Çok partili demokratik hayata geçildikten sonraki otuz
beş yıl içinde demokrasinin üç defa kesintiye uğramış olmasının sebepleri
nelerdir?

Bir defa kesintiye uğradıktan sonra ikinci, üçüncü defası
birincisinin devamıdır. Şimdi bu, bir havuza taş atma hadisesidir. Atıyorsunuz
taşı, dalgalar gidiyor, duvara çarpıyor, geliyor, tekrar gidiyor. Bir defa irade
üstünlüğü, kitap üstünlüğü aşılırsa, bir ülkenin silahlı kuvvetleri bu ülkeye el
koymaya kalkarsa, bunun önünde kim duracaktır? Nasıl duracaktır? Bir ülkenin
silahlı kuvvetlerinin o ülkenin idaresine el koymaya kalkması, o silahlı
kuvvetlerin güçlülüğünü göstermez. Kalkmaması da güçsüzlüğünü göstermez.
Birleşik Amerika Devletlerinin veya İngiltere’nin veya Fransa’nın orduları,
silahlı kuvvetleri güçsüz mü ki, o memleketlerde bunca hadise olurken, onlar el
koymaya kalkmıyor? Reis-i cumhur vuruluyor, dünyanın rezaleti cereyan ediyor,
İngiltere gibi bir memlekette bir hanım geliyor, başbakan oluyor. İngitere’nin
silahlı kuvvetleri niye "Biz hanım başbakan istemeyiz" diye bir tavrın içine
girmiyor? Veya Hindistan gibi bir memlekette başbakanı vuruyorlar, 1200 kişi
ölüyor, oranın silahlı kuvvetleri gelip idareye el koymuyor. Çünkü onu çare
saymıyorlar, hiçbir şeyin çaresi saymıyorlar. Bu bir itiyad haline gelmemiş.
Çareyi orada aramıyorlar. Esasen Türkiye bu meseleyi tartışabilse, bir zemine
oturtabilse, herhalde geleceği bakımından hayırlı bir iş yapmış olur.

Demokrasi ordunun yeriyle tayin edilir. Eğer bir ülkede silahlı
kuvvetler sivil idarenin emrindeyse, o ülkede demokrasinin birinci şartı yerine
gelmiştir. Demokrasi dendiği zaman irade üstünlüğü tartışılmayacaktır. Üstün
irade milletin iradesidir. Üstün irade, devletin lazım olduğu zaman zor
kullanmak için eline silah verdiği güç olmayacaktır. Devletin silahlı gücü,
yücelme, zengin olma haline de manidir.

Türkiye yirmi sene zarfında üç defa müdahaleye maruz kaldı.
Bunların içinden tam çıkabilmiş değildir. Bu müdahaleler olmasaydı Türkiye bugün
1000 dolar gelir seviyesinde bir ülke değil, 3000-4000 dolar gelir seviyesinde
bir ülke olurdu. Bu müdahaleler çok şey götürmüştür. Birşey getirdiğine kani
değilim. Ama götürdüğü kesindir. Bunun faturasını da millet fukaralaşmak, fukara
kalmak, ileri memleketlerle mesafesini açmak suretiyle ödüyor.

Önce, sayın Özal’ın başbakanlığı döneminde söylediği bir
söz hakkındaki yorumunuzu almak istiyorum. sayın Özal bir konuşmasında
"Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, temelinde askerler var, bu gerçeği
gözardı edemeyiz” diyordu. Bu değerlendirme için ne diyorsunuz?

Cumhuriyetin kuruluşunda TBMM var. Millet iradesinin
temsilcilerini seçmiş, getirmiş, TBMM’ye koymuşsunuz. Bunun içinde asker kökenli
olanların olması gayet tabii. O günkü şartlar içinde, İstiklal Savaşına katılmış
insanların çoğu bu Mecliste yer almış. "TC’nin kuruluşunda askerler vardı"
demek, "Türkiye bir asker cumhuriyettir" anlamına mı geliyor? Eğer öyle ise, ne
zamana kadar asker cumhuriyet olacak? Sayın Özal, 1983’te askerlere sığınmıştır.
Bugünkü sıkıntının kökünde Sayın Özal vardır. Sayın Özal da, yaralı 83 rejiminin
ürünüdür.

Daha önceki bir mülakatta, demokrasiyi tarif ederken,
"silahlı kuvvetlerin sivil idarenin emrinde olduğu rejimin adı" tanımını
getirmiştiniz. Silahlı kuvvetlerin sivil toplumda giderek daha çok
tartışıldığı şu günlerde, sivil idare-silahlı kuvvetler ilişkilerine hakim
olması gereken esas ne olmalı? mesela silahlı kuvvetlerin tayin-terfì
mekanizması ve yönetim kadrolarının tayini nasıl yapılmalı?

Bu konularda son söz hükümetindir. Silahlı kuvvetlerin tayin,
terfi, sicil, disiplin esasları vardır. Bu esaslara göre bir hazırlık yaparlar.

Hükümet bunları kabul etmezse, "Şundan dolayı kabul etmiyorum"
diye birşey söylemesi lazımdır. Hükümetler de keyfî olarak birşey yapamazlar.
Onların da bir sisteminin olması lazımdır. Bu sisteme hükümetlerin itiraz etme
hakları her zaman için vardır. Ancak, neticede son söz hükümetindir. Hükümet bu
son sözü kimin adına söyler? Meclisin. Meclis kimin adına vardır? Milletin.
Neticede, silahlı kuvvetler milletin emrindedir. Milletin emrinde olması demek,
meclisin emrinde olması demektir. Meclisin emrinde olması demek de, hükümetin
emrinde olması demektir. Dolayısıyla, hükümetin emrinde olmayan silahlı
kuvvetler olmaz.

Profesyonel ordu için ne düşünüyorsunuz?

Profesyonel ordu tabirinden ne anlamak lazım; onu bilemiyorum.
Ama millî ordudan Türkiye vazgeçemez. Subaylarını milli karakterde yetiştiren,
bu vatanın çocuklarını bir tehlike anında vatanlarını korumak için yetiştiren
bir ordudan vazgeçemez. Sadece silah kullanmaktan ibaret değil ordu. Onun bir
ruhu var. O ruha sahip çıkılmalı. Asker sayısı azaltılabilir. Azaltılmalıdır. O
masrafların bir kısmını kullanmaya yöneltmelidir.

"Anayasa mahkemesi askerin tesiri altında" görüşü için ne
diyorsunuz?

Sanmıyorum. Ama Anayasa Mahkemesinin üyeleri de bu ülkenin
aydınlar grubunun insanlarıdır. Onların meselelere bakış tarzı, diğer
aydınlardan çok farklı değildir. Aydınların hangi tesirler altında olduğunu
çeşitli zamanlarda anlatmaya çalıştım. Aydınların zihninde kaygılar, kuşkular
vardır. Peki, bu kaygı ve kuşkularda haklılık var mı? Bizim anlatmaya
çalıştığımız şey şu: Din ve vicdan hürriyetinden kaygı ve kuşkuya kapılmayın.
Bunun tatbikatında birtakım yanlışlıklar olabilir. Olayları genellemek yerine,
teker teker mütalaa etmek lazım. Yanlış ne ise, onun üstünde durulmalı. Yoksa
yanlışı herkese teşmil etmemeli. Ama bizim aydın zihinlerimizin önemli bir kısmı
bundan kurtulabilmiş değil. Çok iyi anlatmak lazım meseleleri. Nihayet aydınlar
da bu ülkenin insanları. Anlatırken inandırıcı olmak lazım. Üniversite
zeminlerinde bu meselelerin bir kısmını konuştum ben. Gördüm ki, açık
konuşulduğu, ifrata kaçılmadığı zaman, bu ülkedeki sağduyu bu meseleleri
anlayabilecek durumda. Maya var. Vicdanlar temiz.

Türkiye’nin bir başka problemi de silahlı kuvvetlerin
kendisini "Atatürk ilke ve inkılaplarının bekçisi" olarak görmesi. "Milli
iradenin münakaşasına sunulmayan hiçbir fikir geçerlilik kazanamaz"
görüşünüzün ışığında, bu konuda nasıl bir değerlendirme yaparsınız?

Bir ülkenin iki tane anayasası olmaz, bir tane olur. Türkiye’nin
anayasası meydandadır. Evet, bu anayasada da düzeltilmesi lazım gelen birçok şey
vardır. Onları düzeltmek için mücadele verirsiniz; ayrı mesele. Ama anayasa
budur. Üstün kitap budur. Bunun üstünde, anayasa geçerliliğinde başka şey olmaz.
Atatürk ilke ve inkılapları diye, anayasanın üstünde, anayasayı aşan birtakım
dökümanlar olmaz. Atatürk ilke ve inkılapları, zamanında gelmiş, devrini icra
etmiştir. Bugün onlardan devam edenleri de zaten bugünkü anayasanın arkasında
yazılıdır. Bunların dışında, sanki Türkiye’nin birden fazla anayasası varmış
gibi, devleti ikiliğe, hatta çokluğa götürmenin bir anlamı yoktur.

Şunu da söyleyeyim: Ülkenin silahlı kuvvetlerini rahat bırakmak
lazım. Bunlar, işinde gücünde olan silahlı kuvvetlerin tartıştığı şeyler
değildir. Evet, silahlı kuvvetler Atatürk’e bağlıdır; ama Atatürk’e bağlılık,
sadece silahlı kuvvetlerin değil, Türkiye’de birçok kişinin her gün tekrarladığı
bir şeydir. Yani, silahlı kuvvetlerin tekelinde olup da, başkalarına
vermedikleri birşey değildir.

Ama bu ülkenin silahlı kuvvetlerinin, bu devletin içindeki yeri
nedir? Silahlı kuvvetler millet iradesinin üstünde değil, millet iradesinin
emrindedir. Türkiye’nin müesseseleri yerlerini, görevlerini, yetkilerini çok iyi
anlamış olsalar, hiçbir problemimiz olmaz. Ama kurumlar kendiliklerinden
kendilerine yer, görev, yetki farz ederlerse, o zaman curcuna başlar. O zaman o,
devlet değil, kargaşa olur. Bizim devletteki sıkıntılar da oradan geliyor.
“Efendim, İç Hizmet Kanununun 35. maddesine göre…” İyi, ama o kanunun bir de
43. maddesi var. 35. madde "Cumhuriyeti korumak ve kollamak" derken, 43. madde
"Siyasetle uğraşmayın" diyor. Aynı kanunda, 35. maddenin öyle anlaşılmayacağı
yazılı.

Ama Türkiye bunları alkışladığı için, bu müdahaleler oluyor.
Sonra da zararını çekiyor. Bunlar açık açık tartışılamıyor da. Neticede
faturaları, kalmaması lazım gelen insanların üzerinde kalıyor. Benim çırpınmam
odur. Gelin, hiçbir kötü niyete kapılmaksızın; kimseyi kötülemeksizin, bunları
tartışalım. Silahlı kuvvetleri küçük düşürmek kimsenin aklından geçmez. "Yeri şu
olsun; görevi bu olsun" demek, kimseyi incitmez. Silahlı kuvvetlerin yeri,
görevi, yetkisi çok iyi tayin edilmeli. Bakınız, bugün Silahlı kuvvetlerin kime
bağlı olduğu dahi muallaktadır. Anayasa "Başbakana karşı sorumludur" der,
"Bağlıdır" demez. Bu anayasada "Bağlıdır" lafı yok. İşte bu da bizim devletin
büyük meselelerinden biridir.

Peki, bu "inkılap bekçiliği" için ne diyorsunuz?

Öyle görenler var tabiî. İşte burada yine geliyoruz: açık rejim,
işleyen devlet. Demin dedim ki, herkes kendisine yetki, yer, görev tayin etmeye
kalkarsa curcuna olur. Burada mesele şudur: Topyekün rejim nasıl korunacak? Onun
bekçisi kim? Onun bekçisi, anayasanın başlangıcında yazılı: "Türk vatandaşının
uyanık vicdanına tevdi edilmiştir:" O zaman, rejimin bekçisi millettir.
Anlatılmak istenen de odur. Ama müdahaleler oluyor, arkasından bu çeşit
meseleler böyle konuşuluyor. Herşey karmakarışık oluyor. Sonra genel kavramlar
yıkılıyor. Bunlar hep genel kavram yıkıntılarının içinden çıkan şeylerdir.

Sizce, imam-hatip okulu mezunları harp okullarına niçin
alınmıyor?

Bu konu da kamuoyu önünde açıkça tartışılmalı. Cumhuriyetin
okullarıdır bunlar. Açıkça tartışılmalı ve herkes gerekçesini ortaya koymalı.
Hükümet söylemeli: Niye alınmıyor? Alınması lazım geldiği, gerekçeleriyle ortaya
konmalı. Bu konular, ancak tartışarak bir neticeye vardırılır. Korka korka
neticeye varmak ise mümkün değildir.

Namaz kılan dindar öğrencilerin askeri okullardan, dindar
subayların da ordudan ihraç edilmesi, kamuoyunu rahatsız eden bir uygulama
olarak sürüp gidiyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Bir defa, bunların gerekçesi ortaya konmalı. Gerekçe olarak,
"Bunlar Müslüman, namaz kılıyor, onun için bunları ordudan ihraç ettik" demezler
herhalde. Eğer "irtica" deniyorsa, böyle bir suç yok kanunlarımızda.

İşin garibi, askeri yüksek idare mahkemesi kanununun 1981’de
değiştirilen 21. maddesi, askeri şuranın tasarruflarını yargı denetiminin
dışında tutuyor.

Yargı yolunun kapalı olması çok kötü. Devletin bütün
faaliyetlerinde yargı yolu açık da, burada niye kapalı? Hem diyoruz ki,
demokratik devlette yargı yolu açıktır. Parlamentonun üstünde bile yargı
denetimi var. Anayasaya uygun kanun yapıyor mu, yapmıyor mu, diye
denetliyorsunuz. Burada niye yargı denetimi yok? Böyle şey olmaz. Yargı denetimi
şarttır. Yargı yolu mutlaka açık olmalı.

12 Eylül müdahalesinden sonra siyasi edebiyatımıza
yerleşen ve dillerden düşmeyen bir tabir var: "12 eylül öncesi." Neydi 12
Eylül öncesi?

12 Eylül öncesi, 12 Eylül sonrası gibi tabirler kullanılıyor. 12
Eylül, bir takvim başlangıcı değildir. Türkiye 12 Eylül öncesinde de vardı,
sonrasında da var. Var olmaya da devam edecek. Türkiye 12 Eylül’de başlamıyor.
Devlette devamlılık asıldır. Ama bazı hevesli yöneticiler kendilerini kendi
icraatlarıyla ibra edecekleri yerde, kendilerini kendi icraatlarıyla
değerlendirecekleri yerde, geçmiş devri veya devirleri kötüleyerek kendilerini
parlatma gibi bir hevesin içine girebilirler.

12 Eylül öncesinde Türkiye’de seçilmiş bir meclis vardı, siyasi
partiler vardı, bir anayasa vardı, bir sistem vardı, bir rejim vardı. 1978
senesinin Mart’ıyla beraber artan bir anarşi ve terör hareketiyle Türkiye karşı
karşıya kaldı. 26 Aralık 1978 tarihinde Kahramanmaraş olayları göz önünde
tutularak -ki bu olaylar 19 Aralık’ta başlamıştır- 13 ilde birden sıkıyönetim
ilan edildi. O sıkıyönetim yedi-sekiz sene sürdü. 19 Temmuz 1987 tarihine kadar.
Sonra yerini süper yetkili süper vali aldı. Yani normale dönülmedi.

Sıkıyönetim ilanıyla beraber olaylar da arttı. Azalacağına
çoğaldı. Anarşi ve terör olaylarının % 30-35’i İstanbul’da, % 20’si Ankara’da, %
20’si Adana’da ve bir o kadarı Güneydoğuda, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt
illerinde olmaktaydı. Hemen hemen diğer illerimizde pek fazla anarşi hareketi
yoktu. Daha sonra birkaç ilimizde daha anarşi patlaması oldu. İzmir’de bir
miktar oldu. 12 ilde ilan edilen sıkıyönetim 20 ile kadar çıktı. Daha sonra 18
ile kadar indi. Fakat sıkıyönetim anarşi ve teröre çare olmadı. Bizim ülkeyi
devraldığımız 1979 Kasım’ında Türkiye yanıyordu. Aşağı yukarı 4000’e yakın can
kayıp olmuştu. Ülke kan denizi halindeydi.

Bıraktığımız Türkiye’de bu çeşit meseleler yoktu. Yoktu ki,
sıkıyönetim yoktu: Yoktu ki, bizim bıraktığımızdan hemen hemen bir sene sonra
ilan edildi. Biz bıraktık 1977 senesinin sonunda. Sıkıyönetim 1978 senesinin
sonunda ilan edildi. Ama aldığımız Türkiye’de, 1979 Kasım’ında Türkiye alevler
içindeydi. Canla başla çalıştık. Bu yangını söndürelim, memleket bu beladan
kurtulsun diye. Anarşiyi yalnız başına hükûmetler bastıramaz. Anarşiyi önlemek
devlet işidir. Hukukun içinde kalarak anarşiyi önlemek, kan dökülmesini önlemek,
Kanun ve nizam hakimiyetini sağlamak, devletin güvenlik güçleriyle,
mahkemeleriyle, idaresiyle, tümünün birden gayretiyle olabilecek işlerdir.

İfade ettiğim gibi, nerede sıkıyönetim olduysa, orada arttı
anarşi. Türkiye’nin 67 vilayetinden hemen hemen 50’ye yakınında anarşi yoktu.
584 ilçesi vardı Türkiye’nin o zaman. Bunların 560’ında bir anarşi meselesi
yoktu. Türkiye’nin 36.000 köyünde de bir anarşi meselesi yoktu. Binaenaleyh,
"Türkiye’de anarşi vardır, terör vardır" denildiği zaman, bu husus göz önünde
tutulmalıdır. Saydığım illerde çeşitli sebeplerle anarşi vardı. Bizim
bıraktığımız yerde henüz varsayılmazdı, aldığımız yerde vardı.

16 Ağustos 1979 tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu bir
tebliğ çıkarmıştı. O tebliğde Türkiye toz pembe görünüyor. Anarşi meselesinin
hemen hemen kökünün kazınmakta olduğu söyleniyor. Halbuki Türkiye, Güneydoğu
Anadolu dahil, İstanbul ve Ankara dahil, büyük sıkıntılar içinde kıvranıyor.
Bizim o zaman AP Başkanlık Divani olarak, o Milli Güvenlik Kurulu tebliğine
karşı 17 Ağustos 1979 tarihinde çıkardığımız gayet ağır bir tebliğ vardır. Biz o
zaman Güvenlik Kurulunu itham etmiştik.

Sonra araya 14 Ekim seçimleri girdi. Seçimlerde AP 24 ilde 50
senatörden 33 tanesini aldı. % 47’ye yakın oy aldı. Günün hükûmeti 16 Ekim
1979’da istifa etti. İstifa ederken de "Millet AP’ye teveccüh etmiştir, hükûmeti
onlar kurmalıdır" dedi. Halbuki bizim Millet Meclisinde bir hükûmet kuracak
gücümüz yoktu. Hükûmet için 226 milletvekili lazımdı. Bizim 184 milletvekilimiz
vardı. MHP, MSP de "Hükûmeti AP kurmalıdır, biz hükûmete girmeyeceğiz, şartsız
destek vereceğiz" dediler. Mesele bizim üstümüzde kaldı. Biz bundan kaçamazdık.
Eğer Türkiye’ye lazımsak bugüne lazımdık. Rejim, hükûmet çıkaramaz bir duruma
düşmemeliydi. Seçim öncesinde ülkenin çeşitli yerlerini gezmiş, halka "Bu
sıkıntılann içinden Türkiye’yi bunlar çıkaramaz, biz çıkarırız" demiştik. "Hadi,
buyurun çıkarın" manasına gelen bir hareketin karşısında çekimser kalamazdık.
Hükümeti kurduk.

Bu hükümet enteresan bir hükümetti. Sui-generis, nev-i şahsına
münhasır, kendine has bir hükümetti. Bir görev hükümetiydi. Bu hükümetin iki
önemli vazifesi vardı. Birisi anarşiyi durdurmak, ikincisi de rayından çıkmış
ekonomiyi rayına oturtmaktı. Memleket bir taraftan anarşi, bir taraftan yokluk
içinde kıvranıyordu. Anarşi kurbanları her geçen gün artarken, enflasyon üç
rakamlı sınırlara dayanmıştı.

21 Kasım 1979 tarihinde Milli Güvenlik Kurulunu topladık.
Hükûmet daha güvenoyu almamıştı. 12 Kasım 1979’da hükümet kurulmuş, 19 Kasım’da
Mecliste ve Senatoda program okunmuştu. 21 Kasım’da toplanan Milli Güvenlik
Kurulunun tebliğine dikkatinizi çekerim. Bu tebliğde -16 Ağustos 1979 tebliğinin
aksine- Cumhuriyet tarihinde rastlanmamış olayların Türkiye’de cereyan ettiği,
anarşi ve terörün Türkiye’nin bir milli meselesi olduğu, siyasi bir yönü
bulunmadığı, anarşi ve terör yangınının söndürülmesi için canla başla,
kararlılıkla çalışılacağı, devletin bunu aşacak güçte olduğu ve bir milli
beraberlik gerektiği ifade olunmuştur.

Biz böyle girdik işin içine. Kan dökülmesini kim ister? Kan
dökülmesinin önlenmesini, asayişin sağlanmasını ihale edemezsiniz ki. Devletin
güvenlik kuvvetleri yapacak o işi. Ve devletin güvenlik kuvvetlerini,
sıkıyönetim komutanlarını topladık. Güvenoyu aldığımız 25 Kasım’dan dokuz gün
sonra, 4 Aralık’ta. "Bu durmalıdır" dedik.

"Durdurun bunu, devletin bunu sizden başka durduracak gücü yok.
Ne isterseniz verelim. Yetki isteyin, yetki verelim; para isteyin, para verelim;
asker isteyin, asker verelim; malzeme isteyin, malzeme verelim. Ne isterseniz
verelim. Yalnız, gayr-i insani şekilde kullanılabilecek yetkileri bizden
istemeyin. Ne gibi? Dersim Kanunu gibi, Sürgün Kanunu gibi, İstiklal Mahkemeleri
gibi, Takrir-i Sükun Kanunu gibi. Hukuku tatil eden bir yetki istemeyin. Bu,
zulme kaçar. Anarşi ve terörü önlüyorum diye devletin bizatihi kendisi terör
vasıtası haline gelirse, öyle sağlanmış bir sulhün ne değeri vardır? İnsan
haklarını tahrip etmeden sulhü sükûnu sağlayın. Sulh ve sükûnu sağlamak, insan
haklarını teminat altına almaktır. İnsan haklarını tahrip ederek sulh ve sükûnu
sağlamanın anlamı yoktur." Bunları söyledik. Biz hukukun adamayız,
meşruiyetçiyiz. Sulhü sükûnu sağlayalım diye haksızlıklar yapılmasına, büyük
acılar ve yaralar açılmasına hiçbir zaman taraftar olmadık.

Nitekim daha önce aşağı yukarı bir seneye yakın uyumuş olan
kanunlar çıkardık. İstenen herşeyi verdik. Sonradan, yeniden yetki talepleriyle
geldiler. Gördük ki, sıkıyönetim dahi kan dökülmesini önlemek için çare
değildir. Çare olmaktan çıkmıştır. "Bari seçime gidelim de, memleket
parlamentosunu yenilesin, yeni bir kuvvet alalım" dedik. Cumhurbaşkanı da
seçilemiyor. Çünkü anayasanın o maddesiyle cumhurbaşkanı seçmek mümkün değil. O
zamanki parlamentoyu suçluyorsunuz. Parlamento ne yapacak? Reis-i cumhur gizli
oyla seçilir, grup kararı alınamaz. Ayrıca, birinci ve ikinci turda 2/3 çoğunluk
aranır. Ondan sonra salt çoğunluk. Salt çoğunluk bulunmazsa ne yapacaksınız?
Turlara devam edeceksiniz. Efendim, anlaşın, seçim yapın. Herşey anlaşma ile
olabilse, bu kaideleri koymaya hacet yok. Nitekim daha sonra 1982 Anayasasında
bu madde değiştirilmiştir. O zaman diğer partilere yalvarıyoruz: "Gelin, seçime
gidelim." Gelmezler. "Gelin, cumhurbaşkanı seçiminin kaidesini değiştirelim."
Değiştirmezler. Olmadı, devlet işlemedi. Hatta seçimin anayasaya aykırı olduğu
dahi iddia olundu. Ve bu tartışmalar içinde 12 Eylül müdahalesi geldi çattı.

12 Eylül, ülkeye ne getirdi?

12 Eylül günü okunan beyanname ve daha sonra yapılan beyanlar
ile bugünün mukayesesi yapıldığı zaman, birtakım şaşırtıcı neticelerle karşı
karşıya kalınır. 12 Eylül günü yapılan beyanda dört önemli konu var. Bunlardan
bir tanesi, partiler kapatılmamış, sadece faaliyetleri askıya alınmış. Ama 13 ay
sonra, 15 Ekim 1981’de partiler kapatılmıştır. İkinci olarak, 12 Eylül
siyasetçileri suçlamıyor, kötülemiyor; siyasetçiler için bir takip de
yapılmayacağı söyleniyor. Ama bir süre sonra, Sayın Evren’in Konya nutkuyla
beraber, 16 Ocak 1982’de parlamentoya ve siyasetçilere karşı husumet takibine
başlanıyor.

Üçüncü önemli tasarrufları devletin yüksek idarecileri üzerinde
olmuştur. O beyannamede devletin yüksek idarecileri üzerinde bir tasarrufta
bulunmayacakları yazılıdır. Ama üç-beş ay sonra bu idarecilerin hiçbirini
yerinde bırakmamışlardır. Hepsini görevlerinden uzaklaştırmışlardır. Böylece, bu
üç tasarrufla Türkiye siyasî kadrolarını, idarî ve teknik kadrolarını tahrip
etmiştir. Bunu yapanlar "Siyaset mi? Kim olsa yapar. Analar neler doğurmuştur?
Eskilerde bir keramet olsaydı bitpazarına nur yağardı" gibi bir zihniyetle,
Türkiye’ye yararı dokunabilecek kadrolara ve netice itibarıyla da Türkiye’ye
zarar vermişlerdir.

Dördüncü tasarrufları ise -beyanlan ile tasarruflarını
karşılaştırarak söylüyorum-"Anayasa ve seçim kanunları yeniden yapılacak,
partiler kanunu düzeltilecek, kanunlar artık Türkiye’de anarşi sözünün
edilmesini mümkün kılmayacak şekilde tanzim edilecek ve yeniden seçime
gidilecek, iktidar da seçimi kazanan sivil idareye devredilecektir" şeklindeki
beyanları ile tatbikatları arasındaki irtibatsızlıktır. Evet, anayasa ve
birtakım kanunlar yapılmış, ama ondan sonra Türkiye’de güdümlü siyaset aranmış,
müdahaleyi yapanlar anayasaya hükümler koymak suretiyle devletin başına
yerleşmişlerdir. Böylece, "Türkiye’yi anarşiden kurtarıverelim" diye yapılan bir
müdahale sonunda, müdahaleyi yapanlar devleti teslim almışlardır.

Olan budur. Buna demokrasi demek mümkün olmadığı için, böyle bir
rejimde hayatiyet bulmak da mümkün değildir. Çünkü rejim güdümlü rejimdir.
Netice itibarıyla millet fukaralaşmış, sıkıntılar içinde bunalmıştır. Derdi
çeken halktı, halkın çalacağı çok fazla kapı da yoktur. Halk bütün bunları da
alkışlamak mecburiyetinde kalmıştır. Bir korkusuz, hür ve serbest Türkiye’de
değiliz ki. Esasen bizim mücadelemiz de, korkusuz, hür ve serbest Türkiye
mücadelesidir. Demokrat Türkiye mücadelesidir. Eninde sonunda Türkiye’nin
varacağı yer de burasıdır.

12 Eylül yönetiminin bu çelişkilerini nasıl
açıklıyorsunuz?

Yukarıda bunları ana hatlarıyla söyledim. Basit bir
karşılaştırma daha birçok çelişkileri ortaya koyar. Esasen bütün askerî
müdahaleler söylediklerinin aksini yaparak bir hüviyet ortaya koyarlar. Dünya
tatbikatlarında da bu böyle. Onun için, "Genellikle bu müdahaleler hipokrattır,
yani ikiyüzlüdür" deniyor. O gün halkı hoşnut etmek için öyle der, ertesi gün
başka şeyleri yapar. Veya inandığı şeyleri söyler, yapamaz, aksi şeyleri yapar.
Bir defa gücü eline geçirdikten sonra bu müdahaleyi yapanların etrafında çeşitli
halkalar, çeşitli insanlar türer. Jurnal ve demagoji çok büyük iş görür. Zaten
kapalı rejimlerde dört şey işler. Bunlardan bir tanesi jurnaldir. Kapalı rejime
girildiği zaman bir kısım insanlar jurnallerle hasımlarını ezdirirler. Kapalı
rejim yöneticileri fevkalade hassastır, işkillidir, şüphecidir. Bu jurnallere
çok çabuk kapılırlar. Anlaşılan, 12 Eylül sonrasında politikacılar hakkında da
birçok ihbarlar vaki oldu. "Size şöyle diyorlar, hakkınızda böyle düşünüyorlar,
şunu yapıyorlar" gibi. Ve böyle zamanlarda yalan ve demagoji hakimdir.
Fırsatçılık ve yakın menfaatçilik hakimdir. Kapalı rejimlerin dört aletidir
bunlar. Batı lisanlarındaki adlarıyla: jurnalizm, demagoji, oportünizm, aferizm.

Hiçbir müdahale memlekete yarar getirmemiştir. Müdahalelerin
ülke meselelerini çözdüğünü, hallettiğini savunan varsa, "Türkiye’de birincisi
olduktan sonra ikincisi neden oldu?" diye sorulur. Böyle güdümlü rejimler,
askeri rejimler demokrasiden daha iyi ise, Türkiye’de itişip kakışıp durmaya
lüzum yok. Ama bunun daha iyi olduğunu gösteren hiçbir delil de yok. Aksine,
olmadığını gösteren deliller var. Eğer böyle olsa, ileri memleketler de öyle
idare edilir. Askeri rejimlerin veya bu çeşit ara rejimlerin veya güdümlü
rejimlerin demokrasiden üstünlüğü iddia edilebiliyorsa, bu bir nafile iştir,
havanda su dövmektir, dalalettir, kendi kendini aldatmadır. Ama doğruyu
öğreninceye kadar zaman geçer, bunun da faturasını millet öder. Daima öyle
olmuştur.

Bu müdahaleler ne adına yapılıyor?

Millet adına yapılıyor. Size Abdülaziz’in hal’inden sonra Yusuf
Kâmil Paşa ile Mütercim Rüştü Paşa arasında geçen bir muhavereyi nakledeyim.
Abdülaziz’i hal’etmişler. Eski sadrazamlardan Yusuf Kâmil Paşa Dolmabahçe
Sarayına gelmiş. Rüştü Paşa yeni sadrazam. Yusuf Kâmil Paşa ona gayet ağır
kelimelerle, elfaz-ı galiza sayılacak kelimelerle hakaret etmiş. "Bir fitne-i
meş’umu yeniden yeşerttiniz" demiş. Rüştü Paşa cevaben "Millet böyle istiyor"
diye karşılık vermiş. Kâmil Paşa’nın cevabı: "Kime sordunuz da millet böyle
istiyor diyorsunuz?

Zaten bu çeşit işler hep millet adına yapılır. Halbuki millet
kendi hür iradesiyle seçip getirdiği kişileri yine kendi hür iradesiyle o
görevden uzaklaştırma imkânına sahip iken, zor kullanan birisine "Sen bunu zorla
uzaklaştırıver" demez. Ama bir kere hak, hukuk, adalet çiğnenmeye görsün; bir
kere zora müracaat edilmeye görsün; "millet adına" neler yapılmaz? Niye Cenab-ı
Allah’ın kelamı içinde en çok tekrarlanan sözlerden biri adalettir? Cenab-ı
Allah’ın emirleri içerisinde Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette tekrarlanan,
emredilen şey adalettir. Devletin esası adalettir. Ve aslında zor karşısında
hakkın, adaletin mağlûp olduğu hiç görülmemiştir. Eninde sonunda hak yerini
bulur. Hakkı mağlûp etmek mümkün değildir. Çünkü zor ve güç bir süre için
varolabilir, ama solacaktır, bir süre sonra kaybolacaktır. Haktaki güç kaybolmaz
ki.

"Müdahalelerin temelinde Çankaya kavgası yatar"
diyordunuz.

Evet, bütün bu kavgaların temelinde Çankaya kavgası yatar,
hükümet kavgası yatar, iktidar kavgası yatar. Hangi memleket iktidarının el
değiştirmesini kaideye bağlayabilmiş; kana, hileye, entrikaya, zora, zorbalığa
başvurmadan iktidarının el değiştirmesini sağlayabilmiş ise, demokraside en
önemli bir merhaleyi gerçekleştirmiştir. İlerlemenin yolunu tutmuştur. Manevi ve
maddi bakımdan yücelmenin yolunu bulmuştur. Milletine, insanlarına, halkına
zorbalığı hak gibi, hakkı haksızlık gibi göstermek suretiyle dalalete
düşmelerini önlemiştir. Böylece Lokman Sûresinin 17. ayetindeki "Emr-i bilmaruf,
nehy-i anilmünker; doğruyu yap, kötüden uzak dur, ama bunu yapınca başına bir iş
gelebilir, başına birşey gelince de ona katlan" manasını gerçekleştirmiştir. Ve
ilerleme yolundaki bütün engelleri aşmıştır.

Millete ait ordu "millet adına" Çankaya emelleri için
kullanılıyor.

Biz onunla mücadele ettik. Biliyorsunuz, 1973’te onun önünü
kestik. Başarılı da olduk. Ama daha sonrakileri karşılayamadık. Şöyle
karşılayamadık: şartlar meseleyi enine boyuna anlatmamıza el vermedi. Bir şuur
teşekkül ettiremedik. Nemelazımcılık, "Varsın, böyle oluversin," kişiler
üzerindeki birtakım alınganlıklar, prensipleri gerçekleştirme-mize mani oldu.
"Efendim, Demirel göçsün." Sen de altında kalırsın onun. Altında kalmaya razı
oldu. Yeter ki, Demirel göçsün. Böyle birtakım kişiler birtakım kanaatlere sahip
oldular. Hayır, Demirel göçecekse millet göçürür. Ama devlete zarar vererek bu
yola girmek olmaz. Onları ben geçmişte çok söyledim. "Gelin, bizi deviriyorsunuz
diye rejimi deviriyorsunuz. Hepiniz pişman olursunuz. Bu delikten girecek su
hepinizin altına girecek." Bugün de yalvarıyor ve yakarıyoruz ki, demokrasiye
hep birlikte sahip çıkalım. Demokraside birleşelim. Bir çağrıyı yapmaya devam
ediyoruz. Bu bir gayrişahsi meseledir. Demokrasi kimseye lazım değil de sadece
bize mi lazım?

Müdahaleleri tahrik eden "sivil cuntacı"lardan söz
ediyordunuz.

Zaten bu işleri sadece askerin başında muayyen kişiler yapmıyor.
Onlar teşvik ve tahrik ediliyor. Demokraside bir yararı olmayanlar var
Türkiye’de. Çeşitli çevreler var. Aslında demokrasi herkesin menfaatinedir, ama
bu ispatlanıncaya kadar epeyce zaman geçecek. Faturası ödenmeyen bir demokrasisi
var Türkiye’nin. Biz diyoruz ki, bir miktar faturası ödenmiştir, ama çok daha
ağır bir fatura ödenmeden şu işi yapabilsek. Almanya’da Hitler Alman milletine
parlak bir devir yaşatmıştır; neticesi ne oldu? Onu generaller, profesörler,
herkes alkışladı; netice ne oldu? Mussolini İtalyanlara parlak bir devir
yaşattı, ama neticesi ne oldu? Hep gene dönüp dolaşıp geliyorsunuz, bir
demokrasi şuuruna. Çırpınmaksızın sebebi bu. "Gelin, daha çok zaman
kaybetmeyelim, daha çok kan kaybetmeyelim. Şu ülkede idare şeklini
yerleştirelim, sistemi kökleştirelim. Sistem hem adamını çıkarır, hem reçetesini
ve çözümünü çıkarır.

Vakıa şu ki, Türkiye’de demokrasiden rahatsız olanlar vardır.
Bakınız, demokrasiyi en çok kucaklayanlar köylüler, işçiler, fakir fukaradır. En
çok demokrasiden faydalananlar onlardır. Demokrasi olmadığı zaman en çok zarar
görenler de onlardır. Sadece maddi bakımdan demiyorum. Zaten Türkiye’de bugün
manevi ve moral büyük değerler emtia haline, alınır satılır hale getirilmek
isteniyor. Çok kötü bir noktaya gidiyor Türkiye. Ve aslında demokrasi en çok
Türkiye’nin entellektüeline lazım. Ama o istenildiği kadar sahip çıkamadı
demokrasiye. Hatta tahribinde bir kısım entellektüelin rolü de oldu. Ne zaman
asker müdahalesi oldu; arkasında bir kısım entellektüelleri, üniversitelerin bir
kısmını, profesörleri, okumuş yazmış insanları, yazarları gördük. Ben geçen sene
Taksim’de yaptığım konuşmada da söyledim. Bana sordular: "Ne zaman bu
müdahaleler durur?" Dedim: "Ne zaman Türk entellektüeli müdahaleyi alkışlamaktan
vazgeçerse." Esasen içeride ve dışarıda müdahalenin alkışlanmayacağına dair
kesin bir kanaat olsa müdahale yapamazlar. Dışarısı alkışlıyor. Çünkü dışarısı
Türkiye’nin büyümesini, gelişmesini zaman zaman istemez. Kendi menfaati öyle
gerektirir. Ama içeridekine ne oluyor?

Medeni âlem niye alkışlıyor?

Medeni âlem double-standard kullanıyor. Medeni âlemin
hükûmetlerine söylüyorum. Medeni âlem çok katlı bir bina gibidir. En üst katında
oturanlar çifte standart kullanıyorlar. Zaten o memleketlerin çoğu
müstemlekecilikten geldiği için, rahatça çifte standart kullanıyor. İnsan
hakları sadece kendi insanlarına lazım. Bize gelince; "Siz düşünün onu" diyor.
Bizim burada mücadelesini, kavgasını yaptığımız hadise budur. Bu haklar bizim
insanlarımıza da lazım. Neye yanarım, biliyor musunuz? "Bu haklar bizim
insanlarımıza lazım" dediğimiz vatandaş, "Hayır, bana lazım değil" derse, işte
odur bizi sıkıntıya sokacak olan hadise. O zaman Batının "Sizin insanlarınıza
lazım değil bunlar" dediği noktaya geliriz. Orada herşey bitmez. Ama yeniden bir
başka mücadele başlar.

Demokrasi tarihimizde yaşanan üç askerî müdahalenin
faturası ne olmuştur?

Her on senede bir müdahalenin faturası çok ağır olmuştur. Evvela
rejim inançsızlığı meydana gelmiştir. Halkın kendi haklarına sahip olamadığı
gibi bir kanaat meydana gelmiştir. Birçok değerler aşınmış, devlet aşınmıştır,
parlamento aşınmıştır. Hür ve serbest seçim zaman zaman anlamını kaybetmiştir.
Fatura büyüktür.