Milliyetçilik kavramı bir dönemde ortaya çıkan sosyal
yapılaşmanm üzerine bina edildiği, siyasal tasavvurların üzerinde oynadığı bir
değer-zemin işlevi görmeye devam ediyor. Bu kavramı kategorik olârak yok saymak
doğru bir anlayış olsa da, bu bireysel alanda yapılmalıdır. Bu kavramın pratiğe
yansıyan sonuçlarını ortadan kaldırmaz. Türkiye gibi politik mülâhazaların toplumsal yapılaşmaya yön verdiği, geçmişinden ve geleceğinden kopmuş, gününü
günübirlik polemiklerle geçiştirmeye çalışan bir ülkede milliyetçilik büsbütün
bir sığınak ışlevi görüyor. Kültürel derinliğin yok edildiği, düşüncenin
sınırlardan kovulduğu Türkiye’de, milliyetçiliğe talebin artması tahmin
edilebilir bir "büyük şehirlerde" "en büyük asker bizim asker" trajikomedisinin
tepkisel bir tavırla kendisini dışa vurduğu; kendisini, kendi referanslarını dayayarak tanımlamayan bir toplumun davranışlarının "rasyonalitesini" göstermesi
açısından ibret vericidir. Milliyetçiliğin sınırları içinde beyinlerini
hapsedenler herhangi bir konuda düşünce ufkunu açacak bir çalışma ortaya koyamıyorlar. Nitekim Türkiye toplumunun siyasal süreçlerini ağırlıkla açıklayanlar
zihinlerini milliyetçiliğin cenderesinden uzak tutabilenlerdir.

Batıda, yaşadığı
serüven bakımından milliyetçilik, İslâm toplumlarının siyasal tasavvurunda yer
alabilecek bir akım değildir. Çünkü esas olarak İslâmî öğreti böyle bir
algılayışa izin vermez. Üstünlüğün ancak uhrevî bir ölçüye dayandırıldığı,
dünyevî hiçbir üstünlüğün kıstas alınamayacağı İslâmî öğretide milliyetçiğilin
kendisi için bir yer bulması mümkün olmaz. Fakat eğer bu durum tersine
çevrilebilmiş ise bunun sırrını Batı uygarlığının modernitenin İslâm toplumlarına
nüfuz edişindeki başarıda aramak gerekiyor. Aslî kriterlerinden, uhrevî davranış
ölçülerinden uzaklaşan İslâm toplumları milliyetçilik nosyonunu alıp onunla
meşgul olabildiler. İslam toplumlarının milliyetçiliğe sarılması Batı
milliyetçiliğine karşı duyulan tepki ile de açıklanabilir.

Yanlış
karşısında yanlışa sarılmak.

Yakın zamana kadar Türkiye’de milliyetçilik
devletin, siyasal elitlerin kendilerini savundukları bir alan iken bugün bu
anlayış bizzat toplumun içinden kendisi için destek bulabiliyor. Yine
milliyetçilik bu kesimden bireylerin davranış kodlarını belirler hale geliyor.
Bireyler hayatın anlamını bu düşüncede bulduklarını söyleyebiliyorlar.

Türkiye’yi
ancak kendisi ile tanımlayabileceğimiz İslâm kültürü garip bir şekilde
milliyetçilik düşüncesi ile barışık yaşamayı tercih etti. İstisna sayabileceğimiz sesleri bir tarafta bırakırsak genel akışın böyle olduğu
söylenebilir. En azından İslâmî camiâ, milliyetçiliğe karşı bir savunma hattı
oluşturacak şuuru diğer bir kısım sosyalist akımlar ise geleneksel rejim ve onun
milliyetçilik anlayışı ile sürekli dirsek temasında yaşadılar.

Son zamanlarda
milliyetçilik söylemi temel referans noktası haline geldi. Bu kavramın içinin
boş kalmış olması ya da sloganik bir halde ifade edilmesi onu benimseyenlerce
rahatsızlık olarak algılanmaz. Zaten bu akım esas olarak düşünsel ağırlığı
olabilecek bir nitelik taşımaz. Dolayısıyla Türkiye’de yapıldığı gibi
muhtevasını açmadan onu dile dolamak yeterli vizyonu sağlayacaktır. "En büyük
biz"le başlayıp "en büyük biz"le biten ırka irca edilmiş bir düşünce yapısının
insan ufkuna ekleyebileceği bir artının olabileceğini düşünmüyorum.
Milliyetçilik, tabiatı gereği kendisini karşı taraf ya da taraflara göre
tanımlar. Kendisinde dayanabileceği referanslar ise zaten fiili durumu oluşturur.
Aynı dili konuşan bir çift birbirine karşı sevdalarını daha rahat ve daha
anlaşılır aktarabilme imkânına sahip olurlar. Bunda da şaşılacak birşey yoktur.
Bir ülkeye karşı duygu bazında kurulan bağ ile dar anlamda milliyetçilik
ideolojisi arasında birebir bir ilişkiden söz edilemez. Milliyetçilik
ideolojisini bağışlamayan bir insan, üzerinde yaşadığı toprakları daha derin bir
düşünce örgüsü ile sarabilir. Üzerinde yaşadığı toprakların daha bir adam
olmasını isteyen bu bağlanış çok daha dürüstçe olur.

Türkiye Cumhuriyetinin
kurucu tasavvuru bu toprakların asıl kimliği olan İslâmî kültürü, sınırların
dışında bırakma kararını alınca meydana gelecek boşluğu Türk milliyetçiliği ile
doldurabileceğini plânlandı. Bu ülkenin sınırları içinde yaşayan bütün insanlar
için Türk olma zorunluluğu getirildi. Bunun ötesinde Türkiye toplumu, içinde
farklılıkların olmadığı homojen, kaynaşmış bir kütle olmak zorundaydı. Fakat
İslâmî kültürü yokluğa mahkûm etmek isteyen niyetler yine İslâmî kültürden
medet umar halde idiler. Nitekim İslâmî yapılaşmayı ferdî ve sosyal hayattan
silmeyi hedefleyenler devleti, devletin bekası için, yine de Müslüman unsurlara
emanet edeceklerdi. Bunun sonucu olarak "Biz de Müslümanız"a, "Evet," fakat
"emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy ani’lmünker"e hayır gibi tavır bozukluğunu bünyesinde
besleyen bir ikili garabet ortaya çıktı. Daha kötüsü devlet katında olan bu
tavır, toplum katında da kendisi için yer bulabildi. Topluma şekil vermek
isteyen, ama kültürel bir boşlukta gezinen kurucu kadronun sözde can simidi
milliyetçiliğin sağlam bir doku oluşturması, insanların varoluşun anlamını bu
zemin üzerinde inşa etmesi mümkün değil. Bugün milliyetçiliğin bireylerin iç
yapılarında sebep olduğu ikili psikolojik süreçlerin analizi ilginç sonuçlar
ortaya koyacaktır.

Geleneksel devlet rejiminin ırkçılık anlamında uyguladığı
milliyetçiliğin zehirli meyvelerini bugün toplum olarak yiyoruz. Türk
milliyetçiliğine tepkisel olarak gelişen Kürt milliyetçiliği kör bir zemin
üzerinde kendisini inşa etmeye devam ediyor. Karşılıklı körleşmelerin arasında
akan hayatın ise ne hal alacağı, düşünenler için bilinmez bir konu olmayacaktır.
Milliyetçiliğin dal budak saldığı şu zamanda müsbet milliyetçilik kavramını
ortaya atan Bediüzzaman Said Nursî bununla fiili durumu açıklar. İnsanlar belli
bölgelerde doğar, bu bölgelere göre Türk, Kürt, Arap olarak adlandırılırlar. Bu
adlandırmanın oluşturduğu dokunun odağında ise dil ve bunun kaynaklık ettiği
heterojen kültür yer alır. Milliyetçiliği Batı uygarlığının sacayaklarından
biri olarak gören Said Nursî, "Eski Said lisanıyla … haksız hücumlara bir
siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum" dediği milliyetçilik
konusundaki düşüncelerini İslâm toplumlarını temel alarak açıklar. Bediüzzaman
Said Nursî için öncelikli sorun İslâm toplumları içinden çıkacak bir
milliyetçilik fikrini bertaraf etmekti. Getirdiği evrensel mesajlarla hayatı
bütünüyle anlamlı kılan İslâmiyetin odak noktası olması gerektiği, milletin de
asıl olarak İslâm olduğu düşüncesi Nursi’nin milliyetçilik temasının ana
noktasını oluşturur. Milliyetçilik bir tartışma konusu, hele hele bir ideolojik
kavramlaştırma, hayatın kendisine dayanabileceği bir anlayış tarzı olarak
yorumlanamaz. Çünkü birilerinin Türk, birilerinin de Kürt olarak adlandırılmış
olması yaradılışın kategorik ayırımının doğal bir sonucudur. Amacı tanışma ve
yardımlaşma olan müsbet milliyetçilik budur. Bu da zaten varlık alanında olup
bitene tekabül eder.

Türkiye’de İslâmî camianın milliyetçiliğe karşı ciddî bir
tavır almadığını söyledim. Bunların, milliyetçilik fikrinin arka plânında yer
alan ve bu fikri besleyen öğeleri göz ardı etmeleri, bu arka plânın inceleme
konusu yapılmayıp lehte kullanmak gibi bir pragmatizme sapılması, bunların bu
şerri def etmek noktasında bir çabalarının olmadığı sonucunu verir. Bazı kesimler
ise müsbet milliyetçilik fikrinin kapısından girip "menfi milliyetçilik" fikrine
kayabiliyorlar.

Vahyin eseri olan mutlak doğruları reddeden toplumlar
yaşadıkları ideolojik serüvenlerle herhangi bir evrensel mesaja varamazlar.
Tutunum mekanizması olmayan bu toplumların milliyetçiliğe sarılmaları şaşılacak
birşey değildir.