Her yatsı namazından sonra okuduğumuz bir aşr-ı şerif var.
Hepiniz bilirsiniz. Son kısmı bir dizi dua ile ruhumuza gıda olur, kalbimizi
rahatlatır. Duygularımızı ulvî gayelere yöneltir.

Bu aşrın en önemli bir yanı da Mi’raç’tan bize hediye gelmesi.
Bütün alemlerin Rabbi; o en müstesna, en mükemmel, en ileri kulunu, bütün
âlemlerde gezdirdikten sonra, insanlara onunla bazı hediyeler gönderir. İşte bu
aşr-ı şerif de o mukaddes hediyelerden. Onu bu nazar ile değerlendirmek, ruha
ayrı bir haz, kalbe başka bir inşirah veriyor.

Ben son âyet üzerinde biraz durmak isterim.

"Ente mevlâna," (Sahibimiz Sensin) diye başlar ve "Kâfirler
kavmine (güruhuna) karşı bize ntısret ihsan eyle, bizi galip kıl" diye son
bulur.

Her mü’min bu âyeti okudukça; hem sahipsiz, mâliksiz, başıboş
olmadığını bir kez daha hatırlar; hem de düşmanlarına karşı kalbinde zafer
iştiyakı yeniden yanır.

Burada bütün kâfirler için kullanılan bir tâbir var, bizim için
çok, ama çok Önemli: kavim. Biz bu tâbiri ırk mânâsında kullanıyor ve ırkçılığa
"kavmiyetçilik diyoruz.

Ama görüyoruz ki, âyette şu veya bu ırk ayırdedilmeksizin bütün
kâfirler bir kavim olarak tavsif ediliyor.

Bizde şu veya bu ırka mensup mü’minler olarak bu duayı birlikte
okuyoruz

Müslüman bir İngiliz, hidayete ermiş bir Fransız, aynen bir Arap
ile, bir Türk ile, bir Kürt ile, bir Endonezyalı ile ağız birliği etmişçesine
aynı duayı okuyorlar.

Biz bir milletiz, kâfirler de ayrı bir millet. Biz bir kavimiz,
inanmayanlar da ayrı kavim. Biz bir cepheyiz, onlar da ayrı bir cephe.

Biz imana hizmet ediyoruz, onlar küfre. Biz insanları hidayete
davet ediyoruz, onlar dalâlete. Biz Allah’ın kullarını Ona ibadet etmeye
çağırıyoruz, onlar ise isyana, fıska. Biz, ahlâktan yanayız, onlar
ahlâksızlıktan. Biz namus mefhumunun her âilede hâkim olmasını istiyoruz, onlar
hayvanlar gibi karışık bir hayattan yanalar.

Ve Allah hepimizin Hâlıkı hepimizin Mâliki. Biz O Rabbimize
"Mevlâmız!" diye hitap ediyor ve bu mücadelede rahmetiyle bize sahip çıkmasını
diliyoruz.

"Bizi muvaffakı kıl, bize nusret ver. Galibiyet bizim için
olsun," diye O Hâlıkımıza, O Mâlikimize, O Rabbimize niyaz ediyoruz.

Bu niyazı, bu duayı bize O öğretti: hem de Mi’raç’tan bir hediye
olarak.

Bu âyeti her gün tekrar ede ede, kavim denilince aklımızda hemen
"mü’minler" ve "kâfirler" olmak üzere iki ordu canlanır. Böylece ırkçılık
yapmaktan her gün men edilmiş, bu büyük fitneye karşı uyarılmış oluruz.

Mü’min Arap, inanmayan Araba karşı; mü’min Türk inanmayan Türke
karşı; mü’min Alman, inanmayan Almana karşı aynı duayı okuyor ve Allah’ın
nusretini, yardımını diliyor.

Bu ruhun hâkim olduğu kalbe, artık ırkçılık nasıl yol bulup
girebilir?

Bu kalp ancak Allah sevgisiyle doludur. Ve takva ile çarpar
durur.

Üstünlüğün Ölçüsü

Irkçılığı men eden ve insanların aynı asıldan geldiğini ders
veren âyet-i kerimede "Muhakkak ki, Allah indinde en kerim olanınız, takvada en
ileri olanınızdır" buyuruluyor.

Demek ki, Allah’tan korkma mefhumu içinde, ırkçılıktan sakınma
da dahil.

Allah indinde en makbul olanlar, şu veya bu ırka mensup olanlar
değil, hangi ırktan olursa olsun takvada en ileri gidenlerdir.

Takva, Allah’tan korkmak, Onun yasaklarından şiddetle kaçmmak,
hassasiyetle uzak durmak mânasına geliyor, ama takva sahiplerinin sıfatlarıyla
ilgili âyetlere baktığımızda; takvanın, İslâmı bütünüyle yaşamanın âdeta
simgesi, alâmeti olduğunu görürüz.

Al-i İmrân Sûresinde; Rabbimiz bizi, mağfiretine, Cennetine
çağırıyor; çağırmaktan da öte; "Koşunuz" diyor. Ve âyetin sonu; bu Cennetin
muttakîler için hazırlandığını beyan ile geliyor. Dolayısıyla âyet, Müslümanları
takvada yarışmaya davet etmiş olmuyor mu? Takva sahipleri için hazırlanmış
Cennete girmek üzere.

Ayetin devamında; takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanır:

"Onlar darda ve genişlikte infâk ederler."

(Nafaka verirler, muhtaçların yardımına koşarlar.)

"Kızdıkları zaman, gayzlarını, öfkelerini yutarlar."

"İnsanlardan gelen kötülüklere karşı affedici olurlar."

Sonraki âyette de, bu sıfatlar sayılmaya devam edilir.

"Onlar bir kötülük yaptıklarında, yahut nefislerine
zulmettiklerinde, hemen Allah’ı hatırlarlar da günahları için istifar ederler."

"Yaptıklarında bile bile ısrar etmezler."

İşte Allah’ın sevdiği kullar bu sıfatları taşıyanlardır. Hangi
milletten, hangi tabakadan, hangi makamda ve hangi gelir seviyesinde olursa
olsun.

Allah’ın kulu olmanın şuuruna eren ve bunun zevkini tadan her
mü’min de Allah’m sevdiklerini sevmekle mükellef değil mi? Allah bu kullarını
severken, bir mü’min nasıl olur da, bu sıfatlardan uzak bir ırkdaşını sevebilir?

Fatiha’yı hemen takip eden sûrede de "Kur’ân-ı Kerim’in
muttakiler için bir hidayet olduğu"nun beyan edilmesi ve takvaya dikkat
çekilmesi ne kadar mânidardır! Bu sûrede muttakinin sıfatları: "gayba iman
etmek," "namaz kılmak," "Allah’ın ihsan ettiklerinden infâk etmek," "Kur’ân’a ve
daha önce inen kitaplara iman etmek," "Ahirete şüphesiz inanmak" şeklinde
sıralanır.

Bu sûrede de, ırktan, kabileden, âmirden, memurdan, köleden,
efendiden söz edilmez.

Bu âyetler sadece iki misâl. Bu nazarla baktığımızda Kur’ân’ın
bütün âyetlerinin ırk ayrımını reddettiğini açık açık görürüz.

Bütün emirler ya topyekün insanlara, yahut mü’minleredir.

Hidayete çağıran âyetlerde hitap bütün insanlığa yapılır. Ne
ırk, ne kabile ne makam, ne rütbe gözetilme? Bir Arabın hidayete ermesi, bir
İngilizin hidayete gelmesinden daha önemli değildir.

İbadete, itaate dair emirlerde ise hitap mü’minleredir. Bu
hususta mü’minleri arasında hiçbir ayırım yapılmaz: "Allah’a ibadet edin," "Ona
secde edin," "Zekâtlarınızı verin," gibi emirler ve "Faiz yemeyin," "Zinaya
yaklaşmayın," "Gıybet etmeyin," gibi nehiyler mü’minlerin tamamınadır. Bu
emirlere uymanın ve bu yasakların kaçınmanın fazileti bütün kavimdan için aynı.

Bir de azap âyetleri var-geçmiş kavimlerin başma gelen azaplarla
ilgili ikaz âyetleri. Bu âyetlerde; kavimlerin işledikleri cürümlere, isyanlara,
tekziplere azgınlıklara ve peygamberlerine karşı yaptıkları eza ve cefalara
dikkat çekilir. Azap bu cürümleri için gelmiştir. Yoksa şu veya bu kavimden
oldukları için değil.

Onlar, peygamberlerini dinlememenin, onları rencide etmenin
cezasını çektiler.

Bu âyetler bizim için büyük bir tehdit. Zira, bizim
Peygamberimiz (a.s.m.) âlem-i bekaya teşrif etti, ama her an ümmetiyle alâkadar.

Her isyanımız onun ulvî ruhunu incitiyor. Onun mümtaz kalbine
dokunuyor.

Bunları niçin yazıyorum? Irkçılığı reddeden âyet-i kerimenin
bulunduğu sûrenin hemen tamamı bu mânâ ile alâkadar da onun için.

"Sizi kabile kabile yarattım," âyet-i kerimesi "Hucûrât
Sûresinde." Bu sûrenin başında Ashab-ı Kiram, seslerini, Resîılullahın (a.s.m.)
sesinden daha fazla yükseltmemeleri hususunda ikaz olunurlar.

O Rahmeten li’l-Alemini incitmekten sakındırmak üzere.

Daha sonra, sûreye ismini veren olay anlatılır. Bir grup
bedevinin Resûlullah Efendimizi (a.s.m.) dışarıdan yüksek sesle çağırmaları
hâdisesi.

Bu sûre bir bakıma mü’minleri kötülüklerden sakındırmayla dolu.
Dolayısıyla da Resûllah Efendimizi (a.s.m.) rahatsız etmeme ihtarlarıyla.

Dokuzuncu âyette, "Mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle
çarpışacak olurlarsa aralarını düzeltin. Onlardan biri diğerine karşı tecavüzde
ısrar ederse, saldıran tarafla, onlar Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşın"
emri verilir ve mü’minler fitne çıkartmaktan şiddetle menedilir.

Bir sonraki âyette, mü’minlerin birbiriyle kardeş oldukları
hükmü getirilir ve "Kardeşlerinizin arasını düzeltin" diye emir verilir.

Onu takip eden âyette, mü’minlerin birbirlerini alaya almaları
yasaklanır.

Hemen peşindeki âyette, mü’minler diğer mü’min kardeşleri
hakkında kötü zan beslemekten ve onların gıybetini yapmaktan sakındırılır.

Ve nihayet bu âyeti takip eden âyet-i kerimede de insanların bir
ana ve babadan yaratıldıkları haber verilerek, mü’minler ırkçılıktan menedilir
ve "Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır" buyurulur.

Bu sûreden tam dersini alan bir mü’min, büyüklerinin yanında
sesini yükseltmekten tut, gıybet etmeye, sû-i zan beslemeye ve nihayet ırkçılık
gütmeye kadar her kötülükten şiddetle sakınır. Bu hususta Allah’tan korkar.
Zaten sûrenin ilk âyeti de "Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne
geçmeyin, Allah’tan korkun" buyurarak; mü’mini, Kitap ve Sünnete muhalif nefsî
ölçüler getirmekten ve o yanlış zanların peşine takılmaktan men etmiyor mu?

Bu İlâhî emri iyi değerlendiren bir mü’min, sûrenin devamında
gelen, "Allah katında en şerefliniz, takvaca en üstün olanınızdır" ölçüsüne
sımsıkı sarılır ve kavmini ileri sürmekle yeni bir şeref ölçüsü getirmekten
şiddetle kaçınır.

İslâmın yasakladığı kötü huylardan bir huy var: ucb. Yani, amele
güvenme. İşlediği iyiliklerle, yaptığı güzel amellerle iftihar etme ve kendini
Cehennemden uzak zannetme.

Allah korkusuna perde olduğu için bu huy kötü addedilmiş.

Şimdi insafla düşünelim. Kendi irademizle ve Allah’ın emrine
uyarak işlediğimiz güzel bir amelle övünmek bizi günaha sokarsa, tamamen
irademiz dışında vuku bulan, hiçbir tercih hakkımızın bahis konusu olmadığı ırk
mevzuunda, nasıl kendimizi övebilir, kavmiyet ile övünebilir ve yine tamamen
kendi iradesi dışında başka bir ırka mensup olmuş kişiyi nasıl aşağılayabiliriz?
Onu nasıl kınayabilir ve en kötüsü ona nasıl düşman olabiliriz?

Bunun akılla, ilimle, insafla hiçbir alâkası olmadığını
Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) ırkçılık hakkındaki şu kelâmı güzelce ortaya
koyar: "asabiyyet-i cahiliyye."

İnsan, ırkından dolayı ne iyi olabilir, ne de kötü. İyinin ve
kötünün tarifleri içinde böyle bir unsur yok. Bunu her akıl tasdik ettiği gibi,
her vicdan da yakinen bilir. Bir insanın iyiliğinden söz ederken; onun güzel
ahlâkını, takvasını, salih amelini, dürüstlüğünü, çalışkanlığını anlatırız.
Bunların tamamı onun iradesiyle ilgilidir. Yoksa, falan adam iyidir, çünkü
Türktür yahut Kürttür desek, kendimizi maskara ederiz.

Asabiyyet-i cahiliyye. Neresinden bakarsanız bakınız, ırkçılık
davası cahiliyyetten başka bir şey değil.

Ruh Yönünden

Meseleye ruh yönünden nazar etmek gerek. İnsanı yükselten, ona
Hak katında değer kazandıran bütün hususiyetler, onun ruhuyla alâkadardır,
bedeniyle değil.

Allah katında uzun boylular kısalardan daha şerefli değildir. O
mizanda, kilolular zayıflardan daha ağır basmaz. Yine Onun katında siyahlar
çirkin de beyazlar güzel değildir. Bunların hepsini yaratan O. İnsan bedenine bu
hususiyetleri O yerleştirmiş. Bunlardan dolayı kulunu ne metheder, ne de zemm.
Yani kınamaz da, övmez de. O, bizim ne bedenimize, ne malımıza değil, sadece ve
sadece kalbimize nazar eder.

Kime inanıyoruz, kimi seviyor, kimden korkuyoruz? Gayemiz,
hedefimiz ulvî mi, süflî mi? Günahlara ne derece karşıyız? Sevaplara meylimiz
nasıl? Allah’ın dostlarıyla mı dostuz, yoksa düşmanlarıyla mı? Nefse esir mi
olmuşuz, yoksa onunla mücadele halinde miyiz? Endişe iklimimizde neler
dolaşıyor? Fakirlikten mi korkuyoruz, isyankâr olmaktan, imansız göçmekten mi?
İnsan, kâinat ve hayat telâkkilerimiz nasıl? Aklımızdan en fazla neler geçiyor?
Hafızamızı nelerle doldurmuşuz? Hayâl âlemimizde neler yazılı? Vehmimiz hangi
iklimlerde dolaşıyor? Onun kullarına karşı şefkatli miyiz, zalim mi? Vefa
duygumuz ne âlemde? Nîmete şükür etmeyi biliyor muyuz? Nazarımız mahlûkat
üzerinde dolaşırken, kalbimize ne gibi mânâlar hâkim oluyor? Hangi sohbetlere
can atıyor, hangilerinden kaçıyoruz?

Daha sayılamayacak kadar çok nice manevî icraatlarımız var ki,
Allah bize bunlara göre değer veriyor yahut bunlara göre gadap ediyor. Bu
saydıklarımızın güzelleri; Kürtte de olsa güzeldir, Lazda da, Çerkezde de.
Fenaları da yine her ırkta fenadır, pistir; yüzüne bakılmaz.

Ruhun Irkı

Ruh, beden ülkesinin misafiri. İnsan ana rahminde dört aylık
oluncaya kadar bir nevi bitki hayatı yaşıyor. Falan ırktan olan bir babanın
sülbünden gelmiş ve yine falan ırktan bir annenin rahminde karar kılmış.
Babasmda insan tohumunu halk eden, annesinin rahmini ona karargâh yapan Rabbinin
ihsanıyla, o karanlık menzilde büyümesini sürdüyor.

İşte ırk mefhumu, ancak bu menzil için, bu ev için geçerli.
Oraya gelen misafir hiçbir ırka mensup değil. Ruhlar âleminden geliyor rahme.

Ruhun ırkı yoktur. Ve insan da kâmil mânâsıyla ruhdan ibarettir.
Beden onun elbisesi. İnsan değişik kumaşlardan elbiseler giymekle değişmez.

Geliniz, akılsız çocuklar gibi elbise davâsı gütmekten
vazgeçelim.

Geliniz, ruhumuza dönelim. İrfanımızı artıralım. Kalbimizi
Mevlâmızın razı olduğu güzel hasletlerle bezeyelim. Onun sevgisini ruh âlemimize
sultan yapalım. Diğer bütün sevgiler Ona tâbi olsun. Onun marifetini aklımıza
gaye kılalım. Bütün bilgiler Ona hizmet ettikçe güzelleşsin. Kendimize şu veya
bu ideolojinin sapık liderlerini değil, Allah Resûlünü rehber edelim.

Gerçek Rehber

O, Arap milliyeti ile ortaya atılmadı. O, sadece Araplara değil,
bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Arap âlemi bu âlemlerden ancak
birisi olabilirdi.

O tevhid dâvâsıyla ortaya çıktı. Karşısında, her nev’iyle şirk
vardı. İnsanları putların köleliğinden, nefsin esaretinden, bâtıl inançların
tahakkümünden kurtarıp Allah’a kul etmek, Onun dergâhında boyun büktürmek
istiyordu.

Zulmün yerine adaleti ikame edecek, her türlü yanlış telâkkiyi
vahiy nuruyla ortadan kaldıracaktı. Kötü ahlâkın her çeşidini, Kur’ân ahlâkıyla
değiştirecekti. Onun bu dâvâsı kabileler ötesi, ırklar ötesi, hatta kâinat
ötesiydi.

Yaratıcısına inanmayan kul, nasıl üstün olabilir? Öyleyse o, işe
imandan başlayacaktı. Nitekim öyle yaptı.

Rabbine isyan eden kul nasıl faziletli olabilirdi? O halde o,
insanları ibadet etrafında halelendirecekti. Nitekim öyle yaptı. Ona kendi kavmi
karşı çıktı. Kendi akrabaları karşı çıktı. Öz amcası karşı çıktı.

Asr-ı Saadette, Sahabelerin, inanmayan yakınları ile harb
etmeleri ne kadar mânidardır! O harplerde kopan her küffar başıyla birlikte hem
putperestlik, hem de ırkçılık yere yıkılıyordu. Ashab, hiçbir nesebî karabetleri
olmayan mü’min kardeşleriyle omuz omuza veriyor ve kendi babalarını,
kardeşlerini öldürüyorlardı.

O dökülen kanla şirk ve ırkçılık birlikte akıp mâziye
karışıyordu şeytanın göz yaşlarıyla beraber.

***

Aradan bin dört yüz sene geçti. Ama şeytan yine aynı şeytandı.
Belki de mâziye göre hayli tecrübe kazanmıştı. Bu gün, İslâm âlemini ırkçılığın
parçaladığını ve bunun altında, en fazla İngiliz parmağının olduğunu
bilmeyenimiz yok, ama ben işi İngilizden de öteye, götürecek ve şeytana
bağlayacağım. Ingiliz şeytanın oyuncağı olmuş, ona kapılanlar da İngilizin
oyuncağı olmuştu. Ve en büyük düşmanımızın icraatını perdeli olarak yürütmeyi
başarmıştı.

Aradan yıllar geçti, şimdi şeytanın vazifesini Almanlar
yüklenmeye kalkışıyorlar-Türkiye’yi bölmek hususunda hain emeller beslemek
suretiyle. İngilizi, Almanı suclamanın bize bir fayda vereceğini zannetmiyorum.
Geliniz, "O (şeytan), sizin apaçık düşmanınızdır" âyetine kulak verilim.
Babamızı Cennetten çıkaranın peşine takılıp Cehenneme gitmeyelim.

Kan dâvâsının asıl yeri bence burası.

İmtihan Oluyoruz

Irk meselesi sair birçok hâdise gibi, bir yönüyle de, insanın
imtihanına bakıyor. Bu dünya imtihanında sualler çok çeşitli. Fakirin suali
başka, zenginin suali başka. Amirinki başka, memurun ki başka.

Her hastalık, her musibet, her fitne, her bâtıl ideoloji,
ortalıkta dolaşan her hurafe bir imtihan suali. Bunlardan biri de kavmiyet
dâvâsı.

Dünya âhiretin tarlası olduğuna göre, bu dünyadaki her
hâdisenin; mutlaka o âleme bakan bir yönü mevcut. İnsan simasına bakalım.
Gözümüz, kulağımız, ağzımız ayrı birer cihaz. Hepsi yerli yerine konmuş. Birlik
ve beraberlik içinde bize hizmet ediyorlar. Bunun yanında bu organların
herbirisiyle de ayrı bir imtihana tâbi tutuluyoruz.

Kabile kabile yaratılmamız da öyle. Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği
gibi, bunun hikmeti yardımlaşmak, tanışmak, içtimaî hayatta münasebetlerimizi
bilmek. Bir de bu hadisenin imtihan yönü var.

Kim bu farklı yaratılışı Kur’ân’ın öğrettiği mânâda
değerlendirecek? Ve kim, ırk üstünlüğü taslayacak, kavmiyetçilik yapacak,
Müslümanları parça parça edecek?.

Kur’ân-ı Kerim’de Calut’la harbetmek üzere yola çıkan Talut’un,
askerlerine şöyle hitap ettiği nakledilir:

"Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden içerse
benden değildir."

Biz de nice nehirlerle imtihan olmuyor muyuz? Sefahat bir nehir.
Siyaset ayrı bir nehir. Servet başka, makam başka nehirler. Bunların herbirinin
sarhoşları var. Ama bunlar içerisinde birisi var ki, bugün için en tehlikelisi:
ırkçılık.

Çok insanlar ondan içmekle sarhoş oluyorlar. Ölçüyü
kaybediyorlar. Üstünlük telâkkileri değişiyor. Kalbin iki temel gıdası olan
"Allah için sevmek" ve "Allah için buğzetmek"ten mahrum kalıyorlar. Kendi
ırklarından olanı seviyor, olmayana düşman kesiliyorlar.

Bu büyük bir imtihandır. Bu imtihanı kaybedenler, ilk olarak
kibir âfetine ve gıybet belâsına tutulurlar. İş bu noktada kalmaz. Irk taassubu
kavgaya dönüştü mü, zâlim olurlar. Bu cürümlerine ceza olarak kendi ırkdaşları
olan fâsıkları, hatta kâfirleri methedecek kadar alçalır, ruh ve kalb âlemlerini
perişan ederler.

Nur’larda "Bir sinek kanadı, göz üstüne bırakılsa bir dağı
setreder, göstermez" buyurulur. Irk taassubu da idraklerin özünde bırakılmış
kalın ve kaba bir sinek kanadı. Başka ırktan olan müm’inleri, ârifleri, âlimleri
velîleri nazardan saklıyor. İslâmî kardeşliğin en büyük hasmı.

***

Her şey gibi, bu imtihanımızda geçici.

İmtihan süresi dolduktan sonra ırklar toprağa gömülüyor. Ceset
dağılıyor. Ne pazıdan, ne bilekten, ne renkten bir eser kalıyor. Bu hâl, imtihan
kâğıdının imha edilmesi gibi bir şey. Biz, bu bedendeki misafirliğimiz
süresince, ruhumuza neler işliyorsak onlar bâkî kalıyor. Ruhumuz ona göre şu
veya bu renge giriyor, şu veya bu makama namzet oluyor.

Mahşere çıkıldığında, her peygamber kendi ümmeti etrafında
toplanacak. Orada peygamber sancakları dalgalanacak, saltanat bayrakları değil.
Her sancağın altında, bilhassa Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) sancağı altında,
her milletten, her ırktan, her kabileden fertler bulunacak. Mesele, o günde, o
sancağın altında olabilmek.

Bize o günü, o ulvî şerefi kaybettirebilecek her dâvâyı, bugün
ayağımızın altına almaya mecburuz.

Dâvâ ona derler ki

Irkçılık, zaten bir davâ olmaktan çok uzak.

Şu veya bu ırktan olmamız nasıl irademiz dışında ise, ırk
değiştirmekten mahrum olduğumuz da bir gerçek. O halde, insan ırk dâvâsı güttüğü
ve onun reklâmını yaptığı zaman ne demek istiyor?. Bir adam ortaya atılıp,
"Benim gibi boylu var mı?" diye bir dâvâ gütse, maskara olmaz mı? Herkes ona der
ki, "Arkadaşım, annenle baban seni çekip uzatarak uzun yapmadılar. Kısa boyluyu
da, kimse mengenede sıkıştırmadı. Senin dâvân tamamen yersiz. Ben seni takdir
etsem bile senin gibi olmak elimde mi? Öyle ise neyin dâvâsını güdüyorsun?"

Soy dâvâsı gütmek de buna benzemiyor mu? Türk olan, Kürt olan,
Arap olan zaten olmuştur. Bundan çıkmaları mümkün değil. Olmayanlar da
olmamışlardır. Buna girmeleri mümkün değil.

Dâvâ ona derler ki, insan, onu kabullendiğinde intisap
edebilsin. Irkçılıkta bu mümkün mü?

***

Bir zamanlar, birtakım kimseler Türkçülük namına bu milletin
İslâm âleminden kopmasına yardım ediyor ve onları bizden ayrımaya çalışan
İngiliz ajanlarının işini kolaşlaştırıyorlardı. Bu sırada bu milletin bağrından
çıkan büyük Ustad Bediüzzaman’ın şöyle haykırdığını işitiyoruz:

"Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin
İslâmiyet ile imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil, tefrik etsen mahvsın!
Bütün senin mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş; bu mefâhir, zemin
yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle,
desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!"

O günkü fitnenin bir başkası şimdi sahneleniyor. O halde aynı
ikazı Türk yerine Kürt kelimesini koyarak şarktaki din kardeşimize, mâzideki
silâh arkadaşlarımıza, Osmanlının önemli bir rüknü olmakla Garbı titreten
kahraman vatandaşlarımıza yine Üstadın dilinden okumamız gerekmiyor mu?

Gerekiyor. Hem de mazidekinden kat kat fazla vurgulayarak.

Irkçılık dendi mi hemen akla iki millet gelir: Yahudi ve Alman.
Üstün ırk safsatasma kendini en fazla kaptıran Yahudiler, diğer milletleri
hayvandan da aşağı görürken, hatta onlara zulmetmeyi, haksızlık etmeyi sevap
sayarken, Almanlar da Hitler’in bayraklaştırdığı Alman ırkçılığın sarhoşluğuyla
cihana hâkim olma hayâline kapıldılar ve dünyanın huzurunu altüst ettiler. Ne
gariptir ki, bugün memleketimizi parçalamaya dönük faaliyetlerin arkasında, bu
iki ırkçı milletin desiseleri, entrikaları, propagandaları ilk sıraları alıyor.

Irkçılığın bu iki temsilcisinden daha ön sırada biri var. Bu
felsefe, temelde ona dayanıyor: şeytan

Aslıyla övünmeyi, başka asıldan gelenleri hor görmeyi o
başlatmıştı.

"Onu topraktan yarattm, beni ise ateşten," diyerek Hz. Adem’e
(a.s.) secde etmemişti. "Ateş topraktan üstün. Öyle ise ben kendimden daha aşağı
birine nasıl secde edebilirim," diyerek isyanını müdaafaya kalkışmıştı.

Şimdi ise, hepsi topraktan yaratılanlar arasında yine aynı
şeytan mantığının hüküm sürdüğünü görüyor ve üzülüyoruz. Bu ters mantık, bu
yanlış değerlendirme, sahibini ancak şeytanın yanına götürür. Zira, bu
düşüncenin mûcidi odur, patenti ona âittir.

***

Geliniz, ne Yahudiyi dinleyelim, ne İngilizi, ne Fransızı, ne
Almanı, ne de Şeytanı.

Kur’ânı dinleyelim, Resûlullahı (a.s.m.) dinleyelim. Ve bu
asırda, bu yaramızın büyük çilesini olanca ağırlığıyla çeken Bediüzzaman’ı
dinleyelim.

Allah Kelâmından

Hucûrât Sûresinde ezelî hüküm ve İlâhî emir:

"Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler. Öyle ise,
kardeşlerinizin aralarını ıslâh edin."

Allah ne Türkleri, ne Kürtleri, ancak mü’minleri birbiriyle
kardeş ediyor. Mü’min olmayan bir insan, mü’min babasına vâris olamıyor. İman
gidince, maddî, uzvî ve ırkî bağlılık bir işe yaramıyor.

"Kendi nefsi için istediğini mü’min kardeşi için de istemeyen
(kâmil) mü’min olamaz," buyuran Allah Resûlü (a.s.m.) bu âyetin amel ve his
âlemimize nasıl aksedeceği hususunda yol gösteriyor bize.

Mü’minler birbirlerini böylesine sevmeleri gerektiği halde şu
veya bu sebeple aralarına kin ve husumet girerse, bu takdirde ne yapılacaktır?.

Ayet-i kerimenin devamı bunu âmir:

"Kardeşlerinizin arasını islâh edin." Onları sulha, sükûna
kavuşturun. Düşmanlıklarını dostluğa, muhabbete, uhuvvete çevirin.

Evet Kur’ân’ın hükmüne göre mü’minler kardeş. Hepsi bir tek
âile, tek cephe. Onların arasına nifak sokanlar ise bilerek veya bilmeyerek
karşı cephe nâmına çalışmış olmuyorlar mı?

Zaten tatbikat da böyle. Aramıza tefrika sokmak isteyenler
tarihî hasımlarımız: Haçlı zihniyeti, küfür örgütleri, nifak locaları…

Onlar vazifelerini yapıyorlar tıpkı şeytan gibi. Ateşin vazifesi
yakmaktır, ama elimizi korumak da bize düşüyor.

Bugün aramıza sokulmak istenen bu fitneye karşı çıkmak ve
mü’minler arasındaki muhabbet bağlarını arttırmak büyük bir cihat. Bizi, düşman
kardeşler haline getirmek isteyenlerin heveslerini kursaklarında koymak hepimiz
içirı en ileri bir vecibe.

Hûd Sûresinden ulvî bir ders:

Nûh (a.s.), "Ey Rabbim! Şüphesiz, oğlum da benim âilemdendir
(Benim ehlimdendir)" diye tufan hâdisesinden onun kurtulmasını istediğinde,
İlâhi cevap şöyle gelir: "Ey Nûh, o senin âilenden (ehlinden) değildir" ve Nûh
(a.s.) oğlunu gemiye almaktan menedilir. Demek ki; insanın inanmayan, isyan eden
oğlu onun ehli sayılmıyor. Öyle ise inanmayan arkadaşı da onun dostu, kardeşi
olamaz.

Bu hakikatı hiçbir tevile imkân vermeyecek kadar net biçimde
ortaya koyan bir Allah kelâmı:

"Ey iman edenler, babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü
imana tercih etmişlerse, dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse, işte
onlar, zâlimlerin tâ kendisidir." (Tevbe Sûresi, 23.)

"Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler," âyet-i kerimesinde
ders verilen ince ruhun, derin şuurun bir başka ifadesi. İnanmayan babanız sizin
dostunuz değil. Ve onları dost edinmek zâlimlik. Onları dost edinen insan,
hakikatı çiğnemiş, zulmetmiştir. Allah’ın ona bir ihsanı olan sevgi hissini
yanlış yerde kullanmış, zulmetmiştir. Yanlış bir tercihle kendisini Cehennem’e
sokmaya sebep olmuş, nefsine zulmetmiştir. Onun sevgi hanesinde küffar, mü’mine
ağır basmış ve o adam bu büyük adaletsizliği işlemekle zâlim olmustur.

***

Mahşer, mutlak aziz olan Allah’ın huzurunda herkesin zilletini
ilân ettiği müstesna meydan. Mâlik-i Yevmiddin olan Allah haber veriyor:

"O gün ne mal, ne evlât bir fayda vermez. Allah’a kalb-i selim
ile gelenler müstesna." (Şuarâ Sûresi, 88-89.)

Irk yakınlığının en birinci basamağı, en ileri seviyesi evlâtla
baba arasındaki münasebet değil midir? Bu âyet, bu yakınlığın o meydanda para
etmeyeceğini haber veriyor bize. Artık hangi ırkçılıktan bahsediyoruz. O gün
kimsenin ne malına, ne mülküne, ne de kazandığı evlât sayısına bakılmayacak.

O gün tek geçer akçe var: kalb-i selim.

Allah’a teslim olmuş, Onun her emrine râm olmuş, temiz ve hâlis
bir kalb. Ondan başkasına bağlanmamış bir gönül. Bu gönül kimde bulunursa
bulunsun; Arapta olsun, Acemde olsun makbûldür.

Ve Cennet, kalb-i selim sahiplerinin varacağı mükâfat menzili.
Orada her mü’mine, ihlâsına, ameline, ahlâkına, gayretine, himmetine göre makam
verilecek. Ondaki bütün tabakalar bu esaslara göre. Orada her ırkın ayrı bir
makamı yok.

Irkçılığı men eden âyet-i kerimeyi bir kez daha hatırlayalım:

"Ey insanlar! Muhakkak ki Biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık. Ve sizi millet millet, kabile kabile yaptık ki, tanışıp kaynaşasınız.
Allah katında en şerefliniz Ondan en çok korkanınızdır." (Hucûrât Sûresi,l3.)

Allah Resûlünden (a.s.m.)

Şimdi de Allah Resûlünü dinleyelim: İns ve cinnin o yegâne
rehberi, ırkçılık hakkında, "asabiyyet-i cahiliyye" tabirini kullanmış ve onu
İslâm öncesi, Asr-ı Saadet öncesi cehalet devrinden, fetret devrinden kalma
çirkin bir dâva olarak görmüş ve göstermiştir. Bu vadide pekçok hadis-i
şerifleri mevcut. Bunlardan birisi şöyle:

"Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: Kaderiye
(Kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır, cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr
dâvâsı.); unsuriyet dâvâsı (ırkçılık) ve dînî meselelerde gevşeklik etmek."
(Taberanî, Mu’cemü’s-Sağir,158.)

Bir diğer hadîs-i şerif: "Asabiyet dâvâsına kalkışan, onu
yaymaya çalışan, bu dâvâ uğrunda mücadele eden kimse bizden değildir." (Ebu
Davud, Edeb,121.)

Efendimizin bir başka hadisleri:

"Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe
çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa,
cahiliye ölümü üzere ölür." (İbni Mâce, Fiten, 7.)

Bu son hâdis-i şerifi iyi değerlendirdiğimizde kavmini sevmekle
kavmiyetçilik dâvâsı gütmenin ayrı şeyler olduğunu anlarız. İslâmın yasakladığı,
Allah Resûlünün şiddetle men ettiği, "kavmiyetçilik dâvâsında bulunmak," diğer
Müslümanlara hor bakmak, İslâmı bölüp parçalamak ve takvanın dışında bir başka
fazilet ve üstünlük ölçüsü getirmekle İslâmın ruhuna ters düşmektir. Yoksa, her
insan akrabasını sever, onlara iyilikte bulunur. Yani sıla-i rahim yapar. Bu
hususta Allah fermanında nice teşvikler vardır. İnsanın içinde şayadığı
milletini sevmesi, onlara acıması, onların hatasını düzeltmeye çalışması
ecdadının mâzideki iftihar verici hallerini hatırlayıp onlara lâyık bir evlât
olmak için gayret göstermesi, ırkçılıktan tamamen ayrıdır.

İslâm ırkı reddetmez, ırkçılığı men eder.

Buna bir misâl olarak cinsiyeti verebiliriz. Kur’ân-ı Kerim,
bizim kabile kabile yaratıldığımızı da haber veriyor, erkekli dişili
yaratıldığımızı da.

Biz ne ırkları inkâr ediyoruz, ne de cinsiyeti. Erkeklerin ve
kadınların ayrı birer cephe kurarak mücadeleye girmeleri halinde nasıl âile
kökünden yıkılırsa, ırk dâvâsı güderek parçalanmak da millet mefhumunu, devlet
mefhumunu yaralar ve bizi düşmanlarımız karşısında zayıf düşürmekten başka bir
şeye yaramaz.

Allah Resûlünün ırkçılık hakkındaki beyanlarını Vedâ Hutbesi ile
noktalayalım.

Resûlullah Efendimiz (a.s.m.), 23 senelik tebliğ ve irşad
hayatını tamamlamaya yakın olduğu günlerde son haccını, vedâ haccını yapar ve
oradan îrâd ettiği eşsiz hutbesiyle Müslümanlarm dikkatini ana meselelerde bir
kez daha yoğunlaştırır. Irkçılık âfetine de bu hutbede dikkat çekilmesi ayrıca
bir önem arz eder.

Hutbenin bu bölümünde şöyle buyrulur:

"Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz
Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap
olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah
üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak
takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en
çok korkanınızdır."

Bediüzzaman’dan

Şimde de, Yücelerden Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) devrimizdeki
büyük vârisini dinleyelim.

Lütuf ve merhamet sahibi Rabbimizin her asra ettiği ayrı ayrı
ihsanlardan şu dehşetli asrımıza düşen büyük hisse.

"Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime
indirildiğini hissediyorum," diyen, büyük bir iman, gayret ve himmet çağlayanı:
Bediüzzaman.

İngiliz meclis-i meb’usanmda, müstemlekât nazırının, elindeki
Kur’ân-ı Kerim’i göstererek, "Bu Kur’ân Müslümanlarm elinde bulundukça biz
onlara hâkim olamayız. Bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız" dediğini haber
aldığında, gayreti imaniyesi şiddetle feverana gelen; "Kur’ân’ın sönmez ve
söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya isbat edeceğim ve
göstereceğim" diyen eşsiz ve yılmaz mücâhid.

Gençlerin kalbinde imanı, Kur’ân’ı hâkim kılmak için kaleme
aldığı risaleler sebebiyle sürgünden sürgüne gönderilen, hapishane hapishane
dolaştırılan, böylece çile yönüyle de tam bir Peygamber vârisi olduğunu fiilen
isbat eden bir sabır kahramanı.

Bu müstesna zat, Müslümanlara musallat olabilecek her türlü
maddî ve manevî hastalıklara karşı reçete yazmakla ömür geçirmiş-imansızlıktan
ahlâksızlığa, ihtiyarlıktan hastalığa kadar. Bu hamiyetine, bu himmetine, bu
gayretine karşılık kendisine, "Seksen küsûr senelik hayatımda dünya zevki nâmına
bir şey bilmiyorum" dedirten en çirkin muamelelere muhatap olmuş. İşte bu İslâm
kahramanı, müminlerin arasında kardeşliğin tesisi için harika bir risale kaleme
almış: Uhuvvet Risalesi. Ve yine bu uhuvvetin en büyük düşmanı, bu birlik ve
beraberliğin öldürücü zehiri olan ırkçılığa, Mektûbat adlı eserinde özel bir
"mebhas" ayırmış.

Bu "mebhas’ta, ırkçılık hakkındaki âyet-i kerimeyi harika bir
misâlle izah ettikten sonra şöyle buyurur: "Hey’eti içtimaiyye-i İslâmiyye,
büyük bir ordudur. Kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat binbir birler
adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri
bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir bir bir… binler kadar
bir bir.

İşte bu kadar bir birler, uhuvveti, muhabbeti, vahdeti iktizâ
ediyorlar. Demek kabâil ve tavâife inkisam, şu âyetin ilân ettiği gibi teârüf
içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehasüm için değildir."

İslâm kardeşliğin mükemmel bir şekilde işlendiği bu mebhas, şu
dua ile son bulur:

"Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünki, Cenab-ı Hak bin
seneden bire Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği
bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatını, muvakkat ârızalarla,
inşaallah, perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir."

Üstadın ırkçılık hakkında yazdıkları, bu mebhasa münhasır değil.
Birçok lâhika mektuplarında ve mahkeme müdâfaatında bu büyük âfeti yer yer
nazara verir.

İşte bunların birisi:

"Câmiü’l-Ezher, Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gbi, Asya
Afrika’dan ne kadar büyük ise daha büyük bir darü’l-fünûn, bir İslâm
üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan,
Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfî ırkçılık
ifsâd etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan
İslâmiyet milliyeti ile "inneme’l mü’nimûne ihvetün," Kur’ân’ın bir kanun-u
esasîsinin tam inkişâfına mazhar olsun." (Emirdağ Lâhikası II. s. 195.)

Dinî ilimlerle fennî ilimlerin birlikte okutulacağı bir
üniversitenin şarkta açılması için büyük gayret gösteren Üstad, yukarıda bir
kısmını naklettiğimiz mektubunun bir yerinde, "Elli beş senedir Risali-i Nur’un
hakaikine çalıştığım gibi ona da çalıŞmışım" buyurur.

Yukarıdaki satırlar devrin Reis-i Cumhuruna ve Başvekiline
yazdığı bir mektuptan alınmıştır. Mektubun girişi de çok enteresandır:

"Kabir kapısında ve seksen küsür yaşında, bir kaç hastalıkla
hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garip ihtiyar der ki…."

O halinde bile vatan ve milletin birlik ve beraberliğini, âlem-i
İslâmın ittihadını, kavmiyetçiliğe kapılmamasını dert edinmiş ve devlet erkânını
bu vadide ikazdan geri durmamış.

Aynı mektuptan ibretli bir bölüm:

Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: "Türkler
İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" Dedi: "Ben
Müslüman bir Türkü fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade
ona alâkadarım. Çünkü, tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti; (Allah
rahmet etsin) o talebem ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten
geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksül’amel ile, o da
Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık
hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü, sâlih bir Türke tercih ediyorum." Sonra ben onu
birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki Türkler bu millet-i İslâmiyenin
kahraman bir ordusudur.

Bu ifadelerden hepimizin çıkaracağı dersler vardır.

Gerçekten de Türk milletini samimi olarak sevenler, bu milletin
İslâma hizmetlerini tam takdir edenlerdir.

Mektupta Türkçülük akımının aksül’amel olarak Kürtçülüğe hizmet
ettiğine dikkat çekiyor. Bu noktada çok ihtiyat ve temkin gerek. Biz ecdadımızı
kuru bir ırkçılık namına değil, Bediüzzaman’ın tabiriyle, İslâmiyetin bayraktarı
olmaları cihetiyle sevebiliriz. Yoksa, dedemizin âlim olması, bizi cehaletten
kurtarmadığı gibi, ecdadımızın İslâma yaptığı hizmetler de bizim tembelliğimize
gevşekliğimize, gayretsizliğimize kefaret olmaz.

Çare

Bugün şarkta uyandırılmak istenen fitneyi önlemenin tek yolu,
Bediüzzaman’a kulak vererek bu milletin fertlerini İslâm kardeşliği ile
birbirine rabtetmekten geçer.

"Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı iman ve
Kur’ân’dır," hakikatını bütün ruhlara zerketmekten geçer.

"Şarkı intibaha getirecek din ve kalptir. Akıl ve felsefe
değil," ihbarına hakkıyle kulak vermekten geçer.

"Şarkın fıtratına muvafık bir cereyan veriniz, yoksa sa’yiniz ya
hebaen gider veya muvakkat sathî kalır," emrine râm olmaktan geçer.

"Bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet
seciyesinden çıkan bir müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha
idare edilmez," tehdidini, geç kalınmış da olsa, büyük bir hassasiyetle ciddiye
almaktan geçer.

"Asabiyyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden,
gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur," teşhisini iyi
anlayıp, bu zehirli macuna sırt çevirmekten geçer.

Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan
bir ziyâdır " hakikatına gönül verip bu ziyanın bütün kalplere hâkim olması için
sabır ve cehd ile gayret etmekten geçer.

***

Bu vesileyle, İstiklâl Marşı şairimiz merhum Mehmed Âkif’i de
anmadan geçemeyeceğim.

Şu coşkun, coşkun olduğu kadar sitem dolu ve sitem dolu olduğu
kadar da ızdırap yüklü ifadeler, o büyük şairimizin ırkçılık âfetinden ne kadar
dertli olduğunu en güzel şekilde ifade etmiyor mu?

Hani millyetin İslâm idi, kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine!
Arnavutluk ne demek, var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri
Arabın Türke, Lazın Çerkeze yahut Kürde
Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış, nerde?
İslâmiyette anasır mı olurmuş, ne gezer?
Fikr-i milliyeti tel’in ediyor Peygamber
En büyük düşmanın ruh-u Nebî, tefrikanın
Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın.
Geliniz bu duaya birlikte âmin diyelim.

ÖNEMLİ BİR HUSUS

Yazarın, konu içinde kısaca temas ettiği ve Bediüzzaman
Hazretlerinin Uhuvvet Risalesi’nden alman bazı bölümleri aynen takdim ediyoruz.

Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı
dostane bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber
bulunduğunuzdan arkadaşâne bir alâka telâkki edirsin. Ve bir memlekette beraber
bulunmakla uhuvvetkârâne bir münâsebet hissedersin. Halbuki, imânın verdiği nur
ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet
alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münâsebetleri var.

Meselâ: Her ikinizin; Hâlikınız bir, mâlikiniz bir, Mâbûdunuz
bir, Râzıkınız bir. Bir bir, bine kadar bir bir… Hem Peygamberiniz bir,
dininiz bir, Kıbleniz bir. Bir bir, yüze kadar bir bir… Sonra köyünüz bir,
devletiniz bir, memleketiniz bir. Ona kadar bir bir… Bu kadar bir birler
vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği; ve
kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde;
şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren öremcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve
sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak;
ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve esbab-ı muhabbete karşı bir
istihfaf ve o münâsebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf
olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.

***

Cây-ı teessüf bir hâlet-i içtimâiye ve kalb-i islâmı ağlatacak
müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:

"Hâricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri
unutmak ve bırakmak," olan bir maslahat-ı içtimâiyeyi en bedevî kavimler dahi
takdir edip yaptıkları halde, şu cemâat-ı İslâmiyeye hizmet dâva edenlere ne
olmuş ki; birbiri arkasında tehâcüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken,
cüz’i adâvetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazırlıyorlar. Şu hal bir
sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hiyanettir.

***

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz,
aklınızı başınıza alınız! İhtilâfınızdan istifade eden zâlimlere karşı "İnneme’l
mü’minûne ihvetün" kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne
hayatınızı muhafaza ve ne de hukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki
kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mîzanda iki
dağ birbirine karşı muvazenede bulunursa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup
onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i îman!
İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner;
az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.

Mektûbat, s. 262.