Bir Nakaratın Düşündürdükleri

Bir şahıs farz edelim: Adı Üzeyir. Otuz yaşına kadar kendisini
Türk olarak bilmiş ve iyi bir Müslüman. Sonra ansızın Yahudi asıllı bir dönmenin
çocuğu olduğunu öğrenmiş.

Bir mekan düşünelim. Beş-altı dost; Üzeyr de
aralarında. Sohbet koyulaşıyor. Konu, Yahudilerin Allah’ın lânetine müstehak
olmuş kötü bir kavim olduğuna geliyor. Üzeyr’in Yahudi asıllı olduğunu kimse
bilmiyor.

Şimdi kendinizi bir an için Üzeyr’in yerine koyunuz. Ne yapardınız,
neler düşünürdünüz?

Heyecanla ayağa fırlayıp, ırken Yahudi asıllı olduğunuzu
haykırır, genelleme yapmanın sakıncalarını anlatmaya çalışırdınız.

Kendi özel
durumunuzdan bahsetmeksizin, sadece genel ifadelerle, Yahudi anne babadan
olmanın tekbaşına kötü insan olmaya yetmeyeceğini, Müslümanlığı seçmiş bir
insanın, ırken Yahudi olsa dahi iyi insan olabileceğini izah ederdiniz.

Hiç ses
çıkarmaz, ancak içinizden, Yahudi ırkına mensup olmanın utanılacak bir durum
olmadığını kendinize telkin eder ve fakat konuşulanları tasdik etmiş gibi
yapardınız.

Şimdi de kendinizi Üzeyr’in gerçek ırkını bilen ve sohbet ortamına
girmesine vesile olmuş olan İbrahim olarak farz edin. (Sizin bunu bildiğinizi
Üzeyr bilmiyor.) Ne yapardınız?

Sohbeti sürükleyen kişiye/kişilere durumu
gizlice anlatır, Üzeyr’in gerçekte Yahudi asıllı olduğunu, bu nedenle onu
üzmemek, kırmamak ve damarına dokundurmamak için bu konuyu daha fazla
uzatmamalarını söylerdiniz.

Mensup olunan ırkın önemli olmadığını, iyi insan
olmanın, Allah’ı gerçekten tanımak ve ona hakiki kul olmak yolunda mesafe
katetmekle ölçüldüğünü anlatırdınız.

Bu sözlerinize karşılık, maksadınızın
farkında olmayan ve Türklüğüyle gurur duyan bir dostumuz, ırkın da insanların
vasıflarını belirlemekte önemli rol oynadığını; misafirperverlik ve kahramanlık
gibi seciyeler taşıyor olmasının Türklüğünden kaynaklandığını söylese ne cevap
verirdiniz?

Bu özelliklerin Türkler tarafından elde edilmesinin asıl sebebinin
Müslümanlıkları olduğunu iddia edemezdiniz. Çünkü, meselâ, Müslüman olan bütün
ırkların aynı ölçüde kahraman olduğunu savunmanız kolay olmazdı. Yani Türklüğün
de bu sonuca bir tesirinin olduğunu inkâr edemezdiniz.

O halde şu sorunun
cevabını bulmalıyız:

Başlıktada
vurgulamaya çalıştığımız üzere, insanlarda varolduğu gözlenen ırkçılık damarı,
acaba fıtrî, yaratılıştan var olan ve asla tamamen izalesi mümkün olmayan bir
"özellik" midir? Yoksa sonradan sosyal şartların tesiri ile kazanılan ve uygun
tedavi ile tamamen giderilmesi mümkün bir "hastalık" mıdır?

"MAZERETİM VAR,
ASABİYİM BEN"

Bediüzzaman Said Nursi 15. Mektubun 3. Sualiyle Arapların ve diğer
kavimlerin gurur-u millîyelerinden ve asabiyet-i millîyelerinden bahseder.

Asabiyyet (asabilik) kelimesi lügatta (1) sinirlilik, (2) kendi akraba, vatan,
din ve milliyetin aşırı derecede kayırma gayreti" olarak tarif edilmektedir.

Sinirli olan asabî mazur sayılabilir. Zira tıbbî telâkkilere göre asabilik,
insanın yaradılışından kaynaklanan bir özellik dâhi olsa, neticede bir
hastalıktır. Mazerete hak kazandırır.

Peki, ya ırkçı olan asabî, "Mazeretim var,
damarıma dokundurmayın" demek hakkına sahip midir? Makalemizin asıl amacı bu
sorunun doğru cevabıdır.

Milliyetçiliğin (ırkçılığın) çeşitli tarifleri ve
tasnifleri yapılmaktadır. Ancak biz burada konumuza yardımcı olacak başka bir
sınıflandırma yapacağız.

Bazı ırkların ırkçıları, "üstün ırk" olma iddiasını
ileri sürerler. Mesela Almanların özellikle Birinci Dünya Savaşından sonraki
ırkçılığı böyledir. Yine Yunanlıların Helen kültürünün üstünlüğüne dayalı
ırkçılığı da üstünlük iddiasını esas tutar. Biz buna "galibiyet ırkçılığı’
diyelim.

Bazı ırklarda ise bir tür tepki sonucu olarak ırkçılik ortaya çıkmıştır
ve "ırkların eşitliği" iddiasına dayanır. Meselâ İsviçre’de yaşayan Helvet
ırkı
mensupları (gerçek İsviçreliler) için ırkçılık, ırkların eşitliğini savunmak
anlamındadır. Bu tür ırkçılığa da "eşitlik ırkçılığı" diyebiliriz. Türkiye’de
yerleşik kavimler içinde sadece Türkler, Tanzimattan sonra Batının da tesiriyle,
galibiyet ırkçılığı yapmaya başlamışlardır. O tarihe kadar ise kavmiyetçilik
anlamında bir ırkçılık yapılmamıştır.

Aynı dönem içinde, Türkler dışında kalan
unsurlar ise, eşitlik iddiası ile ırkçı hareketlere girişmişlerdir. En yakın
örnek de, halen gündemde olan Kürt ırkçılığı akımıdır.

Galibiyet ırkçılığının en
temel özelliği, üstünlük iddiasından kaynaklanan ırkî taraftarlıktır. Böyle bir
ırkçı, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Çünkü ırkdaşını tercih eder
ve böylece sosyal hayatın temelinde yer alan adalet duygusunun yıkılmasına sebep
olur.

Bu tür ırkçılığın en mühim bir örneği de; Emevilerin, devlet felsefelerinde
İslâm milliyeti yerine Arap kavmiyetçiliğini ikame etmeleridir. O kadar ki,
Müslüman dahi olsa, diğer ırklara mensup olanlara "memalik" (köle) nazarıyla
muamele etmişlerdir. Bu da diğer ırkların millî gururunu rencide etmiş ve bir
tepki olarak eşitlik ırkçılığını netice vermiştir.

Ancak bu açıklamalarımızdan,
eşitlik ırkçılığının haklı ve makul bir yönünün varolduğu sanılmasın. Mühim bir
kuraldır, hatta hataya mazeret olmaz. Irkçılık fikri her iki halde de
taraftarlığı doğurur ve başkalarını yutmakla beslenir. Eşitliğe dayalı
ırkçılıkta bu yutma faaliyeti, bir karşı hareket, kin ve intikam ateşi şeklinde
kendisini gösterir.

Ancak yine de galibiyet ırkçılığı etki yoluyla eşitlik
ırkçılığının oluşmasına sebep olduğundan, daha ziyade kötüdür, zira olmasaydı
diğeri de olmayacaktı denilebilir.

GURURUN İKİ VERSİYONU

Her insanda az ya da
çok bir gurur-u millîye vardır. Bu millî gurur ya "kibir" anlamındadır.
Böbürlenmek, diğer ırkların mensuplarına tepeden bakmak, onların noksanları ile
meşgul ve tatmin olmak demektir. Ya da "iftihar" (mefahir-i millîye) şeklinde
görünür. Kendi millî seciyeleriyle övünmek ve bunu, milletler arasında cereyan
eden müsbet yarışta ateşleyici bir unsur olarak kullanmak anlamındadır.

Kanaatimizce asabiyet-i millîye de gurur-u millîye gibi iki tarzda kendini
gösterir. Müsbet yönü, her insanda var olan (fıtrî) ve hoş karşılanabilecek
nitelikte bir vasıftır. Zira kimseye zararı dokunınaz. Bediüzzaman da bu
milliyet fikrinin, müsbet milliyet fikri olduğunu ve İslâm milliyeti fikrine
destek olması gerektiğini söyler.

Menfi asabiyet ise ırkının hasletlerini dininden
gelen özelliklerden önde tutmak ve iyi insanı bulmak için din ölçüsü yerine
kan-ırk ölçüsü ile hareket etmektir. Bu ise Allah’ın kainata koyduğu düzene ve
adalete zıt olup insan ve toplum için son derece zararlıdır.

SONUÇ

Bütün bu
açıklamalardan sonra başa dönerek örnekteki ihtimalleri yeniden değerlendirelim
ve bir sonucu ulaşmaya çalışalım.

Yahudiler hakkında söylenenler hiç bir istisna
koymadan, bütün Yahudi ırkı mensupları için geçerli genel hüküm olarak ortaya
konmuşsa, insafsız bir tenkit var demektir. Bütün toptancılıklar gibi bu da
"Birinin hatası ile başkası mesul olmaz" Kur’ânî kuralının itirazıyla
karşılaşacaktır.

Söylenenler sadece bir genellemeden ibaret ise ya da açıkça
istisnaları saklı tutulmuşsa, Üzeyr’e düşen, itiraz etmek değil asabiyetini terk
etmektir. Zira Müslüman olmadıkları için iyi insan olmanın temel değerlerinden
mahrum olan dedelerini savurunak ve onların mefahiri (mesela çalışkanlıkları) ile
gurur duymaya ihtiyacı yoktur. O ancak başta Müslümanlığı olmak üzere kendi
meziyetleri ve güzel hasletleri ile —gurur ve ucb olmamak kaydıyla— iftihar
edebilir.

Elbette her doğru her yerde söylenilmez. Maslahatın da gözetilmesi
gerektiği açıktır. Ancak bir ırkçının hatırını kırmamak için doğruyu söylemekten
çekinmek bir Müslümana yakışmaz. Irkçılık damarının varlığını kabul etmek ve
tedavi ve izalesi için mutlaka çalışmak gereklidir. Yoksa görmezden gelmek, hiç
üzerine gitmemek maslahata uymaz, çünkü ırkçılık damarının daha da kuvvetlenmesine
sebep olur.

Öte yandan bir Türkün, İslâmın bayraktarlığını yapmış bir ırka mensup
olmakla övünmesi de, bu aşamada kalmak kaydıyla kibir değil olsa olsa millî
iftihardır. Ancak ölçüyü aşar da bir Türkün dünyaya bedel olduğu kanaatine kadar
giderse tehlikeli bir hal almış olur.

Yahudi asıllı bir Müslümanın övünecek bir
millî mefahirinin bulunmaması ise, onun Allah katınca Müslüman Türk ya da
Araptan daha düşük bir mertebede kalmasına sebep olmaz. Bilakis —Allahü a’lem bi
s-sevab— şeytan ile savaşında ırk zırhı olmadan galip gelmekten dolayı daha makbul
bir manevi makama terfi edebilir.

Son olarak, insan İslâm fıtratı üzerine
yaratıldığına göre, müsbet fikr-i milliyet anlamına gelen millî bir iftihar
(İslâma uygun ırkçılık ya da ırkıyla iftihar etmek) hissi ile doğar. Ancak
sonradan menfi milliyetçilik mânâsındaki kibir ırkçılığı hastalığına yakalanır.
Hastalık ise okşanmamalı, şımartılmamalı, bilakis tedavi edilmelidir. Tâ ki
zarar vermesin. Şu halde ırkçılık damarının varlığı mezaret değildir.