Niccolo Machiavelli Hükümdar adlı eserinde,
Lerenzod de Medici’ye yazdığı sunuş yazısında "Manzara resmi
yapanların dağları ve yüksek tepeleri daha iyi görmek için, alçak ovalara
gitmeleri; alçaktaki yerleri görmek için de yüksekteki tepelere çıkmaları
gerektiği gibi halkın tabiatını iyi tanımak için hükümdar olmak; hükümdarınkini
iyi tanımak için de halktan biri olmak gerekir" der. Bugüne kadar bu anlayış
doğrultusunda çözülmeye çalışılan temel mefhumların, ortaya çıktıkları
coğrafyadan tecrit edilerek incelemeye tabi tutulduklarını görüyoruz. Dağı daha
iyi görmek için ovaya, ovayı daha iyi görmek için de dağa çıkmak gerektiği
düşüncesinde olmadığımız için dağın ve ovanın kendilerinden uzaklaşılarak değil,
yakınlaşarak daha iyi çözümleneceği noktasından hareket edeceğiz. Bu düşünce
istikametinde "fikr-i milliyet" olgusunun tarihi gelişimini, "ümmet-milliyet"
ilişkisini ve günümüzün en iyi yönetim biçimi olan demokrasinin "ulusal
azınlıklar"la ilişkisini değerlendireceğiz.

FİKR-İ MİLLİYETİN TARİHİ GELİŞİMİ

Milliyet düşüncesinin ortaya çıkması "ulus"
olgusunun ortaya çıkmasmdan sonraki döneme rastlar. 12. ve 13. yy’lardan itibaren
Avrupa’da yaşanan nüfus artışı ve tarım tekniklerindeki ilerleme üretim
düzeyinde önemli ölçüde bir artış sağlamıştır. Üretim düzeyindeki bu artış
pazarlarda canlanmaya sebep olurken, kentler ticaretin etkisi ile büyümeye
başlamıştır. Üretim artışı ve beraberinde getirdiği haberleşmenin önem
kazanması, para ve kredi işlemlerindeki yoğunlaşma yeni bir
sınıf-kentliler-ortaya çıkarmıştır. Kentli sınıf tarımsal üretim kitlesinin
egemenliğinden kurtulamamıştır. Ama maddi ilerlemenin harekete geçirici gücünü
elde etmeyi başarmıştır. Üretim tekniklerindeki bu dönüşüm derebeylerinin
oluşturduğu kendi kendine yeten kapalı tarım ekonomilerini alt-üst etmiştir.
Ticaret ve sanayide gelişme sağlandıkça gelişmeye mani olan derebeylik kurumları
da kendilerini dönüştürmeye başlamıştır. Bu dönüşüm her ülkede ayrı bir yol
izlemiştir. Biz burada bu dönüşümü, her ülke için inceleme yoluna gitmeden genel
olarak ortaya koyacağız.

Ticaretin büyümesi ve haberleşmenin gelişmesi
derebeylik sisteminin kapalı yapısını çözerek onları ulusal bütün içerisinde
asimile etti. Derebeylik sınrıları içerisinde geçerli olan birlik duygusu ulusal
sınırlar içerisinde de geçerlilik kazandı. Derebeylik sisteminin geçirmiş olduğu
bu dönüşüm, sistemin rantını paylaşan feodel beyler ve kilisenin gücünde
azalmaya yol açtı; bu da kralların güçlenmesini sağladı. Krallar kendi güçlerini
artırmak ve sağlama almak için kentlerin kurulmasını teşvik ettiler. Zira
derebeylik sisteminin sonucu olan parçalı yapı, kentlilerin ticaretleri için en
önemli engeldi. Kralın egemen olduğu geniş sınırlar içinde güvenli bir biçimde
ticaret yapabileceğini düşünen kentliler, kralın otoritesini güçlendirecek
şekilde hareket ettiler. Tüm bu gelişmeler aynı din, aynı vatan, aynı dil, aynı
ülkü gibi yalnız o siyasal topluluğa özgü kavramlar etrafındaki birliktelikleri
netice verdi.

İlişkilerin yüz yüze olduğu bir sistemden yüz yüze ilişkilerin
önemini yitirdiği bir sisteme geçilmesi, fertleri toplum içerisinde
yalnızlığa itti. Yalnızlık duygusunun yerine dayanışma duygusunu temin eden ulus
olgusunun, bu noktadan itibaren ortaya çıktığını görüyoruz. 12. yüzyılda
kralların güçlenmesi ile başlayan bu süreç 16. yüzyıla kadar devam etti. 16.
yüzyılda ulus olgusunun belirginleştiği Avrupa, 18. yüzyıla kadar aydınlanma
felsefesinin etkisi ile "dinsel sadeleştirme" yaşadı. Toplumsal bütünlüğü
sağlayan din olgusunun yerine burjuvazinin denetimindeki kral ikame edildi.
Kentliler iktidarlarına meşruluk kazandırabilmek için iktidarın kaynağını ulusa
kaydırdılar. Burjuvazinin iktidarına temel teşkil edebilecek biçimde toplumun
birliğini sağlamak amacı ile ortaya çıkan fikr-i milliyet olgusu, farklı
toplumlarda değişik amaçlara yönelik olarak görülürken, Osmanlı devletinde
ayrılma unsuru olarak etkisini gösterdi. Avrupa’nın kendi içsel dönüşümü sonucu
ortaya çıkan ve sadece Avrupa’nın ihtiyaçlarını belli bir oranda
karşılayabilecek olan milliyetçilik olgusu Avrupa dışındaki ülkelere kargaşadan
başka bir şey kazandırmamıştır.

Bediüzzaman Avrupa’da "milliyet" fikrinin
uyanmasını şöyle açıklıyor: "İlme istinad ile devletlerin teşekkülü, mütekabil
devletlerin tesadümü, gaddarane istibdatlarının icazeti engizisyona
taassublarının aksülamel yapan tazyikatı, mütevazi unsurların rekabetle
müsabakatı, Avrupalıların istidadlarını inkişaf ettiren mezâya ve fikr-i
milliyeti uyandırdı." (Sünûhat, 78.) Bu izahatı incelediğimizde Bediüzzaman’ın
Avrupa’nın yukarıda değindiğimiz içsel dönüşümünü iki noktaya dayandırdığını
görürüz. Bu noktalar "ilme istinad" ve "engizisyona taassubların aksülamel yapan
tazyikatı"dır.

Avrupa’nın kendi içsel dönüşümü neticesinde ortaya
çıkardığı "fikr-i milliyet" dessas Avrupa zalimleri tarafından maksadlarına
ulaşabilmek için dışarıya ihraç edilmeye başlandı. Fikr-i milliyetin ihraç
edildiği ülkelerden bir kısmı Avrupa’nın geçirdiği içsel dönüşümü geçirmediği
için (Doğu Avrupa) bir kısmı da sahip olduğu inanç sistemine muhalif olduğu için
(Osmanlı devleti) zarar gördüler. Sonuçta Avrupa’nın kendi içinde bütünleşmeyi
sağlamak maksadıyla kullandığı "fikr-i milliyet" olgusu Avrupa dışında
bütünleşmiş toplumların parçalanması sonucunu doğurdu. Said Nursî "fikr-i
milliyet" olgusunun ihraç edilme sebebinin, ihraç edilen devletlerin parçalanıp
yutulması olduğunu belirtmiştir.

"Fikr-i milliyet" olgusunun ihraç edildiği döneme baktığımızda
bu olgunun ihraç edildiği ülkelerde itibar kazandığını görürüz.
Fikr-i milliyetin kısa zamanda bu denli kabul görmüş olmasının temelinde şu
sebepler yatmaktadır:

1. Fikr-i milliyette varolan nefsanî ve
gafletkârane bir zevk ve şaametli kuvvet.

2. Çözülme sürecine giren çok kimlikli devletlerin,
ancak tek kimliğe isnad edilerek kurtarılabileceği fikrinin, fikr-i milliyetin
ihraç edildiği ülkelerin aydınları tarafından geniş bir oranda kabul görmesi.

3. Merkezi bir karakter taşıyan milliyet
anlayışının gücü zaafa uğramış olan merkezi otoriteleri güçlendirecek bir fikir
olarak görülmesi.

DEMOKRASİ VE ULUSAL AZINLIKLAR

Azınlıkların statüsü 19. yy.dan bu yana uluslararası
platformlarda tartışılmaktadır. Günümüze kadar yürütülen tartışmalar neticesinde
ortaya çıkan irade, baskıya maruz kalan ulusal azınlıkların haklarını alabilmek
için başlatmış oldukları mücadelenin mübah kabul edilmesi yönündedir. Azınlık
hakları uluslararası platformda yoğun ve dikkatli incelemelere tabi tutuluyor
olmasına rağmen, ulusal azınlıkların nihai statüsü konusunda bir konsensüs
oluşturulamamıştır. Ne Fukuyama tarafından tarihin sonu olarak ilân edilen
dönemin ideolojisi olan "liberal demokrasi," ne de en önemli uğraş olanı olarak
"kimlik" problemlerini belirlemiş olan "post modern" ve "post komünist"
yaklaşımlar ulusal azınlıkların sorunları konusunda yapısal çözüm önerileri
getirememişlerdir.

Ulusal azınlıkların yürüttüğü mikro milliyetçilik
akımının yayılmakta oluşunun ve uluslararası kurumların ve eğilimlerin bu soruna
yapısal çözümler getirmekte yetersiz kalmasının temelinde, "demokrasi" ve
"millet" kavramlarına yüklenmekte olan mânâlar yatmaktadır. Bu iki kavrama
yüklenmekte olan mânâları da dünya sisteminin belirleyicisi konumunda olan
ülkelerin barışının temininden daha öncelikli hedefler ittihaz etmiş olmaları
belirliyor. Bu sebeple bu iki kavrama objektif ve genel geçerli mânâlar
kazandırılamamıştır.

Burada ilk olarak "demokrasi" kavramına yüklenilen
mânânın ne olduğunu, bu şekil bir yüklemenin etkilerin neler olduğunu,
demokrasiye ne şekil bir mânâ yüklersek bu negatif etkilerden uzak
kalabileceğimizi saptamaya çalışacağız. İkinci olarak da demokrasi kavramı için
incelediğimiz bu hususları "millet" kavramı içinde bir incelemeye tâbi
tutacağız.

Dünya sisteminde devletlerin giderek artan bir
biçimde benimsediği ve benimsenen devletler tarafından kurum ve kurallarıyla
yerleştirilmeye çalışılan demokrasi, birden fazla etnik kimlikten mürekkep
toplumlarda ihtiyatla karşılanmaya başlandı. Buna ulusal azınlıkların varlığının
ve taleblerinin demokrasi ile çelişik olarak algılanmasının neden olduğunu
söyleyebiliriz. Demokrasi ve ulusal azınlıkların taleplerinin çatışıyor
gözükmesinin nedeni, "demokrasi" kavramına yüklenilmiş olan mânâdan
kaynaklanmaktadır. Demokrasinin geleneksel ve modern tanımında yüklenmiş olduğu
mânâ, ulusal azınlıklara farklı yaklaşılmasını sağlamaktadır.

Geleneksel tanımda demokrasi, "gücün halkta olduğu"
rejimdir. Gücün halkta olması siyasî eylemi meşru kılan gücün, halkın egemenliği
olması demektir. Yalnızca halk adına, halkın menfaati için kullanılan bir siyasî
güç vardır. Siyasî eylemi meşrû kılma aracı olan halk egemenliği, ulusal
azınlıklarm taleplerini karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Bu tanımlamada
çoğunluğa sahip olanların, heterojen grubları olduğu gibi ve kolayca
benimsemesini beklemek gerçekçi değildir. Ayrıca bu mânâdaki bir tanımlamada,
"ulusal azınlıklar"ın siyasî demokrasinin işlemesini sağlayan temel
mekanizmalarm yapısını bozucu bir konuma girdiklerini görüyoruz. Burada şu
soruları sorabiliriz: Demokrasi sadece etnik türdeşliğe sahip toplumlarda mı
olacaktır? Birden fazla etnik kimliğe mensup toplumlarda demokrasinin
varolabilmesi için farklı kimliklerin "hakim kimlik" içinde asimile edilmesi mi
gerek? Bu sorulara "evet" demek doğru olmaz. Evet demek doğru olsaydı geçmişte
ve günümüzde örneklerinin bulunmaması gerekirdi. Geçmişte Osmanlı devleti,
günümüzde ise A.B.D. bunun başarılabileceğinin en somut iki örneğidir. Bu iki
örnek tatmin edici bulunmasa bile bugüne kadar tam mânâsıyla tesis edilememiş
olması, bundan sonraki dönemde tesis edilemeyeceğini göstermez.

Modern tanımlamada ise domakrasi, "bireyin
haklarını gözeten" bir mahiyet kazanmaktadır. Bu tanımlamada demokrasinin yegane
amacı bireyin haklarını-etnik ve dinsel köken ayrımı gözetmeksizin-siyasî
otorite karşısında korumaktır. Hukukî düzenlemelerle eylemleri sınırlandırılan
siyasî otorite, insan hak ve hürriyetlerini esas maksad kabul eden bir yapıya
kavuşmakta; siyasî otorite tabiyetinde bulunan fertlere bir "etnik kimlik"
mensubu olarak değil "insan" olarak bakmaktadır.

Bu tanımlama ile toplumu oluşturan bireyler siyasî
otorite tarafından "etnik ve dinsel kimliği" ile değil, "insan" olma vasfı ile
değerlendirilecektir. Bu şekil bir tanım demokrasiyi ulusal azınlıklar ile
çelişiyor olma durumundan çıkaracaktır. Bu şekil bir tanımlamanın bir başka
tesiri de "heterojen demokrasi"den "homojen demokrasiye" geçişi sağlamasıdır.
Her an çoğunluk tehdidi altında bulunan ulusal azınlıklar heterojen demokrasinin
yerini homojen demokrasinin almasıyla çoğunluk tahdidinden kısmen kurtulur.

Milliyetçi söylem siyasette her zaman pirim
yapmıştır. Rejimin niteliğinin bu gerçeği değiştirmediğini gözlüyoruz. Çoğu
zaman "devlet," icraatını meşru göstermek amacıyla dozajı ayarlanarak toplumlara
sunulmaktadır. Milliyetçi söylemin hareket noktası olan "millet" olgusu
demokrasi ile ulusal azınlıkların çelişik olarak algılanmasının temelinde yatan
ikinci unsurdur. "Demokrasi" kavramında olduğu gibi "millet" kavramına da
yüklenilen mânâ çelişkiye neden olmaktadır. Devletlerin resmî ideolojilerinin
paralelinde yapılan tanımlamalarda birden fazla etnik kimliği "hakim kimlik"
içinde asimile edecek bir biçimde "millet" kavramma mânâ yüklenildiği görüyoruz.
Bu şekil bir tanımlama toplumu oluşturan farklı kimlikleri birarada tutmakta
yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizliği giderebilmek için toplumu oluşturan farklı
kimliklerin tümünün benimsediği yaşayışın, merkez olan olguların farklı etnik
kimliklerden mürekkep toplumlarda "millet" tanımının merkezine yerleştirilmesi
gerekir.

Tek başına "etkin türdeşlik" toplumları birarada
tutmaya yetmez. Yeterli olsaydı aynı etnik kimliğe mensub olan Sırplar ve
Boşnakların barış içinde birarada yaşıyor olması gerekirdi. Etnik türdeşliğe
sahip olan Sırplar ve Boşnakların savaşmasından çıkan sonuç bu iki toplumun
savaş sebebinin "toplumsal bütünleşmeyi" sağlayan temel olgu olduğudur.
Toplumları birarada tutacak temel unsur "din"dir. "Etnik kimlik" olgusuna
dayanılarak yapılan "millet" tanımının yerine "din" olgusuna dayanılarak yapılan
tanımlama, toplumları birarada tutmakta daha başarılı olacaktır. Toplumun bir
kısmının hayatında merkez teşkil eden "kimlik" unsurunun yerine toplumun
bütününün hayatında merkez olan "din" unsuruna dayalı bir "millet" tanımı, dış
güçler tarafından sürekli birlikteliği zaafa uğratılmak istenen toplumların
mukavemet gücünü artıracaktır.

"Etnik kimlik" esasına dayalı tanımlamaların
sakıncalarını, "din" esasına dayalı tanımlamaların faydalarını gördükten sonra
öyle bir tanımlama yapmalıyız ki, birinci şekil tanımlamanın zararlarını ortadan
kaldırırken ikinci şekil tanımlamanm faydalarını temin etsin. Bu şekilde bir
tanımı Said Nursî’de buluyoruz: "Dil, din, vatan bir ise millet birdir." Bu
tanımlamada temel unsur din olgusudur. Toplum "din" noktasmda homojen ise,
toplumun birarada yaşamasını temin edecek en güçlü bağ sağlanmış olur. Dil ve
vatan unsurları "din" unsurunu destekleyici bir mahiyet kazanırlar. Dinsel
türdeşliğin olmadığı toplumlarda ise "vatan" birliği, birlikte yaşama arzusunu
temin eder. Tarihte bu unsurlardan din ve vatan unsurunun ön plâna çıkarılarak
toplumsal bütünlüğün kurulması yoluna gidildiğini görüyoruz. Bu iki unsurun
bağlayıcılığının en iyi biçimde görüldüğü devlet Osmanlı devletidir. Osmanlı
devleti farklı kimliklere mensup, aynı dine bağlı olan toplumlarda "din"
unsurunu, farklı dinlere bağlı benzer ve farklı kimlikleri de "vatan" unsurunu
ön plâna taşıyarak devlet bünyesinde tutmayı başarmıştır.

İslâmda ırk mefhumu

Kâinatta var olan hiçbir şeyin ihtiyarı ve iradesi
dışında cereyan etmediği Allahü Teâlâ nasıl bir zerrenin hareketini bir hikmete
göre düzenlemişse; ruy-i zeminin halifesi olan insanın da farklı milletlerden
yaratılması bir hikmete göredir. Hucurat Sûresinin 13. âyetinde Allahü Teâlâ
bunu şöyle açıklıyor: "Sizi taife taife, millet millet kabile kabile yaratmışım.
Tâ birbirinizi tanımalısmız. Ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiye
münasebetlerinizi bilesiniz. Birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa yek diğerinize
karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet edesiniz diye değil." Ayetin
mânâsından üç sonuç çıkarıyoruz. Bunlardan birincisi insanların farklı milletler
şeklinde yaratılma sebebinin husumet ve adavet değil, tearüf ve teavün
olduğudur. İkinci sonuç ise İslâm dininin ırk mefhumunu kabul ederken ırkçılığı
reddettiğidir. Irk mefhumu bir bütünün parçalarından biridir. Bütünün parçası
olarak bütünün işleyişine hizmet etmesi için yaratılmıştır. Bütünün
parçalarından biri olan ırk, diğer parçalarını inkâr cihetine gidip bütünü kendi
maksatlarına âlet etme düşüncesinde olursa, bu ırkçılıktır. İslâm dini bu
anlayışın karşısındadır. Sonuncu olarak da Cenab-ı Hakkın kudretini göstermesi
maksadıyla insanları farklı ırklarda yarattığı sonucunu çıkarıyoruz. Said Rursî,
Mektubat adlı eserinde âyet-i Kerimede geçen "tearüf ve teavün" düsturunu şöyle
açıklıyor. Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara,
bölüklere, takımlara kadar tefrik edilir; Tâ ki her neferin muhtelif ve muteadit
münasebeti ve o münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin. Ve tâ o ordunun
efratları düstur-u teavün altında hakiki bir vazifey-i umumiye görsün. Ve hayat-ı
içtima’iyeleri a’danın hücumundan mâsun kalsın. Yoksa tefrik ve inkisam, bir
bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet
etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir." (Mektubat
ss.309-310.) Bediüzzaman bu misal doğrultusunda hayat-ı içtima’iyeyi kabail ve
tavaife inkisam etmiş bir orduya benzetmiştir. Halikları, rezzakları,
peygamberleri, kıbleleri, kitapları, vatanları bir olan ve daha nice birleri
bulunan cemiyetin farklı milliyetlerden terettüp etmiş olması tenakür ve tehasüm
için değil, tearüf ve teavün için olduğuna işaret etmiştir.

ÜMMET-MİLLİYET İLİŞKİSİ

Ortaçağ boyunca ne Avrupa’da, ne de İslâm
dünyasında "milliyet" düşüncesine rastlanılmaz. Bu dönemde Avrupa’da toplumsal
bağlılığı sağlayan mutlak bir unsur mevcut değil. Tamamen atomize bir yapı
hâkim. İslâm dünyasında ise "Muhammed ümmeti" anlayışı var. Milliyet düşüncesinin
ortaya çıkmasıyla birlikte Hıristiyanlar İngiliz, Alman, Fransız milliyetleri
toparlayıcı ve birleştirici birer unsur olarak ortaya çıktılar. Avrupa’da iç
dinamikler neticesinde sağlanan bu dönüşümün akabinde İslâm dünyasında da bir
dönüşüm başladı. İslâm dünyasında görülen dönüşüm Avrupa’da ortaya çıkan
dönüşümden farklılıklar içermektedir. Bu farklılıklardan en önemli olanı
dönüşümün ortaya çıkış şekli; İslâm dünyası bu dönüşümü kendi iç dinamikleri
neticesinde değil, dış dayatmalar sonucunda yaşadı.

İslâm dünyası dış dayatmalar neticesinde tanıdığı
"milliyet" olgusunu geleneksel mücadele (ümmet) anlayışının yerine ikame etme
yoluna gitti. Geleneksel mücadele tarzının hedef ittihaz edilen noktalara
taşımakta yetersiz kaldığı fikri, İslâm dünyasında öne çıkmaya başladı. Bu
noktadan hareketle "ümmet" fikrinin yerini ‘milliyet" düşüncesi aldı.

"Milliyet" düşüncesini yoğun olarak ilk defa Avrupa
coğrafyasında göüyoruz. Üzerinde mutabakata varılmış bir tanımı olmamakla birlikte
kavram, yaygın olarâk "aynı etnik kökene mensup bireylerden" müteşekkil
devletin
ideolojisi olarak kullanılmakdır.

Bu noktada "ümmet" fikri ile "millet" anlayışının
çeliştiğini görüyoruz. Birden fazla ulusu din temelinde bünyesinde barındırma
düşüncesindeki "ümmet" anlayışı, aynı etnik kökene mensup kişilerden müteşekkil
olan "ulus-devlet" anlayışı ile nasıl bağdaşacak? Bu soru üç farklı biçimde
cevap bulmaktadır:

1. Bu asırda "ümmet" fikri geçerliliğini yitirmiş,
yerini "fikr-i milliyet" almıştır.

2. Esas olan "ümmet" fikridir. "Ümmet" fikrinin
tesis edilebilmesi için "fikr-i milliyet" terk edilmelidir.

3. "Ümmet" fikri "fikr-i milliyet" ile çelişmez.
Yukarıdaki soruya verilen cevapları analiz ederek sonuca ulaşmaya çalışacağız.

1789 Fransız İhtilali ile birlikte devlet
yapılarının dönüşüme uğramaya başladığını görüyoruz. Bu dönüşüm, ortaya
çıktıkları toplumun iç dinamikleri neticesinde yaşandı. Avrupa kendi içinde
dayanışmayı temin etmek maksadıyla kullandığı "milliyet" düşüncesini Avrupa
dışında "bütünleşmiş yapıları" parçalamak için kullandı. Bu noktada "ümmet"
fikrinin yerine ikame edilen "milliyet" anlayışı, ortaya çıktıkları toplumdan
ziyade dayatmada bulunan toplumun yararını sağladı.

"Ümmet" fikrinin yerini "milliyet" düşüncesi
alırken "ümmet"in merkezinde yer alan "din" olgusunun yerini "milliyet"
anlayışında "ırk" olgusu almıştır.

Ümmet anlayışının yerine milliyet anlayışının ikame
edilmesi lâzım geldiğini söyleyenlere Said Nursî ile cevap verelim: "Bir asır
evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil. Bolşevizm,
sosyalizm meseleleri istilâ ediyor, unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı
geçiyor…" (Mektubat, s. 424.)

Gökalp’te "ümmet-milliyet" ikileminin
"medeniyet-millî kültür" şeklinde tezahür ettiğini görüyoruz. Gökalp’e göre bir
toplum için esas olması gereken millî kültürdür. Medeniyet ikinci plânda
kalmalı ve gerektiğinde müracaat edilmelidir. "Millî kültür"ün "medeniyet"e tâbi
olması halinde millî kültürün yok olacağını söylerken, asıl olarak milliyet
düşüncesinin ümmet fikrinde yer edilemeyeceğini belirtmektedir.

Soruya verilen cevaplardan ikincisi birincisiyle
ortaklık içeriyor. Bu ortaklık "ümmet" fikri ve "milliyet" düşüncesinin birarada
bulunamayacağı düşüncesidir. İkisinde de birinin varlığı diğerinin yokluğu
halinde mümkün olduğu anlayışı var. İkinci cevabın özünde "ümmet" fikrinin
geçerlilik kazanabilmesi için "fikr-i milliyet" düşüncesinin pasifize edilmesi
düşüncesi yatmaktadır. "Ümmet-millet" ilişkisine getirilen bu çözümleme marjinal
kalmıştır. Bir önceki cevapta olduğu gibi fertler tercih gerektirecek bir durum
olmamasına rağmen tercih yapmaya zorlanmaktadır. Bu sorunla karşılaşan kimseler
ya milliyetlerinden vazgeçecekler ya da inançlarının gereği olan ümmet
düşüncesinden vazgeçecekler. Bu da ikileme sebep olmaktadır. Birinci kısım hitap
ettiği milletin milliyetinin "İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tafrik
değil" gerçeğini gözardı etmiş olması sebebiyle fertleri ikileme sürüklüyor.
İkinci kısım is, "Müsbet milliyet hayat-ı içtimainin ihtiyac-ı dahilisinden
geliyor; teavüne, tesanüde sebebtir. Menfaatlı bir kuvvet temin, uhuvvet-i
İslâmiyeyi daha ziyade tayid edecek bir vasıta" olduğu gerçeğini nazar-ı dikkate
almamş olmaları hitap ettikleri kimseleri ikileme götürmüştür.

"Ümmet-millet" ilişkisine getirilen her iki
çözümlemenin de yetersizliğini gördük. Bu noktadan sonra bu iki kavram
arasındaki ilişkiyi, soruya verilen üçüncü cevabın doğrultusunda yaklaşacağız.
"Ümmet" ve "millet" kavramları esas olarak birbirleriyle çelişik değildir.
Çelişik olarak algılanmasının temelinde kavramlara yüklenilen mânâlar-özellikle
fikr-i milliyete-yatmaktadır. Bu noktada problemin çözümü için Said Nursi’nin
"fikr-i milliyet" analizine müracaat edelim.

Fikr-i milliyet iki kısımdır:

1. Menfi fikr-i milliyet

2. Müsbet fikr-i milliyet

Menfi fikr-i milliyet, "menfidir, şeametlidir,
zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir. Diğerlerine adavetle devam eder.
Müteyekkız davranır. Şu ise muhasemet ve keşmekeşe sebebtir." Müsbet fikr-i
milliyet ise "hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor;
teavüne, tesanüde sebebtir. Menfaatli bir kuvvet temin eder. Uhuvvet-i
İslâmiyeyi daha ziyade tayin edecek bir vasıta olur."

Bu ayırım çerçevesinde "ümmet-millet" ilişkisini
incelediğimizde, "fikr-i milliyet" "menfî fikr-i milliyet" düşüncesinde
şekillenirse "ümmet" anlayışına muhalif olur. Bu noktada "fikr-i milliyet"
düşüncesi "ümmet" anlayışında yapıcı bir yönde değil yıkıcı bir yönde işlev
kazanır. "ümmet-millet" ilişkisi "müsbet fikr-i milliyet" anlayışı temelinde
şekillenirse ümmet fikri ile çelişik olma durumu ortadan kalkar. Bu noktada da
"fikr-i milliyet," "ümmet" düşüncesi karşısında yapıcı bir işlev kazanmış olur.

Gökalp’in "millî kültür" "medeniyet" ilişkisini bu
analiz temelinde değerlendirirsek bir medeniyete dahil olmanın millî kültürü
yozlaştırmayacağı sonucuna ulaşırız. Medeniyete dahil olma millî kültürü negatif
unsurlardan arındırmakta medeniyetin birikiminden istifa etmesini sağlamaktadır.

Dokunun varlığı için hücrenin varlığı nasıl engel
değil, tam tersi sürekli bir unsur ise, fikr-i milliyetin varlığı içinde "ümmet"
fikri engelleyici değildir. Hücreler kendilerini yokederek değil, birleşerek
dokuyu oluşturuyorlar. Aynen öyle de fikr-i milliyet eritilerek değil, bir yöne
kanalize ederek "ümmet" düşüncesinin gerçekleşmesi sağlanır.

"Din milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine
birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avam ve havassa
şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye yüzden birisine—yani, menâfi-i şahsiyesini
millete feda edene—has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye
esas olzrıalı." Bediüzzaman bu cümlede dinin milliyetin ruhu olduğunu, din
olgusunu barındırmayan bir milliyet anlayışının toplumda gerçekleşmesi istenilen
amaçlara ulaşılmasında başarısız kalacağını belirtmiştir. Din olgusu tarafından
şekillenmeyen milliyeti ruhsuz bedene benzetmiştir.

Dünyada son zamanlarda yoğun olarak ortaya çıkan
"kültürel benzeşme" ve "din birliğine" dayalı bütünleşme hareketleri "ümmet"
anlayışının sanıldığı gibi geçerliliğini yitirmediğini, tam tersi olarak giderek
artan bir oranda revaç bulduğunun kanıtıdır.

Kaynaklar

Oran, Baskın, Atatürk Milliyetçiliği, Bilgi
Yayınevi.

Duverger, Mourice, Siyaset Sosyolojisi, Varlık
Yayınları.

Nursî, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul.

Nursî, Said, Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul.

Nursî, Said, Divan-ı Harbi Örfi, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul.

Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, M.E.B. Yeni
Yüzyıl gazetesi, "Perspektif-Bela Farago," 8 Ocak 1995.