Türkiye Cumhuriyetinin siyasal tarihinde, kuruluşundan günümüze
kadar, hemen bütün konularda, özellikle ordu-siyaset ilişkileri üzerine
düşüncelerini açıklayanlar günübirlik düşünce örgüsünde gezinmeyi tercih
ettiler. Siyasi süreç uzun boylu, geniş bir siyasal tasavvur ile ele alınamadı.
Herşeyin herşeye bağlı oluş keyfiyeti sosyal olaylarda da geçerlidir. Türkiye
ayrı düşünülemez. Toplumun bir parçası ve onun gidiş yönüne paralel bir yön
tayin eden bir unsur olarak düşünmek gerekir. Asıl olarak Türkiye toplumunun ne
siyasî ne de iktisadî bir sorunu vardır. Temel sorun varoluşu hangi alanda
tanımlayacağı ile ilgilidir.

Osmanlı toplumunun son dönemlerinde batılılaşma toplumun elit
kesimini darda bırakan bir hareket olarak karşımıza çıkar. Kendi değerlerinin
kayba uğrayacağı korkusu ile toplumun öncü kesimi yelpazenin bir orta noktasında
anlaşalım düşüncesini benimser. Mevcut sistemin değişmesi-değişmemesi arasında
mekik dokuduğundan birtakım ittifak arayışlarına giren anlamda “sivil kanat”ta
olup bitenler ordu faktörünün müdahalesini ön plana çıkarır.

Osmanlılarda değişme temayüllerinin ordudan hareketle
başlatılması dış faktörlere göre yapılmış tanımlamaların günün şartları nazara
alındığında bunların zorunlu, kendilerini dayatan tanımlamalar olduğu
düşünülebilir. Yinede değişimin ordudan başlamış olmasının asıl sebebini aramak
zorundayız. Zira olup bitenler, değişimin yapılış biçiminin üstten başlanarak
yapılmış olması Osmanlı tarihsel süreci mantığı ile uyum içindedir. Bütünsel
değişim üstten yapılır, ve toplum da bunları benimsemek durumunda kalır.
Kimilerince sosyoloji biliminin kurucusu İbn-i Haldun yaklaşımına göre devletler
çöküş dönemlerinde askerî unsurunu ön plana çıkarırlar. Bu teorik yaklaşım
değişimin askerî olandan başlayıp askeri olan ile sınırlı tutulması Osmanlı son
dönemi için, olgusal tarih bakımından bir çerçeve oluşturur gibidir. Esas olarak
dünya toplumlarının bir potada karışmaya başladığı bir çağda batıyı kabullenmek
ya da kabullenmemek arasındaki sınırın çok belirsiz olduğunu düşünmemiz
gerekiyor. Temelde birey ve çok sonralarında da toplum sorunu olması

gereken İslam kültürünü amel ve itikadını kendi iç ve dış
valıklarına içkin hale getirememiş bireylerden bir salgın halinde yayılan
batının varoluş biçimine karşı koymalarını istemek yanlış bir mantık dizgesinde
olmak anlamına gelir. Eğer batılılaşmaktan murad; batının kendi acıları sonucu
ulaştığı tıpkı hayat gibi her yöne akabilen bir mantık örgüsüne sahip olmak ise,
bu zaten istenilmesi gerek bir şeydir ve Türkiye Cumhuriyeti devleti kurucuları
bunu hiç istemediler.

1826 sonrasında askerî sınıfın değişimine en yatkın kurum olarak
görülmesi, değişimin belli bir düzeyde amaçlandığı anlamına gelir. Bu temayül
Yeni Türkiye devletinin kuruluşuna kadar sürer. T.C. devletinin kuruluşundan bu
güne kadar askerî sınıf birşeylerin değişmemesi için varolagelen temel bir unsur
olarak orta yerde durur. Dünya devletlerinin yapılarında meydana gelen temel
değişiklikler T.C. devletinin askerî yapısını değiştirmez. Bugün için askeri
demokratik tavrı benimseyememiş bazı kesimlerce ordunun kışkırtılmış olması, bu
kurumun bu ülkede bazı şeylerin değişimini engelleyen bir bekçi fonksiyonu ifa
etmeye devam ettiğini gösterir.

1908’den sonra sivil kadroların etkinliği azalmış ordunun
müdahale faktörü ön sıraya yerleşmiştir. T.C.nin kuruluşu aşamasında askerî
sınıfa mensup şahıslar askerî görevlerinden ayrılıp milletvekili olma yolunu
seçtiler. Bu, askerî müdahale anlayışının sivil bir görünüm içinde devam etmesi
anlamına geliyordu.

1900’lerin başından itibaren kendilerini tanımlayamamış melodram
bir anlayışa sahip aydınlar hakperest aydınlar karşısında geniş tasavvurdan
yoksun çok kolay tepkisel tavır alan sözümona aydınlardan oluşur. Bunlar
toplumun gittitçe demokrat bir davranış tarzına yaklaşmasını kendi varoluşları
bakımından tehlikeli sayarlar. Fikirden yoksun olduklarından kaba kuvvete göz
kırpmak bunların temel adetidir. Farklı varolma tarzlarının yanyana ve karşıt
durabildiği sosyal yanının adı olan demokrasiyi benimsemezler ama demokrasi
lafını da kimseye bırakmazlar. Bu “sivil kanat” ordunun değişime müdahele gücünü
ön planda tutan önemli unsurlardan biridir. Bir diğeri ise, Ordunun kapalı bir
alan oluşturarak sivillerle olacak muhtemel iletişimin yolunu kesmesidir.
İnsanlar birbirlerini anlamayınca birbirlerinden nefret edip düşmanlık beslemeye
başlarlar.

Türkiye’de hürriyetler tepeden “bahşedilmiş” olduğundan verilmiş
mücadele ve çekilmiş acılardan söz etme imkânı yoktur. Dolayısıyla bir dönem
için verilmiş haklar bir başka dönemde geri alınabilmiştir. Bu işleyiş sürgit
devam ettiğinden halkın insiyatif sahibi olmak gibi bir keyfiyetten söz etmek
imkânı yoktur. Esas olarak halkın insiyatif sahibi olması devlet sahipleri
tarafından istenir bir şey değildir. Zaman zaman öfkenin doruklaşması ile
tepkisel bir tavır takınıp tercihlerini iradelerine göre kullanan halkın ne
kadar tehlikeli olabileceği bilinen bir şeydir. Dolayısıyla devlet sahiplerince
sürekli akılda tutulması gereken şey halkın hiç bir zaman insiyatif sahibi
kılınmaması gerçeğidir. Türkiye’de halkın aydınlara nazaran daha esnek
olabildiği değişik zamanlarda yapılan seçimler incelenirse anlaşılır. Aydınlar
ise paradoksal bir şekilde hep aynı şeyleri oldukça katı bir tarzda
savunagelmişlerdir.

Devletin doğuş sürecine uygulanan başlangıçta daha çok
demokratik daha az askerî-teorik çerçeveyi fazla karikatürize bir noktaya
kaçmadan tersinden T.C. Devletine uygulayabiliriz. Kuruluşundan tarihsel an
diyebileceğimiz on yıllar boyunca daha çok askerî daha az demokratik bir görünüm
arzetti. 1980’ler daha çok askerî vasfın ağır bastığı yıllar olarak zihinlerde
kaldı. Bugün için devletin demokratik vasfının ağır bastığı bir intibaya sahip
olsak bile bu artık bir askerî darbenin olmayacağı anlamına gelmez. Darbenin
karşısındaki en büyük seti, adını toplum olarak koyduğumuz bütünsel yapının
diğer unsurlarının ve katmanlarının “darbe” düşüncesine karşı gergin ve uyanık
bir ruh hali içinde olması keyfiyeti oluşturur. Aslında darbe olgularıyla içiçe
geçen yaşanmış tecrübe eğer tarihten ders almak diye bir şey varsa, böyle bir
uyanık ruh hali içinde olmayı yeterince sağlıyor. Bugün için siyasal partilerde
kısmî de olsa vücut bulmuş “demokratik” anlayış ve tutum Türkiye toplumunun daha
iyi olana gidişinin müjdesini verir gibidir.