Demokrasi kavramı nasıl tanımlanırsa tanımlansın, eğer bu
tanımlarda parametrelerimizden en az birisi devlet karşısında, devlete rağmen;
toplumdan, bireye kadar uzanan zatiyetlerin haklarını kuşatmıyorsa, bu tanımlar
bize demokrasiyi yeterince anlatmayacaktır.

Devlet ve toplum karşıtlığının, siyasal bilinç düzeyinde
algılanmadığı toplumlarda demokrasi ciddi bir sorun olarak yaşıyor demektir. Bu
karşıtlığın bilinç düzeyinde algılanması demokratik zihniyetin varoluş şartını
teşkil eder, eğer böyle bir karşıtlığın varolup olmadığı tartışılıyor ise, böyle
bir toplumda demokrasinin kurallarını, demokrasinin şekli unsurlarını hatta
demokratik teammüleri tartışmak çok anlamlı olmayacaktır.

Türkiye’de demokrasi tartışanların bizim üzerinde durduğumuz en
önemli eksikliği bu yönüdür. Bu eksikliğin tesadüfî bir eksiklik değil, bir
toplumsal zihniyet biçiminin menfolojisinden kaynaklandığının altını tekrar
çizmek gerekiyor.

Türkiye’de “devletçiliğin” ideolojik karakterini başka bir yerde
değil bu zihniyet probleminde yakaladığımız takdirde, demokratlığın zorluğunu,
demokrasiyi inşa etmenin güçlüğünü de, daha kolay kavrayabiliriz.

Bu problematik içerisinde “ordu” nerede durmaktadır veya ordunun
yapısal sorun içindeki yeri neresidir diye sorulduğunda, daha üretken bir
noktaya ulaşılabilir.

Asker ve devlet

Şüphesiz Askerler devletten önce vardılar, hatta devletin basit
şekli, savaşçı göçebe topluluklardaki askerî hiyerarşinin kurumlaşmasıyla
oluşmuştur denebilir.

Burada konuya tarihsel gelişmeden öteye “devlet ve asker”
arasındaki ilişkilerin demokrasi bağlamındaki konumunu tanımlayabilmek açısından
bakınca, ilk tesbit etmemiz gereken nokta şudur. Modern devletlerde askerlik
veya bir kurum olarak ordu, devletin uzmanlaşmış ve görev alanı sınırlandırılmış
bir kurumudur. Genel olarak bir siyasal yapıda ordunun iki fonksiyonundan
bahsedilebilir. Bunlardan birincisi devletin hükümranlık hakkının fiziki
garantisi veya teminatı, ikincisi ise devletin siyasal karakterinin, verdiği
meşruiyet anlayışla, devletin yapısının fizikî garantörlüğünü temin etmektir.
Dikkat edilirse burada üzerinde durulan iki noktadan birincisi dışarıya karşı,
yani devletlerarası ilişkiler düzeyinde hükümranlık alanını söz konusunu
kapsarken, ikinci nokta toplumla devlet arasındaki ilişkilerde varolan meşruiyet
anlayışla devlete karşı “toplumdan gelen”, devletin biçimini değiştirmeye
yönelik hareketlere karşı bir fizikî güç kullanma hakkını ihtiva etmektedir.

Bütün sorun burada “meşruiyet anlayışı” veya siyaset yapmanın
“meşruiyet”inde toplanmaktadır. Bu sorundan iki çıkış yolu bulunmaktadır.
Birincisi, otoriter devletlerde başlayıp totaliter devletlere kadar uzanan anti
demokratik devlet biçimlerinin bulduğu çıkış yolu veya siyaset anlayışıdır.
İkinci yol ise, demokratik devletin bulduğu çıkış yoludur. Birinci tipteki
devletlerde devlet kendi ideolojik yapısını ve otoritesini elinde bulunduran
veya siyaset yapma hakkını tekelinde tutanları, değişme isteyen, toplumsal
muhalefete karşı orduyu bir baskı aracı olarak kullanmayı meşru görürken
demokratik yaklaşımda durum tamamen farklıdır. Siyaset etme hakkı bir siyasal
hak olarak bütün topluma ait olduğu için, böyle bir toplumsal talebin, yani
muhalefetin bastırılması zaten düşünülemez. Çünkü muhalefet etme hakkı bizzatihi
demokrasinin yapısal bir öğesidir. Diğer taraftan modern demokratik devlet
ideolojik bir dogmayı esas almayan aksine toplumsal çoğulculuk temelinde bir
meşruiyet anlayışına sahip olduğu için ordu bu anlamda baskı aracı olarak
herhangi bir fonksiyona sahip değildir.

Demokratik devletlerde ordunun ancak demokrasi dışı, yani temel
hak ve özgürlükleri yok etmeye yönelik hareketlere, militer hareketlere karşı
veya siyasi iktidarın demokrasi dışı bir yöntemle değiştirmeye kalkan militar
güçlere karşı bir savunma aracı olarak hareket etme görevi vardır. Dolayısıyla
ordunun siyasal bir işlevi değil, demokratik otoritenin siyasal işlevlerini veya
bütünlüğüyle siyaset kurumunun işleyişi için demokratik otoritenin yani
“seçilmişlerin denetiminde” fiziki bir güvenlik unsurudur.

Kısaca ordunun siyaset yapma, siyasete katılma yada siyasal
süreci etkileme gibi siyasetin belirlenmesine yönelik bir fonksiyonu olmadığı
gibi demokratik meşruiyet anlayışında orduya “siyasal bir alan” tayin
edilmemiştir.

Buraya kadar söylediklerimizden şu neticeleri çıkarmak mümkün
görünmektedir.

1- Ordu kurum olarak devlet içinde fiziki güç sahibi olan bir
kurum olmasına rağmen bu fiziki gücün kime karşı hangi şekillerde kullanılacağı
siyasal rejimin karakteri tarafından belirlenecek bir sorundur.

2- Ordunun siyasete katılması veya siyaset dışı tutulması veya
zaman zaman siyaseti belirleyecek düzeyde siyasete katılması, devlet-toplum
ilişkilerinin, devletten topluma doğru belinlendiği bir siyasal gelenekle ilgili
bir olgudur. Bu tarz toplumlarda devlet-toplum karşıtlığı bir siyasal bilinç
haline dönüşüp, toplum tarafından belinlenen “devlet” yapısı
şekillendirilemedikçe, toplumun siyaset etme hakkına, devlet içindeki kurum ve
gruplar el koyacak veya tasarruf edeceklerdir.

3-Devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin belirlendiği bir
önemli boyut da ideolojik alandır. Siyasal meşruiyet anlayışı devlet ve toplum
bilinci, siyasal kültür gibi çeşitli faktörlerin etkileşiminden oluşan bir
alandır. Eğer siyasetin meşruiyeti bir “devlet ideolojisi” tarafından
belirleniyorsa, burada devletin içindeki kurumlar bu ideolojinin işlevsel olması
açısından siyasete katılmaktan geri kalmazlar. Bu durumda siyasal meşruiyet bir
“demokratik meşruiyet krizi” içinde bulunuyor demektir.

Türkiye’de siyasetin sahası

Yukarıda çizmeye çalıştığımız teorik çerçevenin Türkiye’de ordu
ve siyaset ilişkilerini olduğu kadar demokratikleşme sorununu anlamak bakımından
da yardımcı olacağı düşünülmektedir.

Türkiye toplumu “tarihsel bir imparatorluğun” siyasal yapısından
yeni bir yapıya geçerken, karşılaştığı sorunlar, imparatorluktan devralınan
“siyasal kültürün” temelleri üzerinde varlık kazanmışlardır. Unutulmamalıdır ki
cumhuriyetin kurucu kadroları bütünüyle imparatorluğun askerî ve sivil
bürokrasisinden gelmedir. Bu durum onların bir siyasal rejimi değiştirme
çabalarıyla çelişmez. Çünkü onlar devralınan “siyasal kültürün davranış
modellerini” benimsemiş veya bu gelenek içinde yetişmişlerdir. Bu davranış
modelinin esas dikkat çeken hususiyeti devletle bütünleşmiş bir başka ifadeyle
toplum devlet karşıtlığının bilinç düzeyinde oluşmadığı bir zihniyet yapısıdır.
“Devlet toplumun kendisi ve cisimleşmiş halidir” anlayışı “kutsal devlet”
ideolojisinin temel fikrini teşkil eder.

Bu durum devleti kutsayan güçlü ideolojik bir aygıt yaratır. Bu,
geçiş sürecinde, ideolojik aygıtın alanını genişletmiş, siyasal meşruiyet
anlayışının -bir liberal anayasacılık hareketinin veya siyasal özgürlükler
hareketinin bilincine sahip olmayan siyasal kültürümüzde- sınırlarını
belirleyecek bir etkinlik kazanmasına sebeb olmuştur. Kısaca devlet meşruiyetini
toplumsal bir sözleşmeyle toplumdan almadığı için, siyasal meşruiyeti de
dayandığı ideolojik unsurlarla belirleyecek bir yapıda teşekkül etmiştir.
Buradaki siyasal aktörlerin, sivil orjin yerine, bürokratik orjinli olmalarının
önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır.

Sanırım bu çerçevede ele alınınca, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar
uzanan ordunun aktif siyaseti belirleme girişimi olan darbeleri tanımlamak ve
anlamlandırmak daha anlaşılır olacaktır. 27 Mayıs halkın oylarıyla seçilmiş ilk
başbakanı idama götürürken, aslında devlet kendi meşruiyet alanı içerisinde
kendine göre doğru olanı yapmıştır; yani “ideolojik meşruiyet alanına” saldırı
anlamına gelen “demokratik bir talebi” reddetmek üzere harekete geçmiştir. O
halde burada ordu, devletin ideolojik meşruiyet alanının savunma aracıdır. Ve bu
meşruiyet alanı içerisinde böyle bir rol oynamıştır.

27 Mayıs’çıların yaptıklarını 10 yıl sonra 12 Mart’çılar ve 20
yıl sonra 12 Eylül’cüler daha açık bir gerekçeyle tekrar etmişlerdir.

Türk toplumunda siyasetin belirlenmesinde askerin oynadığı rol
veya ordunun belirleyici müdahaleleri veya ordunun müdahale dışı yöntemlerle
siyasete etkileri devletin meşruiyet anlayışı ve devletin ideolojik boyutunda
düğümlenen sorunlar olarak anlaşılabilir. Bu ideoloji, “devletin topluma karşı
korunması”, bir başka ifade ile devletin demokratikleşmesine karşı, ideolojik
bir tutumdur veya ideolojik tortudur ve bugüne kadar yapılan müdahaleler de
gücünü bu yapıdan almaktadır.

Netice olarak şu tespitleri yapabiliriz.

1– Türkiye’de ordu-devlet ilişkileri devletin ideolojik
meşruiyeti kavramı içerisinde ele alınması gereken bir sorundur. Bu ideolojik
misyon ordudan kaynaklanmamaktadır. Anti demokratik siyaset geleneğinden güç
almaktadır. Zaten askeri müdahalelerde bu çerçevede kendi gerekçelerini ifade
etmişlerdir. O halde Türkiye’de demokratik devlet projesi, bu noktadan
başlamalıdır.

2– Türkiye’deki anti demokratik ideolojinin beslediği
siyasal kültürün bugün üretildiği yer medyatik ortam ve aydın-bürakratik
komüniteleridir. Kısaca ordunun siyasetle ilişkisinin üretildiği “ideolojik
yapı” ordu dışı alanlarda geliştirilmektedir. Sivil toplumun gelişmesine karşı
böyle bir ideoloji vasatısıyla devletle ittifak arayışından başka bir şey
olmayan “sol Kemalistler”, 27 Mayıs’çılar, 12 Mart’çılar ile 12 Eylül’cü “sağ
Kemalistler” aslında milli mücadelede kurulan meclisin “sivil yöntem”ini
reddetmekten başka birşey yapmamışlardır. Bu durumda demokratik devlet
projesinin üretileceği alan, devlet değil, devlet dışındaki sivil unsurların
gelişmesiyle, bu alandaki tortulara karşı sivil insiyatifin güçlenmesiyle
oluşacak ortamda genişleyecektir.

3– Türkiye’de askerin siyasetin dışında kalması meselesi,
devletin sivil meşruiyet anlayışında, yeni bir zihniyet yapısında yapılanmasını
gerektirmektedir. Çünkü sorun bu anlayışı değiştirmeden çözülemeyecektir.
Cumhuriyet tarihinde ordunun bütün siyasete katılma, etkileme ve belirleme gibi
girişimleri yeni bir meşruiyet anlayışı ile toplumsal sözleşmeye duyulan
ihtiyaca cevap vermemekten kaynaklanmaktadır. Demokratik Türkiye, devlet-toplum
karşıtlığının bilinciyle böyle bir değişim kapsayacak düzeyde ortaya konulduğu
zaman güçlenecek, ordu ve siyaset ilişkileri de çağdaş demokrasilerden farklı
olmayacaktır.