Bütün dini talimatı iki ana bölüme ayırırsak, inanç ve
düşünce yönüne, ilm-i tevhid ismi verilmiştir. Ibadet ve muamelat yönüne de
şeriat denilmiştir.

Sizce Şeriat nedir? "Şeriat" mefhumundan ne anlıyorsunuz?

Şeriat kelimesinin lugat manası su yoludur. İnsanı su kaynağına
ulaştıran yol. Su insan hayatı için, insanın maddi hayatı için ne kadar mühim
ise, ne kadar vazgeçilmez ise, din de insanın mânevî hayatı için o kadar önemli
olduğundan, Kur’ân-ı Kerim’de ve İslâm edebiyatında dine, ya da dinin bir kısmma
şeriat adı verilmiŞtir. Lugat manasindan, terim manasına geçersek; biraz önce
söylediğim gibi dine ya da onun bir kısmına şeriat denmiştir. İslâm edebiyatmda
ve İslâmî ilimlerde, dinin tamamına da şeriat denmiştir, bir kısmına da şeriat
denmiştir. Dinin tamamına şeriat dendiğinde; millet, din ve şeriat üç ayrı
kelime bir mahiyeti anlatmak için kullanılmıştır. Ama bu anlam, çeşitli bakış
açılarından bu kelimelere verilmiştir. Allah’tan gelen ve itaat edilmesi gereken
kanunlar anlamında din denmiş, insanın hayatında takip etmesi gereken yol
anlamında şeriat denmiş.ve insanları yazılı metinden oluştuğu ve metin
çevresinde topladığı için de millet denmiştir. Demek ki, kadim, İslâm terminolo
isinde; millet, "nation, kavim manasında kullanılmamıştır. Meselâ bir âyette,
"Yahudiler ve Hıristiyanlar, sen onların milletlerine tabi olmadıkça, asla
senden hoşnut olmazlar" buyuruluyor. Burada "milletlerine tâbi olmak"tan maksat,
o kavme girmek manasında değil, o kavmin dininden olmak manasındadır. Dinin bir
kısmma da şeriat denilmiştir. O halde bütün dini talimatı iki ana bölüme
ayırırsak, inanç ve düŞünce yönüne, ilm-i tevhid ismi verilmiştir. İbadet ve
muamelat yönüne de şeriat denilmiştir. Yani, bazen ihtisasa gidilerek dinin özel
bir kısmına şeriat denildiğini söyleyebiliriz.

Said Nursî "Şeriat, içtimaiyatın rabıtalarını ihlâl etmez"
diyor? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hiç şüphe yokki, bir sözü en iyi söyleyen açıklar. Tabü ki, bu
cümleyi bir kontext de düşünmek gerekir. Bu kontext verilmediğine göre, ben
spesyal olarak bu cümleyi ele alarak, cevaplamaya çalışayırxı. Cemiyet halinde
yaşayan bir topluluğun muhakkak bağlantıları, rabıtaları vardır. Bu rabıtalar
kimi yerde din rabıtasıdır, kimi yerde kavmiyet rabıtasıdır, kimi yerde vatan,
vatandaşlık rabıtasıdır. O halde, şeriat herhangi bir topluma uygulanmak
istendiğixıde, o toplum fertlerini ve kısımlarını birbirine bağlayan rabıtaları
ihlâl etmez, yani arada bir kaos, bir kriz meydana getirmez. O rabıtaları da
kendi içine alarak, yeni bir toplum kimliği getirir demek olmalıdır. Bir ömek
vermek isterim. Bir toplum düşünelim, bu toplumun rabıtası kavmiyet olsun. Yani
Fransızlık, Araplık, Türklük olsun ve bu kavim İslâma girsin, Şeriat havzasına
girmeye karar versin. Şu durumda, şeriat "Sen kavmiyet bağmdan vazgeçeceksin,
ben seni öyle kabul ederim" demez. "Siz o rabıtanızla şeriat dairesine girer,
ümmetin bir parçası olursunuz" der. O zamari sizin adınıza "Müslüman Türk,"
"Müslüman Fransız" derler.

Batıda gelişen "insan hakları," "demokrasi," "özgürlük" gibi
kavramlar şeriata aykırı ya da alternatif gelişmeler olarak mı yorumlanmalıdır?

Bir kere bizim kadim terminolojimizde "demokrasi" ya da ona
tekabül eden bir kavram yok. "Özgürlük"ün karşılığı olan "hürriyet" vardır;
fakat hem mânâsı, hem de çerçevesi, smırları farklıdır. "İrısan hakları,"
İslâmda söz konusudur, fakat mesnedi ve çerçevesi bakımmdan Batıdakinden
farklıdır. Şimdi kısaca bu farklara değinmek istiyorum. Batıda "demokrasi" bir
yönetim biçimidir, hayat tarzıdır. Bu yönetim biçiminde karar mercü halktır.
Halkın üzerinde bir otorite yoktur. İnsanlar kendi yönetim biçimlerini, kendi
yöneticilerini, kendi irade ve akıllarıyla belirlerler. Bundan dolayıdır ki,
"Egemenlik kayıtsız, şartsız millete aittir." İslâmda ise durum farklıdır. İslâm
zaten; teslim olmak, boyun eğmek demektir. Müslim de teslim olan, boyun eğen
demektir. Bu noktada kime boyun eğileceği önemlidir. Batı, toplumun yaptığı
kanuna boyun eğer. Islâmiyette ise itaat, teslimiyet herşeyden önce Allah’adır
(c.c.). Allah’a (c.c.) itaat ile bir başka otoriteye itaat çelişse, Allah’a
(c.c.) itaat tercih edilir. Öyle ise, egemenlik kayıtsız şartsız hiçbir kimseye,
hiçbir mahluka ait değildir. O halde İslâm’da, egemenlik halkındır ama,
kayıtlıdır. Demek ki, egemenlik kayıtlı şartlıdır. Bu noktaya kadar temel bir
farklılık vardır. Ancak buradan sonra paralellikler başlar. Yani Allah’a (c.c.)
boyun eğmiş olan halk, yöneticisini kendi seçer, onu denetler. Temelde vahiy
vardır, fakat akıl ve ihtiyaç da vahiy çerçevesinde belirleyicidir. Kanunlar,
halk tarafında yapılır, fakat halk her yaptığı işin vahye olan bağlılığı için
endişe duyar.

"İnsan Hakları" konusuna gelince; Batıdaki anlamıyla insan
hakları insanm mahiyetinden kaynaklanır. İnsana o hakları bir başkası vermez.
İnsan olmak, o hakla olmak demektir. İnsan olmak o halkla doğmak, onunla var
olmak demektir. O hakları kimse verecek değildir. O hakları birileri almaya
kalkmazsa problem yoktur. Bu haklara sahip olmak için, insan olmanın ötesinde
bir şart yoktur. İnsan hakları kendiliğinden vardır, zaten izısan da
kendiliğinden vardır ve Allah diye birşey yoktur. İşte bu kendiliğinden var olan
insanın da, hakları kendiliğinden vardır. Böylece, İslâmdaki "İnsan hakları,"
Batıdakinden farklıdır. İslâma göre herşey Allah’mdır (c.c.), insan da
Allah’ındır (c.c.). İnsana kendi varlığını, dünyadaki imkanlarını, hukukunu
veren Allah’dır (c.c.). Yine hangi hakkın, hangi şartlarda verileceğini
belirleyen Allah’dır (c.c.). Ama bazıları teferruatıyla, bazıları da temel
ilkeleriyle Allah tarafından belirlenmiştir. Bu temel farklılıktan sonra, işin
teferruatına geldiğimizde yine bir çok paralelliler görürüz, çünkü Allah’m
gönderdiği din ile Onun insanlara verdiği fıtrat arasında çelişki olmaz.
Kur’ân-ı Kerim’de, bir âyette, Allah (c.c.) fıtrat ile dini eş tutuyor. İnsanlık
Allah’ı unutarak, insandan yola çıkarak, ortaya bir takım haklar koyduğnuda,
fıtrattan sapmadıkları müddetçe, belirledikleri haklar fıtrata uygun olduğu
için, dine de uygun olur. Ama fıtrata uygun olmayan haklar dine uygun
olmamıştır. Meselâ, bir insan başka bir insanla cinsel ilişki kurmak istiyorsa,
bu hakkı, Batıda kısıtlayan yegane unsur yaşların müsait olması ve tarafların
rızasıdır. Eğer bu şartlar varsa, ister akrabası olsun, ister aynı cinsten
olsun, ister aynı dinden ister farklı dinden olsun, bu o insanın hakkıdır, kimse
karışamaz. Şimdi böylece özgürlük anlayışını da örneklemiş olayım. Bu insan
özgürlüğünün gereğidir, kimse buna karışımaz. Halbuki, İslâmdaki insan hakları
ve özgürlük anlayışına göre, aynı cinsten olanların cinsi hayatı fıtrata
aykırıdır.

Özgürlük konusuna gelince, insan mutlak özgür değildir. İnsan,
Allah’m (c.c.) kuludur. İslâma göre aslolan özgürlük değil, kulluktur. Allah
bize ne kadar serbestlik vermişse, o kadar serbest oluruz. O halde, bizim
özgürlüğümüzün de sınırlayıcısı, Yaratıcıdır. Batıda özgürlükleri Yaratıcı
smırlayamaz. Ancak ben Batı derken aydmlanma sonrası Batıyı kast ediyorum.
Orada, özgürlüğü kısıtlayan yegane unsur başkasınm özgürlüğiynün başladığı
yerdir. Ancak İslâmda smır Allah’ın talimatıdır. Bu sınırları açmak gerekirse,
şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bugün bütün dünyada ulaşılan özgürlük
sınırınm çok az bir hududu İslâmda yoktur. Yani İslâm insanının özgürlük alanı
Batı insanının özgürlük alanmdan çok dar değildir. Daraldığı nokta, inanan ve
inanmayan insanın anlayışıyla ilgilidir. Çünkü, mü’minin insan anlayışı madde
ile başlayıp madde ile bitmiyor, dünyada başlayıp dünyada bitmiyor. Mü’minin
insan anlayışmda bir madde var bir de mânâ ve ruh var. Bir dünya var, bir de
dünyadan sonra ebedî hayat var. İşte bu anlayışı çerçevesinde, biz bedenimize
hizmet ettiğimiz gibi, ruhumuza da hizmet edeceğiz. Dünyada mutlu olmaya
çalışacağımız gibi, Ahirette de mutlu olmaya çalışacağız. Burada bir denge
problemi ortaya çıkar. Bu problem dünya ile Ahiret, nefsin istekleriyle Allah’ın
(c.c.) istekleri arasında bir denge kurma bağlamında söz konusu olduğunda,
özgürlükler buna göre oluşur. Ama sizin hayatmız dünya ile sınırlıysa, maddi
varlığmızla sınırlıysa, bu insanda da özgürlükler bu temel felsefeye göre
oluşur.

Şeriatın yaşanmasında toplum ve ferdin yeri nedir? Bu
bağlamda, "şeriat düzeni" bir ütopya mıdır?

Şeriat, toplum ile ferd arasında en ideal dengeyi kurmuştur.
Dünyadaki bazı sistemler, ferdin menfaatini ve bireyin özgürlüğünü ön plana
almışlar, bazı sistemler de toplum ve devlet menfaatlerini ön plana almışlardır.
Birincisinde toplum, ikincisinde de ferd zarar görmüştür. İnsanlık tarihinin en
önemli mücadele çizgisi de bu ferd ve toplum, ferd ile devlet arasmdaki hak,
ödev ve yükümlülük mücadelesiyle belirlenmiştir. Bütün sistemler, bunlar
arasmdaki ideal dengeyi yakalamaya çalışmaktadırlar. İslâm, bu ideal dengeyi
bulmuştur. O, ferde insanlığmı ve kulluğunu gerçekleştirmek için gerektiği kadar
hak ve hürriyet vermiştir. Aynı zamanda da, ferdin muhtaç olduğu topluma ve
toplum düzenine, o ihtiyaç kadar hak, vücud ve imkan vermiştir. Böylece bu
düzende, şeriat da, ne ferz ezilir, ne de toplumda kaos oluşur.

Ütopya olayına gelince; acaba İslâm sadece ferdin yalnız başına
yaşayabileceği bir din midir? Yoksa hem ferdin hem toplumun yaşayabileceği bir
din midir? Bir üçüncü boyut da, tek başına bir toplumun yaşayabileceği bir din
midir? Öncelikle, toplumun dini ne olursa olsun bir ferdin Müslüman olması
mümkündür, ama zordur, problemlidir. Önce Müslüman olması zordur, çünkü bu
değişimi sağlayabilmek için çevre müsait değildir. Onun için de, gayr-i müslim
çevrelerde kitle halinde İslâmlaşma zor gerçekleşir. Tamamen tevafuklara bağlı
ferdi İslâmlaşma vardır. İkinci olarak, Müslümanca yaşamakta bazı zorluklar
vardır. Fakat bütün bunlara rağmen, Müslüman olup Müslümanca yaşamak mümkündür.
Mümkün olan noktalarda İslâmı yaşar, meselâ iman ve düşüncesine kimse müdahale
edemez. İman ve düşüncede de tam Müslüman olunca hiç ütopya değildir.

Konunun ikinci boyutuna gelince, diğer fertler ve toplumla olan
ilişkilerde şeriatı yaşamamız güçleşir.

Eğer bir toplum Müslüman olmaya karar vermişse, buna bir engel
var mıdır? Meselâ bir Türk toplumu kâmil mânâsıyla İslâmlaşmaya karar verse,
nelerden vazgeçmesi gerekir. Çağdaş bilimi mi terk etmeli? Çağdaş teknolojiyi mi
terk etmeli? Refahı mı terk etmeli? Hiçbirisi gerekmez. Yani İslâm, bizim
kendimizi ve çevremizi öğrenmemizi engellemiyor, aksine bunu teşvik ediyor. Hem
kendimizi, hem Kainatı yakmdan uzağa öğreniniz diyor. Üzerinde düşünün ki bu
düşünce sizi Allah’a (c.c.) götürsün. Şu halde biz, menfaat felsefesine dayalı
olarak da ilim yapmayız. Biz tamamen hasbî ilim yaparız. Yani bir kendimizi ve
kainatı tanımak, oradan da varlık ve hikmete ulaşmak için de ilim yaparız. Aynı
zamanda menfaat, ihtiyaç gerektiriyorsa yine ilim yaparız. Demek ki, ilime mani
bir durum yok İslâmda. İlmin sonucunda ortaya çıkan teknoloji, İslâmın sosyal ve
ahlâkî ilkeleri doğrultusunda kullanılmak kaydıyla, sonuna kadar serbesttir.
Yeter ki elde edilen güç ile başkalarına zulmedilmesin. Aslında İslâmın karşı
çıktığı budur. Çifte standart uygulama, insanlar arasında fark yaratma.
İnsanlara gerçek anlamda âdil muamele et. Herkes hakkmı alsın. Refah, israfa
varmamak ve başkalarının hakkına tecavüz etmemek kaydıyla, refahı belli bir
ölçüde tabana yaymak kaydıyla İslâma aykırı değildir. Maddi ilerleme ile mânevî
ilerleme paralel gitmek şartıyla, ilerlemeye de hiçbir engel yoktur. Öyleyse,
bir toplum İslâmlaşmaya karar vermişse onun için vazgeçilmez olan hiçbir iyi
şeyi, güzel ve doğru şeyi terk etmek durumunda değildir. O halde, niçin bir
toplumun İslâmlaşması ütopya olsun?

Peki, niçin birilerine ütopya olarak görünüyor? Böylece üçüncü
boyuta geçiyorum. Şimdi soru, bir toplum tek başma Müslüman olabilir mi
sorusudur. Bugün "Dünya Düzeni" denen şeyi sadece İslâma değil, gerçek anlamda
hiçbir hak dine inanmayanlar elinde tutuyorlar ve bu düzenin bozulmasını
istemiyorlar da, onun için bir toplumun İslâmlaşması güç oluyor.

"Şeriat-t fıtriye" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şeriat-ı fıtriyeye bugün tabiî hukuk da denmekte. Tabiî Hukuk,
insan fıtratında, insan aklına ve insanın hukukî düzenine yansımasmdan
kaynaklanıyor. Çok farklı devir, toplum ve sistem arasında ne kadar çok ortak
hukukî rıormlar ve kavramlar oluşursa, o kadar tabiî hukuk oluşur. Bir başka
deyişle, devirler, sistemler ve toplumlar farklı. olduğu halde, aynı hukuki
kavramlara, normlara ulaşılmışsa orada tabiî hukuktan bahsetmek mümkündür. Çünkü
bu kadar farklılığa rağmen bu kadar ortaklık, fıtratm yakalandığı, insanm
temeline indiğini gösterir. Şeriat-ı fıtriye dediğimiz şey budur. Şeriat-ı
fıtriyeye indikçe şeriat-ı İslâmiyeye de yaklaşmış olursunuz. Çünkü din ile
Allah’ın insana verdiği fıtrat örtüşür, çekişmez.