Türkiye’de demokratikleşmenin önünde ne tür engellerin
olduğuyla başlayabiliriz, sanıyorum…

Demokratikleşmenin önünde iki dizi engel var. Birinci dizi
engel, bireyin hukuk karşısında eşitliği ve çoğunluğun iradesi unsurlarıyla
tanımlanabilecek klasik demokrasinin eksik yönlerinden, yani eksik modernleşme
halinden kaynaklanıyor. Ve doğrudan doğruya devletin felsefesi ve yapılanmasına
ilişkin bir meselenin altını çiziyor. Hukuk karşısında bireyin tam eşit olmaması
ile hukuk kurallarının toplumsal değer ve evrensel insan haklarına uygun
olmamasını ifade eden bir yapılanma ve bir felsefe bu. Bu yapılanma, klasik
demokrasi yanında toplumsal azınlık hak ve taleplerinin garanti altına
alınmasını ve farklılıkların kamu sahasında bir arada yaşamasını ifade eden ve
çağdaş demokrasinin önündeki en büyük engel olarak karşımızdadır.

İkinci dizi engel ise toplumu ve toplumsal aktörleri de kapsayan
bir zihniyet probleminden kaynaklanıyor. Merkeziyetçi düşünen, siyasal değişmeyi
merkez endekli tasvir eden, yani siyasi merkezden geçerek gerçekleştirmeyi
tercih eden, sivillik niteliği düşük bir toplumda yaşıyoruz. Bu durum, biraz
önce altını çizdiğimiz felsefe ve yapılanmayı meşrulaştırıyor. Ancak asıl
önemlisi, bu durumun, çağdaş demokrasi anlayışının benimsenmesini, yayılmasını,
meşrulaşmasını engellemesidir.

Kısaca özeleyecek olursak Türkiye demokrasi açısından her biri
iki unsurdan oluşan iki eksenli bir sorun yaşıyor. Bir yandan, hem 19. yüzyılın
klasik demokrasi anlayışının yokluğunun acısını çekiyor, hem de çağdaş
demokrasinin esamesinin okunmamasının öte yandan hem devlet yapılanması hem
ülkedeki siyasi tavırlarüstü hakim siyasi kültür merkeziyetçi, yani
anti-demokratik bir anlayışı koruyor ve besliyor.

Bu yapısal bir durum mu?

Bir anlamda yapısal, bir anlamda iradi. Türkiye’de ulus-devletin
oluşma biçiminden kaynaklanan, tarihsel köklere, geleneklere giden bir takım
unsurlar var. Ama, belirtmek gerekir ki, bunlar toplumsal ve siyasi irade
tarafından çağa göre yeniden şekillendirilebilecek unsurlar.

Türkiye ve Almanya örneğinde zannediyorum Metin Heper’in
bu konuda, güçlü devlet geleneğinin olduğu yerlerde demokrasiye geçişin zor
olduğuna ilişkin bir kitabı var. Osmanlı gibi, her ne kadar sivil toplum
pratikleri olsa da böylesine çok merkezi bir devletçe önceleniyor olmak,
demokrasiye geçiş tecrübesi açısından zorluğa sebep oluyor gibi bir analiz
var.

Yanlış olmayan ama her yere uygulanamaz bir genelleme bu. Yanlış
değildir, çünkü sivil toplumun devletten daha güçlü, daha tayin edici olduğu
toplumlarda, demokrasiye açılan kapılara daha kolay ulaşılabilir, ulaşılmıştır.
Her yerde uygulanabilir bir şablon değildir, çünkü devletin güçlü olduğu
merkeziyetçi yapılardan demokrasilere geçiş zamanına ve toplumuna ve toplumun
geleneklerine göre farklı nitelikler taşır. Bu gelenekler temelde
merkeziyetçiliği şekillendirir, içini doldurur ve söz konusu geçişleri tayin
ederler. Örneğin merkeziyetçi geleneğin çok güçlü olduğu toplumlarda örneğin
Fransa’da devletin yapılanması, bu nedenle, Türkiye’deki gibi değildir.
Fransa’da devletin yapılanmasının merkeziyetçi geleneğe rağmen demokrasinin
ürünü olan bir nitelik taşıdığını da söyleyebiliriz. Fransız geleneği
modernleşmenin tam gereklerini uygulamıştır, devlet yapılanmasında özellikle
hukuk karşısında eşitlik ve hukuk ilkelerinin evrensel insan haklarına dayanan
temel direğini, kamu alanının tam orta yerine yerleştirmiştir. Türkiye’deki
gelişme ise ters yönde olmuştur; merkeziyetçiliğin içini dolduran gelenek ve
anlayışlar, devlet-toplum kopukluğu ve çatışmasını yaratmıştır. Burada önemli
olan "neden" sorusudur. Bu soruyu ister istemez siyasi geleneklere bakarak
yanıtlamak zorundayız.Bu geleneklerin günümüz devlet nizamına yansımasını beş
başlık altında şöyle özetleyebiliriz.

Bir kere Türkiye’de devlet yapısı ve mevzuat hem Osmanlı
gelenekleri hem de Cumhuriyet’in kuruluş koşulllarına binaen tek adama, tek
lidere göre dizayn edilmiştir.

Diger taraftan, Osmanlı-Türk devlet geleneğinde kurumsallaşma
yoğun olmakla birlikte, bu kurumsallaşmaya hayat veren formel ilişkiler değil
enformel ilişkilerdir. Enformel ilişkilerle kastettiğim, kliantalist, kollamacı,
korumacı, yani kurallar ve kurumlarüstü kişisel ilişkilerin tayin kabiliyetidir.
Kurumsal mekanizmalar ise hem bu ilişkilere meşruiyet kazandıran hem de yetki
tanımı çercevesinde statü ve eylem alanlarına statik nitelik kazandıran bir
"kabuk" işlevi görürler. Kurumların arkasına kollamacılığı gizleyen,
kollamacılık vasıtasıyla devlet rantını, devlet imkânlarını kullanmaya yönelik,
ama aynı zamanda aşırı kurumsallaşma vasıtasıyla yetkilerin meşruiyeti ve
değişmezliğini muhafaza ederek devleti devasa kimliğiyle koruma işlevini gören
bir yapıdır bu. Bu enformel mekanizmanın egemenliği Sokollu döneminden bugüne
kadar Türkiye’de pek az değişmiştir. Bu enformel yapı aslında klasik liberal
devletin, hatta jakoben devletin bütün özelliğine aykırı.

Devlet geleneğimiz açısından, dozu Cumhuriyet’le birlikte
artırılan üçüncü önemli özelllik, idarede ve siyasi erkte, "yetki" ile
"sorumluluğun" birbirinden koparılmasıdır. Bütün liberal devletlerde, ya da
batılı demokrasinin ifade bulduğu devletlerde, yetki ve sorumluluk mekanizmaları
bir bütündür. Yani yetkili olan bu yetkilerinden ötürü sorumluluk taşır, tersten
söyleyecek olursak sorumluluk taşıyan buna denk düşen yetkilerle donatılmıştır.
Çünkü demokrasilerdeki vekâlet mekanizmasının özünde yatan, seçim
mekanizmasıdır. Ben sizi seçerim, siz de benim adıma işleri yürütürsünüz. Fakat
yürüttüğünüz işlerden de bana karşı sorumlu olursunuz. Osmanlı dönemindeki ve
Türkiye’deki yapılanmaya baktığımız zaman yetkili olanın siyasal sorumluluk
taşımadığını, siyasal sorumlu olanın da çok fazla siyasi yetkiyi haiz olmadığını
görmeniz mümkün.

Dördüncü özellik, özel alan ve kamu alanı dengesinin bozuk
olmasıdır. Özel alanı neredeyse sıfıra indirgeyen, her yeri -ibadethaneden tutun
özel hayata kadar heryeri- kamu alanı olarak tanımlayan bir gelenek
sözkonusudur. Cumhuriyetle güçlenen bu geleneğin ipuçlarını farklı kontrol
cihazlarıyla Osmanlı’ da da görmek mümkündür.

Sonuncu özellik, yasallık ile meşruluk arasındaki kopukluktur.
Yani evrensel ilkelerle yerel taleplerden kaynaklanan meşruiyet, bizim
yasalarımızı yönlendirmiyor. Tersine, toplumu şekillendirme işlevini üstlenmiş,
meşruiyeti karşısına almış bir yasacılık geleneği var bizim devlet
anlayışımızda. Oysa, yasallık ile meşruiyet arasında bağlantı, toplumla devlet
arasında bir akışkanlık demektir ve bu demokrasilerin olmazsa olmaz koşuludur.

Türkiye’nin savaş sonrası kurulmuş olması ve dolayısıyla
ordunun devlet aygıtı üzerinde son derece etkin olduğu bir geçmişe sahip
olması. Yani sanki ordudaki hiyerarşi ve algılama biçiminin devlete direk
yansımış olması gibi bir durumdan sözedebilir miyiz?

Bu sadece Cumhuriyetle alakalı bir şey değil. Ordu, Osmanlı
imparatorluğunda da devletin nüvesini oluşturmuş. Birkaç tane farklı dönem
almamız mümkün. Örneğin Osmanlı’nın kuruluşundan 15.yy. sonuna kadar olan
dönemde, merkezî ordu fevkalede güçlüdür ve yatay organizasyonunda ordu
birliklerinin doğrudan teması yoktur, organik ilişkileri azdır, daha doğrusu bir
aşırı iktidar dağılımı vardır. Fakat dikey organizasyonunda, müthiş bir
koordinasyon vardır. 16.yy.’ın ortalarından sonra, ordunun, modernleşme
hareketleriyle beraber yavaş yavaş farklı bir siyasallaşmaya tabi olduğunu
görürüz. Siyasal elit, siyasal aktör olarak siyasal değişimi devlete kilitleyen
ve değişimin başını çekmeye soyunan bir siyasallaşmayı ifade eder bu. Seçkinler
arası ilk ciddi farklılaşma ve çalışmaların kurumlar aracılığıyla yapıldığı
dönemdir ve ordunun kurumsal niteliği burada eskiye oranla farklı bir işlev
üstlenmeye başlar. Ordu devletin merkezinde yeraldığı kadar, siyasetin
merkezinde de yer almaya başlar. 1908 sonrası bu gelişme ivmesi doruğa çıkar.

Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndan sonra oluşturduğu
mekanizma yani sivil- asker-otorite ilişkisine ait yapılanma, onun beyninden
çıkmış ve sadece ona özgü birşey değildi. Ya da Kurtuluş Savaşı’nın ordu
tarafından yapılması ve devletin ve toplumun ordu vesilesiyle kurulmasının
doğrudan bir sonucu değildir bu mekanizma. Tersine bir süreklilik vardır. O
sürekliliği şu şekilde ifade etmek mümkündür. 1-Ordu devletin merkezindedir.
Ordu ve devlet arasındaki ilişki sürekli olarak siyasi elit arasındaki kavganın
temel aracı olmuştur, bu mekanizmayı hem 1700’lerde hem de 1920’lerde bulmamız
mümkündür. 2-Türkiye’de modernite yada modernleşme dediğimiz bu merkezileşme
çabasının temel aktörü de askerî elit olmuştur. Çünkü bütün devlet cihazı ona
göre dizayn edilmiştir.

Bu denklemde ordunun yeri neresidir, rolü ne olmuştur?

Bunları bildikten sonra, Mustafa Kemal’in gelenekler
toplumsal-siyasal koşullar ve amaçlar çercevesinde 1920’lerde oluşturmuş olduğu
bir askeri otorite modelinin önemini vurgulayabiliriz. Çünkü bu model günümüz
sivil otorite-askeri otorite ilişkilerini anlamak açısından son derece önemli.
Nedir bu model? Modelin iki önemli dayanağı var. Bir tanesi ordunun devlet alanı
içerisinde içine kapalı bir özerk alana sahip olması. İkincisi, ordunun, hem
1920 ‘lerde hem bugün başka ülke ordularına nazaran zaman zaman kendi içerisinde
çok aşırı bir merkezileşmeye tabi olması. Yani emir-komuta mekanizmasında ara
kademelerin etkisinin az olması. Bu modelde, bu özerkleşme ve merkezileşme
birbirlerini karşılıklı olarak geliştirerek, teşvik ederek bugüne kadar
yansımışlardır.

Özerkleşme eğilimini besleyen temelde, daha önce vurguladığım
yetki-sorumluluk bütünlüğünün çalışmaması olmuştur. Silahlı Kuvvetler, hem
askeri alanda, hem tüm savunma alanlarında siyasi yetkilere haiz olmuş, ama
siyasi sorumluluk taşımamıştır. Buna karşılık sivil otoriteyi temsil eden Milli
Savunma Bakanlığı hiçbir yetkisi olmayan ama siyasi sorumluluk taşıyan bir kurum
olmuştur. Bu mekanizma, meşruiyetini kamu sahası tanımından alan ve siyasi karar
mekanizması ve eylem alanı başta olmak üzere toplumun en ücra köşelerini bile
kapsayan bir milli güvenlik tanımı çerçevesinde, ordunun siyaset üstü bir
siyasallaşmaya tabi olmasına yol açmıştır. Aşırı merkeziyetçi emir-komuta
mekanizması ise, Silahlı Kuvvetlerin komuta kademesine hem orduyu ve milli
savunma aktörlerini mutlak denetim ve şekillendirme imkânını vermiş hem de
ordunun gizli siyasi işlevinin merkezi bir şekilde yürütülmesine zemin
hazırlamıştır. Şimdi şunu sormak lazım; Mustafa Kemal niye bunu bu şekilde
dizayn etti? Bunun iki nedeni var. Birincisi yapıcı bir nitelik taşır. İkincisi
ise dönemin iktidar çatışmalarına endekslidir. Mustafa Kemal’in en büyük
problemi 1908’lerde İttihat ve Terakki’nin iktidarda olduğu dönemde
asker-siyaset ilişkilerinin çok aşırı içiçe geçmiş olmasıydı. O döneme bakacak
olursanız Enver Paşa hem Genelkurmay Başkanıdır, hem Harbiye Nezaretinin
başındadır. Askerler yani subaylar değişik siyasi partilere üye
olabilmektedirler. Hatta kendi partilerini kurma girişiminde bulunmuşlardır,
kurmuşlardır. Mustafa Kemal’in sorunu da siyasetle ordu arasında bir mesafe
sağlamak, gerçekleştirmekti. İşte bunu yaparken siyaseti ordunun dışına çekmeye
çalışırken orduyu kendi içine aşırı bir şekilde kapamış ve ona aşırı bir özerk
alan tanımıştır. Öte yandan 1920’li yıllarda, Silahlı Kuvvetler’in, siyasi
işlerde, çatışmalarda, çekişmelerde araç ve hedef olduğu bir dönem de söz konusu
olmuştur.Ve bundan dolayı, ordunun yapısı öyle bir dizayn edilmiştir ki , bir
kişiden hareketle tüm yetkilerin tanımlandığı, ara kademelerin minimize edilmiş
olduğu bir model ortaya çıkmış ve bu aşırı yetkili kişiyle Mustafa Kemal’in
doğrudan ilişkisinin oluşturduğu bir siyasi kontrol cihazı ortaya çıkarılmıştır.

Bugün temel sorun bu yapının dünden bugüne, koşulların,
şartların ve deneyimlerin yenilenmesine rağmen hiç değişiklik göstermemiş,
tersine pekişmiş olmasında yatar.

Zira bu yapı bugün demokrasinin karşısında en önemli engeldir.
Daha doğrusu bu yapı, biraz önce saydığmız beş geleneğin bizzat muhafazasını ve
siyasallaştırılmasını ifade etmektedir.

1920’lerde bir Ali Askeri Şura vardı. Bugünün Askeri Şurası ne
yapıyorsa o günün Ali Şurası da onu yapardı.Yani milli savunma doktrinini o
tesbit eder, sivil savunma alanından milli savunma alanına kadar tüm yetkileri
kendi üstüne alırdı. Başında fiilen Genelkurmay Başkanı bulunurdu. Yine aynı
döneme bakarsanız şunu görürsünüz; 1924’de Genelkurmay Başkanı’na öyle bir yetki
verilmiştir ki, Genelkurmay Başkanı bakanlıklarla doğrudan doğruya yazışarak bir
anlamda veto ya da süzgeç mekanizmasını oluşturmuştur. Mesela Fevzi Çakmak Paşa
fabrikaların Güneydoğu’da yapılmasına karşı çıkmıştır, orada okulların
açılmasına, büyük yolların yapılmasına karşı çıkmıştır. Bugüne bakarsanız benzer
bir işlev açısından Milli Güvenlik Kurulunu görürsünüz karşınızda. Yani gelenek
sürmüştür. Sürdükçe gelişkinleşmiştir. İlginçtir ki bu yapı meşruiyetini,
ordunun siyasal sistemin tıkanması karşısında sübap işlevini görmesinden
almaktadır. Ancak, çelişkili olarak aynı yapı, fiilen siyasi sistemin
tıkanmasını beslemektedir.

Ordunun kendi içindeki o yapısı, aşırı merkeziyetçi
yapısından sözettiniz. Öyle görünüyor ki laiklik modernleşmeyle
özdeşleştirildiği için siyasi iradenin ya da toplum-siyaset ilişkisinin
yumuşak karnını oluşturmuş. Ve ordu her zaman oradan içeri nüfuz edebilmiş.
Buna Türkiye’de laiklik krizi diyelim. Bu kriz toplum düzeyinde aşılırsa
acaba ordunun kendi içinde o aşırı merkezileşmiş olması zararlı olmaktan
çıkabilir mi?

Bu kendi etrafında dönen yılan mekanizması. Şimdi laiklik
Türkiye’de çok tartışılan ve çok bilinen bir konu. Çok kısa özetleyelim. Laiklik
Türkiye’de nötr bir kavram değil. Bir araç değil. Tam tersine bir ahlak. Bir
amaç. Böyle bir laiklik sözkonusu olduğu zaman bu, laikliğin dışında bir şey ve
laiklik bir anlamda din reformu olarak karşımıza çıkan bir mekanizma. Hatta onu
da aşar. Yani laiklik dinin yeniden yapılanması üzerine kurulu bir reformu ifade
etmekle kalmaz; aynı zamanda kamu sahası dediğimiz sahanın tasarlanmasının ya da
kontrol edilmesinin en önemli aracı, vatandaşlık kavramının en önemli parçası
olur. Başka bir deyişle, siyasal merkezin toplumun ücra köşelerine sızma aracı
işlevini yerine getirmeye başlar. Böyle olunca da yapıştırıcı tek unsuru,
ideolojisi gelir.

Bireyin değişmesi lazım ki bu yapı değişsin?

Çok kısa vadede kamu alanının tanımının değişmesi ve buradan
hareketle devlet yapılanmasının değişmesi mümkün değil. Bugün ordunun ya da
orduya yönelik bir reformun çerçevesini, sınırlarını tanımlayacak iki tane temel
unsur var. Bunlardan bir tanesi Türkiye’de kriz hali arttıkça ordunun konumunun,
önemini ve güncelliğini korumasıdır. Bu krizler sönmeden, örneğin Güneydoğu’da
yaşanan kriz, vatandaşlık krizi, Kürt meselesi hafiflemeden siz milli güvenlik
tanımını, kavramını değiştiremezsiniz. Milli Güvenlik Kurulu’nun fonksiyonuna
dokunamazsınız. Her şeyden önce güvenlik sorunlarının Türkiye’de önemsizleşmesi
lazım. Bu önemsizleşmeden bu yapının değişmesi çok zor. Birinci faktör bu.

İkinci faktör, çok güçlü bir siyasi iradenin teşekkülüdür.
Türkiye’de öyle bir siyasi irade ufukta görünmüyor. Tam tersine partiler bölük
pörçükleşiyorlar. Bölük pörçükleştikçe silahlı kuvvetler hem iktidar hem
muhalefet işlevini üstlenmeye başlıyor. Hem doğal tepki olarak, hem de bakış
olarak, felsefe olarak. Dolayısıyla öyle bir iradenin oluşması da zaman
içerisinde olursa reform ve değişiklik -tabi ordunun da katılma kabulüyle-
mümkün ve söz konusu olabilir.

Teşekkür ederim.