Islâmda cihad, dinin ortaya koyduğu hususları yerine getirip,
insanın hayatı boyunca bunu yaşaması, yani Allah’ın emirlerine uygun bir şekilde
yaşama çabasıdır.

Özür: Köprü Yaz 1994, Sayı 47’de yayınladığımız bu
yazı elde olmayan sebeplerle gerekli tashihât yapılmadan neşredilmiştir. Bu hatadan
dolayı değerli yazarımız ve okuyucularımızdan özür dileyerek yazıyı tekrar
neşrediyoruz.

Cihad, İslamla beraber oluşan bir kavram. Müslümanın doğru olanı
yapıp yanlıştan kaçınması onlamma geleceği gibi tarihî seyir içinde yüklendiği
anlam ise iyinin kötüye karşı mücadelesi veya Müslüman bir devletin gayrı
müslimlerle yaptığı -haklı- savaş olarak bilinir…

Türkler İslamiyetten önce bozkır kültürünü yaşamış bir
millettir. Bu yüzden yerleŞik hayattaki sosyal arızalardan uzak durumda idiler. Yani
bir dini anlayışı benimseyip ona samimiyetle bağlanabilecek istidadı taşıyorlardı.

Bu yazımızda, Türklerde fütuhat fikrinin ortaya çıkışı, aynı
zamanda İslamın cihad anlayışıyla birleşmesi, Selçuklu ve Osmanhlardaki
tezahürlerine temas etmeyi düşündük. Böylece Türk (Selçuklu-Osmanlı) fetih
siyasetiyle diğer milletlerin savaş ve emperyalist siyasetlerini anlayabilmemiz mümkün
olur, kanaatindeyim.

İslam’da cihad, dinin ortaya koyduğu hususları yerine getirip, insanın
hayatı boyunca bunu yaşaması, yani A1lah’ın emirlerine uygun bir şekilde yaşama
çabasıdır. Esasında, hadisler, cihadın mahiyetini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda
Müslümanın hayat felsefesini de bu hadislerde bulmamız mümkündür.

"Mücahid nefsiyle cihad edendir."

"Müşriklere karşı mallarınız nefisleriniz ve dillerinizle cihad
edin."

"Kim onlarla eliyle cihad ederse o mü’mindir, kim onlarla diliyle
cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mü’mindir."

Bu hadislerden anlaşıldığına göre insan, Allah’ızı peygamber
vasıtasıyla tebliğ ettiği dinin, ferdî hayatından, toplumsal hayatın bütün
safhalarına kadar yaşaması ve Müslümanlara yönelik bütün tehlikelere karşı
tavrını ortaya koyması gerekiyor.

Hz. Peygamber bu hususta ince ve esaslı ölçüler vaz’etmiştir:
Müşriklerle ve vatan düşmanlarıyla savaşın küçük cihad olduğu; asıl büyük
cihadin nefisle mücadele olduğu islamî anlayışta vurgulanmıştır. Böylece "büyük
cihad"ın sürekliliği halinde "küçük cihad"ın anlam kazanacağı anlaşılıyor. Aksi
halde savaş ve fetihler, kuru cihangirlik veya kirı, intikam ve kibirin bir
tezahürü olur ki, cihad meşrûiyetini yitirir. Ayrıca, Müslümanların savaşa
girızıesi gayr-ı Müslümlerin inançlarından dolayı meşru sayılmaz maksat onların
müslümanlarla barış içinde yaşamalarını
sağlamaktır." Düşmanlıklarmdan vazgeçseler savaş meşruiyetini yitireceğinden
savaşı sürdürmek anlamsız olur. Mağlup olan gayr-ı müslimler zımmî olarak kabul
edilip, can, mal ve namus güvenliği İslam devletinin emniyeti altındadır.

İslâm devletlerinin diğer ülkelerle yaptıkları savaşlarm birçok
sebepleri vardır: Siyasi ve ekonomik sebeplerin yanında İslâmın mesajını diğer
geniş insan yığınlarına iletme kaygısı da sözkonusuydu. Diğer toplulukların
gayr-ı müslim olan askeri organizasyonlarını tesirsiz duruma getirdikten sonra o
ülkede yaşayan halklara tebliğ imkanının doğmasını sağlamak gayretini de
görmemiz mümkündür. "Nitekim İslamda meşru kabul edilen savaş için cihad
kelimesi kullanıldığı gibi bu hareketlerin istila ve sömürü savaşlarından
ayırmak için de özellikle fetih (açmak) tabiri kullanılmıştır."

20. yy. iman yönünden büyük bir zaaf içindedir. Materyalist
anlayışın tesiriyle insanların ve toplumların bunalımları,18. yy.’ın ikinci
yarısından itibaren artarak devam etmiştir. Batı dünyasında buna karşı getirilen
çözümler, yeni çözümsüzlükleri de beraberinde getirmiştir. Bunun yanmda İslam
dünyasının kültürel ve ekonomik yönden geri kalmışlığı cihadın evvela
nefislerde olmasını zorunlu kılmakta ve "ihya-yı dinle" İslam milletlerini
ayağa kaldırmanın zarureti orfaya çıkmaktadır. Bu 20. yy. Müslümanınm en önemli
mes’elesidir. İman zaafınm olduğu bir yerde siyasi ve askeri tedbirlerin, futuhatm
hiçbir önemi olmaz. "Büyük Cihad"ın olduğu bir yerde "küçük
cihad" bir netice olarak ortaya çıkacaktır.

Türk milletinin millî seciyesinirı teşekkülü uzun bir süreç
neticesinde oluştu. Bunun meydana gelmesinde, coğrafî bölge, iktisadî faaliyetler ve
diğer insan unsurlarının da tesiri olmuştur. Ancak, Bozkır hayatı yaşıyan
toplulukların karakteristik vasıfları birbirine benzerlik arz eder. Türk milleti uzun
bir müddet bu hayatı yaşamak durumunda olduğu için, kültürel ve medeniyet
anlayışızıda bunu takıbetmek mümkündür. Bu yapılarıdır ki İslamiyeti
rahatlıkla özümseyebilmişlerdir. (İbn Haldun’a göre yeni bir anlayışı
özümsemede göçebeler şehirlilerden daha saf ve şahıslıdır.)

Bozkırda yaşayan insan topluluklarının hayatı oranm tabiat ve
ekonomik şartlarmdan zorluklardan etkilenir. Hayvan besiciliğine dayalı ekonomik
yapıları onlardaki dayanışma ve idarecilik anlayışlarında önemli bir ilk
adımıdır. Kalabalık sürülerini idare etmek için yeterli otlak ve su bulmak
zorundadır, bozkır insanı. Ancak, kendi durumundaki diğer topluluklarla anlaşmak
durumundadır da. Zira aralarmda çıkacak sorunlar her zaman çatışmaya ve
guruplaşmaya dönüşebilir. Bunun için aralarızıdan seçecekleri nufuzlu kişinin
hakemliğine itimat etmeye kendilerini mecbur hissederler.

Böylece şartların zorlamasıyla ilk teşkilatlı guruplar ve guruplar
üstü organizasyonlar kendini gösterecektir.

Hayvan sürüleri çoğalmca göçebelik zorunlu hale geldi. Çünkü
"otların büyüme hızı" hayvanların ihtiyaçlarına yetmiyortlu. Bu durum,
tarım ve hayvancılıkla uğraşanlarla, ürünlerini sadece hayvancılığa dayandıran
ve sürekli otlak arayan toplumlar arasında bir kopuş meydana getirdi… Göçebe
toplumlarında "hayvancılık nasıl iktisadi faaliyetlerin esasını teşkil
ediyorsa ot da öylece askeri kudretin kaynağı idi." Bu sebeple, göçebe kavimler
(ve Türkler) çok sayıda at yetiştiriyorlardı. Böylece, "Dünyayı dar gören
bir anlayışta" beraberinde gelişiyordu.

O dönemde süratli hareket edebilmenin yegane aracı attı. Böylece atla
hareket etmenin, dövüşmenin bütün imkânlarından yararlanmaya başladılar. Atla
manevra yapan savaşçıların karşısında atsız başa çıkabilmek çok zordu. Hele
otun az yetiştiği yerde at beslemenin masraflı oluşu bozkırda yaşayanlar için
sözkonusu olmuyordu.

Kıtlık ve kuraklık, insanları göçe zorlarken bozkır toplumları
eriyip yok olmamak için toplu ve ayrılmaz bir kütle olmalarını zorunlu kılmaktadır.
Ayrıca o toplumların teşkilatçı anlayışlarını kuvvetlendirmektedir. Hedefe varmak
içni birbiriyle kenetlenmeye, bütünlüğe ihtiyaç kaçınılmazdır. Ferdi,
anlayıştan ziyade toplumun umumi menfaatleri ön plana çıkmaktadır.

Sürekli hareket halinde yaşamak mecburiyeti kısa zamanda
savaşçıların toplanmasını kolaylaştırıyordu. Bütün bu özelliklerin bir yerde
toplanması savaş becerilerinin artmasını netice veriyor ve bu, hayatın bir parçası
durumuna geliyordu. Otlak ve su yüzünden yapılan savaşların yanında, aşîretler
veya daha büyük organizasyonların nûfuz ve şeref mücadelesi için savaştıkları da
oluyordu.

"Böylece göçebe gelenekleri ve kurumları küçük akraba
guruplarının kolayca çözülebilen bir siyasal yapılaşma içine girmesine yol açtı.
Etkili birinin önderliğinde çok çabuk birlik kuruluyor ama bunlar aynı hızla
dağılabiliyordu." Ayrıca, bozkır halkları, -hayatları
gereğihareketliliklerinden dolayı büyük atlı ordularını kolayca bir araya
getirebildiklerinden yerleşik toplumların zayıf noktalarından istifade etmeyi
beceriyorlardı. Yerleşik toplumların kendilerini savunma çabalarıyla göçebelerin
akınları "Avrasya’nın siyasal tarihinde" belirleyici rol oynamıştır.
Vahalardaki kentler saldırılara uğrayarak çoğunlukla göçebelerin denetimine
geçiyordu.

Türk halkları bu oluşumlarda sürekli birinci derecede rol
oynadıklarını tarihi verilere dayanarak biliyoruz. O Turan’a göre "Türkler"
ayakta durabildiği andan itibaren ömürlerini at üstünde geçirmişlerdi. Eski
Türkler at üstünde yemek yer, kımız içer, toplantı ve istişarelerde bulunur ve
nihayet savaş yapardı.

Gök-Türk, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukiarı da at üzerinde
yaşayarak ve savaşarak kurulmuŞtu. Türkler süratli süvarileri ve akınları
sayesinde kolaylıkla istilalara girişiyor, uzak-yakın ülkeleri fethediyorlardı.
Komşu milletlerin yaya veya ağır hareket eden, zırhlı ordularını ani baskın ve
hucümlarla, ve öne arkaya ok atmak suretiyle şaşkına çevriliyordu, daima
teşebbüsün elde tutulması sayesinde düşman safları bozuluyor; ondan sonra da son ve
imha savaşı başlıyordu. Bcz durum zaferlerin az bir zayiatla kazanılmasına yardım
ediyordu."

Savaş teknikleri, hayat tarzları, inançlar, diller başka ülkelere
yayılırken buralarda önceden oluşmuş medeniyetlerle kaynaşma sağlanıyordu. Yani,
bu fetihten oranın kültürel, hayatı müsbet yönde etkilenebiliyor ve sosyal bir
zenginliğe kavuşuyordu.

İleri tarihlerde Türk milletinin fetihcilik duygusu İslamiyet sayesinde
cihad anlayışıyla kaynaşacak daha anlamlı hale gelecektir.

Bu, Türklerin İslam ordusuyla aynı safta, Talas savaşında (751)
Çinlilere karşı savaştıktan sonra başlayacaktı: Süratle İslamiyete giren Türk
halkları zamanla İslamiyet için yeni bir kuvvet olacaklardı. Karahanlılar ve
Gaznelilerden sonra Selçuklu devletleri siyasal ve askeri açıdan güç kaybeden
Halifenin devletine (Abbasî) dayanak olmuştur. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in
döneminde Abbasi halifeliği üç büyük tehlike ile karşı karşıya idi. İslam alemi
içinde Şiî Büveyhoğulları ve Şü Fatımiler, dışarda ise Bizans İmparatorluğu.
İşte Selçuklular İslam dünyasının bu zor döneminde büyük bir iman ve taze bir
kuvvetle devreye geçtiler. Yani, fülî olarak İslam dünyasının koruyucusu durumuna
geldiler. Türklerin bu konumu Osmanlı devletinin yıkılışına kadar devam edecektir.

Cihad anlayışı, Türk devletlerinde mevcut duruma göre
şekilleniyordu. Bu, savaş stratejileri, ekonomik ve jeopolitik yapılarla da alakalı
idi. Ancak, genellikle, devlet bazında İslami anlayış göze çarpıyordu.

Önceleri, Maveraünnehir ve Horasan bölgesinde Cihad yapmak maksadıyla
‘Uc’lara gönüllü mücahitler geliyordu. Selçuklu devleti birliğine, kavuştuktan
sonra (Tuğrul Bey Alpaslan zamanı ve sonrası) Müslümanlarca darü’1-cihad olarak
bilinen Anadoluya daha yoğun mücahit gurubları (veya göçebeler) gelmişlerdi.

Buna "Selatin-i İslam" olan Selçuklu Sultanları da önayak
oluyorlardı. İslamiyetin sadece kendi ülkesinde değil dışarda da güçlenmesini ve
daha sonra daru’1 cihad olan bu beldenin daru’1-İslama dönüşmesini arzuluyorlardı.
Bunun için de hiçbir fedakârlıktan ve tehlikelere karşı göğüs germekten
çekinmiyorlardı. Dindar oldukları bilinen Selçuklu Sultanları giriştikleri
savaşlarda İslami cihad anlayışmı yaşamışlardır, ‘Sultan Tuğrul, Çağrı,
Alpaslan, Melikşah hakkmda tarihin naklettiği anektotları okumaktayız. Malazgirt
Muharebesinde Cuma gününün seçilmesi, bir İslami inançla vazifeyi yapıp galip ve
mağlup olmak durumunda şükür ve tevekkül bilincini·anlayabiliyoruz: Zaferi kazanan
Alparslan’ın Romanos Diogenes’e davranış ve hoşgörüsü kamil bir Müslümanın
tavrıdır.

Burada Y. Kemal’in şu düşüncesini nakletmek isterim: "Malazgirt
Meydan Muharebesi, Rum Selçuklu devletinin kurulmasına sebep olan Vak’a olmadan ibaret
değildir, tesiri itibariyle vatanın temeli o muzafferiyettedir." Demek ki vatan ve
İslam için bu kadar önemli hadise, Cihad olsa gerek.

Türkmenlerin onbirinci yy. da Anadolu’ya akınlarının diğer bir
sebebi, Horasan ve Maveraünnehirdeki sıkışıklıktır. Verimli, daha doğrusu
kendilerine uygun bir yer, (otlağı ve suyu bol) bir yurt edinebilme ümidi idi.
Bizansın, Anadolunun doğusunda zayıf düşmesi geçişi kolaylaştırıyordu.

Hasılı "ilk büyük selçuklu Sultanları için doğunun fethi, bir
yandan kesif Oğuz göçleri baskısı ve onlara yurt bulmak zarureti ile yapılmakta öte
yandan kendi devletlerini Müslüman halk ve ülkelerini istila ve asayişsizlikten
korumak maksadını gütmekte idi." Bununla birlikte İslam devletleri için eskiden
beri (Suriye ve Anadoluda) hasım olmuş Bizans’a karşı da cihad sürdürülüyordu.

Göçlerin neticesinde Anadoluda kurulan Selçuklu Sultanlığı da bu
misyonu aynı şekilde devam ettirmekte idi. Yine Türkmenler dalga dalga Asya içlerinden
gelmektedirler. "İç Asya ve Batı Asya siyasi bakımdan kaynamaktadır."
Tarihler 1200’lü yılları gösterdiği zaman Moğal istilası"nın arifesine
gelinmiştir. "Çok uzak bir ihtimal de olsa bir Bizans Moğal işbirliği halinde
iki ateŞ arasında kalabileceğini sezen Konya Sultanlığı, Bizans ile olan
hudutlarmın emniyet altma alınmasma, önem veriyor, ayrıca her zaman stratejik yerlerin
elde tutulması veya ele geçirilmesinin zarureti ortaya çıkıyordu. Abbasi ve Büyük
Selçukluların uyguladıkları Uç sistemi politikalarını bu sefer Konya Sultanlığı
da tatbik ederek kendisine bir ileri karakol veya tampon bölge oluşturmaktadır.

Anadolu Selçukluları Batıdan (Haçlılar) ve doğudan (Moğollar) gelen
ve İslam ülkelerini silindirleme istidadı gösteren tehlikelere karşı büyük bir
fedakarlıkla karşı koymuşlardır. Doğuda Harezmşahlarm yıkılışını müteakip
Selçukluların da mağlubiyetiyle istilaya uğrayan İslam âlemi içinde yine en büyük
direnişi Konya Sultanlığı gösterebilmiştir. Tarih sahnesinden çekilirken misyonunu
ve cihad ruhu.nu bir uçboyu olan Osmanlıya aktarabilmesi anlamlıdır. Bu yüzden 13.
yy. Anadolusunda bir mayalanma ve tabir yerinde ise adeta rönesans çağı oluşmuştur.
Bu geçiş 14. yy.a kadar yoğunluğunu sürdürmüştür. Sezai Karakoç’un ifadesiyle:
"Mevlânanın, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Hacı Bayram Veli’nin arka arkaya
çıkışları tarikatların doğu,s ve kuruluşları" ve Osmanlı Devletinin
kuruluşu ve sür’atle gelişmesi, bunun yanında veliler, gaziler, bilginler yetişerek
milletin geleceğine önemli bir dayanak teşkil etmişlerdir. Böylece Cihad ruhu
Anadolu’da yeniden evrenselleşmiştir. Bu yeni bir hayat ve Fetih siyasetini de
beraberinde getirecektir.

Tevarih-i Ali Osmanlardan anlaşıldığına göre Kayı Boyu Anadoluya
geldikten sonra Selçuklu tabiyetinde Anadolunun Kuzey batı bölgesine yerleştiler.
Ertuğrul Bey hem aşiret reisi hem de Selçukluların bir uç beyi durumunda bulunduğu
bölgede faaliyetini sürdürecektir. Selçukluların daha önceki bekçilik rollerini
üstlenmektedirler. Zamanla Osman ve Orhan Gazi dönemlerinde durum daha değişik bir hal
alacaktır.

Tarihçi Ömer Lutfi Barkan’a göre: "Osmanlı İmparatorluğunun
kurulmakta olduğu zamanda Anadolu’daki uç beyleri medeni bir hayatın kaynağı olan
Türk ve İslâm dünyasmm her tarafmdan gelmiş her sınıftan ve meslekten adamlarla
doludur: İran, Mısır ve Kırım Medreselerinden çıkan hocalar, orta ve şarki
Anadolu’dan tarikata mensup şahsiyetler, muhtelif şovalye ve misyonerler
diyebileceğimiz dervişler. Bunlar arasında bilhassa, Aşık Paşazade tarihinde
Gaziyan-ı Rum diğer tarihlerde Alplenveya Alp Erenler namı altmda zikredilen ve daha
İslamiyetten evvel bütün Türk dünyasında mevcut olan eski ve geniş bir teşkilata
mensup Türk şovalyeleri mensuptu."

Bu dervişler boş topraklar üzerinde zaviyeler kurup siyasal düzenden
önce kültürel çalışmalarıyla öncülük ederlerdi. Ayrıca hoşgörü ve
yardımseverlik duygularıyla bölgedeki diğer unsurların İslamlaşmasına katkıda
bulunurlardı.

Tarikata mensup dervişlerin yaygınlığı, İslam dünyasının her
tarafıyla rahatlıkla temas kurabilmelerine vesile oluyordu. Osmanlı devleti daha
kuruluş aşamasında bu organizasyonlardan yararlanmasını bilmiŞtir: "Askeri
istilalarla birlikte genişleyen devletle beraber birçak aşiret ve köylülerin
Anadolunun içlerinden siyasi gelişmelere paralel olarak uçlara doğru kayması ve boş
yerlere yerleşmeleriyle oraları yeni bir Türk yurdu durumuna getiriyorlardı: Buralar
yavaş yavaş "bir köy bir kültür ve tarikat mesleği halinde
teşkilatlandırıldıkları görülmektedir." Anadolunun bir çok yerinde bu
futuhatı ve kolonizasyonu; İslamlaştırma ve Türkleştirmeyi görmemiz mümkündür.

Selçuklularda ve hususan Osmanlılardaki süratli geliŞmeler ve
şöhretli dervişler genellikle mucizevi izahlarla anlatılmaya çalışılır. Oysa
meselenin arka planı, göze çarpmayan alt yapısı, yani gelişmelere sebeb olan
donanım ve hazırlıklar vardır: Bunların en önemli ayaklarirıdan biri "Misyoner
Türk Dervişleridir."

Ayrıca, alm teriyle hayatını kazanan, kendi gayretleriyle bağ bahçe
meydana getirip, yerleşimi kolaylaştırarak gazilerle birlikte memleket açımını
temin ediyorlardı. Anlaşıldığı kadarıyla bu Türk derviş ve gazilerinin tercihi
daha çok boş alanlar olup ilk önce oraları mamur hale getiriyorlardı. Kültürel ve
siyasi yönden hazır hale gelen uçlarda Osmanlı devletinin tutunabilmesi
kolaylaşıyordu. Uyguladıkları hukuk ve toprak düzeninin yanında gayr-ı müslim
halkaların tepkileri azalıyor veya bazan olmadığı gibi iltihaklarda vaki oluyordu.

Cihad veya İslama hizmet anlayışı Osmanlının sürekli ideali
olmuştur. Belki de Osmanlı hanedanının ve devletinin en önemli dayanaklarındandı,
bu ideal… Devlet ve Milletin selameti için bütün gayretler sarfedilmeliydi. "Ya
şehid, Ya gazi"· ibaresiyle ifade ediliyordu, bu ideal. Ülke tehlikeye düŞünce,
onu savunmak ve bu uğuda ölmek, İslam inanışma göre en büyük mertebe olan
şehitliğe ulaşmaktı… Yine bu anlayışa göre savaşta sağ kalarak hizmet edenlere
ise gazi ünvanı layık görülüyordu… Savaşta alınan her yara belki de en büyük
şeref madalyası idi. Böylece dünya ve ahirete yönelik vahdet anlayışına sahip
oluyordu. Osmanlı insanı, Dünya’yı ahirete yönelik geçici bir gözle gören bir
anlayışm yapamıyacağı fedakârlık olamazdı.

Ayrıca, ahireti kazanmak içinde dünyada iyi işler yapmak gerekiyordu
şüphesiz. Hadis-i Şeriflerde ifade edilen hususların Osmanlı toplumuna yansıması
idi, bütün bunlar:

Yani genel olarak, halkın dervişi, çiftçisi askeri ve idarecisiyle ‘ya
şehid ya gazi’ fikrirıe ula ıldı"ı tarihi bir gerçektir. (Hatta günümüz
Türkiyesinde Muhafazakar insanlarımız arasında bunun en canlı en taze heyecanını
müşahade edebiliriz.)

Osmanlı devletinin ilk mayasını teşkil eden Osman Gazinin ölüm
döşeğinde oğlu Orhan’dan; adil, merhametli, dinin emirlerine itaatlı olmasmı ister.
Ayrıca, "İslam dinini yaymak için Allah’ın emri mucibince Cihad eyle: din
adamlarmı, alimleri, dervişleri koru. Onlara yardım et, dualarmı al. Rahatı
düşünme. Bizim gibilerin rahat zahmettedir. Güçlüklerden yılma, emeklerini Cihad
uğruna harca, dünya malına değer verme. Çünkü dünya malı geçicidir. Bütün
beşerî lezzetler biter, sen ebedi güzelliklere talip ol. Mükafatını da yalnız
Allah’tan bekle. Bizim kavgamız Mihnetle kuru kavga değil. Davamız cihana hükmetme
davası değil, davamız bütün bunlardan çok daha mukaddes ila-yı kelimetullah
davasıdır. Zaferlerimiz büyük davamızın zaferleridir. Bu davada, insanlar sadece
vasıtadan ibarettir. Nöbet senin Orhan, biz göçer olduk. Göreyim seni, ilminin de
kılıcının da hakkını ver. Yolun açı.k olsun." der.

Osmanlı hanedan mensupları ve halk arasmda makes bulan bu anlayış,
adeta Osmanlı cihad ruhunun bir manifestosudur. Bu vesileyle şunu belirtmek isterim.
Asrımızın büyük alimi Bediüzzaman’m Türk milletinin milliyetinin İslam
milliyetiyle imtizaç etmiş olduğunu ve "mazideki mefahirin"in İslamiyet
defterine" geçtiğini ifade etmesi anlamlıdır.

Osman Gazi ondan sonraki nesline hedef gösterirken kendiside
sağlığında bu hedeflere riayet ediyordu. Tanınmış Osmanlı tarihçisi Hammer’in
tarihinde bahsi geçen bir hususu burada nakletmeliyim: Osman Bey tayin ettiği kadıya
"Pazarlarda din ve milliyet farkı gözetmeksizin" koruma görevini verdi. Bir
Cuma günü Germiyen Türk Beyi Alişar’ın uyruklarından olan bir Müslüman ile Bilecik
Rum Komutanına bağlı bir Hıristiyan arasında çıkan kavgada Osman, Hıristiyandan
yana hüküm verdi. Bunun üzerine bütün ülkede Ertuğrul’un oğlu Osman’ın hak ve
adaletseverliğinden söz açılmaya başlandı. Bunun üzerine halk Karacahisar pazarına
daha çok ilgi duymaya ve toplanmaya başladı.

Osmanlı girdiği topraklarda askeri tatbiklerle kaldığını zannetmek
eksik bir anlayıştır. Cihat ve futuhat için geçtikleri Rumeli yakasında yeni iskân
politikası izleniyordu. Oralardaki gayr-ı Müslim ahaliyi ezmek, köylü veya diğer
emekçilerin haklarını gasbetmek gibi Osmanlı karşıtı görüşler geçerli
değildir. Zira, vatanıyla bütünleştirilen toprakları vatan toprağı, halkını da
kendi halkı yani tebaası gibi görmek zorunda idi, Osmanlı idarecileri. Sadece
İslamın getirdiği şefkat anlayışından değil, (tabir yerinde ise hümanist ve insan
severlikleri yanmda) o topraklarda kalabilmek, devletin nizam ve asayişi için buna
mecburdular.

Balkanlarda Osmanlı nüfûzu tırmanırken Anadoluda isyan eden beylere
karşı da savaşmak zorunda kalınıyordu. Anadolu Beyleri bir türlü cihad misyonun
bayraktarlığının Osmanlıya geçtiğini kabullenemiyorlardı, halbuki gazi ve gazilik
bütün Anadolu göçebeleri tarafından "Oruç gibi ibadetler arasında
sayılmaya" başlanmıştı. Ancak bunun anlamma uygun bir şekilde kanalize edilmesi
gerekiyordu… Fakat, beylerin nüfûz mücadelesi Osmanh Sultanlarını da savaşa
zorluyordu. Karamanoğulları tarafından bir türlü hazmedilemeyen Osmanlı futuhatı,
onlar için daima tehlike olarak anlaşılıyordu. Osmanlı sultanları için Beyler
arasmdaki muharebeler çok ızdıraplı İslam ahalisinin ve mülkünün luzumsuz yere
heder edilmesi olarak telakki ediliyordu. Karamanoğlu Alaaddin Bey’in saldırısını
öğrenen Murad Hüdavendigâr bundan dolayı çok üzülür. "Şu ahmak zalimin
yaptığı işleri görün. Ben din gayretiyle Allah yolunda bir aylık mesafede kafirler
içine girdim, ömrümü gece-gündüz kazaya verdim, çok mihnet ve belâ çektizzı.
halbuki o gelip Müslümanları yağma etti. Ey gaziler! Ben nasıl cihadı bırakıp
Müslümanlara kılıç çekeyim" demişti. Böylece Karamanlılarla savaş
kaçınılmaz hale geldi…

İspanyol seyyahı Pero Tafur, Türkler hakkında: "Onlar asil ve
doğrulara önem veren insanlar… son derece güzel yüzlü cömert ve sohbetlerinden
zevk alan hatta o yörelerde bir insana faziletli denecekse ‘Türk gibi’ demek yeterli
idi" der. Seyyahın üzerinde müsbet tesir bırakan türkler, II. Murad zamanmda
Edirnede gördüğü insazılardı.

Osmanlıların Balkanlarda yerleşmeleri "arızî" bir olay
değildir. "Bizans kudretinin" çözülmesinin tabü bir neticesidir. Rumeli
Anadolu gazileri için daimi faaliyet ve cihat sahası olmuştur: Bu yayılışta devletin
güttüğü politika dikkat edilirse, fetihle ezip geçme veya orada yaşayan halkları
Avrupa’nın içine doğru itmek gibi bir harekattan uzaktır. Ani bir fetih ve yerleşme
bahismevzuu olmayacağmı belirtmek lazım: "Eski Rum, Sırp, arnavut asil smıfları
ve askeri,zümrelerin yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmınm Hristiyan tımar
erleri olarak Osmanlı Tımar kadrosuna sokulduğunu XV. asırda Osmanlı devletinin
hiçbir şekilde zora dayalı bir İslamlaştırma politikası gütmediğini daha ziyade
içine aldığı unsurları özümseyerek hareket ettiğini "II. Murat ve Fatih
S.Mehmet devrine ait tımar ve tahrir defterlerinden anlamaktayız.

Osmanlı devleti "senin dinin sana benim dinim bana" dusturu ve
devletin pragmatik anlayışıyla dini hususta oldukça müsamahakar ve rahat yaklaşmış
"gayr-ı Müslim reayanın dini işleriyle kendisini alakadar görmediği vakıası
belirtilmiş." Hıristiyan halka devşirme ve gulam sistemi sayesinde devlet
hizmetine katılma imkânı vererek idari kademelerde önlerinin açılması
sağlanmıştır. Bunun yanında Vaynuklar ve Martoloslar gibi varlıklarmı asırlarca
sürdürebilmiş Hrıstiyan askeri guruplar olduğu gibi Hıristiyan tebaadanda askeri
yönde hizmetler için istifade edilebilmiştir.

Böylece, çok milletli bir devlet olan Osmanlı fetih ve cihat
politikasmı da bu hassas dengelere göre ayarlamak zorunda idi. Bunun sonucu olarak
birçok toplum islamiyeti seçmişlerdir. Bosnalılar, Arnavutlar, Lazlar, Kırım
Gürcüleri, dillerini koruyarak Müslüman olmuşlardır. Klasik dönemden sonra
XVII’yy.ın ikinci yarısı boyunca bir küçük Yahudi gurubu İslamlaştı.

Bu hoşgörülü fetih siyaseti Avrupada önemli yeri olan bazı
şahsiyetler tarafından da kabul edilmiştir. Katoliklerle Protestanların çatışma
halinde olduğu 1530’lu yıllarda bir Katolik kardinali: "Türkler Protestanlardan
daha iyidir," çünkü onlar Hristiyanlara yaşama hakkı tanıyınca "Katolik
olarak yaşamalarına izin veriyorlar. Oysa protestanlar insanın yaşamasına izin
verseler bile, ruhlarmı yok ediyorlar." Protestanlılığın kurucusu Martın
Luther’de Türkler hakkında olumlu görüşlere sahipti: "Türkler herkesi kendi
inancında serbest. bıra· kır fakat papa bunu yapmaz. O daha kötüdür. Papanın
yönetimi beden ve ruh açısından Türklerinkinden daha katıdır."

Hıristiyan Avrupanın o dönemlerde sahip olamadığı tolerans
Türkiyede fazlasıyla mevcuttu. Türkiye’den Haham Isaak Safartı’nın Hıristiyan
egemenliği altındaki Avrupadaki dindarlarına yazdığı mektup ünlüdür: Haham
mektubunda Türkler "boyunlarında Hıristiyanlar gibi birer "insan
sevgisi" yaftası taşımıyorlardı" fakat insan sevgileri füli olarak,
hiçbir gösteriş ve şaşaaya yer verilmeden görülüyordu. Avrupa ve Osmanlı
mülkünde yaşayan Yahudilerin durumu buna örnek teşkil etmektedir.

Emericus Ziperius adında birisinin Türkiye’den Malthias Flaaus
İllysccus’a yazdığı mektup ilginçtir. Bu mektup 3 Ağustos 1549’da bir Macar şehri
olan Tolna’dan yazılmıştır. Mektup arkadaşı tarafından yayınlanmıştır.
Önsözünde; "Bizim sözde Hıristiyan hükümdarlar Türklerin Tanrının sadık
kulları Hıristiyanları himaye ettiklerini savunduklarmı, Hıristiyanlık öğretisini
yaymalarma ve uygulamalarına bile izin verdiklerini duyunca utançtan yüzleri kızarsın
istedim," "Onlar Türkleri kendilerine örnek alsmlar! Bu sözde Hıristiyanlar
gerçek Hıristiyanlara en korkunç Türklerden daha kötü davranmaktalar. Türkler
gerçek Hıristiyanlık öğretisine sadece izin vermekle kalmayıp, Hıristiyan olmayan
kurtlara karşı (Yani Katoliklere karşı) da kılıçlarıyla savunuyorlar. Şimdi
elbette bazı ukalalar beni Hıristiyan değil de Türk yönetimi istemekle itham
edecekler…’ Emericus mektubun devamında Türklerin de bazı gaddarlıklarmı
bildiğini, ancak, "Hıristiyan yöneticiler bir Türkün hiçbir zaman olmayacağı
kadar kötüdürler."

"Şimdi Türkün yönettiği yerlerde Proteslanlık özgürce
vaazediyor. Hıristiyanlar başta olsaydı bu özgürlük olmayacaktı."

Mektupta, Osmanlı yönetimi altmdaki Macaristan’da Hıristiyanların
gördüğü adalet ve serbestiyetten bahsediliyor, Katoliklerin kendilerine uygulamak
istedikleri baskıya Beylerbeyi kesizılikle izin vermiyor, hatta Protestanların
korkusuzca vaaz edebileceklerini teminat altma alıyordu.

Protestan ve Katoliklerin ilerigelenleri tarafmdan kabul edilen bu husus,
esasmda kolaylıkla anlaşılabilecek b’ir husustur. Zira, o dönemde gerek Katoliklerin
Protestanlara gerekse protestalanların Katoliklere baskısı birbirini inkara
yöneliktir. Oysa Türklerde bu yoktur. İslam dininin bakış açısı ve Türklerin eski
çağlardan beri getirdikleri özümseme ve kendi içine alma fikri sayesinde Hıristiyan
halkları, hasım olarak görmüyorlardı. Onlara tebaa, ve müstakbel ümmet nazarıyla
bakıyorlardı. İslam inanışının temellerinden olan Peygamberlere iman sayesinde, Hz.
İsa’nın ve ondan önce gelen ve Hıristiyanlarca da inanılan bütün peygamberlerin
kabul edilmesi o günün mezhep ayrılıkları yüzünden birbirinin gözünü oyan
Avrupalılarca hayret ve hayranlıkla karŞılanmıştı. Aynı inkar zihniyetine sahip
İspanyollar Müslümanlara ve Yahudlere İspanyada yaşama hakkı tanımamışlar,
Müslüman ve Yahudiler ya din değiştirmek zorunda kalmışlar ya da İspanya’yı terk
etmek zorunda bırakılmışlardı.

Osmanlının kucaklayıcı siyaseti üzerinde, ciddi tarihçiler ittifak
halindedir.

Halil İnalcık Osmanlı İmp. adlı eserinde görüşlerine yer verdiği
tarihçilerden Iorga:

"Bir asır içinde yerlerini Osmanlı İmp.na terkeden Balkan
Hıristiyan devletleri, umumiyetle sanıldığı gibi Hıristiyan dinini yok etmek isteyen
mutaasıp bir düşmanm sebep olduğu dini bir katastrofla ortadan kaldırılmış
değildirler. Osmanlılar monarŞik birliği ve mutlakiyetin sulh ve sukununu, bir tek
efendinin hükmünü getirdiler. Osmanlılar bir kavim olarak değil bir ordu bir hanedan
bir hakim sınıf olarak ortaya çıktılar. Bizans, Slav ve Osmanlı siyasi nizamları
bir tek bütün içinde birbirleriyle kaynaŞtı. Mahalli feodal hakimiyetler, devrin
umumi tarihi temayülünü temsil eden Osmanlılar önünde birer birer silin’di."

P. Wittek, Osmanlı devletinin Gazi devleti karakteri üzerinde durur ve
bu gazi devletinin menşeden tabi olduğu hususi bir uç kültürünün Osmanlılarm,
fethedilen yerler hakkmda tam bir müsamaha içinde yaklaştırdığını ve kaynaşmayı
kolaylaştırdığını söyler. Fatihlerin gazi karakteri sayesindedirki, ne Anadoluda ne
de Balkanlarda bir kültür inkıtaı olmamıştır. Aynı alim şu vakıaya da dikkati
çekmektedir: "Osmanlılar taarruz ettikleri memleketin medeniyetine o derecede
intibak etmeleri, aklitoiların (Bizans hudut askerleri) kitle halinde onlara
iltihaklarmı," kasaba ve küçük şehirlerin kendilerinden teslim olmalarını daha
kolay bir hale getirmiştir.

İnalcık’a göre, hiçbir ciddi tarihçi, Osmanlılarm yerli idareci ve
asil sınıfları kılıçtan geçirerek veya zorla İslamiyete sokarak Türkleri
imtiyazlı hale getirdiğini iddia edemiyor.

Esasmda bu iddialar 15.. ve 20 yüzyıllarda propogandanm tesiriyle, ciddi
tarih verilerine dayanmadan yaygm hale gelmişti. Milliyetçilik duygusunun tesiriyle
Osmanlı devletinden ayrı, milli organizasyonlar kurmak isteyen Rumlar, Sırplar,
Romenler, Bulgarlar, Ermeniler, Arnavutlar’ın taleplerine Avrupalı büyük devletler
olumlu yaklaşmışlar ve hatta desteklemişlerdir. Meydana gelen olumsuzluklar
neticesinde Batı peşin hükümle Osmanlı İmparatorluğunu zorba olarak görmeye
başladı. Bunun yanmda Birinci dünya savaşı sırasında Bab-ı Ali’nin Almanların
yanında savaşa girmeye karar vermesi, başta İngiltere ve Fransa ile, savaşta karşı
tarafta yer alan diğer devletlerin yoğun bir şekilde düşmanlığını celbetmiştir.

Sonuç olarak Selçuklular ve Osmanlılarda cihat ve fuluhat
anlayışları Türk tarihini anlamamızda önemli noktalardan biridir. Türklerin
fetihçi karakteri, bozkır Kültürü ve İslamm cihad yönünün tabü bir sonucudur. Bu
fetih siyasetini çapul ve yağmadan ayırmak gerekir. Türklerin cihad
anlayışında-Batılı kavramlarla ifade edersek-sömürü anlayışı yoktu, belki buna
dini anlayışı, sosyal ve ekonomik yapısı da müsait değildi. Türklerin yayılmasmda
en önemli husus; Dini tebliğ yanında, vatan edinme arzusudur… Bulündukları
bölgelerin coğrafi yapısı kendi ihtiyaçlarına cevap veremeyince yeni yurt bulmak
zorunda kalmışlardır. Bunun gereklerini de hiç çekinmeden yapmışlardır. Türklerin
Anadoluyu yurtlaştırmaları eşyanın tabiatına uygun, tabü bir gelişmedir. Stefanos
Yerasimos’un değerlendirmesine göre: Bizans İmp.nda iktidarı kaybetmekte olan
bürokrasiyle, orduları bulunan büyük mülk sahipleri arasında cereyan eden
mücadeleler ülkeyi harebeye çevirmiştir. Bu durum halkı devletten ve mülk
sahiplerinden soğutmuş, yeni gelen topluluk tarafından özümsenip kendi içinde
erimesine sebep olmuştur.

Osmanlı Devletinin Balkanlarda yayılmasında da aynı durum sözkonusu
idi. Osmanlı idari, hukuk ve toprak düzeni Balkon halkları için bir alternatif ve
tercih sebebi olmuştur. Dini hoşgörü, iktisadi rahatlık hususunda tarihçiler
muttefiktir. Gibbons, Osmanlılarm, yeniçağlarda dini hürriyet ve hoşgörü ilkesini
getiren ilk millet olduğunu, Batı dünyası engizisyon zulmü ve Yahudi aleyhtarlığı
gibi, din ve mezhep taassubu içinde çalkalanırken; Türkiyede her dine mensup insanlarm
ahenk ve barış içinde yanyana yaşadığmı, yine,16. yy’m Akdeniz bölgesinin iktisadi
ve sosyal tarihini yazan F. Braudel, Osmanlılardaki feodal sistemin Avrupalılarınkinden
daha iyi olduğunu belirtmişlerdir.

Esasında bu yapılanmalar ve özellikleri yok farzettiğimiz takdirde
altıyüz sene yaşayabilmiş Osmanlı tarihini anlamakta güçlük çekeriz. Meselâ,
Balkanlardaki değişik etnik unsurları uzun süre bir arada tutabilmeyi ve oralarda
yapılan yatırımları, Mehmed II.nin İstanbul’u fethinden sonra bütün halkı
kucaklayıcı siyaseti, ancak İslam’ın cihad anlayışıyla izah edilebilir. Bütün
muameleler bu düşünceye göre şekillenir. Fethedilen yer vatan toprağı, üzerinde
yaşayan unsurlarda artık yabancı değil, tebaa (günümüzün kavramlarıyla ifade et=
mek doğru olursa vatandaşdır.

"Avrupanın içlerinde, Arap çöllerinde asırlarca kan dökmek bize
ne kazandırdı" gibi günümüzde telaffuz edilen sözler, Türk fütuhat
felsefesine göre anlamsızdır. Suud çöllerine yapılan bir taarruz Anadoludaki bir
şehire yapılmış gibi addedilir. "Smırdaki bir kulubenin işgali dolmabahçe
sarayının işgali gibidir." Zira oralar vatanın bir parçası olup, uğruna
dökülen kan da şehit kanıdır. Osmanlı devletinin gelişip, büyümesi insan
vucudunun büyümesine benzediği için, gövdeden kopacak en küçük parça bile vücudu
uzun bir süre rahatsız eder.

Sonuç olarak şunuda belirtmekte yarar görüyorum: Osmanlı fetih ve
cihad siyasetinin her zaman kaidelerine uygun bir şekilde tezahür ettiğini
söyleyebilmemiz de mümkün değildir. Hele geniş bir coğrafyaya yayılan değişik
bölgelerde mücadele etmek zorunda olan ve değişik bölgelerde idari yapılanmaya
giren, ayrıca her zaman idareci ve komutanlık vasıflarını haiz olan insanları
bulunmayan veya isabetsiz tayin edilen bir imparatorlukta Cihad hususundaki hassasiyet de
her zaman tutarlı olmayabilir. Arıcak biz burada genel olarak Selçuklu ve Osmanlılarda
makes bulan anlayışı ortaya koymaya çalıştık. Türk fetih siyasetini kapsamlı bir
şekilde ortaya koymak için Osmanlı Devletinin bütün safhalarını inceleyerek,
hususan savaşların gerekçeleri, ulemânın tavrı ve alman neticeleri incelememiz
gerekir ki, bu da bir kitabın hacmini aşabilecek araştırmayı gerektirir.

Kaynakça

Akpınar, Dr. Turgut, Selçuklu Tarihçilerimizde Siyasi ve İdeolojik
Düşünceler, Tarih ve Toplum Ocak 1993, Sayı: 109

Ana Britanica, c.6

Bahadıroğlu, Y. Orhan Gazi. İst 1983

Barkan, Ö.L., Kolonizatör Türk dervişleri, Hamle Yayınları

Beldıceanu, Nıcara, Osmanlı İmp.nda Şeneltme, Türkleştirme ve
İslamlaştırma., Tarih ve Toplum: Ekim 1992, sayı:l06

Çetin, Osman, Anadoluda İslamiyetin yayılışı, İst.1990

Davıson, Roderic H. Türkiye’nin Batıdaki Tarihsel İmajı, Tarih ve
Toplum. Ocak 1993 Sayı:109

Georgeon, François, A. Abdulhamit ve İslam, Tarihv e Toplum, Nisan
1993, Sayı:112

Hammer, J. (Bugünkü dille: Abdulkadir Karahan) Osmanlı Tarihi, c.l.
İst.1990

İnalcık, Halil: "Rumeli", İ.A. c.9

Osmanlı İmparatorluğu, İst.1993

Kabapınar, Y. Bir İdeolojik mücadele Alanı olarak lise Tarih
Kitapları I,II,III, Tarih ve Toplum; Ekim, Kasım, Aralık,1992, sayılar:106,107,108

Kafesoğlu, İ.: Türk Fütuhat Felsefesi ve Malazgirt Muharebesi,
tarih Enstitüsü Dergisi Sayı: 2’den aynı basım İst.1971

Kırkıncı, Mehmed: Daru’1-Harb Nedir? İst.1985

Köprülü, Fuat: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara,1991

Kula, Onur Bilge, İncildeki Bir Söylemin Türk İmgesine
Uyarlanışı, Tarih ve Toplum Nisan 1993 Sayı:112.

"Kayzer I. Friedrich’in (Barbarossa) Yaşamının ve Tarihinin
Gerçek Öyküsü"nde Türk İmgesi, Tarih ve Toplum Ağustos,1992 Sayı:104

Niyazi, M, Türk Devlet Felsefesi, İst.1993.

Schwarz, Klaus,16. yy’ın Ortalarında Protestanlarm umudu: türkler,
Tarih ve Toplum, İst.1989, c.10. s.265

Şıbay, Halim, S. Cihad, İ.A. c.9

Tekin, Şinasi: türk Dünyasında Gaza ve Cihad Kavramları Üzerine
Düşünceler, Tarih ve Toplum, Ocak 1993. Sayı:109

Gazi teriminin Anadolu ile Akdeniz Bölgesinde İtibarını Yeniden
kazanması T. ve Toplum. Şubat 1993. Sayı:110.

Topaloğlu, Bekir, Özel, Ahmed, "Cihad" Dia.

Turan, Osman, Türk Cihan Hakimyeti mefkuresi Tarihi C.I., II. İst
1993

Yalçın, Aydın, Türkiye İktisat Tarihi, İst.1979.