Bir tavzih denemesi:

Biz ki, ekseriz, muvahhidiz; Tevhidle mükellef
olduğumuz gibi, ittihadı tesis edecek muhabbet-i milliye ile muvazzafız. Eğer
unsur lâzım ise, unsur için bize İslâmiyet kâfidir." İçtimai Reçeteler, c. II,
s. 255.

GİRİŞ

Bir ulus devlet içinde yaşıyoruz. Devletlerarası sistem, uluslar
üzerine kurulmuş durumda. Hayata gözlerimizi açtığımız andan ölüm sonrasına
kadar, ulusçu bir tahayyülün idraklerimize doladığı dünyevi/seküler bir dilin
kavramları ve mitleriyle "sosyalleştiriliyoruz." "Milli meseleler ve davalar"
her kesimden insanı aynı müştereklere sahip kılabiliyor. Meselâ, milli takımın
başarısına Müslümanlar dualarıyla katkıda bulunmaya çalışıyor. Ulusçu ideoloji
Türkiye’de, yerini aldığı ümmet muhayyilesinin insanlarına kendisini hem
gündelik hayat pratikleri, hem de düşünce alışkanlıkları bakımından önemli
ölçüde benimsetmiş durumda. Bir modern çağ olgusu olan ve hiçbir şekilde,
Allah’ın ezeli hitabında "şuub ve kabail" olarak tarif ettiği kategoriye tekabül
etmediği halde, bu şekilde sunulmaya çalışılan ulusçuluk karşısında sahih bir
tavır belirleyebilmek için, kavramsal bir tavzih ihtiyacı kaçınılmaz
görünmektedir. Bu yüzden, bu çalışmalar ulus, ulusçuluk, etnik grup ve ırk
kavramları tanımlandıktan sonra ulusal bütünleşme süreci ele alınacak ve bu
konuda ileri sürülmüş lehte ve aleyhte görüşler değerlendirilecektir. Son olarak
da, günümüzde etnik ulusçuluğun kendini güçlü bir şekilde duyurmasının sebepleri
üzerinde kısaca durulacaktır.

I. Millet/Ulus

Bernard Lewis’e göre, İbranice kökenli olan millet kelimesi "bir
söz (inanç) etrafında biraraya gelen insan topluluğu" anlamına gelir. Kur’ân’da
Hz. lbrahim ve ondan önceki peygamberlerin yaydıkları din (Hanif dini),
dolayısıyla bu dinin gerçek mensupları sayılan Müslümanlar bu adla
nitelendirilmiştir. (1) Kur’ân ve Peygamberin sünnetindeki anlamıyla millet
terimi "din ve Şeriat"ı ifade ederken, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısından
itibaren anlam kaymasına uğrayarak "kavim" ya da "ulus" anlamında kullanılmaya
başlanmıştır.

Osmanlı devletinin hukuki ve idari düzeni millet sistemine
dayanmaktaydı. Milletlerin belirleyici unsuru yalnızca dini bağlanmaydı. Bir
millet içerisinde imparatorluğun farklı yerlerine dağılmış, çeşitli etnik
kökenlerden insanlar bulunmaktaydı. Mesela, Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar ve
ortodoks Araplar aynı millete mensuptu. Din ve Şeriat temelinde ana milletler de
İslâm, Rum-Ortodoks Ermeni ve Yahudi genel ayırımına göre tasnif edilmişti.
Millet terimi Tanzimatla birlikte önce kısmen, sonra da bütünüyle kavim
belirtmek amacıyla kullanılmıştır. Ancak, terim gelenekel anlammda da
kullanılmaya devam etmiştir. 1826’da imzalanan Akkerman Konvansiyonu’na yapılan
bir ekte "Sırp milleti"nden bahsedilmektedir. Bu tarih Fransız Devriminin
estirdiği ulusçu düşüncelerin Osmanlı devletinde etkilerini göstermeye başladı
ve dine dayalı millet sisteminden etnik kökene dayalı millet sistemine geçişin
ivme kazandığı bir zamana rastlar. Ulus anlamında kullanılan milletin
tanımından, din ve Şeriat kalkar ve süreç içinde millet kavramı sayısal insan
topluluğunu ifade eder hale gelir. (2) Ancak kavramm dini kökleri öylesine
güçlüdür ki, ortak bir inancı paylaşan ve birbirlerine kardeşlik duygularıyla
bağlı bir topluluk anlamını, seküler bağlam içinde muhteva değiştirerek de olsa
devam ettirmiştir. Zaten, milleti ısrarla ulus anlamında kullanmak isteyenler de
kavramın bu anlam yükünden yararlanmak istemişlerdir.

Ümmet, unsur, cinsiyet, kavmiyet, hatta ırk kelimeleri, on
dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarında ulusu karşılamak için
kullanılmış diğer bazı kavramlardır. Mehmet Akif’in İstiklal Marşında kullandığı
ırk kelimesinin, o dönemde ırkın ulus anlamında kullanılmasının bir yansıması
olduğunu ve genetik anlamda bir ırkî topluluğa gönderme yapmadığını belirtelim.
Uç Tarz-ı Siyaset’inde ırka dayalı Türkçülükden bahseden Yusuf Akçur da, ırkı
ulus anlamında kullanır. Bu kullanımın bugün için "kavram kargaşası"na katkıda
bulunmanın ötesinde bir anlamı yoktur.

Şemseddin Sami Kamus-ı Türki’sinde, İslâm ümmetlerinden
bahsedilebileceğini, fakat yalnızca bir İslâm milleti olduğunu, bunun çoğul
olarak kullanılamayacağını belirtir. Sami’ye göre, asli anlamlarına uygun olarak
milletin değil ümmetin ulus anlamını karşılamak için kullanılması gerekir.
Milletin ulus anlamında kullanılması bir galat-ı meşhurdur. (3) Pozitivizme iman
etmiş Abdullah Cevdet ve Ahmet Rıza gibi jön Türk liderlerinin bütün
dünyevi/seküler kavram ve kurumları Islâmî bir kisve içinde halka sunduğu ve
meşruiyet problemini bu şekilde aşmaya çalıştığı göz önüne alındığında, Ali
Bulaç’ın millet kavramının ulus anlamında kullanılmasının bir su-i istimal
olduğu görüşü haklılık kazanır. (4)

Bu bağlamda, Nur Risalelerinde milliyet kelimesinin İslâmla
tanımlanarak kullanıldığı bu anlamının yanısıra kavmiyet anlamı da eklendiğinde,
kavmiyetin Müslüman benliğini tanımlamada tamamen tearuf amacına dönük, araçsal
ve itibari bir mahiyet kesbettiği söylenebilir. Zaten Osmanlı döneminde
insanların etnik kimlikleriyle tanınmaları, kavmiyetin tamamen tearuf amacına
hizmet eden, hiçbir şekilde politik bir kimlik çağrıştıracak anlam yüküne sahip
olmamasından kaynaklanmaktadır. "Müsbet fikr-i milliyet"e gelince, diğer bütün
modern kavram ve kurumlar karşısındaki tavrında olduğu gibi, Bediüzzaman’ın
ulusçuluğu, dolayısıyla ulusu bir fiili vakıa olarak kabul ettiği görülmektedir.
Ulus ve ulusçuluğun bir olgu olarak reddedilmesinin toplumsal anlamda
"hüyla’larla gerçekleri iltibas olacağını belirten Bediüzzaman, İslâma nisbetle
ancak araçsal bir önem atfedilmesi kaydıyla, milliyet fikrinin müsbet
kavranışının mümkün olabileceğini söylemiştir. Önerilen "vazgeçilmez iyi" değil,
"kaçınılmaz kötüdür." (5) İslâmın ulusallaştırılması çabaları karşısında, ulus
ve ulusçuluğun tesirlerini görmezden gelmektense, onun "yerlileştirmesi," bu
yapılırken de ulusçuluğun Batıya ve dünyevileşmeye hizmet eden bir ajan olmaktan
çıkarılarak "müsbete kapılan bir harfe" dönüştürülmesi hedeflenmiştir. Söz
konusu olan, İslâmî tahayyülün ideal değil, ama kendi tarihselliği içinde mümkün
olabilen izdüşümüdür.

Esas itibariyle sanayi toplumuna has bir olgu olan ulusun (6)
genel geçer bir tanımını vermek çok zordur. Ancak ilerlemeci görüşün temelini
oluşturduğu tanımın yaygın bir kullanım kazandığı görülmektedir. Bu tanıma göre
ulus, "tarih, kültür ve ortak köken gibi bağlar temelinde bir insan cemaatine
bağlılık duyan insanların meydana getirdiği bir topluluktur." Bu tanım, ulusun
oluşumunda ülke, dil, din veya ortak köken gibi objektif özellikler ile, bir
milliyete ait olma şuuru gibi subjektif özellikleri biraraya getirmektedir.

II. Ulusçuluk

Ana Britannica’ya göre, "kendi ulusuna bağlılığın uluslararası
ilkelere bağlılıktan ya da bireysel çıkarlardan daha önemli olduğunu ileri süren
bir görüş" olan ulusçuluk, siyasi bir program olmaktan çok, bir bakış açısıdır.
(8) Her ülke ve toplumda farklı özellikler kazanabilir. Siyasi sadakatin
temelinde ulusların bulunduğu varsayımından kaynaklanan ulusçuluk tarihte
oldukça yeni bir olgudur. 18. yüzyıla kadar siyasi bağlılığın odağında
aşiretler, dinler ya da kent gibi küçük siyasi birimlerle imparatorluklar
bulunurdu. Modern anlamda devlet ilk kez 18. yüzyılda siyasi faaliyetin odak
noktası olmaya başladı. Bunun sebepleri arasında büyük merkezi devletlerin
ortaya çıkması ile feodal yapılar ve diğer mahalli sadakat odaklarının ortadan
kalkmaya başlaması vardı. Hükümdarlar da artık devletle özdeşleştirilmeyerek
devletin geçici yöneticileri olarak görülmeye başlandı.

Ulusçuluk hem bir ideoloji, hem de bir davranış şeklidir. Bir
ideoloji olarak ulusçuluk, ulusların kendi kaderini tayin hakkını, ulus-devletin
homojen bir ulusal kültüre sahip olmasını (ulusal birimlerle etno-kültürel
birimlerin çakışması) ve halk egemenliğini savunur.

Bir davranış olarak ulusçuluk etnik ben-merkezcilik ve
yurtseverlikle yakından ilintilidir. Ulusalcı davranış, ulusal bir topluluğa
mensup olma şuuru üzerine kuruludur. Ulusal topluluğa mensup olmayanlar farklı
ve yabancı olarak görülür. Ulusalcı davranışın nihai noktası, kişinin ulusu
uğrunda kendisini feda etmesidir. (9)

Ulusçuluk değişik biçimler alabilir. Kellas üç tür ulusçuluk
ayırt eder:

Etnik Ulusçuluk: Kendilerini kavmiyet ve ortak köken gibi
sonradan kazanılamayan özelliklerle tanımlayan Kürtler ve Tamiller gibi etnik
grupların ulusçuluğu.

Sosyal (Kültürel) Ulusçuluk: Ortak kökenden çok ortak kültür ve
diğer sosyal bağların belirleyici olduğu ulusların ulusçuluğu. Bu ulusçuluk
türü, ortak ulusun kültür ve kimliğini vurgular. Yabancılar bu kültür ve kimliği
edinmeleri kaydıyle ulusal topluluğa katılabilirler. İngiliz olmayanlar, sosyal
ve kültürel açıdan İngilizleşerek İngiliz ulusunun bir ferdi haline
gelebilirler.

Resmi Ulusçuluk: Etnik köken, ulusal kimlik ve kültüre bakmaksa
hukuken vatandaş olan herkesi kapsayan devlet ulusçuluğu. (10)

Bazı devletler yalnızca bir etnik veya sosyal ulustan oluşmaları
bakımından gerçekten ulus-devlettirler. "Tek ulus, tek kültür" şiarı, bu
devletler için mevcut bir durumun ifadesidir: Japonya, İzlanda, Norveç gibi.
Ancak çoğu devlet, çok-kavmiyetçi ve çok ulusludur. Mesela Büyük Britanya
Birleşik Krallığı, İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşur. Fakat
bir Britanya ulusu ve Britanya ulusçuluğundan bahsetmek de mümkündür. Bu resmi
ulus ve ulusçuluk, Britanya vatandaşlığıyla yurtseverliği üzerine kuruludur.

Yine de Britanya’da ayrı bir ulusal devlet talebi olan partilere
sahip sosyal uluslar da bulunmaktadır: İskoçlar ve Galliler gibi. Türk
milliyetçiliğinin "Türkiye Türklerindir!" şiarında olduğu gibi, "İngiltere
İngilizlerindir!" "İskoçya İskoçlarındır!" "Galler Gallilerindir!" "İrlanda
İrlandalılarındır!" şiarını bayrak edinen etnik ulusçular olmakla birlikte,
bunlar ya politikanın uç sağındadır ya da kültürel ulusçuluğu geliştirmekle
ilgilenmektedir. Netice itibariyle, Britanya resmi ulusçuluğa sahip olmakla
birlikte, kısmen etnik, kısmen de sosyal bir ulus-devlet Britanya’ya göçmen
olarak gelenler etnik bir ulusçuluk geliştirirken, ortak Britanya kültürü sosyal
ulusun paydasını oluşturur. (11)

Etnik Grup ve Irk

Ulusal gruplara oranla etnik gruplar küçüktür; belirgin bir
şekilde ortak kökene dayalıdır; uluslar modern dönemin ürünüyken, etnik gruplar
bütün insanlık tarihini kaplar. Etnik gruplara üyelik, genelde doğuştan gelen
bazı özelliklerin varlığını gerekli kılar. Daha kapsayıcı olan uluslarda, siyasi
ve kültürel boyut öne çıkar. Uluslar nisbeten yeni bir olgu olmakla birlikte
hemen hepsinin etnik bir kökene sahip olduğu söylenebilir. (12) Bugünkü siyasi
kullanımda, etnik grup deyimi, ulus-devletler içinde barınan, ancak ulus
statüsüne kavuşamamış ulus-benzeri azınlık grupları ifade eder. (13)
Dolayısıyla, mesala Bitanya’da etnik politika terimi beyaz olmayan göçmenler
politikasına atıfta bulunurken, ulusal politika İngilizler, İskoçlar, Galliler
ve Kuzey İrlandalıları içine alır.

Irk kavramı ise, deri rengi, kafatası biçimi, farazi genetik
farklılıklar; vb. biyolojik özelliklere yaptığı vurguyla ulus ve etnik grup
kavramlarından ayrılır. Irkçılık, ideoloji ve davranış tipi açısından ulusçuluğa
paralellik arz eder; ancak ulus değil ırkla ilişkilidir. Ulusçuluktan daha
negatif çağrışımlara sahip olan ırkçılık, birçok karşı akımın gelişmesine yol
açmıştır. Irk ulusu belirleyen ilke haline gelirse, Nazizm benzeri dışlayıcı ve
totaliter eğilimli ulusçuluklar ortaya çıkar.

III. Ulusal Bütünleşme

Ulusal bütünleşme, etnik ve kültürel açıdan homojen bir ulus
oluşturma sürecidir. Bu sürecin iki vechesi vardır:

1) Bütünleşmenin planlı olmayan vechesi sosyal mobilizasyon
(seferberlik) olarak adlandırılır. Sosyal mobilizasyon, sanayileşmenin
beraberinde getirdiği köyden şehire göç sonucu, geleneksel sosyal bağların
erimesi ve şehre yeni gelen "şehirli köylülerin" ulusal topluma özümsenmesidir.
Akrabalık bağlarının zayıflaması, mahalli dil ve lehçelerin yerini ulusal dile
bırakması mahalli örf ve adetlerin güç yitirmesi bu sürecin diğer özellikleri
arasındadır. Ulaşım imkanlarının gelişmesi ve kitle iletişim araçlarının
yaygınlık kazanmasıyla, bir zamanlar ayrı toplulukların üyesi olan insanlar
ulusal bütünün bir parçası haline gelirler.

2) Ulusal bütünleşmenin diğer boyutunu, kişilerin tavırlarını ve
sadakatlarerini değiştirmeye dönük planlı hükümet politikaları oluşturur. Bu
politikalar, ulusal kurumları geliştirme ve siyasi sosyalleşme araçlarını
kullanmak suretiyle mahalli ve bölgesel sadakatlerin yerine ulusal sadakatı
ikame etmeye çalışır. Bu süreç ulus inşa etme süreci olarak bilinir.(14)

Ulus İnşa Araçları

Ulus inşa araçları iki kategoride değerlerdirilebilir:

1. Bütünleşmeyi ve ulusal kimlik ve gurur duygusunu geliştirmeyi
hedefleyen doğrudan inisiyatifler:

a) Bayrak, ulusal marş gibi ulusal kimlik sembollerinin
olusturulması. Uluslararası rekabette üstünlük kazanan spor takımları,
modernliği ve bağımsızlığı simgeleyen ulusal hava yolları, il ve ilçelere yeni
isimler verilmesi, hatta yeni başkentler bu amacı sağlamaya dönük araçlardır.

b) Eğitim sistemi aracılığıyla bireylerin sosyalleştirilmesi.
Bütün ulusal eğitim sistemleri, öğrencilere mensup oldukları ulusun yücelik ve
faziletlerini aşılamaya çalışır.

c) Bütün toplum kesimlerini temsil eden siyasi kurumların
tesisi. Rekabete dayalı seçimler, liberal demokrasilerde böyle bir fonksiyon
görür.

d) Merkezi hükümetin takip ettiği politikalarla azınlıkları mali
açıdan gözetmeye çalışmaları. Teşvik politikaları, ulusal gelire olan
katkılarından çok daha fazlasının azınlık topluluklara sunulması bütünleşmeyi
sağlama acısından pozitif etkilere sahiptir. (15)

Türkiye Cumhuriyetinin bir devlet-ulus olarak kuruluşu sürecinde
yukarıda belirtilen bütün inisiyatifler uygulanmıştır. Ancak belirtilmesi
gereken nokta, Lozan Antlaşmasında statüleri düzenlenen Ermeni, Rum ve Yahudi
topluluklar dışında, hukuki mevzuatı Müslüman azınlık kavramına yer
vermediğidir. Türkiye’de ulus inşa süreci, asimilasyona dayalı eşitlik anlayışı
içinde geliştirilmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’deki Kürtler, Irak ve
İran’dakilerden farklı olarak azınlık olarak kabul edilmemişlerdir.

Esasen, Türkiye Cumhuriyeti, nüfusunun tamamına yakınını
Müslümanların oluşturduğu, etnik açıdan çeşitlilik arz eden, ama bu çeşitliliği
tek bir ulus kimliği etrafında toparlamayı hedef edinen bir ulus devlet olarak
kurulmuştur. Ancak Cumhuriyetin, Türklüğü, etnik açıdan farklı toplulukların
rahatça benimseyeceği bir üst kimlik olarak inşa etme çabası, Kürtler dışındaki
gruplar bağlamında başarılı olmuşsa da, Kürt etnik kimliğinin tarihi süreç
içinde politizasyonu, laik Kürt ulusçuluğunun doğmasına yol açmıştır.

2. Toplumdaki etnik, dini ve kültürel bölünmelerin siyasi
sonuçlarını en aza indirmek için hükümetlerin aldığı reaktif tedbirler: Burada,
Türkiye özelinde yaşanan ulusçuluk probleminin de en önemli vechesini olusturan
dile dayalı bölünmeler ele alınacaktır.

Dile dayalı bölünmelere, diğerlerinden farklı olarak, kişisel
iletişimi engelleyebileceği için hiçbir yönetim kayıtsız kalamaz. Resmi dine
sahip olmayan devletler olmakla birlikte, resmi dile sahip olmayan devlet hemen
hemen yoktur. Diğer taraftan, resmi destek olmaksızın azınlık dinleri
varlıklarını koruyabilse de azınlık dilleri kullanım dışı kalabilir. Psikolojik
ve zihni açıdan insanlar için iki dili birden konuşmanın maliyeti yüksektir;
çünkü insan beyni aynı nesne veya kavram için birden fazla nitelemeyi
hafızasında bulundurma konusunda isteksizdir. Bu yüzden, hemen her ülkede tek
bir dilin hakim olması ve diğerinin kullanımdan düşmesi yönünde genel bir eğilim
vardır. Ancak azınlık dili belli bir konuda rakipsizse bu süreç ertelenebilir.
Mesela Gal dili, kırsal Galler’de Metodist Kilisesinin rekabetsiz dilidir. Yine
de iki dilin aynı ülkede bir veya iki kuşaktan daha fazla genel kullanımda
kalması nadirdir.

Bir azınlık dilinin gerilemesi süreci sancısız olmayabilir.
İnsanların atalarının diline bağlılık duyması ya da kaybolmaya yüz tutan dilin
önemli bir edebiyata sahip olması, siyasi mücadele ve protestoya yol açabilir.

Çok dilli bir toplumda, devletin üç tür dil politikası olabilir:

1. Çoğunluk dilinin tek resmi dil olarak kabul edilmesi ve
azınlık dilinin çeşitli politikalarla kullanımdan düşürülmesi: 19. yüzyıl
Fransa’sında Bretonca konuşmak yasaklanmış, bu yasağa uymayanlar
cezalandırılmıştı. Resmi binalarda "Tükürmek ve Bretonca konuşmak yasaktır"
türünden aşağılayıcı ifadelere rastlamak mümkündü. İngilizler de Gal dili için
benzeri yasaklar koymuşlardı. Yakın dönemlere kadar Türkiye’de Kürtçe için de
benzeri yasaklar sözkonusuydu. Öyle ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında günlük
hayatın özel alanı içinde bile Kürtçe konuşulması yasaklanmış ve konuşulan her
cümle başına para cezaları konmuştu. (16) Bu tür politikalar siyasi kazanımlar
için kültürel kayıpları olumlar. Bunun iyiliği veya kötülüğü tamamiyle kişisel
moral değerlerle ilişkilidir. Occitan ve Provençal dillerinin yok olmanın
eşiğine gelmesiyle Fransa’nın daha iyi ya da daha kötü duruma geldiği neye göre
söylenebilir? Ancak, dillerin farklılığını Allah’ın bir ayeti olarak görenler,
hangi amaçla olursa olsun dillerin yok edilmesini, en azından moral zeminde,
tecviz edemezler.

2. Ülkeyi dil bölgelerine ayırmak: Bu modelde, her dil
bölgesinde tek bir dil konuşulurken ulusal düzeyde bütün bölgesel diller resmi
dil muamelesi görür. Almanca, Fransızca ve İtalyancanın bu dili konuşan
kantonlarda tek resmi dil olduğu, ulusal düzeyde ise bu dillerin tamamının resmi
dil statüsüne sahip olduğu İsviçre, çok dillilik için bölgesellik ilkesinin
başarılı bir örneğidir. Çok dillilik için bölgesellik ilkesini benimseyen
Belçika’da ise uygulamada, Brüksel bölgesinin çift dili olmasından kaynaklanan
problemler yaşanmıştır.

Çok dillilik için bölgesellik ilkesi, nüfusun coğrafi
dağılımının ve dil topluluklarının bu uygulamaya imkan verecek şekilde net
olarak ayrılmış olnasını gerektirir. Aksi takdirde bu süreç zor ve acılı
olabilir. Mesela, İsviçre’nin Fransız bölgesinde yaşayan bir aile Almanca
konuşulan Zürih’e göç ettiği takdirde çocuklarına ancak Almanca eğitim
yaptırabilir. Bu uygulama özel okulları da kapsar. Bu durum ise dile dayalı
ayrışmayı kemikleştirir.

3. Üçüncü politika çok dilliğin şahsilik ilkesine göre
benimsenmesidir. Bunun anlamı kamu yönetiminde, eğitimde ve iş hayatında hem
azınlık, hem de çoğunluk diline resmi dil statüsü tanınmasıdır. Kanada’daki
uygulama bu yöndedir.

Bölgesellik ilkesinin sertliği oranında, şahsilik ilkesi de
ekonomik bir "lüks" gerektirir. Bu politikalar arasında seçim yapmak, milliyet
duygusunu inşa etmeye çalışanlar için bazen oldukça zor, olabilir. Her tercihin
olumsuz etkileyeceği insan kitleleri olacağı gibi, dilin politizasyonu Türkiye,
Britanya. Hindistan ve Malezya’da olduğu gibi siyasi gerilimlere de yol
açabilir. (17)

IV. Ulusal Bütünleşme Sürecini Savunan Yaklaşımlar

Bir devletin, barındırdığı azınlıklar tarafından değer verilen
ve azınlık kültürlerinin korunmasında hayati önem taşıdığı düşünülen azınlık
dillerini mahkum eden politikalar takip etmeye hakkı var mıdır? Bu tür
politikalar hangi temellere dayandırılmaktadır? Ulusal bütünleşme sürecini
savunan dört tez söz konusu edilebilir:

1) Hem klasik marksizm, hem de klasik liberalizm, azınlıkların
çoğunluk toplumuna asimilasyonunu modernleşme sürecinin kaçınılmaz bir sonucu
sayar ve tarihi bir gereklilik olarak görür. Bunun anlamı, asimilasyonun tarihin
ileri doğru yürüyüşüne bir katkı olduğudur.

2) Yine klasik liberalizm savunucularının 19. yüzyılda
geliştirdiği diğer bir tez, sosyal asimilasyon şeklindeki bütünleşmenin,
asimilasyona tabi tutulan azınlığın çıkarına olduğudur. Bu azınlıklar
asimilasyonu hoş karşılamayabilir; ancak uzun vadede sonuç, bunların daha ileri
bir medeni düzeye sahip çoğunluk toplumunun üyeleri haline gelmeleridir. (18)

3) J. S. Mill’in geliştirdiği bir teze göre, temsili hükümetin
işleyişi için ulusal dayanışmanın varlığı şarttır. Ulusal duyguların yokluğu
temsili hükümetin işleyişini zora sokar. Başka bir deyişle, temsili demokrasi,
ancak değişen parti politikaları ve siyasi şartlar karşısında parti tercihlerini
değiştirmeye hazır seçmenlerden oluşan bir toplumda işleyebilir. Siyasi
sadakatin toplumdaki etnik, dini veya dinsel bölünmelere göre belirlenmesi,
siyasi iktidarın el değiştirmesini zorlaştırır. Uzlaşma zemini ortadan kalkar ve
çoğunluk yönetimi kabul edilemez hale gelir. Kuzey İrlanda’daki durum bunun bir
örneğidir. Tropikal Afrika’da demokratik kurumların gelişememesi kabile
asabiyetinin siyasi sadakati belirlemesiyle yakından ilişkilidir. Bu tez,
etnik-kültürel bölünmeler yerine ekonomik çıkar farklılıklarının siyasi sadakate
temel oluşturması gerektiğini savunur. İyi insan, rasyonel-ulusal insandır. Bu
açıdan, her rıe kadar birçok yerde din ile eklemlense de, mebdei ve nihai
itibariyle ulusçuluk laik bir karakter taşır ve dini hamiyet yerine ulusal
hamiyeti ikame etmeyi hedefler. (19)

4) Ulusal bütünlük, sivasi otoritenin dayanabileceği, yönetme
fonksiyonunu mümkün hale getirebileceği en güvenilir zemindir. (20)

Bu tezler 19. yüzyıldan 1960’lara kadar Batı dünyasında genel
kabul görmüş, ancak "etnik uyanışın" kendisini iyice duyurmaya başladığı
1980’lerde eleştirilmeye başlanmıştır.

V. Kültürel Çoğulculuğu Savunan Yaklaşımlar

1960’lardan başlayarak 1980’lerde ivme kazanan liberal
düşüncedeki değişim, azınlıklarm asimilasyonunun ulusların inşasında kaçınılmaz
bir süreç olduğu görüşünü reddetme yönünde oldu. Buna göre, bazı şartlarda ulus
devletin kültürel homojenlik yerine kültürel açıdan çoğulcu bir yapıya kavuşması
tercihe şayandır. Bu değişimdeki temel sebepler pratikle ilişkili olmakla
birlikte bazı teorik tezlere de dayanmaktadır:

1) J. S. Mill’in asimilasyonun demokratik yönetim için en iyi
temel olduğu görüşü göründüğü kadar sağlam değildir. Mill’in çoğunluk
çıkarlarıyla azınlık çıkarlarını ele alış tarzı çelişkilidir. Çoğunluk çıkarları
temsili kurumların düzgün işleyişinde ve daha ileri bir toplumun gelişmesinde
kollektif çıkarlar olarak görülürken, azınlık çıkarları her ferdin kendi mevküni
geliştirme ihtimali bulunan ferdi çıkarlar olarak görülmektedir. Burada
azınlıkların kendi kültürlerini ve hayat tarzlarını korumaktaki kollektif çıkarı
gözardı edilmektedir.

2) Ulusal bütünleşme süreci kültürel azınlıkların bütün
kesimlerine aynı ölçüde çıkar sağlamaz. Bu süreçte orta sınıf işçi sınıfından,
ticaret ve sanayi ile uğraşanlar tarımda çalışanlardan daha fazla çıkar
sağlamaktadır. Galli ulusçu lider Gwynfor Evans’ın İngilizceyi "dünyada yolunu
bulmanın lisanı" olarak nitelemesi bu açıdan ilgi çekicidir.

Ancak, liberal düşüncedeki değişimin temel sebebi bu tezlerden
çok, etnik ve kültürel bölünmelerin tahmin edildiği gibi ortadan kalkmaması
olmuştur. Birçok yerde etniklik (kavmiyet) siyasi hayatta ihmal edilemeyecek
dinamik bir kuvvettir. Afrika’da politika daha çok kabile politikasıdır.
İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda, Korsika, Bask ve Katalan ulusçulukları, etnik
politikanın Avrupa’daki örnekleridir. Ortadoğu’da ise etnikliğin tanımlayıcısı
olarak din, politikanın en önemli değişkenlerinden biridir.

Bütün bunların sonucunda düşüncede gelişen mini devrim,
azınlıkların asimilasyonunun öngörüldüğü gibi gerçekleşmediği, devletin
istikrarı için zaruri olmadığı ve hatta belki de arzu edilir bile olmadığı
noktalarına varmıştır. (21)

VI. Günümüz Dünya Politikasında Etnik Ulusçuluğun Kazandığı
Önem Nasıl Açıklanabilir?

Etniklik gibi modernlik öncesi asli bir kimliğin çağdaş siyasi
davranışın mihengi haline gelmesi paradoksal görünebilir. Asli (önsel) veya
içgüdüsel davranış şekilleri zamanla sınırlı değildir, ancak bağlama göre
ifadesi değişebilir. Dolayısıyla, etnik ve sosyal ulusçuluğu açıklamak için
siyasi davranışın zamandan bağımsız belirleyicilerini muayyen bağlamların
terkibiyle birarada düşünmek gerekir.

Ulusçuluk siyaset, ekonomi ve kültürün karakterindeki
değişikliklerden kaynaklanır. Ancak bu değişikliklerin hangi tür ulusçuluğa yol
açacağını kestirmek güçtür. Ustelik, dünyanın farklı yerlerindeki ulusçuluklar
birbirinden bir haylı farklı siyasi, ekonomik ve kültürel bağlamlarla
ilintilidir. Sanayi sonrası toplumlardaki etnik ulusçuluk gelişmiş bir
ekonominin doğurduğu manevi tatmin ihtiyacı ve yeni tüketim kalıpları ile kimlik
arayışından kaynaklanırken, "Üçüncü Dünya"da ulusçuluğun asıl belirleyicisi
önsel cemaatçiliktir.

İnsanların kendilerini etnik veya sosyal-ulusal terimlerle
düşünmeleri ve ekonomik açıdan farklılık arz eden bir toprak parçası üzerinde
yaşamaları halinde ulusçuluğun gelişmesi muhtemeldir. Ekonomik açıdan nisbi
yoksulluk duygusunun kültürel işbölümüyle eşleşmesi, statü problemini sınıf
probleminin üzerine çıkararak ulusçuluğun boy vermesiyle sonuçlanabilir. (22)

Devlet tarafından bastırılan veya kullanım dışına itilen ulusal
bir dilin varlığı, etnik ve sosyal ulusçuluk için bir sıçrama tahtası olabilir.
Kitle iletişim araçları da bu süreci besleyebilir. Mesela 1982’de Galli ulusçu
lider Gwynfor Evans’ın açlık grevi, Gal dilinde yayın yapan ayrı bir TV
kanalının yayınına izin verilmesine yol açmıştı. Benzer şekilde, 12 Eylül
1980’den sonra Diyakbakır Ceza ve Tutukevindeki uygulamalar, laik Kürt
ulusçuluğunun uluslararası sempati ve himaye kazanmasında azımsanmayacak bir
paya sahip olmuştur.

SONUÇ

Türkiye’de hem etnik, hem de siyasi açıdan Kemalist
milliyetçilik toplumsal muhayyilede kendisine önemli yer bulmuştur. Yüzyılın
başında "Türk" olarak nitelenmeyi reddeden Anadolu köylüleri, bugün Türklüğü
ferdi kimliklerinin ana belirleyicisi olarak kabul etmişlerdir. Bu arada
İslâmiyet de önemli ölçüde Türklüğe uyarlanmış ve ulusal bir karaktere
büründürülmüştür.

İslâmî kimliğin siyasi meşruiyetinin henüz yeterince
hukukileşmediği yıllarda, Müslüman kimliğinin "milliyetçilik"ten yararlanması,
İslâmın "milliyetçilikle" eklemlenmesinde özgül bir duruma işaret etse de,
ulusalcılığın Müslümanların dünyevileşmesinde önemli rol oynadığı bir vakıadır.
Bu hem Türk, hem de Kürt ulusçulukları bağlamında böyledir. "Dindar" insanların
bir kesiminin, Bediüzzaman’ın müsbet fikr-i milliyet kavramlaştırmasına
sığınarak, hem Türklük, hem de Kürtlük bağlamında "müsbet milliyetçilik"
arayışına girmeleri, Bediüzzaman’ın ulusalcılık karşısındaki nihai tavrını ifade
eden ve milliyeti İslâmla özdeşleştirip, kavmi kimliklere sadece tearuf
fonksiyonu yükleyen yaklaşımıyla bağdaştırılamaz.

Ulusal tahayyüle Müslüman ferdin idrakinde asli bir konum
atfedilemez. Sadece ve yalnızca Müslüman olmak ve asli sadakat mercü olarak da
mü’minler topluluğunu tanımak, ulusalcılığın dünyevileştirici tesirlerine karşı
sahih bir tavır alış olarak görülebilir.

Dipnotlar

1. Millet kavramının bu açıdan geniş bir değerlendirmesi
için bkz. Ali Bulaç, "Ulus Devletin Suistimal Ettiği Terim: Millet",
Temmuz-Ağustos 1993, ss. 38-43.

2. a.g.m., s. 42

3. Şemsettin Sami, Kamus-i Türkî, c. III, Tercüman
Yayınları, İstanbul, 1986.

4. Bu sebeple, bu çalışmada millet yerine ulus kavramı
kullanılmaktadır.

5. Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Almanya: Yeni Asya
Neşriyat, 1994, ss. 309-314.

6. Ernest Gellner, Nations and Nationalism, Oxford:
Blackwell, 1992. Gellner sanayi öncesi toplumlarda ulusçuluktan söz
edilemeyeceğini, ulusçuluğun tamamen sanayi toplunun türdeşleştirici ve
standartlaştırıcı dinamiklerinin kültürel düzeyde bir yansıması olduğunu ileri
sürer. Ulusçu edebiyatın, ulusu ebedi ve tabiî/fıtrî bir toplumsal kategori
olarak sunduğu ve tarihî son tahlilde ulusların tarihi olarak görmeye çalıştığı
hatırlanırsa, ulusun tabiî değil, bir inşa sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan
sun’i bir olgu olduğu; evrensel değil, modern zamanların ürünü olduğu yolundaki
belirlemeler, önemli fikrî katkılar olarak kabul edilmelidir.

7. James J. Killas, The Politics of Hetionalism and
Ethnicty, London, MacMillan,1991,s. 2.

8. Ana Britanica, c. 16, s. 102.

9. Kellas, a.g.e., ss. 3-4.

10. a.g.e., ss. 52-53.

11. a.g.e., s. 53.

12. Bkz. Anthony D. Smith, Etnic Origins of Nations, 1986.

13. Kellas, a.g.e., s. 4.

14. Anthony Birch, National Integration, ss. 10-12.

15. a.g.e., ss. 40-42.

16. Bkz. Mehdi Zana, Bekle Diyarbakır, Düz Yayınları,
İstanbul 1991, s. 114. Etnik Kürt ulusçuluğunun sözcülerinden olan Zana, bu
konuyla ilgili olarak hatıralarında, Cumhuriyertin ilk yıllarında yaşanmış şöyle
bir olay aktarır: Malabadi Çayı kenarında bir köylü toprak elerken, jandarmalar
gelir. Adam karısına eleği getirmesini söylemek ister, ancak Kürtçe konuşma
yasağı olduğundan ve kendisi de Türkçe bilmediğinden karısına bir türlü derdini
anlatamaz. Mimikler ve el-kol hareketleri sonuç vermeyince sinirlenen adam,
cebinden çıkardığı on beş kuruş parayı jandarmaların önüne atar ve karısından
kürtçe olarak eleği ister.

17. Birch, a.g.e., ss. 43-46.

18. Bu tez, saf aydınlanmacı, Kemalist milliyetçi Coşkun
Kırca’nın yazılarında sıkça vurguladığı ve öne çıkardığı bir tezdir. Bkz.,
Coşkun Kırca, "Neden milli devlet? Neden tekil devlet?", Tercüman Gazetesi, 30
Nisan 1992.

19. Dinî hamiyet-ulusal hamiyet tartışması için bkz.,
Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şâmiye, İstanbul (tarihsiz), Yeni Asya Neşriyat,
Almanya 1994, ss. 407-412.

20. Birch, a.g.e., ss. 36-40.

21. a.g.e., ss. 46-48.

22. Etnik ulusçuluğun güçlenmesinin
ardında yatan sebeplerin ayrıntılı bir değerlendirmesi için şu kaynağa
bakılabilir. Anthony Birch, Nationalism and Nation Integration, ss. 54-71.