Üçüncü Mebhas

"Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ
birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayatı içtimâiyeye âit
münâsebetlerinizi bilesiniz birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle
kabîle yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız husûmet ve adâvet
edesiniz değildir."

Şu Mebhas Yedi Meseledir.

Birinci Mesele: Şu âyet-i
kerımenin ifade ettiği hakîkat-i âliye hayat-ı içtimâiyeye âit olduğu için,
hayat-ı içtimâiyeden çekilmek isteyen Yedi Said lisânıyla değil, belki İslâmın
hayat-ı içtimâiyesiyle münâsebettar olan Eski Said lisânıyla, Kur’ân-ı Azimüşşâna
bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle
yazmaya mecbur oldum.

İkinci Mesele: Şu âyet-i kerîmenin işaret ettiği "teârüf
ve teâvün düsturu"nun beyânı için deriz ki:

Nasıl ki bir ordu fırkalara,
fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik
edilir; tâ ki her neferin muhtelif ve müteaddit münâsebâtı ve o münâsebata göre
vazifeleri tanmsın, bilinsin ve tâ o ordunun efradları düstur-u teâvün altında,
hakîki bir vazife-i umûmiye görsün ve hayat-ı içtimâiyeleri, a’dânın hücumundan
mâsun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekâbet
etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine
hareket etsin değildir. Aynen öyle de, hey’et-i içtimâiye-i İslâmiye, büyük bir
ordudur; kabâil ve tavaife inkısam edilmiş; fakat, binbir bir birler adedince
cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir,
kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir; bir, bir, bir, binler kadar bir,
bir… İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ
ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin îlân ettiği gibi, teârüf
içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tahâsum için değildir.

Üçüncü
Mesele:
Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Husûsan dessas Avrupa
zâliınleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki,
parçalayıp, onları yutsunlar.

Hem, fikr-i milliyette bir zevk-i nefsânî var,
gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda
hayat-ı içtimâiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i milliyeti bırakınız" denilmez.
Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfî’dir, şeâmetlidir,
zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder,
müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsemet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki,
hadîs-i şerifte ferman etmiş:

İslâm, Câhiliyyetten kalma ırkçılık ve
kabîleciliği kaldırmıştır.

Ve Kur’ân’da ferman etmiş:

Kâfirler kalblerine câhiliyet taassubundan ibâret olan o gayreti
yerleştirdiklerinde, Allah, Resûlünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve
emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zâten
onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir. (Fetih
Sûresi: 26.)

İşte şu
hadis-i şerif, şu âyet-i kerîme katî bir sûrette menfî bir milliyeti ve fikr-i
unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü, müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona
ihtiyaç bırakmıyor.

Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır?
Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem
ebedî kardeşleri kazandırsın?

Evet, menfî milliyetin, tarihçe pekçok zararları
görülmüş. Ezcümle, Emeviler, bir parça, fikr-i milliyeti siyasetlerine
karıştırdıkları için hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok
felâketler çektiler. Hem, Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok
ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden
başka, Harb-i Umûmideki hâdisat-ı müthişe dahi menfî milliyetin nev-i beşere ne
kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde, iptidâ-i hürriyette, Bâbil Kal’asının
harâbiyeti zamanında "tebelbül-ü akvâm" tâbir edilen "teşaub-u akvâm" ve o teşâub
sebebiyle dağılmaları gibi, menfî milliyet fikriyle başta Rum ve Ermeni olarak
pekçok "kulüpler" nâmında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mültecîler
cemiyetleri teşekkül etti ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına
gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyâde birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir
ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i
milliyetle birbirine yabânî bakmak ve birbirini düşman telakkî etmek öyle bir
felâkettir ki, tarif edilmez. Âdetâ bir sineğin ısırmaması için, müthiş
yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir
divânelikle büyük ejderhâlar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını,
pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara
yardım edip, menfû unsuriyet fikriyle Şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya
Cenub tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip, onlara karşı cephe almak, çok
zararları ve mehâliki ile beraber, o Cenub efradları içinde düşman olarak yoktur
ki, onlara karsı sephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’ân nûru var, İslâmiyet ziyâsı
gelmiş; o, içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise,
dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve kur’ân’a karşı adâvet
ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevî
adâvettir. Hamiyet nâmına hayat-ı içtimâiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın
temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil hamakattır.

Dördüncü Mesele: Müsbet
milliyet, hayat-ı içtimâiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor; teâvüne,
tesânüde sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha
ziyâde teyid edecek bir vâsıta olur.

Şu müsbet firk-i milliyet, İslâmiyete hâdim
olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli, Çünkü, İslâmiyetin verdiği
uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i bekâda ve âlem-i berzahta o uhuvvet
bâkî kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir
perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikâme etmek, aynı kal’anın
taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazînesinin yerine koyup, o elmasları dışarı
atmak nevinden ahmakâne bir cinayettir.

İşte ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın
evlâtları; altı yüz sene değil, belki, Abbâsîler zamanından beri bin senedir
Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak, bütün cihâna karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı
îlân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün
dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def’ ettiniz tâ Allah, sevdiği ve
kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibi,
Allah yolunda cihad eden bir topluluk getirecektir (Maide Sûresi: 54.) âyetine
güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi, Avrupa’nın ve frenkmeşreb münâfıkların
desîselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitâba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz
ve korkmalısınız!

Cây-ı Dikkat Bir Hâl

Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en
kesretli olduğu halde; dünyanın her tarafında olan Türkler ise, Müslümandır. Şâir
unsurlar gibi Müslim ve gayr-i Müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir;
nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman
olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır—Macarlar gibi. Halbuki küçük
unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i Müslim var.

Ey Türk kardeş!
Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan
kâbil-i efrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin,
İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle
silinmediği halde, sen, şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri
kalbinden silme!

Beşinci Mesele: Asya’da uyanan akvâm, fikr-i milliyete sarılıp,
aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesâtları o yolda feda
ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kâmet-i kıymeti başka bir elbise
ister; bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. bir kadına,
bir jandarma elbisesi giydirilmez—bir ihtiyat hocaya, tango bir kadın libâsı
giydirilmediği gibi. Körü körüne taklit dahi, çok defa maskaralık olur. Çünkü:

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir câmi hükmündedir.
Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez; kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti
bir olmaz.

Hem, ekser enbiyânın Asya’da zuhuru, ağleb-i Hükemânın Avrupa’da
gelmesi, kader-i ezelmin bir remzi, işaretidir ki; Asya akvâmını intihâba
getirecek, terakkî ettirecek, idâre ettirecek, din ve kabdir. Felsefe ve hikmet
ise, din ve kalbe yardım etmeli yerine geçmeli.

Sâniyen: Dîn-i İslâmı,
Hıristiyan dînine kayas edip, Avrupa gibidine lâkayd olmak, pek büyük bir
hatâdır. Evvelâ, Avrupa dînine sâhiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos
gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şâhittir ki,
Avrupa dînine sahiptir; belki bir cihette mutaassıptır.

Sâlisen: İslâmiyeti
Hıristiyan dînine kıyas etmek, kıyâs-ı maalfârıktır, o kıyas yanlıştır. Çünkü,
Avrupa, dînine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti,
medenîleşti. Hem, din onların içinde üç yüz sene muhârebe-i dahiliyeyi intâc
etmiş. Müstebit zâlimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vâsıta
olduğundan, onların umûmunda muvakkaten dînine karşı bir küsmek âsıl olmuştu.

İslâmiyette ise, tarihler şâhittir ki, bir defadan başka dâhilî muhârebeye
sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit, ehl-i İslâm, dîne ciddî sahip olmuşlarsa, o
zamana nisbeten yüksek terakkî etmişler. Buna şâhit, Avrupa’nın en büyük üstâdı,
Endülüs devlet-i İslâmiyesidir. Hem, ne vakit, cemâat-i İslâmiye, dîne karşı
lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler. Hem,
İslâmiyet, vücûb-u zekât ve hurmet-i ribâ gibi binler şefkatperverâne mesâil ile
fukarâyı ve avâmı himâye ettiği, Akıl erdirmezler mi? (Yasin Sûresi: 68.)
Tefekkür etmezler mi? (En’âm Sûresi: 50.) Düşünmezler mi? (Nisâ Sûresi: 82.)
gibi kelhimâtıyla aklı ve ilmi istişhâd ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himâye
ettiği cihetle, dâimâ İslâmiyet fukarâların ve ehl-i ilmin kal’ası ve melcei
olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

İslamiyetin,
Hıristiyanlık ve sâir linlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki:

İslâmiyetin esâsı, mahz-ı Tevhiddir; vesâit ve esbâba tesir-i hakîki vermiyor,
îcad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, "velediyet" fikrini
kabul ettiği için, vesâit ve esbâba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Âdetâ
Rubûbiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. Allah’ı
bırakıp, bilginlerini ve rahiplerini Rabler edindiler. (Tevbe Sûresi: 31.)
âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek
mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhâfaza etmekle beraber, sâbık
Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dîni olan
İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu
bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayd
kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

Altıncı Mesele: Menfî milliyette ve
unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:

Evvelâ: Şu dünya yüzü, husûsan şu
memleketimiz, eski zamandan beri çok muhâceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla
beraber; merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı
sâireden, pervâne gibi, çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde,
Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakîki unsurları birbirinden tefrik edilebilir. Öyle
ise, hakîki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti binâ etmek, manâsız ve hem
pek zaralıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin
reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir
ise, millet birdir." Mâdem öyledir; hakîki unsuriyete değil, belki dil, din,
vatan münâsebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer
biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.

Saniyen: İslâmiyetin
mukaddes milliyeti bu vatan evlâdının hayat-ı içtimâiyesine kazandırdığı yüzer
fâideden iki fâideyi misâl olarak beyân edeceğiz:

Birincisi: Şu devlet-i
İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı
hayatını ve rnevcudiyetini muhafaza ettiren, şu evletin ordusundaki nûr-u
Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: "Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim." Kemâl-i
şevk ile aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbâl etmiş, dâimâ Avrupa’yı
titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın rûhunda şöyle
ulvî fedâkârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebililir? Hangi hamiyet
onun yerine ikamet edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona fedâ
ettirebilir?

İkincisi: Avrupa’nın ejderhâları (büyük devletleri) her ne vakit şu
devlet-i İslâmiyiye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve
inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri onları inletmemek ve sızlatmamak için,
elini çekmiş; elini kaldırırken, indirmiş. Şu hiçbir cihette istisgar
edilmeyecek mânevî ve dâimî bir kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikâme
edilebilir? Gösterilsin! Evet, o azîm mânevî kuvvetüzzahrı menfî milliyet ile
istignâkârâne hamiyet ile gücendirmemeli!

Yedinci Mesele: Menfî milliyette fazla
hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddi severseniz, onlara
şefkat edersiniz. Öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisinin şefkat
sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan
bir kısm-ı kalîlin muvakkat gafletkârâne hayat-ı içtimâiyelerine hizmet ise,
hamiyet değildir. Çünkü, menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın,
milletin sekizinden ikisine muvakkat fâidesi dokunabilir, lâyık olmadıkları o
hamiyetin şefkatine … mazhar olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya
hastadır, ya musîbetzededir, ya çocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak
âhireti düşünür muttakîdirler ki; bunlar, hayat-ı dünyeviyeden ziyâde,
müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir
tesellî, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübârek ellere muhtaçtırlar. Bunların
ışıklarını söndürmeye ve tesellîlerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder?
Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık!

Rahmet-i
İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı hak, bin seneden beri Kur’ân’ın
hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların
muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşallah perişan
etmez. Yine o nûru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir.

Mektûbât, 26.
Mektup, ss. 309-314

Dördüncü Desîse-i Şeytâniye

Şeytanın telkini ile ve ehl-i
dalâletin ilkaâtıyla, bana karış propaganda ile hücum eden ve muhim mevkîleri
işgal eden bâzı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyeleri
tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Mâşâallah, Türklerde her nevî
ulemâ ve ehl-i kemâl vardır; Said bir Kürddür. Milliyetinizden olmayan birsiyle
teşrik-i mesâil etmek, hamiyet-i milliyeye münâfîdir?"

Elcevap: Ey bedbaht
mülhid! Ben, felillâhilhamd, Müslümanım. Her zamanda, kudsî milletimin üçyüz
elli milyon efrâdı vardır. Böyle ebedi bir uhuvveti tesis eden ve duâlarıyla
bana yardım eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli
milyon kardeşi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine fedâ etmek; ve o mübârek
hadsiz kardeşlere bedel, Kürd nâmını taşıyan ve Kürd unsurundan addedilen muhdud
birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa
istiâze ediyorum! Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri
veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri, muvakkaten dünyaca dahi
faidesiz uhuvvetinini kazanmak için, üç yüz elli milyon hakîki, nûrânî
menfaattar bir cemâatin bâkî uhuvvetlerini terk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun
Üçüncü meselesinde, delilleriyle menfî milliyetin mâhiyetini ve zararlarını
gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü Meselenin âhirinde icmâl
edilen bir hakîkati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki: O Türkçülük
perdesi altına giren ve hakîkaten Türk düşmanı olan hamiyetfüruş mülhidlere derim
ki: "Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakîki bir uhuvvet ile, Türk denilen bu
vatan ehl-i îmânıyla şiddetli ve pek hakîki alâkadarım. Ve bin seneye yakın,
Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin etrafında gâlibâne gezdiren bu
vatan evlatlarına, İslâmiyet hesâbına, müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım.
Sen ise ey hamiyetfüruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakîkiye-i milliyesini
unutturacak bir sûrette mecâzî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir
uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı
ortasındaki gâfil ve heveskâr gençlerden ibâret midir? Hem, onların menfaati ve
onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktizâ ettiği hizmet, onların gafletini
ziyâdeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden
frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan
muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bundan ibâret ise, ve
terakkî ve saadet-i hayatiye bu ise; evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle
milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin!
Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimâta bak,
cevap ver. Şöyle ki:

Türk Milleti denilen şu vatan evlâdı altı kasımdır: Birinci
kısmı ehl-i salâhât ve takvâdır, ikinci kısmı musîbetzede ve hastalar
tâifesidir, üçüncü kısmı ihtiyarlar sınıfıdır, dördüncü kısmı çocuklar
tâifesidir, beşinci kısmı fakirler ve zaifler tâifesidir altıncı kısmı
gençlerdir. Acaba bütün evvelki beş tâife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden
hisseleri yok mu? Acaba altıncı tâifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda, o
beş tâifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellîlerini kırmak hamiyet-i milliye
midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır? "El hükmü lil ekser" sırrınca, eksere
zarar dokunduran düşmandır; dost değildir.

Senden soruyorum: Birinci kısım olan
ehl-i îmân ve ehl-i takvânın en büyük menfaati, frenkmeşrebâne bir medeniyette
midir; yoksa hakâik-ı îmâniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp, müştak
ve âşık oldukları tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakîki tesellî bulmakta mıdır?
Senin gibi dalâletpîşe hamiyetfürûşların tuttuğu meslek, müttakî ehl-i îmânın
mânevî nurlarını söndürüyor ve hakîki tesellilerini bozuyor ve ölümü îdam-ı
ebedî ve kabri dâimi bir firâk-ı lâyezâlî kapısı olduğunu gösteriyor.

İkinci
kısım olan musîbetzede ve hastaların ve hayatından me’yus olanların menfaati
frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki, o biçareler
bir nur isteler, bir tesellî isterler, musîbetlerine karşı bir mükâfat isterler
ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler ve yakınlaştıkları kabir
kapısındaki dehşedi def’ etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr
hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve timâr etmeye çok lâyık ve muhtaç o
bîçare musîbetzedelerin kablerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak
vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka
düşürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat
dokunduruyorsunuz?

Üçüncü tâife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar
kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yakınlaşıyolar; dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete
yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nûru ve tecellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi
zâlimlerin gaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir ve âhireti unutturacak,
dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki
nevî hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakîki tesellî,
tiyatroda mıdır? Bu bîçare ihtiyarlar, hamiyetten hürmet isterlerken, mânevi
bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve "Îdâm-ı ebedîye sevk ediliyorsunuz"
fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına
çevirmek, "Sen oraya gideceksin" diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i milliye
ise; böyle hamiyetten yüz bin defa "El-iyâzü billah!.."

Dördüncü tâife ki,
çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler.
Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir
Hâlıkı bilmekle, ruhları inbisat edebilir, istidatları mes’udâne inkişaf
edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehvâl ve ahvâle karşı gelebilecek bir
tevekkül-ü îmânî ve teslim-i İslâmi telkinâtıyla o masumlar, hayata müştakâne
bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve
onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz, sırf maddî
felsefî düsturların tâliminde midir? Eğer insan bir cesed-i hayvânîden ibaret
olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu mâsum çocukları muvakkaten
eğlendirecek terbiye-i medeniyye tâbir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü
verdiğiniz bu frengî usül, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir
menfaati verebilirdi. Mâdem ki, o mâsumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar,
mâdem ki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve
küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüd edecek. Mâdem hakîkat böyledir; onlara
şefkatin muktezâsı, gâyet derecede fakr ve aczinde, gâyet kuvvetli bir nokta-i
istinâdı ve tükenmez bir nokta-i istimdâdı, kalblerinde îmân-ı billâh ve îmân-ı
bilâhiret sûretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet, bununla
olur. Yoksa, dîvâne bir vâlidenin veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i
milliye sarhoşluğuyla o bîçare mâsumları mânen boğazlamaktır; cesedini beslemek
için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden vahşiyâne bir gadr’dir,
bir zulümdür.

Beşinci tâife, fakirler ve zaifler taifesidir. Acaba, hayatın ağır
tekâlifini fakirlik vâsıtasıyla elim bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın
müthiş dağdağalarına karşı çok müteessir olan zaiflerin, hamiyet-i milliyeden
hisseleri yok mudur? Bu bîçarelerin ye’sini ve elemini artıran ve sefih bir
kısım zenginlerin mel’abe-i hevesâtı ve zâlim bir kısım kavîlerin vesîle-i
şöhret ve şekâveti olan firenkmeşrebâne ve perdebîrûnâne ve firavunâne
medeniyetperverlik nâmı altında yaptığınız harekâtta mıdır? Bu bîçare fukarâların
fakirlik yarasına merhem ise, unsuriyet fikrinden değil, belki İslâmiyetin
eczahâne-i kudsiyesinden çıkabilir. Zaiflerin kuvveti ve mukâvemeti, karanlık ve
tesadüfe bağlı, şuursuz tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve
kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır.

Altıncı tâife, gençlerdir. Bu gençlerin
gençlikleri, eğer dâimî olsaydı, menfî milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın
muvakkat bir menfaati, bir faidesi olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli
sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında
esefle uyanmasıyla, o şarabın humârı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o
lezzetli rüyânın zevâlindeki elem, ona çok hazin teessüf ettirecek. "Eyvah! Hem
gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keşke aklımı
başıma alsaydım" dedirecek. Acaba bu tâifenin hamiyeti milliyeden hissesi, az
bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle
ağlattırmak mıdır; yoksa onların saadet-i dünyevileri ve lezzet-i hayatiyeleri,
o güzel, şirin gençlik nîmetinin şükrünü vermek sûretinde, o nîmeti sefâhet
yolunda değil, belki istikâmet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibâdetle
mânen ibkâ etmek ve o gençliğin istikâmetiyle dâr-ı saadette ebedî bir gençlik
kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!

Elhâsıl: Eğer Türk milleti,
yalnız altıncı tâife olan gençlerden ibâret olsa ve gençlikleri dâimî kalsa ve
dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altındaki
firenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi
hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini, firengî illeti gibi
bir maraz telâkkî eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesâttan men’e çalışan ve
başka memlekette dürıyaya gelen bir adama, "O Kürddür, arkasına düşmeyiniz"
diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat, mâdem ki Türk nâmı
altında olan şu vatan evlâdı, sâbıkan beyân edildiği gibi altı kısımdır. Beş
kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız birtek kısma muvakkat ve
dünyevî ve âkıbeti meş’um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek, elbette o Türk
milletine dostluk değil, düşmanlıktır. Evet ben unsurca Türk sayılmıyorum; fakat
Türklerin ehl-i takvâ tâifesine ve musîbetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına
ve çocuklar tâifesine ve zaifler ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve
kemâl-i iştiyakla müşfikâne ve uhuvvetkârâne çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı
tâife olan gençler dahi, hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı
uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren
harekât-ı nâmeşruâdan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil,
belki yirmi senedir Kur’ân’dan ahzedip Türkçe lisânıyla neşrettiğim âsâr
meydandadır. Evet, lillâhilhamd, Kur’ân-ı Hakîmin mâden-i envârından iktibas
edilen âsâr ile, ihtiyar tâifesinin en ziyâde istedikleri nur gösteriliyor.
Musîbetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfî ilâçları, eczahâne-i kudsîye-i
Kur’âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyâde düşündüren kabir kapısı,
rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur’âniye ile
gösterildi. Ve çocukların nâzik kalblerinde hadsiz mesâib ve muzır eşyaya karşı
gâyet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medâr bir
nokta-i istimdat, Kur’ân-ı Hakımin mâdeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil
istifade ettirildi. Ve fukarâlar ve zuafâlar kısmını en ziyâde ezen ve mütessir
eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’ân-ı Hakımin hakâik-ı îmâniyesiyle
hafifleştirildi.

İşte bu beş tâife ki, Türk milletinin altı kısmından beş
kısmıdır; menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki, gençlerdir. Onların
iyiliklerine karşı ciddî uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir
cihetle dostluğumuz yok! Çünkü, ilhâda giren ve Türkün hakîki bütün mefâhir-i
milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyesinden çıkmak isteyen adamları Türk
bilmiyoruz. Türk perdesi altına girmiş frenk telâkkî ediyoruz! Çünkü, yüz bin
defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakîkati kandıramazlar. Zîrâ, fiilleri,
harekâtları onların dâvâlarını tekzib ediyor.

İşte ey frenkmeşrepler ve
propagandanızla hakîki kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu
millete menfaatiniz nedir? Birinci tâife olan ehl-i takvâ ve salâhâtın nûrunu
söndürüyorsunuz. Merhamete ve timâr etmeye şâyan ikinci tâifesinin yaralarma
zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü tâifenin tesellîsini
kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü
tâifenin bütün bütün kuvve-i mâneviyesini kırıyorsunuz ve hakîki insâniyetini
söndürüyorsunuz. Ve muâvenet ve yardıma ve tesellîye çok muhtaç olan beşinci
tâifenin ümitlerini, istimdatlarını akîm bırakıp, onların nazarında hayatı mevtten
daha ziyâde dehşetli bir sûrete çeviriyorsunuz. İkâza ve ayılmaya çok muhtaç
olan altıncı tâifesine gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki; o
şarabın humarı pek elîm, pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz
ki, o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı fedâ ediyorsunuz. O Türkçülük
menfaati, Türklere bu sûretle midir? Yüz bin def’a el’iyâzü billâh.

Ey
efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman, kuvvete mürâcaat
edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayı başıma
ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’aniyeye fedâ olan bu baş size eğilmeyecektir. Hem
size bunu da haber veriyorum ki: Değil sizler gibi mahdut, mânen millet
nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler, sizler gibi bana maddi
düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvanâttan fazla
kıymet vermeyeceğim. Çünkü, bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınız iş, ya
hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak sûretiyle olur. Bu iki şeyden
başka dünyada alâkam yok. Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde katî
îman etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Mâdem böyledir; hak yolunda
şehâdet ile ölsem, çekinmek değil, iştiyak ile bekliyorum. Bâhusus, ben ihtiyar
oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehâdet
vâsıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkîye tebdil etmek, benim gibilerin en
âlî bir maksadı, bir gâyesi olur. Ammâ hizmet ise, felillâhilhamd, hizmet-i
Kur’âniye ve îmâniyede Cenâb-ı Hak, rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki,
vefatım ile, o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel çok merkezlerde yapılacak.
Benim dilim ölüm ile susturulsa, pekçok kuvvetli diller benim dilime bedel
konuşacaklar; o hizmeti idâme ederler. Hattâ diyebilirim, nasıl ki bir tane
tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sünbül hayatını netice verir, bir taneye
bedel yüz tane vazife başına geçer; öyle de mevtim hayatımdan fazla o hizmete
vâsıta olur ümidimi besliyorum.

Mektûbat, 29. Mektup, ss. 407-412.

***

İ’lem,
eyyühe’l-azîz! Asabiyet-i câhiliye, birbirine tesânüd edip yardım eden gaflet,
dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler,
milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nûr-u îmandan in’ikâs
edip dalgalanan bir ziyâdır.

Mesnevî-i Nûriye, s. 96.

***

Evet, "ene" ince bir
"elif," bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı
altında neşvü nemâ bulur; gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına
yayılır, koca bir ejderha gibi vücüd-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün
letâifi ile, âdetâ "ene" olur. Sonra nev’in enâniyeti de bir asabiyet-i nev’iye
ve milliye cihetiyle, o enâniyete kuvvet verip, o "ene," o enâniyet-i neviyeye
istinad ederek şeytan gibi, Sani-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.
Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hatta herşeyi kendine kıyas edip
Cenab-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder; gayet azim bir şirke düşer;
"Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür (Lokman Sûresi: 13.)" meâlini gösterir.
Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam bütün hazır arkadaşlarma
birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, "Kendime malikim" diyen
adam, "Herşey kendine maliktir" demeye itikad etmeye mecburdur.

Sözler, 30. Söz,
s. 496.

***

Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli seyahati münasebetiyle
vilâyât-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli
mütefennin arkadaşla bir mübahese oldu. Benden sual ettiler ki, "Hamiyet-i
diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?" O zaman
dedim:

"Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat
müttehittir. İtibarî, zahirî, arizî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin
hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i
diniye, avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani
menâfi-i şahsiyesini millete fedâ edene has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye
içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hadim ve kuvvet ve
kal’ası olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde
kalplere hakim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiyayı Şarkta göndermesi
işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı
Saadet ve Tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’isidir.

"Ey bu hamiyet-i diniye ve
milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu
şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın
şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size
de derim ki:

"’Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde
tamamiyle meczolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i
İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nurânidir. Kırılmaz
ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî
kal’adır,’ dediğim vakit o iki mektep muallimleri bana dediler: ‘Delilin nedir?
Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil
nedir?"’

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık,
pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği
yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

"İşte bu çocuk
lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk bu
seyyar medresemizde üstadımız olsun. Işte lisanı hali bu gelecek hakikati der:

"Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel
deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yolda, bir metre yakınlıkta o
çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak
tehdit ediyor: ‘Bana rastgelenlerin vay haline’ dediği halde, o masum, yolunda
duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para
onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor
ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen ra’d ve gökgürültiisü gibi
bağırmanla beni korkutamazsın!’

Sebat ve metanetinin lisan-ı hali ile gûya der:
"Ey şimendifer, sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni
gezdirenin elindedir. Senin bana tecâvüz etmen haddin değil. Beni istibdâdın
altına alamazsın. Haydi, yolunda git, kumandanını izniyle yolundan geç!"

İşte ey
bu şimendefirdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim!
Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acip
kahramanlıkları ile beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada
bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette
şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikatları olmayacak.
Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde
elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumu
ile Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar
korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O harika cesareti ile bin metreden fazla
kaçacaklar. Bakınız, nasıl bir dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri,
cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun
kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için, mûtî bir merkep
zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı
arkasına takmış bir nev’i arslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli
sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte âltı yaşına girmeyen bu çocuğa o
iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkında
bir emniyet ve korkmamak haletini veren; o masumun kalbinde hakikatin bir
çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde
bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyle
gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet
korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların—onun kumandanırıı bilmemek ve
intizamına inanmamak olan—callilene itikatsızlıklarıdır.

Bu temsilde, o masum
çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, senede İslâm taifelerinin birkaç
aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin)—kalbinde yerleşen iman ve itikad
cihetiyle—ru-yi zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı
imanından gelen bir kahramanlıkla İslâmiyet ve kemalât-ı maneviyenin bayrağını
Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren; ve "Ölsem şehidim, öldürsem
gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman
hadisatlara karşı da, hatta mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî
istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin
tehditlerine karşı, imanın kaharamanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve
kader-i İlâhiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde,
hikmet ve ibret ve bir nev’i saadeti dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arap
taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri—o masum çocuk gibi—fevkalâde bir manevî
kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki: İstikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette
olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milletidir.

Hutbe-i Sâmiye, ss. 69-74.