İnsanlığın kayda geçebilmiş son beşbin yılında, “bilinen
dünyanın” sadece 250 yıl kadar savaşsız yaşadığı tahmin ediliyor. Kayıt dışı
kalmış coğrafi bölümleri de hesaba katarsak bu rakamın sıfırlanacağı kuvvetle
muhtemel. İnsan hamurunun doğal eğilimlerinden biri olarak gözüken çatışmacı ve
dışlayıcı tavır, gruplar arası ilişkilerde daha da belirginleşiyor ve önplana
çıkıyor. Menfaat farklılaşmaları ise çatışmayı meşrû ve doğal bir olgu haline
getiriyor. Kendi yaşamlarını idame ettirmeyi birincil ve rakipsiz bir işlev
olarak algılamış olan insan toplulukları, tüm tarih boyunca ya çevrelerine
akınlar düzenlemiş ya da bu tür akımlara karşı mücadele etmişler.

Bazı toplulukların yerleşik hale gelmeye başlamasıyla birlikte
iki tür savaş olasılığının ortaya çıktığını görüyoruz. Biri, bu toplulukların
nüfuz alanlarını genişletmek üzere düzenledikleri organize ve disiplinli
akımlar. Öteki ise göçebe kavimlerin yerleşik topluluklara yöneltiği ve böylece
kendilerine yeni yerleşim bölgeleri yarattıkları askeri göçler. Bu açıdan
Selçuklu’yu Osmanlı’ya bağlayan çizgi, göçebe akıncılıkla başlayan bir toplumsal
hareketin yerleşik hale gelerek organize olması sürecidir. Anadolu beylikleri
dönemi ise, maddî zorlamaların ve ihtiyaçların yol açtığı göç hareketlerinin,
gaza kültürüyle bütünleşerek manevî bir taban kazandığında ulaştığı güce iyi bir
örnek teşkil eder. Sadece bizim tarihimize özgü olmayan bu durum, günümüzde de
geçerliliğini koruyan bir tesbiti mümkün kılmaktadır: Askerî eylemlerin başarısı
manevî bir misyonla desteklendiği ölçüde artmaktadır. İnanç, hem insanları
dayanışmacı bir atmosfere sokarak aralarındaki bağları güçlendirmektedir; hem de
kendilerini düşmandan farklılaştırmalarını ve düşmanı yabancılaştırmalarını
sağlamaktadır.

Açıktır ki bu “inancın” dinsel bir temele dayanması gerekmez.
La-dinî ideolojilerin de insanlara benzer güçte bir motivasyon
kazandırabileceğini sergileyen örnekler, bugün ülkemizde bile yaşanmaktadır.
Ancak “misyon” duygusuyla ilgili kritik farklılaşma askerî işlevin yerleşik ve
organize olmasıyla ortaya çıkmaktadır. Tehlike veya ihtiyaç alanlarında
yükselmesi doğal olan motivasyonun; organize bir kurumsal yapıda, savaş
durumları dışında da korunması, ayrı bir zihniyet ve anlam dünyası
gerektirmiştir. Askeriyenin kurumsallaşması, her kurum gibi bu kurumun da
kendini yeniden üretmesini üyeleri açısından öncelikli hale getirmiştir. Bu
nedenle bir yandan potansiyel düşmanlıklar takip altına alınıp, bunlara karşı
uyarıcı tedbirler alınırken; öte yandan, özellikle iki organize gücün karşı
karşıya geldiği durumlarda, bu potansiyel düşmanlıkların beslenmesine neden
olunmuştur. Bu ise her iki taraftaki askerî kurumun öneminin ve göreli nüfuzunun
artması demektir. Böylece kendi toplumları nezdindeki işlevlerini sürekli ve
kaçınılmaz hale getiren askerî kurumlar, düşmanlara karşı toplumlarını temsil
edebilme gücüne sahip olmuşlardır. Savaşların sivil halkın çaresiz kaldığı ve
kendi askerî güçlerinin başarısına mahkum olduğu durumlar olduğu düşünüldüğünde;
temsil yeteneğinin önemi daha da belirgin hale gelir.

Bir toplumun hayati anlarında onu temsil etme gücü,
kurumsallaşmaya ve teyakkuz durumunun sürekli hale getirilmesine yol açmıştır.
Bu ise, askerî kurumların kendilerini sivil kurumlardan ve genelde sivil toplum
yapısından farklılaştırmaları anlamına gelir. Dolayısıyla, temsil yeteneğinin
artmasına paralel olarak, askerî kurumlar kendilerine has hukuk kuralları,
içtihadlar geliştirmişler; dışa kapalı bir kurum kültürü yaratmışlar; ve kılık
kıyafetten günlük disiplin anlayışına, kendilerine has bir farklılaşma içinde
olmuşlardır.

Doğal olarak, bu gelişmenin en belirgin hale geldiği toplumsal
yapılar modern ulus-devletlerdir. Çünkü devletin tek bir ulusa dayanmasıyla,
askerî kurumlar hem ulusun tümünü temsil eder olmuşlar, hem de devletin asli bir
parçası haline gelmişlerdir. İmparatorluk dönemlerinde devletler ordularını
teşkil ederken oldukça esnek, hatta ilkesiz davranabilmişler; farklı durumlarda
değişik etnik, kültürel veya coğrafi kökenden insanları farklı mantıklara ve
pragmatik gerekçelere dayanarak mobilize etmişlerdi. Askeriye sürekliliği olan
bir üst bürokrasi ile toparlanma alt kademelerden oluşmaktaydı. Bütünlüğü olan
ve kendini yeniden üretebilen bir kurumsal yapının yokluğunda, askerî üst
bürokrasi kendini “genelde” devletin bir memuru olarak görmekte, devletin diğer
kademelerine bağlılık, askerî alt kademelerle ilişkiden çok daha fazla
önemsenmekteydi. Ulus-devlet nizamı ve onunla birlikte gelen modern devlet
anlayışı; bu yönetim mantığını bozarak, askerî bürokrasiyi bir bütün olarak
ayrımlaştırdı. Şimdi askerî bürokrasi devletin “yarattığı” bir kurumsal yapı
olmaktan çıktı ve devletin bizzat bir “kurucu “ unsuru haline geldi. Bu durum
askeriyenin temsil misyonunu daha da pekiştirdi. Her ulusun bir devletinin, her
devletin de tek bir ulusunun olduğu bir çağda; askerî kurumlar birçok ülkede
ulusla devlet arasındaki en güçlü, bazen en meşru bağı oluşturdular. Bu nedenle
modern dünyanın tüm askerî kurumları hem ulusçu hem ulus-devletçidirler. Göreli
güçleri, meşrûiyet nedenleri ve temsil yetenekleri “ulusun” varlığına bağlıdır;
ve ulus-devlet çerçevesi hem ulusun varlığını garanti altına almakta, hem de
askerî otoriteyi devletin asli bir parçası haline getirmektedir.

Devletle olan bu bütünleşme doğal bir uyumun da göstergesidir.
Tarih sahnesine çıkışından beri “devlet”, otoriter zihniyet içinde
şekillenmiştir. Toplumda yöneten ile yönetilen arasında net bir ayırıma neden
olmuş ve yönetilenleri kendi karşısında homojen bir yığın olarak algılamıştır.
Yönetim, devletin kolunun dikey bir şekilde toplumun her noktasına ulaşmasını
gerektirmiş; “toplum menfaatine” olarak sunulan tasarrufların netice vermesi ise
sosyal, iktisadî ve siyasî yaptırımlarla sağlanmıştır. Ulus-devlet ise bu
yaklaşımı daha kabul edilebilir bir anlayışa oturmuştur. Atomize birimler
halinde algılanan bireyler şimdi vatandaşlık bağıyla devlete tabi kılınmışlar ve
ulusun üyeliği devletin vatandaşı olmayı gerektirmiştir. Diğer bir deyişle,
ulusun üyeliği yoluyla devlet üzerinde hak sahibi olunması ikinci planda kalmış;
devletin üyesi olanlara ulus üyeliği payesi verilmiştir. Böylece yönetimde hak
sahipliği giderek teorik bir konu haline gelmiş; öte yandan devletin unsurları
toplum önünde giderek daha özerk hale gelmişlerdir.

Bu eğilim, demokrat bir geleneğe de sahip olan Batı ülkelerinde
bir miktar dizginlenebilse de; otoriter zihniyet içinde yoğrulmuş olan çoğu
toplumlarda devletin ve devlet aktörlerinin mutlaklaştırılmasına yol açmıştır.
Böyle bir atmosferin askerî kurumların mukayesesiz bir şekilde güçlenmesine
neden olacağı açıktır. Çünkü askerî kültürün kendisi de otoriter bir yapıdadır;
ve hem homojen bir kitlenin, hem de net bir hiyerarşinin varlığını talep eder.
Bu nedenle askerî yapılanmalar devletin genel mantığıyla tutarlı bir bütünlük
içinde var olabilmişlerdir. Toplumsal zihniyetin otoriter bir devlet
yapılanmasına cevaz verdiği ülkelerde, askerî kurumsallaşma tüm sistemin
kristalleştiği bir odak noktası yaratmıştır.

Bakışımızı kendi tarihimize çevirdiğimizde, Osmanlı toplum
yapısının da güçlü bir devlet anlayışına sahip olduğunu görüyoruz. Kuruluşundan
çöküşüne dek Osmanlı’da devlet, toplumsal kesimlerle doğrudan bağ kurmaktan
kaçınmış ve yönetim hakkını elinde tutan, kendi içine kapalı bağımsız bir
mekanizma olarak çalışmıştır. Oysa Osmanlı düzeni esas olarak ataerkil bir anlam
dünyası içinde şekillenmişti. Toplum cemaatsal hiyerarşiler şeklinde yapılanmış;
tüm düzenin meşrûiyeti ise, kendisi de ataerkil bir nizamı öngören, İslamiyet
tarafından sağlanmıştı. Osmanlı devleti bu heterojen yapıyı ve devlet/toplum
ilişkisine atfedilen İslamî yorumu veri olarak alırken, kendisine de özerk bir
alan yaratmasını bilmişti. Devlet şeriata uygun davranmak zorunda olmasa da,
şeriatın dışına çıkan tasarruflarda bulunmamayı zımnen kabul etmekteydi. Ne var
ki ulemayı devlet memuru haline getiren devlet, hile-i şer’iye yoluyla kendisini
hep şeriat içinde tutmayı becerirken; aynı zamanda toplumsal denetimin de dışına
çıktı. Çünkü şeriatın çizdiği çerçevenin içinde kalmak (veya kalır görünmek),
denetim dışı kalmanın da meşrûiyetini oluşturdu.

Böylece Osmanlı yönetimi; yönetici sınıfı, yani o dönemin
tabiriyle “askerî” sınıfı toplumdan bağımsızlaştırdı ve kendine özgü bir yapı
içinde kurumsallaştırdı. Kul sistemi yöneticileri tüm maddî varlıkları ve sosyal
hayatlarıyla devlete bağlarken; devşirme usûlü de, kullanılan insan malzemesini
mümkün olduğunca toplumsal geçmişinden koparttı. 16. yüzyıl sonlarında devşirme
usûlünün çözülmesi bile bu ilişki mantığını değiştirmedi. Müslüman Türklerin
devlet hiyerarşisine nüfuz etmesi, yönetimin sosyal tabanını değiştirse de,
siyasi konumunu değiştirmedi. Devlet her zaman kendi iç mantığını koruyarak
toplumun dışında ve üstünde kaldı.

Toplumla ilişkisinde ise devlet ataerkillikle otoriterliği bir
araya getirdi. Millet, vakıf, lonca sistemlerinde uygulamada birbirinden farklı
ancak esasta aynı olan bir anlayış geliştirdi. Cemaatsal yapılar doğrudan
devlete bağlandı ancak cemaat içi alan alabildiğince cemaatin kendisine
bırakıldı. Bu alandaki temel istisna ise toprak-vergi-asker düzeninde görüldü.
Temel kaygusu devletin kendini idame ettirebilmesi olan Osmanlı, bu alanda
doğrudan devletten kaynaklanan ve devlete bağlı bir hiyerarşi yarattı. Diğer bir
de-yişle, klasik Osmanlı devletinin ataerkil toplumsal yapının dışına çıkıp
kendi otoritesini bizzat uyguladığı tek alan bu oldu. Toprak düzeni hem vergiyi
hem askeri sağladı; ve bu ikisinin birlikteliği devletin toplumdan bağımsız
kalmasının da garantisi oldu.

Dolayısıyla ordu, doğrudan yönetim sisteminin bir parçası;
cemaat sistemi içinde çözülemeyecek kadar hayati bir olguydu. Bu konuda daha
ilginç bir gösterge Osmanlı’nın uyguladığı maaş sistemidir. Osmanlı yönetim
anlayışı, her memurun toplumsal aktörlerle parasal açıdan da muhatap olmasını,
ücretini doğrudan halktan almasını öngörüyordu. Örneğin eğitim ve hukuk düzeni
kadıların, kâtiplerin ve hocaların yaptıkları hizmetin karşılığını doğrudan
toplumdan almasına dayanıyordu. Bunun tek istisnası ordu oldu. Yeniçeriler ve
daha sonraki dönemlerdeki ordular maaşlarını daima devletten aldılar ve bu
şekilde devlete bağımlı kılması tek toplumsal kesimi oluşturdular. Bu aynı
zamanda ordu ile genelde devlet menfaati arasında da birebir ilişkinin oluşması
demekti. Güçlü ordu güçlü devlet bağlantısı Osmanlı’nın hem dış hem iç
çatışmalarında giderek hayati bir öneme sahip hale geldi.

Bu nedenle devletin güçsüzleştiği dönemde, devletin üst
bürokrasisi reformu askerî bağlamda ararken; ordu mensupları da devleti yeniden
güçlendirme arayışında başı çektiler. Tanzimatla birlikte başlayan süreç,
değişmiş olan dünyaya Osmanlı’nın adaptasyon gayretini yansıtır. Kapitalizmin
Osmanlı düzenine her yanından nüfuz ettiği ve toplumların ulus-devletler
biçiminde yeniden şekillendiği bir dünyada; kaybolmuş olan gücün yeniden
kazanılma çabası bugün adına modernleşme dediğimiz gelişmeye yol açtı. Ekonomi
alanında atılan adımlar zaten varolan durumun tescili, hukuk alanındakiler ise
yeni bir meşrûiyet çerçevesi arayışı anlamına gelirken; devlet esas iradesini
ordu ve eğitimle ilgili olarak ortaya koydu. Bu ikisinin biraraya geldiği askerî
okullar ise modernleşmenin hakiki taşıyıcılarını yetiştirdiler.

Ordunun ve belki de daha önemli olarak ordu mensuplarının
modernleşmesi, birbirini tamamlayan iki ayrı mecra takip etti. Birincisi,
ordunun doğrudan ele alınmasını ve yeni bir kimlik içinde kurumsallaşmasını
içerdi. Yeni bir teşkilatlanmaya ve okullaşmaya paralel olarak, ordu bir iç
disip- line ve kişiliğe kavuşturuldu. Van der Goltz paşanın çabalarıyla
hatırlanan bu süreçte, ordu mensupları kılık kıyafetten davranış kalıplarına
kadar kendilerini toplumun genelinden farklılaştırdılar. Farklı kıyafet onları
sadece mesleksel olarak ayıran bir olgu olmaktan çıktı; kişiliklerinin parçasını
oluşturan bir gurur vesilesi oldu. Böylece “asker” hem objektif hem subjektif
anlamda “özel” biri haline geldi; ve bunun sonucunda kendine ait bir misyon
geliştirdi. Ordu ile devletin tarihten gelen kader birliği, bu misyonun da
devletin kurtarılması ve güçlendirilmesi bağlamında şekillenmesine yol açtı.

Modernleşmenin ikinci yolu zihniyet alanında izlendi. Özellikle
Askerî Tıbbîyeden tomurcuklanan yeni fikirler, ilk kez olarak doğal bilimlerin
eğitimi sistematik bir parçası haline gelmesinden güç aldı. Modern bilimin
bulguları eski dünya kavrayışını darmadağın ederken, “madde” önplana çıktı ve
bilginin nesnesi “parçalandı”. Tevhid ilkesinin yansıması olan İslamî bilgi
anlayışı, modernliğin taşıyıcıları için bir an önce kurtulanması gerekilen
arkaik bir varsayıma dönüştü. Kutsal olanın arkaplana itildiği ve “modern”
olanın ihtirasla talep edildiği bu anlam dünyası, doğal müttefikini pozitivizm,
bir yandan bilim değer yargılarından kurtararak “nesnelleştiriyor” ve bilgiyi
niceliksel parçacıklara dönüştürüyor; öte yandan hem toplumu doğal bilimin bir
nesnesine dönüştürüyor, hem de tarihsel süreci doğrusal bir çizgiye oturtuyordu.
Tüm bu yönleriyle pozitivizm, yeni askerî kuşak için cazip bir kurumsal destek
oluşturdu.

“Bilimselliğin” din karşısındaki ka-tegorik üstünlüğünden
yararlanan pozitivist aydın kadrolar; doğrunun teke indirgendiği bir zihinsel
atmosferde, kendi doğrularını olabilir olan (dolayısıyla olması gereken) tek
doğru olarak algıladılar ve topluma empoze etmeye çalıştılar. Toplumsal yapıyı
ve toplumsal gelişmeyi basit ve şematik bir tarzda yorumladıkları ölçüde;
kendilerinde toplumu peşlerinden sürükleme veya toplumu dışarıdan ve tepeden
değiştirme hakkını gördüler. Çünkü tarihsel sürecin doğrusal ve varılacak
aşamasının belli olduğu bir anlayış çerçevesinde, doğruya sahip olanın bunu
uygulamaktan kaçınması çok zordu. Hele bu grup zaten tarihsel olarak kendini
sivil toplumun dışında görmüş, kaderini devletin kaderine bağlamış ve üstelik
kendine devleti kurtarma misyonu yüklemiş bir kesime aitse.

Böylece genç askerlerin ve askerî öğencilerin nüvesini
oluşturduğu aydınlar, jakoben bir siyasî programın destekçisi ve taşıyıcısı
oldular. Toplum adına devletin ele geçirilerek toplumun dönüştürülmesi demek
olan bu yaklaşım hiç de yadırgatıcı olmadı. Bir yandan güçlü devlet geleneği,
öte yandan ulus-devletler şeklinde parçalanan bir imparatorlukta askerî kesimin
doğal olarak kendine atfettiği temsil yeteneği; aydınların “toplum adına”
davranmalarını kolaylaştırdı. Toplumun ne yöne ve nasıl dönüştürüleceği ise
zaten biliniyordu, çünkü “bilim” bu yolu gösteriyordu. Böylece askeriye,
devletin toplum üzerindeki müdaheleci ve dönüştürücü yetkisini adım adım
yüklenmeye başladı. Sonraki dönemlerde ise, “toplum adına” davranma yumuşak bir
geçişle “devlet adına” davranma ile bütünleşti. Yeni bir ulus-devletin
yaratılması süreci içinde, ulus ile devlet birebir tekâbüliyet içinde
algılanmaya başlanınca, askerî otorite hem devleti hem milleti aynı anda ve
meşrû olarak temsil edebilen bir kurum olarak ortaya çıktı. Kurtuluş savaşının
askerlerce organize edilip yürütülmesi ise, doğal olarak bu pozisyonu pekiştirdi
ve Türkiye’de ordu kendisini sadece ülke sınırlarının değil, rejimin ve toplumun
da koruyucusu olara görmeye başladı.

Bu noktada birkaç tesbitte bulunma, yapılan analizi daha
sağlıklı bir çerçeveye oturtacaktır. İlk olarak, 19. yüzyılın son ve 20.
yüzyılın ilk çeyreğinde yetişen askerî kadrolar, gerçektende kendi dönemlerinin
en bilgili ve modern kesimleriydi. İyi eğitim almış, yabancı dil bilen, Avrupa
görmüş ve tartışan bir kesimdi. İkinci olarak, aynı dönemin laik sivil
kadrolarının da zihniyet olarak askerlerden pek bir farkı yoktu. Onlar da
toplumdan ziyade devletin yanı başında duran, pozitivizmden fazlasıyla
etkilenmiş insanlardı. Üçüncü olarak, İslamî kesim toplumdaki entellektüel
sürükleyiciliğini yitirmişti. Dünyadaki gelişmeleri anlayamadıkları ve
yorumlayamadıkları gibi, çare olarak da geçmişin kuramsal ve durağan
modellerinden başkasını öneremiyorlardı. Bunun dışına çıkan Said-i Nursî gibi
bazı İslamî münevverlerin söyledikleri ise hem çağın kuşatıcılığı altında salt
dinsel bir bağlam içinde algılanabildi; hem de yükselen laik ideolojinin
baskısına maruz kaldı. Unutmamak gerekir ki çağ laik bir modernleşme tasavvuruna
sahipti ve kimsenin bunun yarattığı atmosferin dışında kalması pek mümkün
değildi. Bu nedenle askerî kadroların da laik ve pozitivist bir çizgi
benimsemeleri doğal bir geçiş içinde yaşandı. Ancak açıktır ki bu geçiş, ordunun
hem toplum karşısındaki hem devlet içindeki göreli gücünü ve özerkliğini artıran
bir etkiye sahipti ve nitekim sonraki dönemlerle laik ve pozitivist çizgi bu kez
biliçli olarak bir iktidar alanı yaratmak üzere kullanıldı. Nihayet son bir
nokta ise ordunun performansı ile ilgili olmalıdır. Bugünkü anlam dünyamız
içinden bakıldığında geçmiş dönemin anlayışının kısırlığı bize apaçık gözükse
de, bu insanların büyük çoğunluğunun gerçek bir vatanseverlik duygusu ile
hareket ettikleri açıktır. Bu eylemlerin sonucu da kategorik olarak iyi ya da
kötü olmamış; bazen toplumsal dinamiği engelleyici bir faktör haline gelirken,
bazen de toplumun önünü açıcı bir işlev yüklenmişlerdir.

Esas yanılgı, askerleri çok aşan bir şekilde toplumun birçok
kesimince paylaşılan ve Avrupa’da da yaygın şekilde desteklenen pozitivist
bakıştan kaynaklanmaktadır. 19.yüzyılın felsefî atmosferi, bilime ve bilgiye
nötr ve nesnel bir biçimde yaklaşıldığını ima etmekteydi. Sanki “bilim” tüm
zihnî kabullerin dışında, onlardan etkilenmeyen lekesiz bir ışık hüzmesi
gibiydi. Oysa bilim anlayışları da tüm insanî eylem alanları gibi belirli
zihniyetler içinde şekillenmekteydi; ve dolayısıyla pozitivizm “nesnellik”
kisvesi altında belirli bir zihniyete ait bilim anlayışının empoze edilmesi
anlamını taşıyordu. Bu nedenle relativist ve otoriter zihnî çerçeveye dayanan
pozitivizm, otoriter zihniyetli Osmanlı aydınının karşısına geldiğinde;
relativist felsefî yönü arkaplanda kaldı ve otoriter bir eylem programına
dönüştü.

Bu eylem programı bir ulus-devletin ortaya çıkma sürecini
paylaşarak ve belirliyerek, bir anlamda kurumsallaştı. Diğer bir deyişle,
programın içerdiği kabuller, ilkeler ve tercihler Cumhuriyetin “kuruluş”
niteliklerini ortaya çıkardı Bu anlayışın temelinde otoriter zihniyet
yatmaktaydı. Hem Batı hem Osmanlı gleneğinden beslenerek müdanaasız bir
pozitivizm ve jakobenizmde sonuçlanan otoriter zihniyet; toplumu,
yönlendirilmesi gereken yarı cahil homojen bir kitleye indirgiyor ve yönlendirme
işini de toplumu ve tarihi anladığını ileri süren “bilinçli” bir azınlığa teslim
ediyordu. Bu zemin üzerinde oluşan devletçilik, laiklik ve milliyetçilik
ilkeleri kendine has bir bütünlük yarattı ve cumhuriyetin yönetim mantığını ve
bu mantığın meşrûiyetini sağladı.

Devletçilik, yönetimi elde tutanların bunu sürekli bir imtiyaza
dönüştürecek idarî, hukukî ve iktisadî zemini oluşturmalarını sağladı. Laiklik,
yönetiminin dayanacağı yeni bir meşrûiyet alanı yaratırken; aynı zamanda bir
toplumsal elek gibi, bazı kesimleri eledi ve yönetimin zihniyetini paylaşan
kesim için bir iktidar alanı oluşturdu. Milliyetçilik ise, dışlayıcı ve/veya
asimilasyoncu bir tavır içinde “ideal” vatandaşın devletle birebir ilişki içinde
tanımlanmasına yol açtı. Sonuçta devletin kurtuluşu ile birlikte; devlet veri
alınıp, onu yaşatacak yerel ve meşrû zeminler yaratılmaya çalışıldı. Bunun
anlamı “vatandaşın” kim olduğunun ve nasıl davranması gerektiğinin tepeden ve
dışarıdan belirlenmesiydi.

Kendisini “kuruluşun” asli, hatta belki de tek üyesi olarak
gören ordu ise, tüm bu ilkeleri paylaştığı gibi, devlet ve toplum nezdindeki
yerini de aynı ilkelere dayandırarak “ebedî” hale getirdi. Kuruluş çabalarının,
bunun ardındaki siyasî misyonun ve özellikle Kurtuluş Savaşının
kutsallaştırılmasıyla; bu hedef, eylem ve zihniyetin doğal taşıyıcısı olan ordu
da kutsallık payesi kazandı. İktidara ve toplumsal ranta giden yolun devletçi
meşrûiyet altında daha kolay ve uzun vadeli olduğunu keşfeden toplumsal
kesimlerin de sağladığı destekle Türkiye’de yönetim tekelleşti. Bu tekelleşme
yapı içinde ordu diğer devlet aktörlerine karşı bariz bir üstünlük sağlarken;
toplum karşısında da ikili bir role sahip oldu. Ordu hem milletin ordusuydu ve
onu neredeyse birebir temsil ediyordu; hem de toplumun kimlerden oluşması ve
nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini bildirmekten geri kalmıyordu.

Mantıksal olarak açıkça tutarsız olan bu tutum, sosyolojik
olarak Türkiye’de sorun çıkarmadı. Çünkü toplum da temelde otoriter zihniyeti
yadırgayacak bir hamura sahip değildi. Muhtemel tehlike, ataerkil zihniyete
sahip İslamî kesimlerden gelebilirdi; ancak o da hem bastırıldı, hem de
milliyetçilik ilkesinin anti-Hıristiyan öğeler içermesi nedeniyle kendisini
resmî ideolojinin dışına çıkaramadı. Laik kesim ise, din ve etnisite bazlı
korkularla pompalandıkları ölçüde kendilerini resmî ideolojiye bağımlı kıldılar.
Bu nedenle bugün ordu mensuplarının siyasete karışmalarından şikayet edilmesi
samimi ve gerçekçi bir tepki değildir. Ordu da her kurumsal yapı gibi kendini,
gücünü koruyarak idame ettirme hakkına sahiptir; ve bu durumun şikayetle
düzelmesi mümkün değildir. Ordunun günümüzdeki gücü, siyaseti etkileme
yeteneğiyle orantılıdır ve bu etkisini kullanmaktan vazgeçmesi, varolan sistem
içinde gücünün de zayıflaması demektir. Açıktır ki dünyanın hiçbir yerinde
hiçbir kurum böyle bir adımı (kimse değişmezken) kendi başına atmaz.

Dolayısıyla Türkiye’de ordunun günümüzde sahip olduğu güç ve
işlev, kendi bilinçli çabasını olduğu kadar; toplumsal zihniyete, bu toprakların
yaşadığı kendine özgü tarihsel sürece ve sivil kesimin ataletle çıkarcılığı
birleştiren tutumuna da dayanmaktadır. Tüm bu öğelerin biraraya gelmesiyle ordu
devleti, rejimi ve giderek toplumu sahiplendiği bir anlam dünyasına itilmiştir.
Ne var ki bu sahiplenmenin otoriter zihniyet içinde hayata geçmesi; giderek tüm
toplumsal sistemi, devlet yapısını ve devlet/laik toplum ilişkisini zedeleyici
ve istikrarsızlığa iten bir unsur haline gelmektedir.

Devletin iç yapılanması açısından ordu birçok konuda hukuken
yetkisiz ve sorumsuz gözükmesine karşın; gerçekte “nihai” bir sorumluluk
üstlenmiş gibi davranmakta ve ölçütü muğlak bırakılmış “tercihli” bir yetki
kullanmaktadır. Diğer bir deyişle ordu, zamanı ve dozu tamamen kendisinden
menkul bir iktidar alanına; ve bu alanı tüm yönetim mekanizmasını kapsayacak
şekilde genişletme imtiyazına sahiptir. Bu durum Türkiye’de sivil siyasetin de
açık veya gizli şekilde askerî otoriteye yamanmasına yol açmış ve siyasi
partilerin toplumsal bağlarını yitirme sürecini hızlandırmıştır. Bunun sonucu
ise, ucu orduya da dokunacak şekilde tezahür eden bir yönetim ve giderek
yönetimlerin meşrûiyeti krizidir.

Yönetimde yaratılan boşluklar ve basiretsizlikler bizzat ordunun
müdahalesine konu olmakta ve hem kendi gözünde, hem toplumda yaygın bir kanaate
göre ordu istikrarın koruyucusu haline getirilmektedir. Ne var ki bu “istikrar”,
toplumun otoriter-devletçi bir çizgi üzerinde tutulması şeklinde tecelli
etmekte; toplumsal dinamiğin tartışılmadan ve hazmedilmeden bastırılması
anlamına gelmektedir. Genelde yaratılan devlet/toplum kopukluğu ise Türkiye’nin
iç ve dış tüm meselelerinde bir adaptasyon krizine yol açmaktadır. Kendi
toplumundaki devinime set çeken yönetim zihniyetleri, ülke içi sorunların resmî
söylem ekseninde siyasallaşmasına ve ideolojik bir muhalefet yaratmalarına neden
olurlar. Nitekim Türkiye’de de Kürt ve İslamî kimlikler bazında kategorik bir
çatışma atmosferi doğmuştur. Bu çatışmanın, bir taraf olması nedeniyle resmî
ideolojiyi de kısa dönemde güçlendirdiği düşünülebilse de; aslında bu durum
resmî ideolojinin çöküşünü ifade etmektedir. Çünkü şimdi resmî anlayış
çözümsüzlüğün ve dolayısıyla sorunların da sebebi haline gelmiştir; ve üstelik
“bir” taraf olması, toplumun genelini temsil etme misyonunun sona erdiğinin
habercisidir. Benzer bir sorun uluslararası ilişkiler alanında da geçerlidir.
Kendi toplumunun genel tasvibini alamamış, özgürce kabullenilmiş bir meşrûiyetin
verdiği özgüveni taşımayan bir devlet; dış politikada gerekli destekten yoksun
olacağı gibi, bu alanda ciddiye alınma potansiyelini de yıpratır.

Nihayet ordunun devlet yapılanması içindeki eşitsiz ağırlığı ve
ideolojik bir pozisyonla içiçe algılanması; orduyu bir siyasal merkez haline
getirmektedir. İdeolojik yönüyle bu merkez, toplumsal çatışmalarda taraf olmakta
ve/veya bazı toplumsal kesimler tarafından bir taraf haline getirilmeye
çalışılmaktadır. Dolayısıyla meşrûiyetini toplumun tüm kesimlerine eşit
uzaklıkta olmasından alan “ulusal” ordu, kısa vadeli ve dar görüşlü bir çıkar
kavgasının herhangi bir aktörüne indirgenmektedir. Orduyu siyasal bir merkez
yapan ikinci unsur ise taşıdığı güçtür. Bu gücü araçsallaştıran toplumsal
kesimler ve türlü çatışma eksenlerinin tarafları, orduya “sızarak” alan kapma
yarışı içine girmektedirler. Böylece bir kez daha ordu nötr bir kurum olma
özelliğinden uzaklaşmakta ve siyasetin oyun alanına dönüştürülmektedir.

Toparlarsak Türkiye’de ordu, bu kurumun evrensel özelliklerinin
yanında, doğal olarak kendi tarihimizden gelen nitelikleri de taşımakta; bu ise
onu otoriter/devletçi bir çizgiye oturtmaktadır. Bu yaklaşım ordu kurumunu diğer
toplumsal ve devlet kurumlarına karşı güçlü kılarken; onu hem siyasetin bir
tarafı haline getirerek, hem devletçi politikanın genel başarısızlığına ortak
ederek, hem de toplumsal bağlarını yıpratarak güçsüzleştirmektedir. Doğal olarak
otoriter anlayış, gelmiş geçmiş tüm orduların ortak niteliğidir ve bizim
ordumuzda da bulunmasının yadırganacak bir tarafı yoktur. Ancak burada söz
konusu olan ordunun iç nizamı değil, ordunun “dışına taşan” bir ilişki normunun
varlığıdır. Bu normun sürdürülmesi Türkiye’de giderek devletçiliğin de
sürdürülmesinin kılıflarından biri olarak kullanılmaktadır. Bu ise; her ordu
için önemli, ancak ulus-devletlerin orduları için hayati olan temsil
kabiliyetini ve popülizan çıkar çatışmalarının dışında durabilme gücünü
yıpratır.

Modern dünyanın kendini tartışmaya açtığı bu dönemde, özellikle
çevre ülkelerdeki ordular bir yol ayırımına yaklaşmaktadırlar. Varolan otoriter
zihniyeti sürdürenler hem toplumlarının geleceği açısından anakronik
pozisyonlarda kalacaklar; hem de bu durum bu ülkelerin uluslararası politikadaki
etkinliğini yokedecektir. Alternatif yol, devletçi anlayışı dışlayan, demokrat
zihniyette bir “yeni kuruluş” tasavvuru ve buna dayanan, toplumun tümü
tarafından içselleştirilmiş bir temsil gücüdür. Açıktır ki bu adım sadece askerî
otoritelerin talebiyle gerçekleşmez; ancak Türkiye gibi ülkelerde, bu otoritenin
talebi olmadığı takdirde; böylesi açılımların ülke bütünlüğünün korunarak
gerçekleştirilmesi mümkün olamaz.