbindeki şu cevabı da, bu bakımdan önemlidir:

"Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım.
Zira şeriat, sebeb-i saadet [mutluluk sebebi] ve adalet-i mahz [mutlak adalet]
ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin istediği gibi değil."

Ki, Divanda Bediüzzaman, "şeriat"ı şöyle tarif. etmiştir:
"Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibâdet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde
bir nisbetinde siyasete mütealliktir."

Dipnotlar

1. Buhâri’den Seçme Binbir Hadîs, Sağlam Yayınları, s. 212,
sıra no: 449.

2. Lem’alar, s. 55.

3. Kastamonu Lahikası, s. 57-58.

4. A.g.e., s. 57-58.

5. A.g.e., s. 57-58.