İslam tarihi geriden bir kuşbakışı ile incelendiğinde gelişim
sürecinin doğrusal ve bir düzlem üzerinde değil, helozenik bir salınım şeklinde
olduğu görülür. "Fazilet Dönemi" diyebileceğimiz dönemden "Çöküntü Dönemi"
arasında İslam toplumu sürekli salınır. Sözü edilen dönemlerde toplumsal
sosyo-ekonomik formasyon da dönemlere paralel olarak değişir ve farklı
nitelikler alır. Burada önemli olan nokta, tarihin hangi dinamikler tarafından
böyle belirlendiğidir. Tarihi yapan dinamikleri merak edip araştıran birçok
düşünür olayı çeşitli boyutlarıyla geniş ölçüde aydınlatmışlardır. Bunlardan
burada özellikle İbn-i Haldun’u, Hegel’i, Weber’i, Toynbee’yi, Marx’ı ve
Bediüzzaman’ı zikredebiliriz. İlginçtir ki, gerek zaman ve mekan, gerekse
referans kaynakları bakımından birbirinden son derece farklı olan bu düşünürler
tarihi yapan güçlerin niteliği konusunda ciddi bir kesişme ve örtüşme
içerisindedirler.

Tarihi yapan dinamik olarak tüm tezlerin odaklandığı kurum benim
“Öncü Azınlık” dediğim kurumdur. Bu kuruma İbn-i Haldun “Asabiye”, Hegel “Büyük
Adamlar”, Toynbee “Yaratıcı Azınlık” adını vermektedir. Gerek derecede bir
"özlem"le donanarak belli hedefleri elde etme amacıyla organize olmakta ve o
hedefe doğru bütün fiziki ve sosyal-siyasal çevrenin dayatması ve tasallutu,
gerek "aklın hilesi"nin kandırması, gerek üretim araçlarının zorlaması yoluyla
olsun çeşitli neden ve faktörlerden dolayı insan soyunun belli bir kısmı ileri
varlığıyla abanmaktadır. Bu "öncü güç" sanki bir doğa gücü etkinliğinde önüne
dikilen tüm engelleri aşarak büyük ölçekli dönüşüm ve devrimleri
gerçekleştirmektedir.

Öncü Azınlık’ın ortaya çıkışı normal şartlar altında kendi
kendine ve birdenbire değil, olağanüstü şartlar altında, zamanla ve dış
şartların dayatmasıyla olmaktadır. Bediüzzaman’ın çeşitli yaklaşımlarına
dayanarak bu sosyal yasayı şöyle anlatabiliriz: İnsan bilindiği gibi "Allah’ın
halifesi" olması niteliğiyle çok önemli bir potansiyel enerji ve istidada
sahiptir. Potansiyel kabiliyeti son derece yüksektir. Bilkuvve olarak hırsın,
intikamın, özlemin, aşkın, sevginin, fedakârlığın, sadakatin, ümidin, ha-yalin,
isyanın, itaatın… maksimum seviyelerine sahiptir. Ancak bütün bu sıfatlar
insanda potansiyel olarak vardır. Bu duyguların kinetik hale gelmesi, bazı
dışsal faktörlerin dayatması ve "tasallutu"yla mümkündür. Bu tasallut, ya fiziki
çevreden, ya da sosyal-siyasal çevreden gelebilir. Tasallutun niteliği ve
şiddeti, "öncü azınlık"da ciddi reaksiyonlara, tepkilere yol açarak, gizli
duyguların su yüzüne çıkması ve giderek keskinleşmesine yol açar. Şayet dışsal
çevrenin meydan okuması öncü kesimde kin ve nefret duygularının yoğunlaşması ve
keskinleşmesine neden oluyorsa, o toplumda sürekli ve şiddetli çatışma, terör ve
çalkantılar yaşanır. Meydan okuma, ahlakî boyutta ise, yani egemen kesim, siyasi
gücü toplumsal ahlakın yozlaştırılması, leşleştirilmesi ve kokuşturulması
amacıyla kullanıyor, ahlakî yapı erozyona uğratılıyorsa, "fıtraten mazbut" olan
öncü kesim bu meydan okumaya karşı ileri derecede ahlakî ve kültürel yapıya
sahip çıkarak, kendi hayatlarında son derece mazbut bir hayat tarzı kurarak
tepki gösterirler. Benzer tepkiler ekonomik, siyasal ve kültürel meydan
okumalara; fiziki coğrafyanın bela, musibet ve tabiî afet şeklindeki meydan
okumalarına karşı da ortaya çıkar.

Öte yandan Bediüzzaman, toplumsal gelişmenin temelinde aşırı
ihtiyaçların yattığına inanır. Ona göre toplumsal değişme, ancak öncü azınlıkta
değişme yönünde aşırı bir ihtiyacın ortaya çıkmasıyla mümkün olabilir.
Bediüzzaman bu konuda: "Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır, muzaaf iştiyak incizab’tır".
Yani ihtiyaç şiddetlendikçe iştiyaka, iştiyak da şiddetlendikçe incizaba
dönüşür. Anlaşıldığına göre iştiyak, ihtiyacın; incizab da iştiyak’ın bir üst
şiddet derecesidir. Bu yaklaşıma göre, inzicab derecesi bir şeyi istemenin en
son ve şiddetli tarafı ve yönünü oluşturuyor. Hegel’de “tutku” adını alan bu
olguya biz "özlem" diyeceğiz. O zaman olayı şöyle genelleyebiliriz: toplumun
"öncü azınlık"ında belli hedeflere "özlem" derecesine arzu ve istekler ortaya
çıkmadan o amacın gerçekleşmesi normal şartlar altında mümkün değildir. Başka
bir ifade ile, yüksek idealleri, büyük devrimleri gerçekleştirmek ancak "yüksek
dereceli özlemle" olabilir. Eğer toplumda bu özlem yoksa, aydınların, devletin
veya başka faktörlerin zorlaması ve isteğiyle büyük ölçekli dönüşümler
gerçekleştirilemez.

Burada önemli olan başka bir mesele özlemin şiddet derecesi ve
yöneldiği istikamettir. Eğer özlemin şiddet derecesi düşükse, özlem duyulan
amaçların elde edilmesine yönelen enerji ve eylem yoğunluğu da o ölçüde yetersiz
ve zayıf olacaktır. Aynı şekilde elde edilse bile elde edildikten sonra elde
tutulmaya çalışılmasına yönelik gayret de ona göre az olacaktır. Bunun tersine,
eğer, özlemin şiddeti çok yüksekse, öncü kesimin tüm düşünce, ideal ve
beklentisi o yönde yoğunlaşacak, o hedef onlar için "aşk" düzeyine gelecek, o
hedefe ulaşmak için de tüm enerjilerini kullanacaklardır. Bu süreçle elde edilen
bir devrim de ona göre sürekli, derin ve güçlü olacaktır. Özlemin oluşmasında
katkısı olan duyguların niteliği ve çeşitliliği de önemlidir. Şayet özlemin
gelişmesi ve devam etmesinde katkısı olan duygu sınırlı sayıda ise, elde edilen
hedef de sınırlı olacaktır. Bunun tersine, özlemin ortaya çıkması ve devam
ederek yapısallaşmasında katkısı olan duygular çok sayıda ise, topyekün bir
devrimden ve geniş boyutlu bir dönüşümden sözedebiliriz. Öte yandan, özlemin
yöneldiği alan da farklı olabilir. Yine çevrenin meydan okumasına bağlı olarak
özlem, maddî (yani bir ekonomik kalkınmaya),veya manevî bir hedefe (İ’la-yı
Kelimetûllah) yönelebilir. Bu durumda özlemin yöneldiği hedef veya hedefler
gerçekleşirken, yönelmediği hedefler gerçekleşmiyecek veya gerçekleşse de bu
gelişme istenmeden bir gerçekleşme olacaktır. Aynı şekilde, meydan okuma çift
yönlü ise, yani topluma hem maddî faktörler, hem de manevî faktörler meydan
okuyorsa bu durumda özlem hem maddeye hem de mânâya yönelebilecek ve iki hedef
de müştereken gerçekleşebilecektir.

Tarihi yapan dinamik olan “Öncü Azınlık”ın ortaya çıkışı
sürecini sadece bir faktöre bağlamak doğru değildir. Çevrenin dayatması ve
tasallutu yanında İlahi inayet ve ihsan dinamiğini de unutmamak gerekir.
Özellikle İslam toplumlarının değişmesi sözkonusu olunca esas belirleyici
unsurlardan biri İlahi inayet ve ihsan olmaktadır. Nitekim aşağıda
inceleyeceğimiz Risalet ve Tecdid Çevreleri, hem birinci dinamiğin hem de ikinci
dinamiğin sonuçları olmaktadır.

Bu genel yaklaşımdan sonra şimdi de İslam toplumlarının tarihi
gelişme ve değişmelerini belirleyen dinamiklerden Risalet Çevresi ve Tecdid
Çevresi dinamiklerini inceleyebiliriz. Burada Türk-İslam tarihinin inşasında
Risalet Çevresi başlığı altında Sahabe Çevresi, Tecdid Çevresi Başlığı altında
da Horasan Erenleri örnekleri incelenecektir.

Risalet çevresi: sahabe örneği

Bediüzzaman ilk İslam toplumlarının sosyo-ekonomik değişmesinde
temel dinamik olarak Risalet Çevresini oluşturan Sahabe unsurunu kullanır. Ona
göre toplumların belli bir toplumsal yörüngeden daha üst ve daha gelişmiş bir
yörüngeye sıçrayabilmeleri, son derece dinamik bir öncü kesimin varlığıyla
mümkündür. Bu kesim ise O’na göre normal ortamlarda değil, tersine, normal-dışı
ortamlarda ortaya çıkar. İslam toplumlarının yörünge değiştirmesini sağlayan
Sahabe Çevresi de Bediüzzaman’a göre böyle normal-dışı bir ortamı temsil eder.
Bediüzzaman, Sahabeleri doğuran ortamı araştırırken, psikolojik, sosyolojik ve
ilahî ortamları ön plana alarak olayı çözümlemeye çalışır. Ona göre, Sahabeyi
ortaya çıkaran faktör, geniş ölçüde Sahabenin içinden çıktığı siyasi, kültürel,
ahlakî ve ilahî ortamdır. Bediüzzaman bu konuda şöyle der: Sahabeler
ekseriyyet-i mutlaka ile kemalat-ı insaniyyenin en yüksek derecesindedirler.
Çünkü o zamanda; "o inkılab-ı azîm-i İslami" de "hayır" ve" hak", bütün
güzelliğiyle; " şer" ve "batıl" bütün çirkinliğiyle Sahabeler tarafından
görülmüş ve maddeten hissedilmiştir. Şer ve hayır , "kizb ve sıdk" arasında öyle
bir mesafe açılmıştı ki, belki araları Cennet ve Cehennem kadar birbirinden
uzaklaşmıştı. Bu arada, kizb, şer ve batıl, bir tarafta; hak, hayr, risalet ve
tevhid de tam onun karşısında konuşlanarak yerlerini almıştı. Bu iki zıt kutup
bütün kurumları ve temsilcileriyle farklılaşmışlar, küfrün temsilcisi,
Müseylime-i Kezzab; Hak ve hayrın temsilcisi de Hz. Muhammed(sav) olarak
müesseseleşmişti. Adeta küfür, “kizb”, zulüm, haksızlık… gibi tüm olumsuz
vasıflar Müseylime’nin; Hak, adalet, iffet, şefkat, hikmet… gibi vasıflar da
Hz. Muhammed’in(sav) varlığında şekillenmişti. Yüksek ahlaka meftun, izzet ve
şerefe düşkün ve fıtraten ulvî hislerle donatılmış olan Sahabeler, Müseylime’nin
düşük ahlak, karakter ve niteliğini açık ve net olarak bildikleri, pratik
hayatta sonuçlarını yüzlerce defa gördükleri ve yaşadıklarından onu sevip taklid
etmeleri düşünülemezdi. Tersine Sahabeler ondan nefret duyarak adeta
iğrenmişlerdir. Sıdk, hayr, ve hakkın dellalı ve numunesi olan Hz.
Muhammed(sav)’in beşerin ulaşabileceği kemalâtın en yüksek derecesinde bulunan
makamına bakarak ise bütün kuvvet ve himmetleriyle onun arkasında yer almışlar,
bütün benlikleriyle O’na rampalanmışlardır. (Sözler, s.459.)

Bediüzzaman’ın ifadelerinden de açıkça anlaşılacağı gibi "Asr-ı
Saadette" Sahabeyi besleyen ve geliştiren unsur, Sahabenin sahip olduğu ahlakî
ve kültürel çevre olmuştur. Analizi biraz daha basitleştirmek için bu çevreyi
"makro çevre" ve "mikro çevre" diye ikiye ayırabiliriz.

Makro Çevre: Sahabenin makro çevresi müşrikleri ve genel
olarak Peygamber ve Sahabe dışında mevcut olan sosyal, siyasal kültürel ve dini
çevreyi kapsıyordu. Gerçekten nitelik açısından bu çevre, korkunç bir yozlaşmayı
ifade ediyordu. Ekonomik ilişkiler; sömürü, talan ve yağmaya; sosyal ilişkiler
aşırı ölçüde ırkçı, sınıfçı, ve statücü bir yapıya; din, gülünç bir
putperestliğe; kültür, köleleştirme, kadınları insan- dışı sayma gibi… dini ve
sosyal hayatta derin bir çöküntüyü ifade ediyordu. Bu yoz hayat, giderek
yaygınlaşıyor, derinleşiyor ve yoğunlaşıyordu. Bünyesinde bulunan bireyi kendi
istikametinde şekillendirmek istiyordu. Dolayısıyla bireye sürekli dayatmalarda
bulunuyor, tersi çıkışları her türlü gücü kullanarak bastırmaya çalışıyordu.
İşte Sahabe böyle bir ortamda yetişiyor, çevresiyle hesaplaşmaya böyle bir
ortamda başlıyordu.

Mikro Çevre: Sahabenin muhatap olduğu yakın çevresidir.
Bu çevrenin odak noktasında Hz. Peygamber bulunmakta, etrafında dalga dalga
Sahabeler yer almaktadır. Mikro çevreyi de genel hatlarıyla ikiye ayırarak
inceleyebiliriz. "risalet çevresi" ve "sahabe çevresi".

Risalet Çevresi: Bediüzzaman, Sahabenin sosyal, siyasal,
dini ve kültürel hayatta ulaştığı derinliği, diğer faktörlerin yanında "risalet
çevresi"nden kaynaklanan "in’ikas sırrı" ve "akrebiyyet sırrı" gibi kavramlarla
izaha çalışır. İn’ikas sırrı; tamamen manevî ve metafizik operasyonlarla
ilişkilidir ve doğrudan İlahî İnayet’e bağlıdır. İnsanın kabiliyet ve
kapasitesinden, ibadet ve imanından ziyade, sırf bulundukları zaman ve ortamın
özelliğinden dolayı Allah’ın özel ihsanını yansıtır. İn’ikas Sırrı, insanın
zikir, ubudiyet, iman, takva, tebliğ gibi yollarla Allah (cc)’a yaklaşmasından
ziyade, Allah (cc)’ın bir ihsan-ı İlahî olarak insana yaklaşması şeklinde
cereyan eder. Bediüzzaman bu olayı “ayna-güneş” misaliyle anlatır: Nasıl ki,
parlak bir ayna bulutsuz bir havada güneşe karşı tutulduğunda, güneş, yaklaşık
tüm özellikleriyle aynaya yansır, aynada küçük bir güneşçik elde edilebilir.
Bunun gibi, temiz bir kalple "risalet güneşi"ne muhatap olan bir insan da tüm
varlığında çok derin devrim ve operasyonlara uğrayabilir. Bu İlahî operasyonla
birey risaletin boyasıyla boyanıp, nuruyla nurlanabilir.

Gerçekten de in’ikas sırrını anlayabilmek için "Asr-ı Saadet"e
gidip, olayları yerinde ve çağında incelemek gerekmektedir. Bir bedevi adam,
kızını sağ olarak toprağa gömecek kadar vahşet, zulüm ve gaddarlıkta
bulunabildiği bir kültürel ortamda, gelip bir saat Peygamberin sohbetine
katılır, bu sohbette öyle bir ruhî devrime uğrardı ki, bir daha karıncaya
basmıyacak derecede rikkat ve şefkat sahibi olurdu. Aynı şekilde cahil, vahşi
bir adam, bir gün Peygamberle beraber olur, O’nun sohbetinde bulunur, sonra Çin
ve Hind gibi son derece medeni toplumlarda hakikatların öğretilmesinde rehber ve
muallim olurdu.

“Akrebiyyet Sırrı” yoluyla izah da yine manevî ve metafizik
yönlü bir izahtır. Bu izah tarzına göre insanın Allah’a olan yakınlığı ve
Allah’ın insanlara olan yakınlığı önem kazanmaktadır. İnsan Allah’a aklın
kavrayamıyacağı derecede uzakken Allah insana son derece yakındır. Hatta bir
ayete göre Allah insana "şah damarından daha yakındır". İnsanın Allah’a
yaklaşması kendi çabasıyla olurken, Allah’ın insanlara yaklaşması sadece İlahî
bir lütuf ve ikramla olmaktadır. Bu sırrı düşünür yine güneş misaliyle
anlatmaktadır. İnsanın güneşe yaklaşması için uzun bir yolculuğa çıkması
gerekir; ancak güneşin insana yaklaşması ve etki altına girmesi sadece sekiz
dakikalık bir zamana bağlıdır. Düşünüre göre Allah’ın yakınlığını kazanmak iki
yolla olmaktadır: biri, "akrebiyyetin inkişafıyla"dır ki Sahabelerin Allah’a
yakınlıkları bu yolla olmaktadır. Peygamberin bir sohbetiyle bu makama ulaşmak
mümkündür. İkincisi ise insanın kendi ibadet, riyazet ve tefekkürüyle Allah’a
yaklaşmasıdır ki, bu yol çok uzundur.

Bediüzzaman’a göre sahabe, alabildiğine yoz ve iğrenç bir
sosyo-kültürel ortamda yetiştikleri, inandıkları ve taviz vermeden yaşadıkları
ve inandıkları şeyleri başkalarına aktardıkları için geniş bir İlahî ihsana
kavuşmuşlardır.

Sahabe Çevresi: Sahabe Çevresi, Hz Peygamberi gören
onunla tevhidî düzlemde buluşan mü’minler ve Hz. Peygamberi görmediği halde
Sahabî mü’minlerin irşad ve eğitim faaliyetine katılan “Tâbiin” topluluğundan
oluşur. Sahabeler Risalet Çevresi’nden aldıkları ders ve eğitimle “insan-ı
kâmil”in tüm vasıflarını kazanmışlardı. Gerçekten Sahabe ortamı bireye "dıştan
fazilet sağlayan" bir nitelikteydi. Çünkü o zamanda Risalet çevresinin inşa
ettiği sosyal ve kültürel hayat tamamıyle Allah’n rızası ve muradını anlamak
üzere dizayn edilmişti. Bütün zihinler, Allah’ın rızasına uygun mekanizmalar
üretmeye yönelmişti. Bütün kalpler, "Allah’ımız bizden ne istiyor?" sorusunu
cevaplamaya çalışıyordu. Bütün akıllar, kâinattaki Esma-i İlahiyye’nin sırlarını
çözmeyi merak ediyordu. "Ahval-i zaman" tüm bu unsurları vurguluyor, ders
veriyordu. Cereyan eden olaylar, kişiler ve toplumlararası ilişkiler, bu çizgi
üzerinde yer aldığından her oluş fertlere yeni bir idrak ve irfan kazandırıyor,
kişinin kabiliyet ve fikrini geliştiriyor ve tenvir ediyordu. Her fert belli
yaşa geldiğinde önemli bir birikime sahip olarak sanki yüksek bir bilim ve
düşünce adamı düzeyine ulaşıyordu. Bir de bu alanda çalışmalara girmişse,
çevrenin sağladığı "dıştan yararlar"la çok kısa zamanda ciddi bir "müçtehid"
olabiliyordu. En önemlisi o zamandaki her bir Sahabi her şeyini Allah yolunda
feda etmekten geri durmayacak bir fedakârlık düzeyine sahipti. Hem mallarını,
hem canlarını İ’la-yı Kelimetûllah uğrunda feda edebiliyordu.

Gerçekten sosyal-siyasal çevrenin meydan okuması Sahabede tam
onların aksine olarak, ekonomik hayatta adalet, hikmet ve dayanışma; sosyal
hayatta rengi, dili, soy ve sopu ne olursa olsun görülmemiş bir kardeşlik ve
arkadaşlık; dini hayatta, tevhid, ubudiyet, iman, zikir, tefekkür, marifet, aşk,
ihlas ve samimiyet gibi “insan-ı kâmil”in tüm vasıflarını hayatlarında
müesseseleştirmelerine ortam hazırlamıştır. Sahabenin bilkuvve olan tüm istidat
ve kabiliyyetleri çevrenin dayatmasıyla bilfiil haline gelmiştir. İman, ibadet,
ve eylem planında Sahabe olağanüstü bir performans göstererek yeni bir
medeniyetin çekirdeğini oluşturmuşlardır.

Burada şunu hemen vurgulayalım ki; Sahabeler de beşerdi. Onların
da beşerîlikten kaynaklanan arzuları, ihtirasları ve içtihadları vardı. Bu
eğilimlerin her zaman çakışması ve aynı düzlem üstünde buluşması mümkün
olmuyordu. Zaten olması da doğal değildi. Bundan dolayı aralarında İ’la-yı
Kelimetullah sürecine ulaşma konusunda ve yönteminde görüş ve içtihad
farklılıkları doğabiliyor, hatta bu farklılıklar kılınçlarla çözümleme yoluna
kadar bile varabiliyordu. Sahabenin kendi içsel bünyesinden kaynaklanan bu
farklılıklar ve bu farklılıkların yol açtığı bunalımlar “içsel tasallut”
diyebileceğimiz bir olguya işaret eder. Yüksek düzeyli heyecan ve atılımın
sözkonusu olduğu bir “öncü azınlık”ta “dışsal tasallut”un ne gibi gelişmelere
yol açtığını yukarıda kısaca inceledik. Aynı kadrolara bu defa doğrudan kendi
bünyelerinden yönelen bir tasallut da benzer tepkiler ve gelişmeler yol açacağı
söylenebilir. İlginçtir Bediüzzaman “içsel tasallut” olayının İslamî bilim
branşlarının gelişip İslam dünyasının her köşesine yayılması gibi son derece
anlamlı bir sonuç doğurduğunu vurgular.

Bediüzzaman, İslamî ilimlerden tefsir, hadis, fıkıh, kelam,
akaid.. gibi branşların gelişmelerini ve İslam dünyasının her tarafına
yayılmasını Sahabelerin başına gelen “kanlı fitne-ler”e bağlar. Bu fitnelerin
ümmetin içindeki "öncü azınlığın" potansiyel enerjilerini kinetik hale
getirdiğini ve bu enerjinin de müthiş gelişmelere ortam hazırladığını ileri
sürer. Bu konuda düşünür şu yorumu yapar: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir
fırtına, her çeşit bitkinin, ağacın ve tohumun istidatlarını tahrik ederek
inkişaf ettirir, herbirinin kendine mahsus çiçek açmasını sağlar, fıtrî birer
vazife başına geçmelerine imkân hazırlarsa… Sahabe ve Tabiinin başına gelen
fitneler de çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip
kamçıladı. "İslamiyet tehlikededir, yangın var" diye her taifeyi korkuttu,
onları İslamın muhafazasına koşturdu. Onların herbiri kendi istidadına göre
İslam camiasının muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna almaları ve bu
alanda ciddi olarak çalışmalarına zemin hazırladı. Bir kısmı hadislerin
muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlerinin muhafazasına, bir kısmı şeriatın
muhafazasına ve bir kısmı da Kur’an’ın muhafazasına çalıştı. Her bir taife bir
hizmete girdi. Vazife-i İslamiyyette hummalı bir şekilde çalıştılar. Bu yolla
muhtelif renkte çok çiçek açtı. Çok geniş olan İslam dünyasının her tarafına, o
fırtına ile çeşitli tohumlar atıldı, İslam dünyası bu çiçeklerle gülistana
çevrildi. "Güya dest-i kudret, Celal ile o asrı çalkaladı, şiddetli bir şekilde
tahrik edip, ehl-i himmeti gayrete getirerek ruhları elektriklendirdi. O
hareketten gelen bir kuvve-i anil merkeziyye ile çok sayıda münevver müçtehid,
muhaddis, hâfız, asfiya ve aktab’ın İslam dünyasının her tarafına gitmesine
zemin hazırladı. Şark’tan Garb’a kadar tüm İslam dünyasında müslümanları
heyecana getirip Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açmalarını
sağladı. (Mektubat s.103)

Gerçekten Sahabe çevresi, Akrebiyyet ve İn’ikas sırlarının
donattığı genel nitelikleriyle “zaman” ve çağlarını şekillendirmiş ve insanlık
tarihine adına “Pür Fazilet Çağı” diyebileceğimiz bir çağ armağan etmiştir. Bu
çağ aynı zamanda bir çok noktadan bir “Süper Çağ” niteliğini de taşır. Bu
kadronun inşa ettiği Fazilet Çağı’nın genel nitelikleri üzerinde kısaca durmakta
fayda vardır.

Pür fazilet çağının genel özellikleri

Bu çağda, özellikle “öncü azınlık” kadroları olan Sahabe ve
Tabiinin ileri derecede bir iman, şevk, hamiyet, adalet, şefkat, hikmet,
marifet, iktisad, muhabbet, tesanüd… nitelikleriyle maksimum düzeyde
donatıldıkları görülür.

Bu dönemde; toplumu peşinden sürükleyen kadroları oluşturan
bireylerde son derece güçlü ve sarsılmaz bir iman, Allah’ın hükmünü hakim kılma
sürecinde ileri derecede bir şevk ve hamiyet duygusu vardır. Aynı şekilde bu
kadronun sosyo-ekonomik hayatta geliştirdiği mekanizmalar da yüreklerindeki iman
ve hamiyete paralel mekanizmalardır. İktisadî hayatta üretimde "hikmet ve
kudsiyet", bölüşümde "adalet" ve “hakkaniyet”, tüketimde "iktisad" ve “riyazet”,
toplumsal ve ferdî ilişkilerde “şefkat”, "muhabbet”, “tesanüd” ve “uhuvvet",
entellektüel hayatta “ilim” ve "marifet" ilkeleri ve bu ilkeler istikametinde
geliştirilen mekanizmalar hayatın vazgeçilmez kurumlarıdır. O zaman Sahabi ve
Tabiin kadrolarının inşa ettiği çağa aynı zamanda, iman çağı, kahramanlık çağı,
şefkat çağı, adalet çağı, bilgi çağı ve refah çağı da demek mümkündür.

İman çağı

Gerçekten Sahabe ve Tabiinde akıl almaz bir iman gücü
görülmektedir. Bu “kudsîler ordusu”nun tüm plan, karar ve davranışları sadece
Allah rızasına endekslenmiştir. Allah rızasına ulaşmak için veremiyecekleri
hiçbir şeyleri yoktur. Herşeylerini bırakıp Mekke’den Medine’ye hicret
ettiklerinde de, koskoca evrensel iki imparatorluğun mirasına konduklarında da
dünyaya bakış açıları ve yaşantı tarzlarında fazla bir değişiklik olmamıştır.
Batı’da yaygın olan, devlet için asilzadenin kanı, tüccarın parası ve papazın
duası, anlayışı yerine, gerektiğinde hem kanlarını, hem paralarını, hem de
dualarını verebilmişlerdir. Günlük yaşantılarında ileri derecede bir riyazet,
İslamın inkişafı için mal ve canlarını esirgemeden sarf, tüm zayıf ve güçsüzlere
aşırıya varacak ölçüde bir şefkat ve merhamet, insanlık tarihinin başka
dönemlerinde görülmemiş bir adalet ve hakka riayet, insanın mantığını çatlatacak
bir doğruluk ve dürüstlük ve bitmez tükenmez bir ubudiyet aşkı ve ilim öğrenme
merakı… Sahabenin belli başlıca özellikleri olmuştur.

Siyer kitaplarında Sahabe çevresinin iman gücü ile ilgili
tarihin altın olayları diyebileceğimiz binlerce olay zikredilir. Biz bu seriden
burada bir kaçını zikredelim:

Gerçekten Sahabe ve Sahabenin öğrencileri niteliğinde olan
Tabiin kadroları Risalet Çevresi’nden öyle bir imanî ders almışlardı ki, bu
dünyanın geçiciliği, faniliği onları kesinlikle kandıramıyor, kendine
bağlayamıyordu. Ebedî ve Sermedî hayatın önem ve anlamlılığını iliklerine kadar
hissetmişler, tüm niyet, karar ve davranışlarını ebedî hayata yönelik olarak
belirlemişlerdi. Ebedî hayatın cazibesine kapılarak içtenlikle hayat boyu şehid
olma arzusu taşımış, şehid olarak ölmeleri için sürekli Allah’a yalvarmışlardır.

Enes b. Malik anlatıyor: "Amcam Enes B. Nadr (ra) Bedir
savaşında bulunmadığı için peygamberimize:

-Ya Rasulallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunmadığım
için üzgünüm. Eğer Cenab-ı Allah müşriklerle savaşmayı bana nasib ederse benim
ne yapacağımı görecektir’ derdi.

Uhud Savaşı olduğunda savaşa katıldı. Savaşın belli bir anında
Müslümanların kaçıp savaş alanını boş bıraktıklarını görünce, Müslümanları
kasdederek :

– Allah’ım, ben bunların yaptıklarından dolayı özür dilerim,
diyerek kendi kendine kızıyor ve koşarak savaş alanına doğru ilerliyordu.
Karşısına Sa’d b. Muâz (ra) çıktı.

Ona :

– Yâ Sa’d, bugün Cenneti satın alma günüdür. Nadr’ın Rabbine
yemîn ederim ki, ben şu anda Uhud Dağı tarafından cennetin kokusunu alıyorum,
diyerek düşmanın içine daldı.

Enes savaş sonunda ölüler arasında bulunduğunda vücudunda seksen
küsür yara sayılmıştı. Müşrikler gözlerini oymuş, burun ve kulaklarını kesmiş ve
onu o kadar tanınmaz hale getirmişlerdi ki kimse tanıyamadı. Ancak kızkardeşi
onu parmak uçlarından tanıyabildi. (Kandehlevî, c.I, s.631).

Fedakârlık çağı

Onların fazilet ve kahramanca davranışları sadece savaş
alanlarına mahsus davranış değildi, diğer alanlarda da faziletli davranış
konusunda insan soyunun ulaşabileceği en maksimum seviyeyi yakalamışlardı. Bu
konuda belki en anlamlı gösterge kişinin en sevdiği malını feda edebilmesi
göstergesidir. Sahabenin bence en dikkate değer yönlerinden biri de en değerli
varlıklarını hiç bir maddi karşılık beklemeden Allah yolunda hibe
edebilmeleridir. Öyle ki, bir zamanların aristokrat davranışlı uzun mesafe
tüccarları, mallarını-mülklerini Allah yolunda harcayarak zamanla giyecek elbise
ve yiyecek ekmeğe bile muhtaç duruma düşmüşlerdi. Bir zamanlar Mekke’nin büyük
ticaret burjuvazisine mensup insanlar evlerinde yiyecek bir şey bulamayarak
günlerce aç kaldıkları oluyordu.

Hz. Ömer (ra) anlatıyor:

“Bir gün Peygamber(sav) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada
benim malım çoktu. Kalbimden "Eğer Ebu Bekir’i geçeceğim bir gün varsa bu
gündür" dedim ve servetimin yarısını hibe etmek için getirdim. Efendimiz bana :

– Sen çocuklarına ne (kadar) bıraktın ya Ömer? diye sordu.

– Getirdiğim kadar da onlara bıraktım, dedim. Sonra Ebû Bekir
geldi, ve getirdiği serveti peygamberimize teslim etti.

Efendimiz ona da :

– Ya Ebû Bekir sen çocuklarına ne (kadar) bıraktın? dedi. Ebû
Bekir :

-Ben onlara Allah ile peygamberini bıraktım, ya Rasulallah,
dedi. Ebû Bekir servetinin tümünü getirmiş hibe ediyordu. 0 zaman kalbimden
"imkânı yok, ben Ebû Bekir’i hiç bir zaman geçemem" dedim.” (Kandehlevî, C.II,
s. 258)

Aksiyon çağı

Sahabade öyle bir eylem ve atılım gücü vardı ki bunların
yaşadığı çağa boydan boya aksiyon ve eylem çağı demek mümkündür. Peygamber(sav)
hayatta iken yoktan bir devlet kurulmuş ve önemli bir toprak parçası İslam
devletinin sınırları arasına katılmıştı. Gerçekten Medine şehrinin bir kısmında
küçük bir site-devleti halinde başlayan bu devlet kısa bir müddet içinde bütün
Arap Yarımadasını, Filistin ve Irak’ın güney kısımlarını içine aldı.

Hz. Peygamber(sav) in ölümü sırasında Sahabeler Bizans ve İran
ile harp halinde bulunuyordu. O dönemde Bizans ve Sasanî imparatorlukları
dünyanın iki büyük imparatorluğu idi-ler; halbuki Arapların, gıpta edilecek bir
şeyleri olmadığı gibi askerî teçhizat ve maddî kaynaklardan da mahrum bir avuç
müminden başka bir şey değildi-ler.

Çok erken bir dönem sayılabilecek Hz. Ömer (r.a.) zamanında bile
(634-44) müslümanlar Trablus’dan Belh’e (Afganistan’da) ve Ermenistan’dan Sind’e
(Hindistan’da) ve Gücerat’a kadar hükümlerini yürütüyorlardı. Halefi Hz. Osman
(r.a.) zamanında (644-56) Dongola’nın aşağısında Nubia’ya hakimi oldular; bir
taraftan da (İspanya’da) Endülüs’ün bir kısmını feth ettiler; şarkta Ceyhun
nehrini geçtiler ve Çin’den bazı yerleri kopardılar. Kıbrıs, Rodos ve Girit
İslâm memleketlerinden birer parça haline geldi. Hatta Bizanslılara karşı
savunma savaşları sırasında Konstantiniyye o zamanlar ilk müslüman hücumuna
şahit oldu. Hz. Peygamber(sav)’in vefatından onbeş sene ya geçmiş ya geçmemişti
ki müslümanların doğuda ve batıda yayılmaları Atlantik’ten Pasifik sahillerine
kadar uzanmıştı ve fethedilen sahalar bütün Avrupa kıtası kadar geniş idi. Bu
yıldırım fütuhatında şayan-ı hayret olan şey fethedilen memleketler ahalisinin
hiçbir surette memnuniyetsizlik göstermemeleridír. Bu, şu vakıa ile ispat edilir
ki müslümanlar ilk defa olarak kendi aralarında iç harplerle çekişmeye
başladıkları zaman hiçbir tarafta ayaklanma olmadı.

Sahabe aynı performansı gerek fizikî çevresine gerekse sosyal ve
beşerî çevresine gösterdiği şefkatla da ispat etmiştir.

Şefkat çağı

Sahabenin malî ve bedenî fedakârlıkları kadar diğer önemli ve
şanlı bir vasıfları da yüreklerinde taşıdıkları engin şefkatti. Her bir Sahabede
değişik düzeyde olsa da tüm Sahabede İlahi rahmet ve merhametin azami ölçüde
tecelli ettiği görülmektedir. Bu şefkat sadece yakın çevreye ve akrabaya yönelen
bir acıma ve sahip çıkma duygusu değil, aynı zamanda en yakın sıhri çevreden en
uzak beşerî çevreye, ehl-i dünyadan ehl-i küfre, sadık dosttan azılı düşmana,
nazik bir çiçekten muhteşem ormanlara, zavallı bir hayvancıktan güçlü develere
kadar uzanan muazzam bir şefkatti. İlahi rahmetin açılımı dünya ölçeğinde en
geniş mânâda Sahabede gerçekleşiyordu.

Sahabelerin kısa bir zaman dilimi içinde dünyanın önemli bir
bölümünü fethederek egemenlikleri altına almalarının en önemli nedenlerinden
biri onların doğrudan insan fıtratına yönelmeleri, insan fıtratında potansiyel
olarak mevcut bulunan duyguları açığa çıkarmaları ve geliştirmeleridir.
Sahabeler günlük ve pratik hayatlarında ilk önce kendileri İslamın ilkelerini
eksiksiz yaşayarak diğer insan bireylerinin yüreklerinde mevcut olan Kadir-i
Mutlak bir Allah’a inanma ve sığınma duygusu, insanlar arasında kardeşlik ve
arkadaşlık duygusu, sadece "bugün"ü değil, aynı zamanda "büyük hesap günü"nü
düşünerek hareket etme duygusu, birey ve toplumlar arasında adalet ve hakkaniyet
ilkelerine uyma duygusu, samimi ve dürüst olma duygusu, şefkatli ve merhametli
olma duygusu, çalışma-kazanma duygusu, okuma, dinleme ve öğrenme duygusu… gibi
tüm duygularını uyararak yeniden canlandırmış ve geliştirmişlerdir. Sahabe
sadece zahiri siyasi hakimiyet kurma peşinde olmamış, belki bu amacı en gerilere
atarak ilk planda insanların gönüllerini ve akıllarını kazanmayı düşünmüştür.
Dolayısıyla şiddet kullanarak toplumlara dehşet salıp onların zorla teslim
olmalarını sağlama yerine mümkün olduğu kadar sevgi, şefkat, adalet ve kardeşlik
duygularıyla yaklaşmışlardır. Son derece soyut bir iddia gibi algılanabilecek
yukarıdaki yaklaşımımızı Mekke’nin Fethi sürecinde Hz. Peygamber’in izlediği
strateji ve politikalar net bir şekilde isbat eder niteliktedir. Profesör
Hamidullah’a dayanarak Mekke’nin fethi olayını biraz da geriplanını dikkate
alarak kısaca inceleyelim:

Bilindiği gibi Peygamberimiz sahabelerle birlikte kendi anayurdu
olan Mekke’den Medine’ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Medine’de kısa süre
içinde oranın diğer toplumlarıyla bir site-devleti inşa etti. Önünde en önemli
proje, can düşmanı olan Mekke müşriklerini dize getirebilmek ve bu yolla
Allah’ın mesajını dünya insanlığına iletmekti. Hz. Peygamber, bu önemli siyasi
projeyi adım adım gerçekleştirme yolunu benimsemiştir. İlk olarak Kureyşlileri
iktisadî baskı altına alarak, onları belli andlaşmalar imzalamaya zorlamak,
ikinci olarak uzun dönemde kendi askerî gücünü arttırarak kendi savunmasını
yapabilmekti. Hz. Peygamber(sav), tevhid, adalet, şefkat, hikmet’e dayalı
toplumsal yapının oluşturulmasının sadece "davet"le mümkün olamıyacağını, aynı
zamanda güçlü bir savunma gücünün de gerekli olduğunu biliyordu. Tevhidi hakim
kılmak için anti-tevhid unsurlara öyle bir zamanda darbeyi indirmeliydi ki,
düşmanın artık savunmaya imkânı kalmamalı idi. Özellikle Kabe’nin kansız bir
şekilde ele geçirilebilmesi için hem çok yüksek düzeyli bir askerî ve siyasî
strateji hem de güçlü bir savunma mekanizması gerekliydi. Hz. Peygamber bütün
stratejisini bu şekilde dizayn etti.

Mekke sakinlerinin geçim kaynağı büyük çoğunlukla yaz aylarında
yaptıkları kervan ticaretiydi. Hz. Peygambere göre, düşmanın çıkarlarına en
anlamlı darbe kervan ticaretinin engellenmesi suretiyle vurulabilirdi. Medine’ye
hicreti müteakip dört ay geçmemişti ki Hz. Peygamber(sav) kuzeyde, Medine’den
geçip Mısır ve Suriye’ye giden Mekkelilerin ticaret yolunu seyr-ü sefere kapamak
için teşebbüse geçti. İlk olarak Mekkelilerin kullandığı yol güzergâhında
bulunan aşiretlerle anlaşmalar düzenleyerek kendi siyasi blokuna katmak oldu.
Hz. Peygamber(sav) Medine’nin batısında oturan Yanbû’nun komşusu olan
kabilelerle ittifak anlaşmaları akdetti. Bu arazî kesiminde Mekkelilerin sık sık
aştıkları yollar bulunmaktaydı. Bu tür politikalarla artık Hz. Peygamber,
Kureyşlilerin Necd üzerinden geçerek Irak’a varmalarına bile mani olabilecek bir
güç hâline gelmişti. Bu güzergâh Mekkeliler tarafından sık sık kullanılırdı.
Düşmana zarar vermek gayesiyle onun cenup ticaret yolları üzerine de küçük
askerî birlikler sevkedilmiştir. Bu istikamette tertip edilen askerî seferlerden
birine Abdullah b. Cahş kumanda ediyordu; kendisi Tâif yakınındaki Nahle
mevkiini vurmuştur. Bir müddet sonra, bir diğeri 624 senesinde, Qarada
mıntıkasına gönderilmiş ve Mekkelilerden 100.000 dirhem kıymetinde gümüş ele
geçirmişlerdir. Hendek savaşından sonra miladi 627 yılında Müslüman nüfûz ve
tesiri Necd havalisinden doğudaki Yemame bölgesine kadar uzaklara yayılmıştı.
Yemame Kureyşlilerin bütün hububat ithalâtını yaptıkları bir tahıl anbarı
durumundaydı. Yemame mıntıkası hakimi Sumâme b. Usal, Hz. Peygamberin(sav)
teşvikleri ile hububat ihracını durdurur durdurmaz, tarihçilerin verdikleri
bilgiye göre Mekke’de kıtlık baş göstermiştir. Bu kıtlıkla Hz.Peygambere önemli
bir fırsat doğmuş oluyordu. Mekke’deki fakir-fukaranın kalbinin kazanılması için
önemli bir fırsattı bu. Nitekim, Hz. Peygamber bu kıtlık üzerine 500 altın dinar
tutarında bir meblağı Mekkenin fakirlerine sarfedilmek üzere göndermişti. Hz.
Peygamber bir taraftan karşılıksız yardımlarla Mekkelilerin kalplerini kazanmaya
çalışıyor, diğer taraftan da Mekke yönetimini abluka altına almaya çalışıyordu.
Anlaşıldığına göre Mekkeliler ilk etapta Hz. Peygamberle anlaşmaya zorlanmak
isteniyordu. Gerçekten kısa zamanda Mekke’nin dört bir yanı, kuzeyi de, batısı
da, hattâ güneyi da Müslüman kabilelerinin sâkin oldukları bölgeler haline
gelmişti. Bu strateji kısa zamanda meyvesini vermiş, az sonra ünlü Hudeybiye
anlaşması yapılmıştı. (Ocak 628). Kuzeyde Hayber bölgesi, bu tarihten iki ay
sonra, İslâm Devletine boyun eğmek zorunda kaldı (M. 628). Ancak, bir yıl
geçmişti ki Mekkeliler, bu Hudeybiye anlaşmasını bozdular; her ne kadar pişman
oldularsa da artık iş işten geçmişti. Sonra Medine’ye bir heyet göndererek
Hudeybiye anlaşmasını yenilemek istediler. Hz. Peygamber(sav) bunu yenilemek
taraftarı değildi. Tabiatıyla Mekkeliler, Müslümanların her an mukabele-i
bilmisil yapacaklarından endişeleniyorlardı; sonra artık yalnızdılar, yardımına
güvenecekleri kimseleri kalmamıştı.

Kureyşlilerin en zayıf anında Hz. Peygamber darbeyi indirmeyi
planlıyordu ve tam şimdi o fırsat doğmuştu:

Bir askerî sefer için geniş hazırlıklar yapılmağa başlandı.
Fakat Hz. Peygamber(sav), niyet ve kararının ne tarafa olduğunu hiç kimseye
açıklamadı. Bu sır, o kadar titizlikle saklandı ki, Hz. Ebû Bekir gibi seçkin
bir kimse bile, kızı Hz. Ayşe’nin evine gittiğinde, ondan bu seferin ne tarafa
olduğunu sorması üzerine Hz. Ayşe, babası Hz. Ebû Bekir’e bu hususta yeter bir
bilgi verememiştir. Diğer Müslümanlar da tabiatıyla aynı şekilde
atlatılmışlardı. Aynı zamanda, az sonra göreceğimiz gibi toplanan gönüllü
askerler onbin kadar olmuşlardı.

O devirde onbin kişilik bir ordu, görülüp alışılmış bir şey
değildi. Düşman haber alma teşkilâtı veya dostlarından bunu gizlemek, saklamak
da çok zor bir şeydi. Burada bir gece baskını mevzu bahis olamaz; zira düşmanla
arasındaki mesafe on iki gün gibi uzak bir mesafedir. Bunun için Hz. Peygamber
(sav) her şeyden evvel Medine’den bütün çıkışları durdurdu. İstihbârat teşkilâtı
o kadar verimli çalışıyordu ki; ahmak bir Müslüman olan Hâtib b. Ebî Balta’a
Mekke’ye gizli bir haber gönderme teşebbüsünde bulundu. Bu haberi götüren,
Medine’nin hemen yakınında kolayca yakalandı. Mektupta, şunlar yazılı idi :
“Burada büyük hazırlıklar yapılıyor; herhalde Mekke’yi düşünüyorlardır”. Bu
mektuba el koydular, fakat Hz. Peygamber(sav) mektubu götüreni yolunda serbest
bıraktı. Bu sırada bazı şaşırtmalar vermek zarûreti de vardı. İbn Sa’d’ın
eserinde, yazılı olduğu veçhile Hz. peygamber(sav) Ebû Qatâde’nin kumandasında
bir askerî birliği Medine’nin tam kuzey kesiminde, üç günlük mesafede bulunan
“İdam” mevkiine gönderdi. Böylece herkes, Hz. Peygamberin(sav) bu bölgeye gitmek
istediğini ve bu “İdam” seferinin bunun keşif kısmı olduğunu düşünecekti; bu
suretle şâyiaların merkezi sikleti bu yöne çevrilecekti.

Hz. Peygamber(sav), fiilen bu büyük sefere çıkarken, sadece
gideceği yeri değil, aynı zamanda ordusunun hakiki büyüklük ve kuvvetini de
saklamak istemiştir. İşte, bu sebeple, tarihçi Ya’qûbî’ye nazaran Hz.
Peygamber(sav), beklenen birçok gönüllünün Medine de toplanmalarını değil de,
ancak Mekke’ye doğru hareketinde yol boyunca kabilelerinin bulundukları
yerlerden geçtikçe kendisine iltihak etmelerini emretti. Bu strateji o kadar
muvaffak oldu ki Kureyşliler, Müslüman ordusunun Mekke civarındaki dağlar
arkasına ordugâhlarını kuruncaya kadar onların harekete geçtiklerine dair zerre
kadar bir haber elde edememişlerdir. Bundan başka, tam Mekke’ye hareket
edeceğine yakın, Medine-Suriye yolu üzerinde bulunan Batn İdam’lıları
cezalandırmak için kuvvetli bir askerî birliği harekete geçirmişti; bu planla
dikkatleri başka noktalara çekmek, gizli ajanları şaşırtmak ve herkeste, Hz.
Peygamberin(sav) Medine kuzeyindeki düşmanlarından birine sefere gittiği
intibaını uyandırmak istiyordu. Darbe tesirini daha da arttırmak gayesiyle İslâm
Ordusu Mekke’yi kuşatınca Hz. Peygamber, o gece her askerin bir ateş yakmasını
emretti. 10.000 ateş bütün bir gece yakılması daha büyük, daha fazla sayıda
insanın yemeklerini pişirdikleri intibâını veriyordu. Mekkelilerin en önde gelen
reisi Ebû Süfyan, gece müslüman öncü birlikler tarafından yakalanarak Hz.
Peygambere getirildi. Ebu Süfyan ise Mekke ahalisinin evlerine kapanmaları,
silahlarını terketmeleri, yahut Kabe civarına toplanmaları veyahut da Ebu
Süfyan’ın kendi evine kapanmalarını temin etmesi karşılığında hem kendisine hem
de diğer Mekkelilere zarar verilmeyeceği hususunda halkı ikna etmek üzere
serbest bırakıldı.

Bu sırada, Mekke’de tecrübeli ve nüfûz sahibi bir kimse
bulunmuyordu : Ebû Cehil ölmüş, Hâlid b. Velîd ve Amr b. As Müslüman olmuşlar,
Ebû Süfyan müslümanların eline esir düşmüştü. Şayet hâlâ varsa, müttefiklere
yardım için haber gönderecek kadar da vakit kalmamıştı. İkrime (Ebû Cehil’in
oğlu) gibi bazı genç kumandanlar, şüphesiz bazı mukavemet hareketlerine
kalkıştılar. Onlara kendi kılanlarına mensup kimseler yardım ediyorlardı. Ateşin
bir kumandanı olan Hâlid b. Velîd’in idaresindeki Müslüman askerî birliklerle
İkrime’nin kuvvetleri arasında bazı sokak çatışmaları cereyan etmiştir. Bununla
birlikte büyük ekseriyetle Mekkeliler, Ebû Süfyan’ın almış olduğu teminata ve
onlara tavsiye ettiği şeylere ve sulh yoluyla ve kan dökülmeksizin icrâ edilecek
bir işgâl vaadine inanıyorlardı.

Ebû Süfyan, şayet derhal kuvvetlerini teşkîl edip mukavemete
kalkışsa bile, bu onun için çok geç bir davranış olacaktı. Zira Hz.
Peygamber(sav), kendi birliklerini fiilen Mekke’ye doğru harekete geçirip,
şehrin iyice yakınlarını tamamen işgâl etmeden evvel, onun İslâm ordusu
karargâhını terk etmesine müsade etmedi. Ebû Süfyan’ın gönüllülerini toplayıp
harekete geçmesi veya yakınlardaki müttefiklerine yardım için bir haber
göndermek ve onların yardımlarını talep etme artık imkânsız denecek kadar zordu.
O inanıyordu ki, böyle bir mukavemet hareketi neticesiz ve son derece
faydasızdı; tarihçiler tarafından nakledilmiş olan, onun karısı ile bu meseleyi
ciddi şekilde tartıştığı ve karısını da iknaya çalıştığı yönündedir.
Hasımlarının mukavemet edilmez kuvvetlerine bir de onların inanılmaz merhamet ve
şefkatlerinin eklenmesi bu çok nâzik anda Mekkeliler üzerinde o kadar derin
tesir bıraktı ki, onların İslâma karşı beslemekte oldukları kin ve düşmanlık
hisleri bir anda yepyeni bir kalıba dökülerek son derece olumlu bir tarza
dönüşmüş oldu.

Hz. Peygamberin planları aşama aşama gerçekleşiyordu. Sıra kan
dökülmeden Mekke’ye girmeye gelmişti.

Mekke fiziki yapı olarak her tarafı dağlarla çevrili bir vadide
kurulu bir şehirdir. Şehri, kuzey-güney istikametinde kateden bir tek ana yol
vardır; bu ana geçide iki talî yol bağlanırdı. İslam Ordusunun büyük kısmı,
aralarında Hz. Peygamber(sav) olduğu halde kuzey istikametinden ilerledi. Yukarı
Şehir denen yer bu tarafta yer almaktadır. Diğer bir askerî birlik Zübeyr b.
Avvâm idaresinde Kadâ’ yolu yönünden ilerleyerek düşmanın deniz sahiline, Vadî
Fâtıma yoluyla kaçmasına mâni oluyordu. Diğer bir büyük askerî birlik, şehre
güneyden girdi ve Aşağı Şehir denen mıntıkayı işgal etti. Muhtemelen bu bir
süvari kıtasıydı, çünkü diğer ordu birlikleriyle aynı zamanda birlikte şehre
girebilmek için bunların çok çabuk şehrin etrafınan dolaşmaları îcap etmektedir.
Diğer bir birlik de Hacûn yolu üzerinden şehre girmiştir. Bunlar aynı zamanda
Cidde’ye olduğu kadar Yemen istikametinde de düşmanın kaçış yolunu kapamakla
vazifeliydiler.

Böyle, dört bir taraftan harekâtta bulunan bir orduda
Başkumandanın olup bitenlerden haberdar olma ve her şeyi tam ve lâyıkıyla elde
tutması hususunda hakikaten fevkalâde mâharet ve teşkilâtçılığı görülüyordu. Hz.
Peygamber(sav) yeni tâlimatlar vermenin ve müdahalelerde bulunmanın lüzumlu
olduğu yerlerde derhal işi ayarlıyordu. Şehrin işgalinin son safhalarına doğru
subaylarından birinin, kendi emrindeki askerlere, biraz sonra “mağrur Mekke’nin
başının öne düşeceği ve şehrin yağma edileceğine” dâir imâda bulunması haberi
hemen Hz. Peygamber(sav)’e ulaştı, meseleyi öğrenir öğrenmez, Hz. Peygamber:
“Hayır! Mekke’nin şeref ve haysiyeti asıl bugün artacak. Madem ki orada İslâmın
kıblesi mevcuttur; bu yüzden her ne suretle olursa olsun onun kudsiyetine
tecavüz edilmeyecektir” diyerek o subayı derhal kumandanlıktan aldı ve bu
vazifeyi başka bir kimseye verdi. Bunun üzerine şehirde sulh, sükûn ve nizam
işini sağlamak üzere umumî bir tebliğ yayınlandı.

Hz. Peygamber şimdi doğum yeri olan bu şehre muzaffer bir
kumandan olarak dönüyordu. Arkada ve hatıralarda hemşehrileri tarafından reva
görülmüş maddî ve mânevî ağır ıstıraplarla dolu tam sekiz sene vardı. Şimdi ise,
zafer kazanmış bir ordunun başındaydı; buna rağmen tavır ve hareketleri hiç de
mağrur bir kumandan gibi değildi. İbn Hişâm’ın anlattığı gibi O, çekingen
bindiği devenin sırtında sık sık secdeye kapanıyor, lütfettiği bütün bu
şeylerden dolayı Tek olan Allaha şükrediyordu.

İşgâli takip eden günde sulh, sükûn ve asayiş şehre hâkim olunca
Hz. Peygamber, cemaatla kılınan namaza imamlık etti; bu durum, şehirdeki
putperestler tarafından merakla ve yakından izlendi. Namazdan sonra, Kâbe
etrafındaki sahada toplanmış olan hemşehrilerine bir hitabede bulundu ve
bunlara, gerek kendisine ve gerekse ashâbına neler yapıklarını hatırlattı ve
onların ne kadar haksızlık ve adaletsizlik yapmış olduklarını anlattı. Son
olarak, onlara artık kendisinden ne bekleyip, ümit ettiklerini sordu. Kısa bir
duraklamadan sonra devam etti :

“Bugün, artık hiçbir şeyden mes’ûl değilsiniz. Gidiniz, hepinizi
hür addediyorum” diyerek umumi af ilan etti.

Beklenmedik bu af üzerine Mekke’nin havası birden değişti ve
akşama doğru bütün halk baskısız ve dayatmasız kendiliğinden İslamı kabul etti.
Onlar hiçbir şeyi böylesine derin, böylesine samimî bir şekilde kabul
etmemişlerdi. Hem onlar, şimdi mağlûp edilmiş ve işgâl altına girmiş bir
memleketin ahâlisi değiller, haklar ve vazifeler konusunda, zaferi kazananlarla
tamamen eşit düzeydeydiler. Bu muhteşem manzarayı tamamlayan aşağıdaki olay da o
ölçüde anlamlı ve çarpıcıdır: Hz. Peygamber, henüz yukarıda zikrettiğimiz
hutbesine başlamamıştı. Müezzin Bilâl-i Habeşî (R.A.), Kâbenin damına çıkmış
namaz için ezan okuyordu. Ezan sesini duyan Mekkeli bir putperest olan Attâb b.
Esîd arkadaşlarından birinin kulağına eğildi ve:

“Allaha şükür ki babam şimdi hayatta değil; şayet o, şu
siyahînin mukaddes Kâbenin damına çıkıp anırdığını işitseydi buna katiyen
tahammül edemezdi” dedi. Biraz sonra, Aff-ı Umuminin ilân edildiğini işiten aynı
Attâb, galeyana geldi ve anî olarak ileri fırladı. Hz. Peygambere(sav)
yaklaşarak:

“Ben Esîd’in oğluyum, Allah’dan başka Allah olmadığını ve senin
de onun elçisi olduğunu tasdik ederim” diyerek heyecanlı bir şekilde müslüman
olduğunu ilan etti. Hz. Peygamber de ona: “Pek âlâ; seni Mekke vâlisi yaptım”
diyerek mukabelede bulundu. Hz.Peygamber Mekke’de bir garnizon bile kurmadan
askerlerini Medine’ye çekmiş ve Mekke’nin idaresini henüz İslâmı yeni kabul
etmiş Attab’a bırakmıştı. Hz.Peygamber sonradan bu politikasından dolayı aslâ
pişmân olmayacaktır. Çünkü kendiliğinden İslamı seçen bu insanlar biraz sonra
yine kendiliğinden birer İslam kahramanı olacaklardır. (Hamidullah, 1972, 122
vd)

Engin bir şefkat ve merhamet duygusuna sahip olmak sadece Hz.
Peygamberin vasfı değil, aynı zamanda onun arkadaşlarının da temel vasfı idi.
Bilindiği gibi insanın şefkat ve merhamet duygusunu kaybettiği alan savaş
alanıdır. Bundan dolayı ayrı bir savaş hukuku vardır. İlginçtir ki normal
zamanlarda lduğu gibi sahabe savaş alanında da merhametli ve şefkatlidir. Hz.
Ebû Bekir’in savaşa gönderirken komutanlara verdiği talimatı izleyelim.

El-Müseyyeb’den:

“Ebû Bekir (R.A) Şam tarafına asker gönderirken başlarına Yezid
b. Ebî Süfyan, Amr b. Âs ve Şürahbil b. Hasene’yi tayin etti. Asker hareket
ettiği zaman komutanlarla birlikte Seniyetü’l Veda’ya kadar yaya yürüyüp onları
uğurladı. Onlar da :

– Ey Resûlallah’ın halîfesi, biz biniciyiz, sen yaya gidiyorsun,
böyle olmaz, dediler.

Ebu Bekir (R.A) :

– Ben Allah yolunda attığım adımları çoğaltmak için yürüyorum
dedi.

Sonra onlara şu tarihi talimatı verdi:

"Size Allah’dan korkmanızı tavsiye ederim. Allah yolunda gaza
ediniz. Ve Allah’ın Varlık yahut da Birliğini inkâr edenlerle savaşınız.
Şübheniz olmasın ki Allah dîninin yardımcısıdır. Ganîmet mallarından hıyanet
etmeyiniz, kimseye zulmetmeyiniz, korkmayınız, bozgunculuk yapmayınız. Size
verilen emirlere uyunuz ve Allah’ın izni ile düşmanla karşılaştığınız zaman
onları üç yoldan birini seçmeye davet ediniz. Kabul ederlerse siz de kabul edip
onlardan vazgeçiniz: Önce onları müslüman olmaya davet ediniz, buna icâbet
ederlerse kabul edip onlardan vazgeçiniz. Sonra onlara kendi yerlerini
terkederek muhâcirlerin yurduna gelmelerini teklif ediniz, eğer gelirlerse
muhacirlerin sahip bulunduğu hak ve vazifelere sahip olacaklarını onlara
söyleyiniz. Şayet müslüman olup da kendi yurtlarında kalmak isterlerse o zaman
diğer müslüman Araplar gibi, Allah’ın müminlere farz kıldığı İslâmî hükümlerin
onlar hakkında da yürütüleceğini, fey ve ganîmetlerden onlara bir şey
verilmeyeceğini onlara bildiriniz. Eğer müslüman olmak istemezlerse o zaman
cizye vermelerini onlara teklif ediniz, kabul ettikleri taktirde yine de kabul
edip onlardan vazgeçiniz. Şâyet bunu da kabul etmezlerse o zaman Allah’tan
yardım dileyerek onlarla savaşın ve sakın hiç bir yerde hurmalıkları, meyve
ağaçlarını kesip yakmayın, hayvanları öldürmeyin, mâbedleri yıkmayın, ihtiyar,
çocuk ve kadınlara dokunmayınız. Kendilerini mâbedlere bağlayan kimselere de
rastgeleceksiniz, onları da kendi hallerinde bırakınız. Ayrıca, şeytana hizmet
maksadıyla başlarının ortasını tıraş eden birtakım insanları da göreceksiniz
onları gördüğünüzde Allah’ın izni ile hemen boyunlarını vurunuz," (Kandehlevî,
c.I, s.263-64).

Sahabe kesinlikle insanlar arasında dehşet salarak ve onların
kanını dökerek onları zorla müslüman yapma yolunu seçmedikleri gibi, böyle bir
şeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir.

Hürriyet ve şurâ çağı

Gerçekten de Pür Fazilet Çağı’nda yöneticiler sosyo-ekonomik
hayatı tanzim ederken keyfî ve despotik bir şekilde davranmamış, tersine, toplum
ekseriyetinin görüş ve eğilimine önem vermişlerdir. Böyle bir siyasal ortamda
nefsini ve toplumu ilgilendiren konularda fertler kendini hür hissetmiştir. Bir
defasında Hz. Ömer evliliklerde mehir miktarlarının aşırı yüksekliğini önlemek
amacıyla mehir miktarına bir sınır getirmek istedi. Bu politikasını mescidte
hutbede halka açıkladı. Arkada oturan bir kadın ise bir ayet-i kerimeye
dayanarak mehir miktarının sınırlanamayacağını, herkesin kendi gücüne göre
istediği kadar verebileceğini hatırlattı. Bu haklı eleştiri üzerine Hz. Ömer:
"Kadın isabet etti, Ömer yanıldı" diyerek sınırlama işinden vazgeçti.

Aynı şekilde yine Hz. Ömer bir konuşmasında: "Ey müslümanlar!
doğru yolda olduğuma inandığınız müddetçe beni destekleyin, doğruluktan saptığım
zaman da çekinmeden ikaz edin" deyince mescidin arka saflarında oturan bir genç:
"Ya Ömer doğru yoldan saparsan seni kılınçlarımızla hak yola getiririz" diye
gürledi. Bu gencin cesaret ve duyarlılığı Hz. Ömer’in çok hoşuna gitti.(Büyük
İslam Tarihi, c.II, s.185-186).

Pür Fazilet Çağı’nda politikalar toplumu oluşturan kesimlerin
temsilcilerine danışılarak istişare yoluyla belirlenmeye çalışılmıştır.
Politikaların belirlenmesi ve uygulanması konusunda herkesin eleştiri ve katkısı
istenmiş, haklı ve yapıcı katkı ve eleştirilerden hemen yararlanma yoluna
gidilmiştir. Yönetim makamlarının bir tahakküm ve emir makamı olmayıp, tersine
bir hizmet makamı olduğu derinden hissedilmiştir. Nitekim Hz.Ali’nin zamanındaki
bir valiye gönderdiği mektup kamuoyunun ne kadar önemli olduğunu vurgulama
açısından önemli bir belgedir. Kitabü’l Haraç’ın sonuna alınan mektupta Hz. Ali
valisine:

"…Sen vaktiyle nasıl senden evvelki valilerin icraatını gözden
geçiriyordun; halk da şimdi senin icraatını gözetecek. O zaman senin onlar
hakkındaki söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimin salih
olduğunu ancak Allah’ın kendi kulları lisanından söylettiği sözlerle anlaşılır."

Dikkat edileceği gibi Hz. Ali, yöneticilerden Allah’ın razı
olmasını vatandaşın memnun ve hoşnut olmasına bağlıyor. Vatandaşın iyi dediği
yöneticiyi Allah da iyi olarak kabul ediyor. Vatandaşın razı ve hoşnut olmadığı
yöneticiden Allah da razı ve hoşnut olmuyor. Hz. Ali devam ederek:

"…Ben kudret-i Kâmile (tam güç) sahibiyim, emrederim, itaat
ederler" deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini za’fa uğratmak ve
(dolayısıyla) felakete yaklaşmaktır". diye tavsiyede bulunur. O zaman ne yapmak
gerekir? Yapılması gerekeni yine Hz. Ali(ra)’den dinleyelim:

"…Umurun (politikaların) içinde öylesini ihtiyar et (tercih
et) ki en mutavassıtı (dengelisi), adl (adalet) itibarıyla en şamili
(kapsamlısı) olsun; sonra halkın rızasını en cami (kapsayıcı) bulunsun. Zira
ammenin (kamuoyunun) hoşnutsuzluğu eşhasın (şahısların) rızasını hükümsüz
kılar."

Dikkat edileceği gibi Hz.Ali (ra)’ın düşüncesinde kamuoyunu
dışlayan, sadece yöneticinin kendinin veya dar bir çevrenin heva ve hevesini
dikkate alan bir politika gayrimeşrû olarak kabul edilmiş ve yöneticiler bu
yönde uyarılmıştır.

Benzer tamimler diğer büyük halifeler tarafından da neşredilmiş,
bu konuda mümkün olduğunca ısrar edilmiştir.

Yöneticiler kişi hukuk ve güvenliğini mahalli idarecilere karşı
yine kişilerin yardımıyla korumaya çalışıyordu. Gönderilen tamimlerle her ne
suretle olursa olsun hakkı çiğnenen, hürriyeti engellenen kimselerin doğrudan
halifeye gelip şikayette bulunması imkânı sağlanmıştı. Hakkı veya hürriyeti
engelleyen en büyük eyalet valisi ve kumandanı bile olsa mutlaka cezalandırılır,
vatandaşa karşı işlediği suçun bedeli ödetilirdi. Bir konuşmasında Hz. Ömer: "Ey
insanlar! sizi yönetmek üzere tayin ettiğim bir yöneticiden eza-cefa görürseniz
hemen bana bildirin. Allah’a yemin ederim ki, öyle bir yöneticiden hemen
hakkınızı alır ve ona kısas uygularım." deyince büyük sahabe ve yenilmez
kumandan Amr b.As ayağa kalkarak: "Ey mü’minlerin emiri! valilerden biri bir
vatandaşı incitirse gerçekten kısas uygular mısınız?" diye sordu. Hz. Ömer:
"Elbette uygularım, Hz. Peygamber hac mevsiminde valilerini toplayıp onları
hesaba çekmez miydi? Vallahi ben de onlara teker teker hesap sorarım" diye cevap
verdi.

Gerçekten Hz. Ömer hac mevsiminde tüm valileri toplar halkın
huzurunda onları hesaba çekerdi, bu hesaptan dolayı valiler vatandaşa sıkıntı
çektirmekten şiddetle çekinirdi. (Büyük İslam Tarihi, c.II, s.179.)

Gerçekten de bu çağ açık tartışmanın, yapıcı eleştirinin,
kollektif karar almanın (icmâ) en geniş anlamda gerçekleştirildiği bir çağ
olmuştur. Her türlü keyfî ve despotik eğilim, kitleleri adam yerine koymama
tutumu bu çağda şiddetle karşı çıkılan şeytanî bir davranış olarak
algılanmıştır. Bu cephesiyle de saadet asrı inananların önemli bir modeli
niteliğindedir.

Riyazet çağı

Sahabe çevresinin bir diğer "hikmet"li tarafı tüketimde "riyazi"
bir tüketim kalıbını benimsemeleridir. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve
döküm-saçım yaşantı Sahabe çevresinin tanımadığı yaşantı şeklidir. Başta Hz.
Peygamber olmak üzere genellikle Sahabe ve Tabiin çevresi her şeylerini bırakıp
Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde de büyük imparatorlukların hazinelerine
el koyduklarında da tıka basa karınlarını doyurmamışlardır.

İbn-i Abbas (ra)’ın rivayet ettiği şu olayı izleyelim:

“Bir gün Ebû Bekir sıcağın en şiddetli bir zamanında mescide
geldi. Onu gören Ömer de geldi ve Ebû Bekir’e:

– Bu saatte evden niçin çıktın? diye sordu, Ebû Bekir : –
Vallâhi bu saatte evden çıkmamın sebebi, şiddetli açlığımdan başka bir şey
değildir, dedi.

Ömer de :

– Vallahi ben de aç olduğum için evden çıktım, dedi. Derken
Rasûlalah(sav) de geldi ve onlara:

– Bu saatte dışarıda ne işiniz var? diye sordu,

– Yâ Rasulallah, vallâhi bizi bu saatte evden çıkaran,
karnımızın aç olmasından başka bir şey değildir, dediler.

Hz. Peygamber:

– Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemîn ederim ki, benim de
evden çıkmamın sebebi bundan başka bir şey değildir, kalkın Ebâ Eyyûb-i
Ensârî’nin evine gidelim, dedi.

Ebâ Eyyûb (ra) her gün Peygamber Efendimize yemek veya süt
getirirdi. 0 gün ise gecikmiş, bir şey getirmeden hurmalığa çalışmaya gitmişti.
Nebi(sav) ve arkadaşları kapısına vardıkları zaman hanımı:

-Allah’ın peygamberi ile beraberindekiler hoş geldiler, safa
geldiler, dedi.

Peygamberimiz :

– Ebâ Eyyûb nerede? diye sorarken hurmalıkta olan Ebâ Eyyûb
Peygamber Efendimizin sesini duyup koşarak geldi ve :

– Allah’ın Peygamberi ile beraberindekiler hoş geldiler, safâ
geldiler. Ey Allah’ın Peygamberi, sen bu saatte hiç gelmezdin? dedi.

Peygamber Efendimiz :

– Doğrudur, dedi. Bunun üzerine Ebâ Eyyûb tekrar bahçeye dönerek
içinde kuru, yaş ve daha olgunlaşmamış hurmaların üç çeşidi de bulunan bir
salkım hurma getirdi ve :

– Yã Rasûlallah, her üç çeşidinden de yiyesiniz diye bunu
getirdim. Size bir hayvan keseceğim, dedi.

Efendimiz:

– Keseceksen bâri sütü olanlardan kesme, dedi. Bunun üzerine o
da bir oğlak keserek hanımına :

– Çabuk bize yemek yap, dedi. Oğlağın yarısını pişirip diğer
yarısını kebab etti. Yemek hazırlanıp Peygamber Efendimizin önüne konulunca,
Efendimiz bir parça eti bir ekmeğin üzerine koyarak Ebâ Eyyûb’a :

– Bunu Fâtıma’ya götür. Zîra birkaç gündür böyle bir şey
bulamamıştır, dedi.

Ebâ Eyyûb da onu alıp Fâtıma’ya götürdü. Peygamber Efendimiz be
arkadaşları yemeği yiyip doyunca, Efendimizin gözleri yaşararak:

– Ekmek, et ve çeşitli hurmalar. Nefsim yed-i kudretinde olan
Allah’a yemîn ederim ki bunlar, kıyâmet gününde hesabını vereceğimiz
nimetlerdir, dedi ve bu sözünden ashâbın endişelendiğini görünce de :

– Ancak, böyle şeyleri bulup yemeye başladığınız zaman :
"Bismillah" deyiniz ve yiyip doyduğunuz zaman da : "Bizi doyuran ve lâyık
olmadığımız nîmetleri bize ihsan eden Allah’a hamdolsun,’ deyiniz. Zîra bu,
yeterli gelen bir karşılıktır, dedi. (Kandehlevî. C.I, s.385-386)

Sahabe yeniden diriliş sürecinde tüm servetini Allah yolunda
sarf etmişti. Maddi sıkıntıları çalışıp kazanmamaktan değil, tersine her
şeylerini tevhid’in yeniden ihyası için harcamalarındandı. Bu nitelikleriyle
tevhidî mesajı her tarafa ulaştırmaya çalışıyorlardı. Bu esnada da aç ve
elbisesiz kalabiliyorlardı. Bu bağlamda insanın mantığını çatlatacak şu olayı
zikredelim:

Hz. Ömer’in oğlu anlatıyor: Bir gün Rasûlullah(sav) oturmuş
arkadaşları ile konuşuyordu. Ebû Bekir (ra) da yanındaydı. Ebû Bekir’in üstünde
yalnız bir abâ (basit bir giysi) vardı. Derken Cibrîl (as) indi ve
Peygamberimize Allah’ın selâmını ilettikten sonra :

– Yâ Rasûlallah, Ebû Bekir’in üstündeki, yakaları birbiriyle
bağlı olan bu giysi nedir? dedi.

Peygamber Efendimiz :

– Ya Cibrîl, Ebu Bekir Mekke’nin fethinden önce bütün malını
benim yolumda harcadı, dedi.

Cibrîl :

– Cenâb-ı Alllah tarafından kendisine selâm söyle ve de ki:
Cenâb-ı Allah, Ebû Bekir bu hâli ile benden hoşnud mudur, yoksa değil midir?
diye soruyor, dedi.

Peygamber Efendimiz de Ebû Bekir’e dönüp :

– Yâ Ebû Bekir, Cibrîl gelmiş, Allah’ın selâmını sana iletir,
Cenâb-ı Allah; "Ebû Bekir bu fakir hâli ile benden hoşnud mu değil midir diye
soruyor," diyor, dedi.

Bunun üzerine Ebû Bekir ağlayarak:

– Ben Rabbime nasıl darılırım? Ben Rabbimden hoşnudum, ben
Rabbimden hoşnudum, dedi.” (Kandehlevî. C.I, s.407-8)

Sahabenin riyazeti pasif ve yokluğa dayanan bir riyazet değil,
aksine, doğrudan aktif riyazetti. Sadece herşeylerini Allah yolunda harcadıkları
zaman değil, aynı zamanda ellerinin altında yığın yığın altın ve gümüş birikimi
varken de aynı riyazeti yaşıyorlardı. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’la ilgili şu
olayı izleyelim:

Abdullah b. Ömer (ra) anlatıyor :Abdullah b. Ömer’in yemeği ne
kadar çok olursa olsun, kendisiyle birlikte yiyenleri buldukça kendisi doyasıya
yemezdi. Bir gün İbn-i Mutıy ona uğrayıp da onu zayıf görünce Safiyye (ra)’ya:

– İyi yemekler yapıp ona yedirseydiniz belki biraz düzelirdi,
dedi. Safiyye :

– Biz yapıyoruz. Fakat kendisi -evin içinde olsun, dışarıda
olsun- kimi bulursa mutlaka çağırıp ona yedirir de kendisi aç kalır, dedi. Bunun
üzerine İbn-i Mutıy, Abdullah’a ;

– Yâ Ebâ Abdirrahman! Niçin böyle yapıyorsun? Biraz kendine bak,
dedi.

Abdullah :

– Sekiz yıldır ben -bir defa olsun- doyasıya yemek yemezdim.
Şimdi de ömrümden bir merkebin su içimi kadar bir zaman kalmışken karnımı
doyurmak mı istiyorsun? dedi.(A.g.e., C.II, s.448).

Sonuç olarak Sahabe çevresinin sahip olduğu iman ve atılım gücü,
adalet ve şefkat anlayışı, hürriyet ve şura yaklaşımı, riyazet ve iktisat vasfı
bunların yeni bir İslam medeniyeti kurmalarına ortam hazırlamış ve insanlığa
fazilete dayalı anlamlı bir medeniyet armağan etmelerini mümkün kılmıştır.

Ancak Sahabe çevresinin fiziki olarak bu dünyadan ahirete göç
etmeleri, geride kalanların ise aynı duyarlılık ve dinamizmi gösterememeleri
İslam toplumlarının yeniden bunalıma düşmelerine, arkasından da çöküntüye maruz
kalmalarına neden olmuştur.

Pür-fazilet çağından kısmî bunalım çağına

Çevrenin tasallutu bertaraf edilip, İ’la-i Kelimetullah
seviyesine çıkılarak, yüksek İslam medeniyeti kurulduktan sonra kitlelerin şan
ve şeref noktasında tatmine ulaşmaları ve "İslamın izzetinin" maksimum düzeyde
sağlanması Öncü Azınlık’ın ortadan kalkarak kitlelerin rehavet ve uyuşukluğa
girmelerine neden olur. Bunun nedeni öncü kesimin çevreden meydan okumalara
maruz kalmaması, içsel meydan okumalara da cevap verememesidir. Gerçekten daha
önceki akıl almaz dinamizmi ile başdöndürücü başarılar sergileyen bu kesim belki
biraz da zafer sarhoşluğu ile doyum noktasına ulaşır ve derin bir rehavete
kapılır. Bu aşamadan sonra öncü azınlık yavaş yavaş "kuruma" sürecine girer. Bu
kesimdeki duyarlılık ve dinamizmin kaybolması toplumda daha formel ilişkilerin
ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu aşamada bürokratikleşme ve kurumlaşma başlar
ve yavaş yavaş hayatın tüm cephelerini tepeden tırnağa sarar. Toplumda riyazet
yerine konfor ve lüks, cihad yerine rahat ve risksiz yaşantı, fedakârlık yerine
bencillik, şefkat yerine kısmî de olsa zulüm yaygınlaşır. İktisadi hayatta reel
sektörlerde canlılık ve dinamizm yerine kısa yoldan para kazanma ve spekülasyon,
toplumda hakim olan unsurlar olur. Bilimsel hayatta orjinallik ve özgünlük
yerini taklid ve şerhe terk eder. Sonuç olarak öncü azınlıktaki kurumaya bağlı
olarak toplum mekanikleşmeye ve kurumsallaşmaya başlar.

Ancak bu dönemin temel özelliği, öncü kesimin eski etkinliğini
yitirip, toplumu belirleme gücünü elinden kaybetmesi sürecinin başlamasıdır.
Artık bu dönemden sonra herşeyini İ’la-i Kelimetullah için seferber edebilecek
sevdalılar yavaş yavaş yerini, geniş ölçüde menfaat ve şan ve şeref için çalışan
bireylere terketmeye başlar. Weber’deki karizmanın sıradanlaşması gibi toplumda
bürokrasinin artması ve yaygınlaşmasıyla yaratıcı fonksiyon yerini bürokratik
fonksiyona bırakır. Bu ortamda kitleler başka tatmin alanları bulmaya yönelerek,
daha “inferior” ve basit amaçlar peşinde koşmaya başlarlar. Böylece, toplum,
dinamizm ve enerjisini kaybederek düşüncede, eğilimde hareket ve davranışta bir
gerileme dönemine girer.

İslam toplumları bağlamında bu süreç incelendiğinde şu genel
eğilimler belirlenebilir: Bu safhada, bir önceki safhada kurulan kurumlar aynen
devam eder. Şeklî olarak toplumun genel görüntüsü birinci safhadakiyle
paralellik arzeder. Toplumsal ilişkiler, gelenek ve görenekler, fazilet
dönemdeki gibi şeklî olarak İslami havası ve formunu korur; geriden bakıldığında
toplumun tepeden tırnağa İslami bir toplum olduğu anlaşılır. Hatta bu dönemde
kurumlardan bir çoğu yapısallaşma aşamasını yaşadığından bir önceki döneme göre
görünüşte daha üstün olduğu izlenimini doğurur. Yine bu dönemde belki ilk
dönemde bulunmayan veya bulunsa da sadece çekirdek halinde bulunan bazı bilim ve
sanat dalları gelişmesini sürdürür, belkide zirve noktasına ulaşmış olabilir.
Yine bu dönemde teknoloji ve bilimdeki ilerlemeler belli alanlarda daha da hız
kazanmış olabilir. Bilgi birikimi artmış, bazı noktalar aydınlanmış, daha önce
kurumsal hale gelmiyen bazı faaliyet alanları kurumsal hale gelmiş olabilir.
Aynı şekilde bu dönemde refah artışı devam eder, hatta lükse ve konfora imkân
verecek bir iktisadi ve ticari gelişme sözkonusu olabilir. Artık tüm faaliyetler
belli kurum ve ilkeler etrafında yapılmaya başlanır. Bürokratikleşmenin artması
ve yaygınlaşması fazilet ve dürüstlükten ziyade uzmanlığı önplana çıkarır. Yine
Weber’in ifadesiyle "kalpsiz makinalar" toplumu yönetmeye başlar. Bu aşamadan
sonra yönetici kesime Toynbee’nin ifadesiyle "Egemen Azınlık" hakim olur. Egemen
Azınlık, geniş ölçüde faziletten, şefkatten, adaletten ve hikmetten uzak,
otoriter, baskıcı, dayatmacı, lüks ve konfor içinde yaşayan, gelir ve servet
dağılımında sadece belli kesimleri kollayan, geniş kitlelerin sefalet ve
ızdırabına önem vermeyen bir yönetici kesimden oluşur. Irkçılık, imtiyazcılık,
adam kayırmacılık, kavim kayırmacılık bu kesimin temel politikaları olur.
Dayandığı kesimlerin lüks ve konfora dayalı yaşantısını garanti altına alabilmek
için köylünün, esnafın, tüccar ve sanayicinin malını ve servetini gasp, vergi,
ve baskı yoluyla ellerinden alır ve egemen kesime peşkeş çeker. Ekonomik olarak
bazı kesimlerin ve sektörlerin gelişmesi ve ilerlemesi devam etse de toplum
ekseriyetinin refah düzeyi giderek geriler ve kötüleşir. Vergi çeşidi ve
oranları aşırı ölçüde arttırıldığından üreticilerde daha fazla üretme şevk ve
gayreti azalır. Bilim tevhid-duyarlı niteliğini kaybederek çıkara, şöhrete,
şirke hizmet etmeye başlar. Sanat fazilet ve hikmeti uyaracak yerde şehvet ve
şöhreti kışkırtıcı niteliğe girer. Siyaset baskı, şiddet, şantaj, yalan ve çıkar
üzerine bina edilir.

Öncü Azınlık’ın yerini Egemen Azınlık’a terk etmesiyle toplum da
Egemen Azınlık’ın özlemleri doğrultusunda şekillenmeye başlar. Aslında bu
aşamada toplum tüm hareket ve dinamizmini kaybetmiş, statik bir toplum haline
gelmiştir. Bu aşamadaki toplum tam bir "dengeli toplum" niteliğini gösterir.
Belli bir dönem kendi ölçülerine göre ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal
alanlarda dengeye gelmişler, herhangi bir baskın ihtiyaçları kalmamış,
sıkıntıları asgari düzeye inmiştir. Bu açıdan değişmeye, yenilenmeye hiç mi hiç
ihtiyaçları yoktur; hatta, buna karşıdırlar da. O toplum için en ciddi kötülük
“değişme”dir. Çünkü, muhteşem bir geçmişe sahiptirler, o muhteşem geçmişi kuran
ataları kendilerine muhteşem töreler, gelenekler, kurumlar ve sistemler
bırakmıştır. O muhteşem kurumları, fikirleri, yaşayış tarzını bırakmak tek
kelimeyle "zübbelik"ten başka bir şey değildir.

Bu sürece Emeviler (bazı yönetimler müstesna) ve 17. yüzyıldan
sonra Osmanlı toplumu örnek olarak verilebilir. Sahabe ve Tabiin’in etkisi ve
belirleyici fonksiyonunun azalmasıyla Emeviler’de siyasi, ekonomik, kültürel ve
düşünce alanında tevhid-duyarlı olmayan gelişmeler yaşamıştır. Yönetimde ırkçı
ve kavmiyetçi politikalar, ekonomide sömürü ve haksız iktisaplar, kültürde
tevhid-dışı politikalar, bilimde marifet-dışı politikalar yavaş yavaş topluma
hakim olmuştur. Toprak mülkiyetinde tekelleşme eğilimleri, ticarette faiz ve
spekülasyon işlemleri, tüketimde lüks ve konfora dayanan yaşantı tarzları
toplumda yaygınlaşmaya başlamıştır. (Duri, 1987, s.40).

Benzer şekilde üretici üzerine tarh edilen vergiler de zaman
zaman yüksek oranlara ulaşmış, bu zulüm ünlü maliyeci İmam-ı Yusuf’un dikkatini
çekmişti. Zamanın sultanı Harun’er-Reşid’e verdiği bir raporda vergi oranlarının
yüksekliğinden, dikta rejiminin sakatlığından sözediyordu. Büyük müçtehid,
vergilerin yüksek olması durumunda üreticilerin üretme istek ve arzularını
kaybedeceğini, dolayısıyla toplam üretimin düşeceğini bu yolla da hazine
gelirlerinin azalacağını çok erken bir tarihte rapor ediyordu. Aynı şekilde
sulama altyapılarının (kanalların) önemli ölçüde işlemez durumda olduğu, büyük
nehir ve kanalların çiftçiler tarafından ıslah edilmesinin mümkün olmadığı, bunu
ancak devletin yapabileceğini ileri sürerek kanunun en önemli görevlerinden
birinin de su yollarının işler tutmak olduğunu ifade ediyordu.

Benzer şekilde bilim ve düşünce alanında da ciddi ölçülerde
tevhid-duyarlı ilkelerden uzaklaşılıyor, tevhid yerine tevhid-dışı düşünce ve
paradigmalar ikame ediliyordu. Felsefi alanda Farabi ve İbn-i Sina gibi
feylesoflar Aristo metafiziğini ve kozmolojisini İslami kılık altında İslam
dünyasına taşıyor, tevhidî düşünceyi belli ölçüde zedeliyorlardı. Keza kelamî
alanda Mutezile ekolü aklı önplana alarak kitabî çizgiden geniş ölçüde
sapıyordu. Bu gelişmelere paralel şekilde sivil ve askeri bürokrasi baskı,
zulüm, gasp, konfor ve lüks hastalıklarına yakalanıyordu.

İslam dünyasındaki Egemen Azınlık’taki lüks tutkusu, zulüm,
dayatma, İslamın ruhundan uzaklaşma eğilimi, toprakta ve servette yığışma
toplumsal huzurun bozulması, dolayısıyla huzur ve fazilet toplumunun yavaş yavaş
şiddet ve zulüm toplumu olmaya doğru evrilmesine zemin hazırlamıştır. Nitekim
sözkonusu gelişmelere paralel olarak İslam toplumlarında da sosyal huzursuzluk
çok geçmeden uç vermeye başlamıştır. İslam toplumları bu dönemden sonra sık sık
ayaklanma ve isyanlarla çalkalanmıştır. Şuttar ve Ayyarun ayaklanmaları, Zenci
Ayaklanması, İsmailîlik ve Karmatilik ayaklanmaları etkisi derin ve yaygın olan
ayaklanmalardı

Kısmî bunalım çağından kısmî çöküntü çağına

İslam toplumlarında çöküntü sürecinin şöyle işlediği görülür:
Öncü Azınlık’ın toplumu belirlemedeki etkisinin iyice azalıp toplum
tevhid-duyarlı anlayış ve düşünceden uzaklaşarak ciddi bir karmaşa ve anarşi
içine yuvarlandığı ortamda ruhunun derinliğinde "nifak", imansızlık,
iffetsizlik, zulüm, ve "bozgunculuk" tohumları taşıyan bir kısım kişi ve
topluluklar anti-tevhid bir zeminde buluşarak toplum fertlerine gizliden gizliye
tevhid-dışı fikir ve düşünceler empoze etmeye başlarlar. Bozguncu kadro sadece
basit ve geçici bir heves ve amaç peşinde değil, tersine son derece etkili ve
kalıcı düşünce ve sistemlerin sahibidirler. Bu kadro fikir ve düşüncelerine çok
samimi olarak bağlı hatta yeni fikirlerinin adeta "sevdalıları"dırlar.
Birbiriyle irtibatları, birbiriyle yardımlaşma ve dayanışmaları en yüksek
düzeydedir. Bu kesim son derece dinamik ve son derece fedakârdır. Toplumun genel
dizayn ve teşkilatlanması İslami bir formda olsa da zihin ve düşünce dinamizmini
kaybettiği için içten içe kurumaktadır. Bu defa yeni düşünce ve fikirleri
bozguncu kadro üretmektir. Her yenide bir farklılık ve cazibe olduğundan yeni
üretilen fikirler eski fikir ve düşüncelerden daha etkileyici olur. Toplumun
büyük bir kesimi ilk dönemlerde henüz yeni fikirlerle ünsiyet kuramadığından
gerçi bu fikirler "marjinal" kalarak sosyal hayatta dışlanır, hatta baskı altına
alınır. Bununla birlikte bu düşünce ve eğilimlerin toplum katlarında artış ve
yayılış trendi çok yüksek olur. Toplumun geneli tarafından gayr-i meşru olarak
nitelenen bu fikirler zamanla bazı düşünen kesim tarafından da benimsenip
savunulduğundan topluma yavaş yavaş intikal eder. Yayılış hızının yüksek
olmasından belli bir süre sonra yeni düşünceler de toplum tarafından kabul
edilip, kurumlaşarak resmîleşme eğilimine girer. Ancak, eski düşünce ve kurumlar
da varlığını sürdürdüğünden toplumda ciddi bir eski-yeni çatışması yaşanmaya,
dolayısıyla toplumsal homojenlik geniş ölçüde bozulma sürecine girer. Bir
tarafta toplumun çok büyük bir ekseriyetini teşkil eden muhafazkârlar, diğer
tarafta yeni düşünceyi savunan değişimci ve devrimci dinamik kesim. Bu iki kanat
birbirlerini anlamadan, herhangi bir diyalog zemini aramadan çatışmalarını
sürdürürken toplumların en ciddi dönemleri olan "Çatışma ve Bunalım Dönemi"
yoğunlaşır ve hayata hakim olmaya başlar.

Sonunda toplumsal mekanizmaları ele geçirerek devrimci kesim
Egemen Azınlık konumuna yükselir. Bunların belirlediği ve uygulamaya koyduğu
sosyo-ekonomik politikalar imansızlık, iffetsizlik, zulüm, talan, israf,
ırkçılık, ayrımcılık… gibi ilkelere dayanır. Toplum fertleriyle istişare etme,
onların görüş ve eğilimlerine değer verme, toplumsal normları dikkate alarak
politikaları onlara paralel belirlemeye çalışma gibi yaklaşımlar tarihe karışır.

Egemen Azınlık için herhangi bir sınırlama, sosyal norm, gelenek
sözkonusu değildir.

Ekonomik hayat talan ve yağmaya dayanmaktadır. Çeşitli yollarla
gelirin bir kısmı fakir kesimden alınmakta zengin kesime verilmektedir. Toplumun
servetinin önemli bir bölümü ise, yabancı zenginlere transfer edilmektedir.

Siyasi hayat, yalan, şantaj ve iftira üzerine kurulmuştur.
Ayrıca zulüm, işkence, baskı, sürgün ve zindan siyasi hayatın olağan
unsurlarıdır. Sistemin, kitlelere gülümseyen hiç bir yönü yoktur.

İlk İslam toplumlarında kısmî-çöküntüye en güzel örnek,
Abbasilerden başlayarak müslümanların siyasal ve kültürel olarak paramparça
olmalarıdır. Sahabe ve Tabiin kadrolarının fiziki olarak ortadan kalkması ve
onların yerini ikame edebilecek dinamik kadroların yetişmemesi toplumun hedefsiz
ve amaçsız kalmasına neden olmuş, dolayısıyla toplum giderek doğru yoldan
sapmıştır.

İslam toplumlarının ilk çöküntü dönemlerinde yönetimin dayatması
daha fazla mezhebî alanda olmuştur. Mesela Fatımî yönetim Şii mezhebine mensup
olduğu için Sünnî toplumu sürekli olarak baskı altına almış, onların kültür ve
dini yaşantılarını değiştirmeye çalışmıştır. Aynı şekilde Mu’tezile yaklaşımını
benimseyen yönetimler muhaliflerine şiddetli işkence uygulamış, toplumu tepeden
tırnağa Mu’tezile fikirleri etrafında dizayn etmeye çalışmıştır. Şiilik,
Haricilik, Mutezilelik… gibi radikal mezhep mensuplarının şiddete ve
asimilasyona dayalı politikaları İslam dünyasının bölündükçe bölünmesine zemin
hazırlamıştır. Tarih kitaplarındaki sözde ilk dönem İslam devletlerinin
sıralanışı bile insana ürküntü verici niteliktedir: Emeviler, Abbasiler,
Fatimiler, Büveyhoğulları, Ağleboğulları, Endülüs Emevi Devleti, İdrisiler,
Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Tahiriler, Saffariler, Taberistan
Hanedanlığı, Şeddadiler, Yezidiler… Siyasal ve kültürel parçalanma İslam
toplumlarının can ve mal güvenliğinin ortadan kalkmasına, her tarafta müslüman
kanının oluk oluk akmasına neden olmuştur. Haçlıların Kudüs’ü ele geçirerek 70
bin müslümanı katletmeleri İslam toplumlarının hangi düzeyde bir çöküntünün
içinde bulunduklarına açık bir delili olarak zikredilebilir. Daha sonraki
dönemde Moğolların baştan başa İslam ülkelerini işgal edip tahrip etmesi de aynı
çöküntünün başka bir tezahürü sayılabilir. İslam toplumlarının gerek birbiriyle
çatışmaları sonucu oluşan anarşi ve kaos, gerek Haçlı Seferlerinin doğurduğu
yıkım, gerekse Moğol işgalinin neden olduğu çöküntü müslüman bireyin moral ve
manevi duygularını geniş ölçüde tahrip etmiştir. Bu çağlarda müslümanlar
sefalet, rezalet ve esaret içine sürüklenmiştir. Onurunu, umudunu ve kendine
güvenini geniş ölçüde kaybetmiştir. İslamın izzeti korunamamıştır. Bu dönemden
sonraki dönemlerde yaşanan diriliş süreçleri bu dönemin tersine, onur, İzzet-i
İslamiye, fütûhat alanlarında gerçekleşecektir.

Kısmî çöküntü çağından kısmî fazilet çağına

İslam toplumlarında hayatın tüm cephelerinde çöküntünün dibe
vurduğu safhada yeni bir diriliş meşalesi yakılır. Bu süreci şöyle
özetleyebiliriz: Hatırlanacağı gibi, Risalet’in söz konusu olduğu dönemde çağa
damgasını vuran Öncü Azınlık kurumu Sahabe çevresi idi. Ancak risalet süreli ve
sınırlıdır. Yeniden peygamber gelmeyecektir. Bu süreçte ise peygamberî misyonu
İslam uleması içinden gelen Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Bu
aşamada Öncü Azınlık unsurunu Tecdid Çevresi diyebileceğimiz kadrolar oluşturur.
Doğal olarak, Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Doğal olarak
bunların inşa ettiği medeniyet veya çağ Sahabe Çevresi’nin inşa ettiği medeniyet
ve çağ kalitesinde olmayacaktır. Bundan dolayı bunların inşa ettiği çağa "Kısmî
Fazilet Çağı" adını veriyoruz. Tarihteki somut gelişmelere geçmeden önce
Bediüzzaman’ın Müceddid ve fonksiyonu ile ilgili yaklaşımını kısaca inceleyelim:
Bediüzzaman “Her yüz senede Cenab-ı Hak dini tecdid eden birini gönderir”
(el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522) Hadis-i Şerifine dayanarak ümmetin çöküntüye
girdiği dönemlerde Nebevi misyonu üstlenecek büyük müceddidleri gönderdiğini ve
onların kadroları yoluyla ümmeti çöküntüden kurtardığını anlatır:

"Cenab-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin
ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih
veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i
ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale
edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (A.S.M) muhafaza etmiş.”

“Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı
zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim,
hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o
zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak bir dakika zarfında
beyne’s-semâ ve’1-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede
denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin
numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî
ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette
yapacaktır." (Nursi, 1994, s.559)

Ancak çöküntüden fazilet dönemine uzanan tecdid süreci kısa
dönemli değil, aksine uzun çağları kapsayan ve içinde yeni bir uygarlığı
barındıran uzun dönemli bir hareket olduğundan tek bir müceddidle değil,
birbiriyle dikey ve yatay entegrasyona girmiş birden fazla müceddid ve
kadrolarıyla gerçekleştirilebilir. Zaten tek bir müceddidin ne ömrü ne kadrosu
ne de kapasitesi böyle bir uygarlığı inşa etmeye yeterli gelemez. Aynı olaya
Bediüzzaman da parmak basar:

"Bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat
için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer
müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında
tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve
siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü derecede
kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî
hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı ammede, hayatperest insanların
nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı
içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli
göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar,mânâ veri-yorlar.”

"Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda
bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil
görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini
temsil eden Hazreti Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima
edebilir." (Nursi, 1994, s.1641)

Zulmün, talanın, şehvetin, dinsizlik ve inkâr-ı uluhiyyetin
yoğunlaştığı ve hayatın her tarafında yaygınlaştığı safhada buna tepkinin iki
şekilde doğduğunu görüyoruz. Biri pasif tepki diyebileceğimiz "öz savunma"dır.
Yani, sağlam ve asil ailelerin, köy cemaatlerinin hiç olmazsa çocuklarını bu
felaketten korumak amacıyla gösterdiği tepkidir. Bu genellikle, kimseye
hissettirmeden, hiç beklenmedik mekanlarda kültürün bazı önemli unsurlarının
yeni nesle gizli gizli aktarılmasıdır. Veya, çok gizli bir teşkilat bünyesinde
sınırlı sayıda bir topluluğun yine umulmadık, yönetimin şüphesini çekmeyecek
mekanlarda toplantılar ve sohbetler yoluyla mevcut imanı koruma şeklindedir. Bu
tip hareketler, genellikle toplum fertlerinin kendi kendini koruma faaliyeti
olarak değerlendirilebilir. İkinci önemli tepki ise, çok sağlam, güçlü ve hedefi
yüzyılları kapsayan, çok büyük dönüşümleri öngören bir harekettir. Hayatın
iğrenç ve leşliğini göre göre, onun etkisini bütün benliğinde hissede hissede
yetişen, fakat ruhunun derinliklerinde "fazilet", "adalet", "marifet", "iffet"
"şevk", "hamiyet" ve "hikmet" bulunan bir "öncü azınlık" çok yüksek bir
dinamizmle, inanılmayacak boyutta bir fedakârlıkla, akıl almaz düzeyde bir
davaya bağlılık şuuruyla toplumu sefalet, rezalet, sefahet ve imansızlık
hastalığından kurtarmak üzere seferber olmaları, gizliden gizliye toplumla
buluşmaya çalışmaları şeklinde ortaya çıkar. Burada hemen şunu vurgulamak
gerekir: Büyük medeniyetlerin temelini atabilecek büyük kabiliyet ve istidatlar
ancak böyle ortamlarda ortaya çıkabilir. Yüksek düzeyde fedakârlık, davaya
bağlılık, samimiyet, inanç, düşünce, tefekkür, faaliyet, ancak hayatın tüm
yönlerinin kokuştuğu, leşleştiği, iğrençleştiği ortamlarda inkişaf edebilir.
Çünkü bu ortamda, bu kabiliyetler leş hayatın iğrençliğini yaşamakta, onun
sonuçlarından geniş ölçüde etkilenmekte, bütün yönlerini net bir şekilde
görmekte ve hissetmektedirler. Kitaplardan okunma bilgiler veya anadan babadan
duyma malumatlardan değil, bizzat tüm duygularıyla olayın içinde
bulunmaktadırlar. Bu düşünceyi savunan, temsil edenlerin propagandalarına karşı
kanma veya şüpheye düşme durumları tamamen ortadan kalkmakta; onların tüm
sistemlerini akılları, kalpleri, mantıkları, ruhları, hayalleri ve tüm
duygularıyla reddederek kendi "iyi"lerine ulaşmaktalar. Belki kendi adlarından
şüphelenebilirler ama, bozguncuların dayattığı hayatın iğrençliğinden kesinlikle
şüphelenmezler. Bu azınlık kendilerini bu davaya öyle adarlar ki, onların
gözünde ne dünya makamı, hatta ne de cennet tutkusu bile yoktur. Dünya
zevklerinden en meşrûları bile onların bilmediği şeylerdir. Aralarında
görülmemiş bir kardeşlik ve yardımlaşma vardır. Sadece davada değil, aynı
zamanda tüm duygu ve düşüncede de bütünleşmişlerdir. Neslin, bozguncuların
cenderesinden kurtarılması, toplumun ayaklar altından alınarak yüksek ve onurlu
bir düzeye çıkartılması ve en önemlisi İslamın izzetinin maksimum düzeyde
gerçekleştirilmesi onlar için mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir özlemdir.
Bu özlemin şiddeti o derece yüksektir ki, onun dışında gözleri hiç bir şeyi
görmez. Bunlar: "Kur’anımız yer yüzünde cemaatsız kalırsa cenneti de istemem,
orası da bana zindan olur." diyecek kadar neslin kurtuluşunun ve İ’la-i
Kelimetullah’ın sevdalıları. "Tecdid Çevresi" dediğimiz bu kadroda aynı zamanda
engin bir şefkat ve muhabbet vardır. Aşağıda somut örneklerini göreceğimiz gibi
bunların sahip olduğu şefkat ve muhabbet sadece yakın çevrelerine değil aynı
zamanda başta müslümanlar olarak tüm masum insanlaradır. Şefkat ve muhabbetleri
yine sadece lafta değil, aynı zamanda pratik hayattadır da. Geliştirdikleri
kurumlarla zayıf, güçsüz, fakir, çaresiz ve hastalara karşılıksız yardımda
bulunur ve onların kalplerini kazanırlar. Aynı zamanda bunlar avare ve boş gezen
miskin takımından değil, aksine dünyayı imar ve inşa etmek için çalışma, şevk ve
hamiyetiyle dolu olan insanlardır. Keza bunlar "mevcutla yetinme" himmetsizliği
ve hamiyetsizliğinden arınmış, son derece ileri ve yüksek hedef ve vizyonların
sahibidirler. Amaçları çağları ölçeğinde dünyada "süper" olmaktır. İşte bu
yüksek dereceli özlem selinin önünde uzun dönemde durabilecek hiçbir set yoktur.

Çöküntü’den Kısmî Fazilet’e giden süreci şöyle tahmin
edebiliriz: Yüksek düzeyde özlem yüklü olan bu azınlık, sefalet, onursuzluk,
zulüm, şehvet, talan, inkâr-ı uluhiyyet setinin tabanını çalışma ve
faaliyetleriyle yavaş yavaş aşındırmaya başlar. Doğal olarak bozguncu dediğimiz
kesim farklı nitelikte kadrolar olabilir. Yabancı işgal güçleri olabileceği
gibi, yabancı güçlerin adi bir misyoneri şeklinde düşünen ve yöneten yerliler de
olabilir. Önemli olan niyet ve icraatlarıdır. Şefkat, adalet, iffet, hürriyet,
iman ve çalışma şevk ve hamiyetine dayanmayan icraatlar bozguncu icraatlardır.
Tevhid ve vahyin şekillendirdiği fıtratları tahrip eden her türlü düşünce,
yaklaşım ve politika bozgunculara aittir.

Yüksek özlem düzeyine bağlı olarak geliştirilen ve son derece
itina ile korunan kurumlar, kısa zamanda egemen kesimin kokuşmuş kurumları
karşısından yüksek bir performans göstereceğinden toplum geniş ölçüde bu
kurumlara rağbet etmeye; bu kurumların etrafında teşkilatlanmaya başlarlar.
Hatta, egemen kesimin bir kısım şahsiyetleri bu kurumları ve bu kesimin
ideallerini savunmaya başlarlar. Artık yenilikçilerin gerekli kadroları
yetiştiğinden egemen kesimin sosyo-ekonomik düzenine açıktan ve yüksek perdeden
eleştiriler yöneltmeye, sistemin temellerini sarsmaya başlarlar. Bu aşamada
egemen kesim, büyük bir telaşa kapılarak elindeki "zinde güçleri" harekete
geçirip, yenilikçilerin üzerine çullanmaya çalışır. Ancak, savunduğu ilke ve
ideallerin elle tutulur tarafı kalmadığından; kendisiyle beraber hareket eden
kadroların toplum nazarında talancı, soyguncu, bozguncu ve ahlak yoksunu olarak
kabul edildiğinden, egemen kesimin saldırgan tutumu kamuoyunda nefretle
karşılanır; toplum kurumları korumak için gözünü budaktan esirgemez bir duruma
çıkar. Yenilikçiler ise, dev adımlarla yürümeye devam ederler. Etkinlikleri
sadece ülke içiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda dünyanın önemli bir bölümünde
teşkilatlanma hareketine başlarlar. Belli bir noktadan sonra, ümmet,
yenilikçilerin arkasında yerini alır ve emirlerine amade olur. Yenilikçiler,
yine sadece kendi vatandaşlarının değil, aynı zamanda tüm dünya müslümanlarının,
hatta dünyadaki tüm mazlum milletlerin dertleriyle yakından ilgilenmeye çalışır.
Öte yandan geliştirdiği yeni paradigmayla bilimde, teknolojide, kültürde yeni ve
orjinal, alternatif dünya görüşü sunarlar. Bu kesim din ve ırk farkı sözkonusu
olmadan büyük bir taraftar toplar. Son derece dinamik bir yapıda olan
sosyo-ekonomik kurumlar bu paradigma içinde çalışmaya başlarlar. Arka arkaya
yeni ve orjinal buluşlar; dünyanın genel problemlerinin çözümü için mantıklı ve
tutarlı öneri paketleri üretmeye başlarlar. Toplumun önemli bir kesimi ise,
yenilikçilerin arkasında yep yeni bir hayat tarzı yaşamaya başlarlar. Egemen
kesim ise hâlâ direnmeye, kendilerinin ilerici, bunların gerici olduğunu
tekrarlamaya devam eder ve fırsat buldukça zinde güçleri üzerlerine salmaya
çalışır. Ancak, toplumsal mekanizmaların çok büyük bölümünün bu kesimin
kontrolüne geçmesi, onları çaresiz ve güçsüz bırakır. Siyasi iktidarı ellerinde
tutmaya devam etseler de toplum vicdanında mahkum olduklarından tüm çabaları
boşa çıkar; ve giderek yalnızlığa ve izolasyona itilirler. Çıkış, davranış ve
tavırları kitlelerin yoğun tepki ve öfkesini çektiğinden basit bir operasyonla
yer altına çekilmek zorunda kalırlar. Yenilikçilerin nihai hedefleri henüz
gerçekleşmemiştir. Nihai hedef, İ’la-i Kelimetullah’tır. Ancak, engellerden bir
engel kalmıştır. Şimdi sıra, toplumu tepeden tırnağa İ’la-i Kelimetullah
istikametinde dizayn et-meye ve seferber etmeye gelmiştir. Başta dünya
müslümanları, daha sonra da diğer toplumlar adalete, hakka, iktisada, insanca
muameleye kavuşturulmalıdır.Yeni dünya görüşünün öngördüğü ilkeler dünya
ölçeğinde hayata geçirilmelidir. Bunun için ekonomide, sanatta, kültürde, bilim
ve teknolojide süper olmak gerekmektedir. Yenilikçiler bu amaca ulaşmak için
bütün sektörleri bu amaca yönelik seferber eder. Dünya ölçeğinde söz sahibi
olmaya duyulan özlem bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu ideal doğrultusunda
gerekli enerji ve kaynağın elde edilebilmesi için bütün ümmetin ve ümmete yakın
toplumların tüm beşerî ve doğal kaynakları maksimum düzeyde değerlendirilerek
seferber edilir. Özlemin yöneldiği istikamette yeni yeni ve orjinal kurumlar
teşekkül eder ve hemen ümmet ekseninde süratle yaygınlaşır. Artık, iman,
iktisat, adalet, sanat, bilim ve teknolojide yeni medeniyetin yapısı
şekillenmeye başlamıştır. Toplumda büyük bir coşku, sonsuz bir heyecan vardır.
Eskiyi hatırlatan her hareket, fikir ve eğilime tahammülü yoktur. Bundan dolayı
eski tüfeklere karşı bir toplumsal baskı sözkonusu olmakta; onlar toplum dışına
itilmektedir.

Öncü azınlık sonunda, içinde bilimi, sanatı, düşüncesi ve
teknolojisi olan bağımsız bir uygarlık inşa eder. Tecdid Çevresi’ni oluşturan
öncü azınlıklara burada Horasan Erenleri örneği verilecek, diğerleri başka
çalışmalarda incelenecektir.

Kısmî fazilet çağı örneği: osmanlı toplumu (14-16.yy)

Tarihte büyük ölçekli ikinci İslam medeniyetini Osmanlılar
kurmuşlardır. Bu medeniyetin en bariz özelliği İzzet-i İslam’ı en kâmil anlamda
sağlamasıdır. Çağının ölçeğinde bilimde, ekonomide, güzel sanatlarda, askeri
alanda yüksek bir medeniyet inşa etmişlerdir. Özellikle İslamın izzetini korumak
ve müslümanların can ve mal güvenliğini, namus ve şerefini koruyup, en yüksek
düzeyde savunmak bakımından Osmanlı medeniyeti son derece parlak ve şanlı bir
medeniyettir. Bilindiği gibi "Osmanlı Medeniyet Kuşağı" diyebileceğimiz coğrafî
ve beşerî alan son derece geniş ve bereketli bir alandı. Yerkürenin tam
merkezinde yirmi milyon kilometrekare civarında bir coğrafya parçası ve çağının
şartlarına göre yoğun bir nüfus varlığı Osmanlı medeniyeti bünyesi içindeydi.
Avrupa’da Viyana kapılarından Afrika’da Orta Afrikaya, Yemen’e, Kuzeyde
Kafkaslar’a kadar uzanan muazzam bir toprak parçası. Bu coğrafya içinde yüzlerce
etnik unsur, lisan, din, mezhep, kültür kaynaşmakta idi. Osmanlı medeniyeti bu
son derece heterojen unsurları kendi kalıbı içinde eritmiş ve kendine özgü bir
"Osmanlı Kültür Kuşağı" oluşturmuştu. Osmanlı, müslümanların yeniden dirilişini
temsil ediyordu.

Burada bizim için önemli bir can alıcı soru soralım; Küçük bir
uç beyliği nasıl oldu da yirmi milyon kilometrekare coğrafya parçasına sahip
olabildi? Sınırlı bir insan gücü nasıl büyük devletleri ve orduları dize
getirdi, egemenliği altına aldı? Oldukça kısa sayılabilecek bir zaman dilimi
içinde sınırlarını akıl almaz şekilde genişletti? Daha da önemlisi üçyüz atlıdan
ibaret olduğu iddia edilen bir göçebe topluluk nasıl oldu da dünya çapında
etkin, rasyonel, bilimsel, sosyal, siyasi, ekonomik, mali, askerî müesseseler
kurabildi?. Bunları asırlarca yozlaşmadan ayakta tutabildi?. Ömer L. Barkan
Hocanın ifadesiyle: " Selçuk-Bizans hududlarında yaşayan bir uç beyliğinin,
diğer emsalinin mazhar olmadığı bir talihe, pek kısa bir zaman içinde tarihin
seyrini asırlarca değiştirecek kuvvetli bir imparatorluk haline gelivermesi
hadisesi…" sadece padişahların "dirayet ve şecaatine" verilerek anlatılamaz.
Aynı şekilde sadece İlahi Lütuf ve İnayet’e dayanarak anlatmak da "Sünnetullah"a
aykırıdır. O zaman bu olayın geri-planında başka dinamikleri aramak gerekir. Bir
kere o günün insanında en azından Öncü Azınlık’ında cihanşumûl bir mefkûrenin
olup olmadığı, varsa bu mefkûrenin gelişmesinde ve insanların düşünce
dünyalarında yapısallaşmasında, belki bir özlem halinde kurumsallaşmasında
belirleyici olan sosyal, siyasal, psikolojik, beşerî ve dini faktörler nelerdi,
ve nasıl ortaya çıkmışlardı? Bu soruların birer birer cevaplanması, çeşitli
cepheleriyle incelenmesi gerekir. Doğal olarak burada esas olarak incelenmsi
gereken unsur inşa edici faktör olarak bireyin sosyo-pskolojik yönlerinin
incelenmesidir. Bu konudaki sorulması gereken soru gayet basittir: iletişim
imkânlarının henüz gelişmediği bir çağda Bilecik’te, Bursa’da, İstanbul’da,
Edirne’de yaşayan sıradan bir insanı Üsküp, Varna, Bosna, Viyana önlerine
sürükleyen içsel enerji nasıl ve hangi santrallarda üretilmişti? Balkanların
bitmez tükenmez orman ve bataklıkları ve Afrika ve Orta Doğu’nun dayanılmaz
çöllleriyle yıllarca boğuşmayı göze aldıran "kışkırtılmış özlem" neyeydi ve
nasıl doğmuştu? Bütün bu soruları cevaplamak için burada önereceğimiz tez yine
"Çevresel Tasallut" ve "Tecdid Hareketi" ve "Öncü Azınlık" kurumu olacaktır.

Osmanlının kuruluşunda bir öncü azınlık: horasan erenleri

Yukarıda sorduğumuz sorunun cevabı yine bir Öncü Azınlık
olgusunda yatar. Tarihin derinliklerini araştırdığımızda da bu kadronun tarihe
Horasan Erenleri adıyla geçen "dervişan hareketi" olduğunu görürüz. Horasan
Erenleri; Gazali-Ahmed Yesevi-Şeyh Edebali üçlüsünün dikey tamlaşması sonucu
ortaya çıkan bir tecdid hareketinin uzantısı idi. Gazali, özellikle felsefe ve
Mu’tezile kelamından kaynaklanan tevhid-dışı düşüncenin müslüman bireyde meydana
getirdiği manevi ve imanî yıkımı çok yüksek bir mantık ve kelam gücüyle önlemiş,
müslümanların iman ve ihlasını tamir ve ıslah etmiş, yani geniş ölçüde "iman
kurtarma" misyonunu ifa etmiştir. Ahmet Yesevi ise Gazalinin bıraktığı yerden
hareketle tasavvuf yoluyla geleceğin yeni dünyası ve medeniyetini inşa edecek
Öncü Azınlık’ı yetiştirmiştir. Burada Ahmed Yesevi ve yetiştirdiği kadrosu
üzerinde kısaca duralım

Ahmed yesevi ve müridânı

Ahmed Yesevi, bugün Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu
sancağına bağlı ve Aksu’nun 176 km Kuzey Doğusunda bulunana Sayram sancağında
doğdu. Sayram, tarım ırmağına bağlı Şahyar nehrine dökülen Karasu’nun üzerinde
küçük bir kasabadır. Ahmed Yesevi’nin hangi tarihte doğduğu kesin olarak
bilinmemekle beraber bunun 12. asrın ortalarına rastladığını tahmin edebiliriz
(Köprülü, 1993, s.62). Yesevi’nin babası Şeyh İbrahim, Sayram’ın en ünlü
şeyhlerindendi; halifelerinden Musa şeyhin kızı Ayşe Hatun’u almış ve bundan
Gevher-Şehnaz adlı bir kızla ondan yaşca daha küçük olan Ahmed dünyaya gelmişti.

Ahmed Yesevi’nin daha küçük yaşta iken Yesi’ye geldiği ve oraya
yerleştiği tahmin edilmektedir. Gerek Yesevi lakabını alması, gerekse Arslan
Baba’nın onunla Yesi’de buluşması hakkındaki genel rivayet bu tahmini
güçlendiriyor. Bugünkü adıyla Türkistan olan Yesi, Oğuz Han’ın hükümet merkezi
olması dolayısıyla önemli bir kültür ve siyaset kenti idi. Özellikle Ahmed
Yesevi’nin bu kente izafetle Yesevi lakabını alması Türk alemindeki tarihi
önemini bir kat daha arttırmıştır. Yesi’ye gelen şeyhimiz ünlü Türk şeyhi Arslan
Baba’nın teveccüh ve iltifatına mazhar olmuştur. Daha sonra Buhara’ya geçerek
tahsilini bu bilim ve sanat kentinde devam ettirmiştir.

12. asırda Buhara şehri Karahanlıların siyasi hakimiyeti altında
bulunuyordu. Bununla beraber, Samaniler devrindeki siyasi önemini kaybetmiş olan
şehir İslam biliminin Maveraünnehir de en büyük merkezi durumundaydı. Buhara
medreseleri İslam aleminin ve özellikle Türkistan’ın her tarafından gelen
talebelerle dolu idi. Şehirde Al-i Burhan ünvanı altında anlatılan ve bütün
fertlerine Sadr-ı Cihan lakabı verilen Hanefi mezhebinde, alim ve çok zengin bir
aile hüküm sürüyordu. Ailenin kurucusu olan Burhan-ü’l Millet Ve’ddin Abdülaziz
b. Ömer Numan-ı Sani lakabıyla tanınmış olup aşağı yukarı 11.asrın ikinci
yarısından 12.asrın ilk yıllarına kadar yaşamıştı. Karahanlılara bağlı olmakla
beraber adeta müstakil bir hükümdar gibi yaşayan bu Sadr’dan sonra oğlu
Hüsameddin Ömer yerine geçti ve Karahitaylar tarafından öldürülünceye kadar
Buhara hakimiyetini elinde tuttu. Hanefi mezhebi alimlerinden olan bu ailenin
maiyetlerinde 600 bin fakih tahsil görüyordu. Ahmed Yesevi böyle bir zamanda
böyle bir çevrede yetişti. Ahmed Yesevi, devrin en büyük alim ve
mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedani’ye intisab ederek manevi şahsiyetini
geliştirdi (Köprülü, 1993, s.65). Hoca Yusuf Hemedani fıkıh ve hadis ilimlerinde
son derece yüksek ihtisas sahibi idi. Özellikle Hanefi Mezhebi’nin kurucusu
İmam-ı Azam’a son derece saygılı ve bağlı idi. Önceleri sadece ilimle uğraşırken
zamanla tasavvufa da girmiş ve ünlü Şeyh Ebu Ali Farmedi’den el almıştır.
1121-1122 yıllarında Bağdat’a gelerek Nizamiye Medreselerinde her taraftan koşup
gelen çok seçkin topluluklarla uzun müzakereler ve tartışmalar yapmıştır
(Köprülü, 1993, s.66).

Ahmed Yesevî hakkında gerek kendisi tarafından, gerekse daha
sonra teşekkül eden tarikat kadroları tarafından anlatılan çok sayıda menkıbe
vardır. Biz burada sadece ilginç iki menkıbeyi zikredelim: Arslan Baba, Ashabın
en ileri gelenlerindendi. Meşhur bir rivayete göre 400 sene, başka bir rivayete
göre de 700 sene yaşamıştı. Onun Türkistan’a gelerek Hoca Ahmed’i irşada memur
olması bir manevi işarete dayanıyordu. Hz. Peygamberin savaşlarından birinde
Ashab-ı Kiram aç kalarak Peygamberin huzuruna geldiler, biraz yiyecek istirham
ettiler. Hz. Peygamberin duası üzerine Hz. Cibril cennetten bir tabak hurma
getirdi, fakat o hurmalardan bir tanesi yere düştü. Hz. Cibril dedi ki; bu hurma
sizin ümmetinizden Ahmed Yesevi adlı birinin kısmetidir. Hz. Peygamber ashabına
içlerinden birinin bu görevi üzerine almasını teklif etti. Ashabtan hiçbiri
cevap vermedi. Sadece Arslan Baba bu görevi üzerine alabileceğini söyledi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, o hurma danesini eliyle Arslan Baba’nın ağzına attı ve
mübarek tükrüklerinden de ihsan etti. Hemen hurma üzerinde bir perde zahir oldu
ve Hz. Peygamber Arslan Baba’ya Sultan Ahmed Yesevi’yi nasıl bulacağını tarif
ederek onun terbiyesi ile meşgul olmasını emretti. Bunun üzerine Arslan Baba
Yesi’ye geldi ve üzerine aldığı görevi yerin getirdikten sonra ertesi yıl vefat
etti (Köprülü, 1993, s.29).

Diğer bir menkıbe Sarı Saltık Menkıbesi olarak kaynaklara geçen
menkıbedir. Özellikle Ahmed Yesevi hazretlerinin cihan devleti kurmaya yönelik
mefkûresine ilginç bir delil olma açısından önemlidir.

Türkistan’ın büyük piri Ahmed Yesevi’nin Diyar-ı Rum’a gelen
Türkleri unutmayarak onlara daima yardımcılar gönderdiği hakkında çok sayıda
işaret mevcuttur. Batı Türkleri arasında eskiden beri çok meşhur olan Sarı
Saltık Menkıbesi bu konuda çok anlamlıdır: Evliya Çelebi’nin anlattığına göre
Ahmed Yesevi Hacı Bektaş’tan sonra Sarı Saltık lakabıyla tanınan Muhammed
Buhari’yi Horasan Erenlerinden 700 kişi ile Diyar-ı Ruma gönderir ve meşhur
tahta kılıncını Sarı Saltık’ın beline kuşatarak şu nasihatı verir: "Saltık
Muhammedim! Bektaşım seni Rum’a göndersin. Leh diyarında dalalet-ayin olan Sarı
Saltık Suretine girip ol melunu bir tahta kılınçla katleyle. Makedonya
Dobruca’da yedi krallık yerde nam ve şan sahibi ol!". Sarı Saltık Rum diyarına
gelince Hacı Bektaş Veli şeyhinin emrini yerine getirerek onu Dobruca’ya
gönderir. Bu da oralara giderek bir çok kerametler gösterir, bir çok yerler zapt
ve ahalisini müslüman eder (Köprülü, 1993, s.54).

Menkıbelerden de anlaşılacağı gibi başta Ahmed Yesevi olmak
üzere o çağdaki tüm yetişmiş insanlar şanlı bir cihan devletine derin bir özlem
içindedirler. İleri düzeyde bir vizyonla da bu devletin ancak Osmanlı
topraklarında olabileceği beklentisindedirler. Bu amaçla başta Horasan tarafı
olmak üzere Türk-İslam dünyasının her tarafından akın akın insanlar Osmanlı
topraklarına akmaktadır.

İslam dünyasının her tarafından kopup gelen kitleleri hem bir
savaşçı hem de bir derviş olarak (Alp-Eren) organize edip "sınır boyu cihadı"na
süren manevi kahraman ise Şeyh Edebali ve müridânı olmuştur. O çağın Öncü
Azınlık’ı ise Horasan Erenleri kadrolarıdır. Şimdi burada Horasan Erenleri’nin
nitelikleri üzerinde kısaca duralım.

Horosan erenleri’nin genel nitelikleri

İmar ve inşa şevki

Horasan Erenleri sadece spekülas-yonlarla ilgilenen tufeyli ve
parazit unsurlar değil, tersine alınteri ve el emeğiyle ülke topraklarını
"şenlendirmek" ve ihya etmek için çırpınan üretici ve atak kişilerdi. "…hali,
boş ve tenha yerlerde boş topraklar üzerinde bu Orta Asyalı muhacirler
tarafından kurulan bir nevi Türk manastırları olan Zaviyelerle yeni bir
memlekete gelip yerleşen kolonizatör Türk dervişleridir. Bu dervişler, muhacerat
akınını sevk ve idare etmiş müteşebbis kafile reisleri, fetihlerin öncüsü olmuş
kolonlar, gelip yerleştikleri yerlerde hanedan tesis etmiş soy ve mevki sahibi
mühim şahsiyetlerdir. Yine Barkan’ın ifadesiyle bu dervişlerin dikkate değer
özellikleri sahip oldukları din ve cihan telakkileridir. Bunların bazı keramet
gibi mistik niteliklerinin yanında asıl önemli özellikleri maşeri psikolojinin
malum kanunlarına uyarak kendilerini ihata eden bu dini haleyi etrafındaki halk
kitlelerine intikal ettirmeleridir. Onlar yeni bir dünyaya, yani diğer bir
Amerikaya gelip yerleşen halk yığınları için ekonomik ve sosyal-siyasal büyük
rol oynayarak kitleleri yeni bir medeniyet ve devlet kurma yolunda seferber
etmiş büyük kahramanlardır.

Bunlar, İ’la-i Kelimetullah’ın maddeten terakki ile
olabileceğinin farkında olarak alınteri ve el emekleriyle dağ başlarında, boğaz
ve geçitlerde yer açıp yerleşmişler ve oralarda bağ ve bahçe yetiştirerek,
hayvancılık yaparak, değirmen çalıştırarak üretici birimler olmuşlardır. Bu
yolla bir taraftan yerleştikleri toprak parçasını imar etmişler, bir taraftan
gelen geçen yolcu ve misafirlerin ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Aynı zamanda
önemli stratejik yerlerde yaptıkları zaviyelerle hem bölgeyi imar ederek hem
üretimi gerçekleştirmişler, hem de fütûhatı kolaylaştırmışlardır. Aşağıdaki
belge zaviyelerin üretim ve ekonomik değer yanında askerî ve stratejik önemini
de vurgular: " Göynük ve ve Taraklı’ya hazırlanan bir akında Osman Gazi Köse
Mihalın bu vecih tedbirini savab bilüp guzatı cem edüp gelüp Baş Taş (Beşiktaş)
zaviyesine konup şeyhine Sakari suyunun geçidin sordular, şeyh ayıtdı…"(Neşri
Tarihi, 26).

Gerçekten Horasan Erenleri "hiç ölmeyecekmiş gibi" dünyaya
sarılma ilkesini en iyi gerçekleştiren teşkilat olmuştur. Bu teşkilatın her
üyesi dünyayı imar ve inşa konusunda alabildiğine atak ve çalak bir niteliğe
sahiptir. Neşri tarihinde Şeyh Edebali’den sözederken onun dünya ile ilişkisinin
düzeyini de anlatır: " Meğer Osmanın halkı arasında bir aziz şeyh vardı. Adına
Edebali dirlerdi ve dünyası bînihaye idi." (Neşri Tarihi)

Görülüyor ki bu şeyh "dünyası" ve davarı çok olan bir adamdı.
Gerçekten bütün kayıtlar onun mali kudretinin ve siyasi nüfuzunun büyük olduğunu
gösteriyor. Şeyh Edebali Abdurrahman b. Avf’a izafeten Avf Mesleği dediğimiz
çağımızda Bediüzzaman’ın da dirilt-meye çalıştığı bir mesleğin önemli bir
mümessili olduğu anlaşılıyor. İ’la-i Kelimeullah’ın hem içe doğru hem de dışa
doğru gereklerini yerine getiriyordu. Dışa doğru gereklerinden olan iktisadi ve
ticari gelişme, ülkeyi mamur hale getirme, bilim, sanat ve teknolojide çağı
yakalama, hatta mümkünse aşma amaçlarını gerçekleştiriyordu. Atıl toprak
parçalarını ihya ederek, bağ-bahçe yetiştirerek, bataklıkları kurutup tarlalar
açarak, boş meralarda hayvan sürüleri yetiştirerek o günkü şartlar içinde
ekonomik potansiyelin tüm imkânlarını fiili hale getirme Horasan Erenleri’nin en
önemli görevleri arasında idi. Yukarıdaki ifadelerde Şeyhimiz anlatılırken
"…dünyası bînihaye idi" "dünyası, nimeti ve davarı çoktu…" denilmektedir.
Dünyasının bî-nihaye olması alabildiğine zengin ve varlıklı olması demektir.
Zaten bu dinamizm ve enerji ile kuracakları cihan devleti ve medeniyeti de o
ölçüde ekonomik açıdan çağının şartları içinde süper olacaktı. Dünyayı ihya ve
inşaya yönelik şevk ve arzunun şiddet düzeyi nisbetinde ekonomik gelişme de
yüksek ve görkemli olacaktır. Şevk ve arzunun bittiği veya azaldığı, şiddetinin
düştüğü dönemde ise zorunlu olarak makro ekonomi de mikro ekonomi de gerileme,
zaman içinde çökme sürecine girecektir.

Anadolu ve Balkanlar’da bazı en ücra köşelerini bile
bağ-bahçelerle imar ve inşa edilmiş, dere ve su kenarlarının ceviz, çınar,
kestane kavak gibi ağaçlarla boydan boya donatılmış olması Horasan Erenleri’nin
ne kadar çalışkan, ne kadar üretme şevk ve heyecanıyla dolu insanlar olduklarını
gösterir. Özellikle sınır bölgeleri olmak üzere Anadolu ve Balkanların önemli
bir bölümü uzak Türk-İslam dünyasından hicret edip gelen Horasan Erenleri’nin
kurdukları zaviyeler ile şenlenmiştir.

Tarihi verilerden anlaşıldığına göre Horasan Erenleri etrafında
önemli bir cemaatla Batı’ya doğru hicret etmekte, Batı’da boş ve hali bir
araziye bir zaviye kurarak etrafında yurt kurmaktadırlar. Bu konu ile ilgili
Ömer L.Barkan’ın Defter-i Hakanai kayıtlarından çıkardığı zaviyeler hakkındaki
malumat bize fikir verebilir: Mesela 142 numaralı kayda göre;

" An cemaatin dervişleriyle diyar-ı Horasan’dan gelmiş olan Şeyh
Hacı İsmail…", Larende kazasında kendi ismini verdiği bir köy kurmuş ve bu köy
şeyhin evladı ve akrabalarıyla Yavuz Sultan Selim zamanında 95 yetişkin erkeğe
ulaşmıştır. (Barkan, s.295)

Üretici Horasan Erenleri sadece meczup dervişândan oluşmamakta
aynı zamanda kadronun içinde ünlü allameler de yer almaktadır. 537 Numaralı
Erzurum Evkaf defterinde şöyle anlatılır: "Molla Mehmed Kurdî, ulema-i nizamın
mevdudi idi. Diyar-ı Acemden olup, Akkoyunlu zamanında Ruma gelüp Kurdî nam
karye hali iken ihya idüp ziraat hıraset idüp , talebeye talim-i hasbi ve kut-u
layemut’a vefa edecek nafakayı kendi kisbi imiş" (Barkan, s.296). Boş bir köye
gelip yerleşen ve orayı ihya eden molla Mehmed’in “Kurdî” unvanını anlatmak için
şu hikaye nakledilir: Zor bir meseleyi Acem uleması halledemeyip kendisine
gönderdikleri zaman "bu adam ulemanın kurdudur" demişler ve hocanın ismi bunun
üzerine Kurdî olarak kalmıştır (Barkan, s.296).

Burada ilginç olan başka bir nokta Horasan Erenleri içinde kadın
erenler de bulunmakta, onlar da aktif olarak üretici müesseseler
geliştirmektedirler. Nitekim bazı kayıtlarda, Kız Bacı, Ahi Ana, Sakari Hatun,
Fatma zaviyeleri gibi bazı zaviye şeyhleri kadın erenlerdendir. Mesela Kütahya
evkafı içinde "Sume Bacı nam bir aziz saliha ve bakire hatun"dan
sözedilmektedir. Sume Bacı, tekkeye mal ettiği çiftliklerle, bağ, bahçe,
değirmen vesairenin kendi ölümünden sonra akrabalarından kimsenin müdahale
etmemesi için bunların kendi parasıyla temin edilmeyip hayır yoluyla toplanan
paralarla temin edildiğini herkesin önünde söylemiş ve zapta geçirtmiştir
(Barkan, s.302).

Benzer şekilde Aşık Paşazâde bu kadın erenlerden Baciyan-ı Rum
olarak sözetmektedir.

Devlet kapısı’nda gözü olmamak

Horasan Erenleri, önamli bir siyasi nüfuza sahip oldukları halde
devlet kapısına muhtaç olup, oralarda ikbal ve istikbal arama yoluna
gitmemişlerdir. Kadılık gibi bazı önemli ve staratejik görevlerin dışında görev
almamış, genellikle kendi işlerini kurmuş, geçimlerini oralardan temin
etmişlerdir. Mümkün olduğunca devlet yönetiminin günlük ve rutin işlerine
bulaşmak istememişlerdir. Bu bakımdan padişah da olsa kimsenin karşısında boynu
bükük olmamışlar, gurur ve vakarlarını her zaman korumuşlardır. Bursa’daki
Geyikli Baba bu konuda Horasan Erenleri’nin ilginç bir prototipidir.

Geyikli Baba Bursa’nın fethinden sonra İnegöl civarında boş bir
yere yerleşen Ahmed Yesevi’nin müridlerinden olan bir Horasan Ereni’dir.

Barkan’a göre, Konya’da "Geyikli Baba Dervişleri" adı altında
bir kabilenin bulunduğuna nazaran bu taraflardan gelmiş bir Horasan Ereni olması
lazım gelir. Geyikli Babanın Bursa’nın fethini müteakip Orhan Gazi ile
münasebetlerini gösteren olay son derece ilginçtir. Bunlar Baba İlyas
Müridlerinden ve Seyyid Ebu Elvan tarikatındandır. Oralarda üretimde bulunmakta
zamanın padişahı ve siyaseti ise uzaktan takip etmektedir. Geyikli Baba’nın
ününü duyan padişah kendisini görüşmek üzere huzura çağırmış, fakat Geyikli Baba
padişahın görüşme talebini geri çevirmiştir. Başka bir zaman Bursa’ya geldiği
zaman ise padişaha hediye olarak bir kavak fidanı getirmiş ve sarayın bahçesine
kendi eliyle dikmiştir. Geyikli Babanın padişahla ilişkisini Aşık Paşazâde’den
izleyelim:

“…İnegöl yöresinde Keşiş dağı yanında bir nice dervişler gelüp
karar itmişlerdi. Amma içlerinde bir derviş vardı, dağda geyikcikler ile bile
yürürdü. Turgut Alp ana gayet muhabbet itmişdi, daim onunla musahabet
iderdi-Turgut Alp ol vakit gayet Pir olmuşdu- Sultan Orhan Gazi’nin, dervişleri
teftiş iddüğün işidüp âdem gönderüp ayıdı: benim köylerim dairesinde bir nice
dervişler gelip tavattun itmişlerdir, içlerinde bir derviş vardır, geyikcikler
ile musahabet ider, hiç bir hayvan andan kaçmaz, haylı kimsenedir deyü haber
gönderdi. Sultan Orhan Gazi işidüp kimin müridlerindendir sorun deyüp yine
kendünden istifsar iddiler. Andan derviş ayıddı: Baba İlyas müridlerindendir ve
Seyyid Ebu Elvan tarikatındayın, dedi. Gelüp Sultan Orhan Gaziye didiler, âdem
gönderüp varın ol dervişi bunda getürün didi. Varup dervişi davet iddiler
gelmedi, ayıddı: zinhar Orhan dahi bunda gelüp beni günaha koymasın. Bu haberi
Sultan Orhan Gaziye dediler. Yine âdem gönderip ayıtdı, bizim hazretimiz ile
didar görüşmek gayet muradımızdır, niçün gelmesiz, veya niçün bizi anda varmağa
komasız, didi. Derviş yine cevap virdi ki dervişler gözcü olur, dua iderüz deyüp
bunun üzerine bir kaç gün geçdi. Bir gün ol derviş bir kavak ağacın omuzuna
koyup götürüp Bursa hisarında bey sarayı havlusunnun kapısının iç yanında bu
kavağı dikmeğe başladı. Tiz Sultan Orhan Gazi’ye haber verdiler kim bizim
teberrükümüz oldukça budur. Amma dervişlerin duası sana ve senin nesline
makbuldür, deyüp hemendem dua idüp ve durmayup yine dönüp gitti. O kavak
ağacının şimdi eseri vardır, saray kapısının iç yanındadır, gayet yoğun ve büyük
ağaç olmuşdur. Padişahımız ol ağaca timar idüp daim kurucasın giderirler. Sonra
Sultan Orhan Gazi dahi ol dervişin mekanına varıp bir vafir eşya virmek murad
idüp derviş ayıtdı: Ey Han bu mülk ve mali hüdayı müteal ehline verir biz
bunların ehli değiliz. yine mal sizlere layıktır didi. Sultan Orhan Gazi ibram
idüb ayıtdı: derviş elbette sözü kabul eyle didi. Derviş ayıtdı, padişahım senin
sözün sınmasun şol karşuda duran depecikten beri yerceğiz dervişlerin avlusu
olsun, didi. Sultan Orhan Gazi kabul idib dervişin yine hayır duasın alup gitdi.
Sonra ol derviş vefaat ediyecek Sultan Orhan Gazi üzerine türbe yapup yanına bir
tekke ve bir cami dahi yaptı." (Neşri, Yp. 50)

Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığına göre Geyikli Baba, Ahmed
Yesevi’nin önemli bir mürididir. Erken bir zamanda önemli miktarda bir dervişân
gurubuyla İnegöl’e hicret etmiş Keşiş Dağı yakınlarında bir bölgeye yerleşerek
oraları imar ve inşa etmişlerdir. Turgut Alp’le sürekli sohbet ettiklerine göre
"fiili cihad"a da iştirak etmiş, bölgenin maddi ve manevi fethine katılmıştır.
Dikkate değer bir özelliği "insanlara ünsiyetten ziyade vahşilere ünsiyet
etmesi"dir. Geyiklerle beraber gezmekte, hiçbir hayvan ondan kaçmamaktadır.
İnsanlara taşıdığı derin ve engin şefkati hayvanlara da taşımaktadır. Sultan
Orhan’a, “biz uzaktan gözler, dua ederiz” demesi de ilginçtir. Ulema
geleneğimizde mevcut olan yönetimin günlük rutin işlerine müdahale etmeme
prensibine uymaktadır. Uzaktan gözetleyerek ise siyasi icraatların hukuka,
adalet ve hikmete uygun olup olmadığını izleme fonksiyonu olmalıdır. Bunun
anlamı, toplumun derinliklerinde örgütlenmiş son derece güçlü ve kararlı bir
"muhalefet"i ifadedir.

İslam tarihinde ulemanın konum ve tavrı incelendiğinde son
derece ilginç sonuçlarla karşılaşılmaktadır. Mesela Mevlana, Geyikli Baba ve
Şeyh Edebali gibi hem şeyh hem ulema sınıfına mensup olan şahsiyetlerin en
dikkate değer tavrı olabildiğince yönetime mesafeli bulunmak olmuştur. Bunlar,
bürokratik ve günlük basit ve kirli işlerle içli dışlı olan yönetime mesafeli
durarak son derece aşkın bir konumda yer almıştır. Genel olarak tarih boyunca
ulemanın bu tavrı onların her dönemde toplumun en önemli güven kaynağı olma
niteliğini taşımalarına neden olmuştur denilebilir.

Mevlana’dan Şeyh Edebali’ye genellikle tüm aşkın ulemanın
yönetimden beklentisi ve talebi son derece sınırlı olmuştur. Günlük rutin
yönetim işlerine olabildiğince uzak durup toplumun eğitilmesi gibi büyük
projelerle ilgilenmek. Mevlana’nın Emir Pervane’yi huzuruna kabul etmemesi ve
emirin üzülmemesi için de şu haberi göndermesi konumuz açısından son derece
ilginç ipuçları taşımaktadır:

"Emir bizim ziyaretimize gelmesin ve rahatsız olmasın. Çünkü
bizim birçok halimiz vardır. Bir halde konuşuruz, başka bir halde susarız, bir
halde insanlarla ilgileniriz, başka bir halde yalnız kalırız, bir halde hayret
ve istiğrak içinde bulunuruz. Allah esirgesin! Emir böyle bir haldeyken gelir de
hatırını soramayız, ona vaaz edip onunla konuşmaya halimiz elvermez. Bunun için
dostlarla meşgul olmaya, onlara fayda vermeye durumumuz elverişli olduğu zaman
bizim gidip onu görmemiz daha iyi olur…"

Yüce misyonlarla donatılmış kudsî şahsiyetlerin günlük rutin ve
basit işlerin peşinde koşma yerine; o tip işleri ehline bırakıp, büyük dev
projelerle ilgilenmeleri hem hikmetin, hem de aklın gereği olmalıdır.

Geyikli Baba ve Şeyh Edebali’de üstadları Mevlana gibi günlük
rutin işleri devlet yöneticilerine bırakmış ve alabildiğince aşkın olan
eğitim-öğretim faaliyetleriyle ilgilenmişlerdir. Son derece engin bir hoşgörü ve
şefkatle hem toplum fertlerini hem de yöneticileri kucaklamış; onlara "tahakküm"
ederek değil, belki "lütuf"la yardım etmeye çalışmışlardır. Geyikli Baba’nın biz
padişaha dua ederiz demesi anlamlıdır. Aynı şekilde, Padişahın bizden ne
istersin sorusuna karşı da: "Ey Han bu mülk ve mali hüdayı müteal ehline verir
biz bunların ehli değiliz. Yine mal sizlere layıktır didi" şeklinde cevap
vermesi gerçekten tarih boyunca "Tecdid Çevresi"nin temel yaklaşımını yansıtır
niteliktedir.

Yukarıda ifade ettiğimız gibi ulemanın tarih boyunca son derece
homojen ve tutarlı bir tavır sergilediğini ifade etmek imkânsızdır. Zaman zaman
bazı ulemanın resmî ideoloji tarafından asimile edildiği bir gerçektir. Ancak bu
eğilim sınırlı kalmış ulemanın kahir ekseriyeti bağımsız kalmaya özen
göstermiştir. Mansıp, şöhret ve para için esas fonksiyonunu kaybeden ulema da
ümmet nazarında "ulema’u-s su" (çirkin ulema) olarak nitelendirilmiştir. Bazi
ulemanın "Ehl-i dünya"ya yaklaşması, onların güdümüne girer gibi olması
dönemlerinde "sofi" ve "dervişan" kesimi ulemanın tepesinde "Demoklesin kılıncı"
rolünü oynamışlardır. İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ı zalim yöneticilerin
dümensuyunda gidip ümmeti felakete sürükleyen "ulema’u-s su"nun aşağılanması
temalarıyla doludur.

Bu konuda İslam tarihinde yaklaşık şöyle bir süreç yaşanmıştır;
Tekke ve zaviye kaynaklı "sofiyan", ulemayı; medrese kaynaklı ulema, yine
kendilerinden olan fakat devletin resmî icra makamını temsil eden kadıları;
kadılar da devletin diğer yönetim kesimini baskı altında tutarak yasalara uygun
hareket etmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Sözkonusu etkileşim sayesinde her
türlü inanç, ibadet, düşünce, kazanma ve yaşama hakkı garanti altına alınmaya
çalışılmış, geniş ölçüde de alınmıştır denebilir.

Sonuç olarak, Türk-İslam tarihinde ulema önemli bir kurum olarak
toplumsal hayatı derinden etkilemiştir. Özellikle hukukun yapılması, korunması,
yorumlanması ve değiştirilmesinde önemli görevler yüklenmiştir. Aynı şekilde
yönetimlerin icraatlarının meşru olup olmamasını belirleme ve denetleme
konusunda da güvenilir bir kaynak olmuşlardır. Saygın ve etkin konumlarına
rağmen ulema hiçbir zaman toplumu yönetme hevesine kapılmamış; aksine günlük
rutin işleri ehline bırakarak yönetimle arasına sürekli belli bir mesafe
koymuştur. Ancak, yöneticilerin zulme ve hak-sızlığa kaçan keyfi karar ve
davranışlarının karşısında da aşılmaz bir set olmuşlardır. Yönetimlerin
özellikle adalet, şefkat, güvenlik ve iffet gibi ilkeler çerçevesinde icraattta
bulunmalarının sigortası olmaya çalışmışlardır.

Tipik bir ulema niteliğini taşıyan Şeyh Edebali de bütün himmet
ve gayretini toplumsal eğitim-öğretime tahsis ederek toplumun canlı ve diri
olmasına çalışmış; yönetimle ilişkisi son derece mantıklı ve rasyonel olmuştur.
Önemli ölçüde toplumsal güç ve etkinliğe sahip olmasına rağmen hiçbir zaman
toplumsal yönetim mekanizmalarını ele geçirmeye çalışmamıştır. Zaten gelenek de
bu tip talep ve beklentilere "cevaz" vermemektedir.

Cihan devleti mefkûresine sahip olmak

Horasan Erenleri, aynı zamanda dünya siyasetini yakından
izleyen, gelişmeleri bilen, gelecekle ilgili vizyonu olan insanlardı. Öyle
anlaşılıyor ki hepsinin yüreğinin derinliklerinde Cihan Devleti mefkûresi
yatıyordu. Bunun en açık ve berrak örneğini yine bir Horasan Ereni olan Şeyh
Edebali’de görüyoruz.

Şeyh Edebali’nin yüreğinin derinliklerinde büyük bir cihan
devleti "özlem"i taşıdığı, tüm plan ve stratejisini bu istikamette dizayn ettiği
tarih kitaplarına geçmiş ünlü rüya olayından anlaşılmaktadır. Edebali bu
konudaki geri dönüşsüz kararlılığını, her fırsatta yönetime enjekte ediyor,
onların istikbale ait ufuklarını açmaya çalışıyordu. Aşağıda Edebali’nin
yönetimle olan ilişkisi üzerinde ayrıca durulacaktır, ancak burada hemen her
klasik tarih kitabında anlatılan ünlü rüya olayını kısaca nakledelim:

" Ertuğrul hal-i hayattayken bir gece düş gördü. Bir aceb vakı’a
görüp ol vakı’adan uyanup bu düşi fikr iderek, Allah’ı zikr iderek durdu, sabah
namazını kıldı. Suret değiştirüp doğru Konya’ya vardı. Anda bir muabbir (rü’ya
tabircisi) kişi vardı, adına Abdülaziz dirlerdi… Amma bazılar didiler kim bu
düşi tabir iden bir aziz şeyh idi…" (Tarih-i Al-i Osmandan zikr. Barkan,
s.284).

Babinger’in neşrettiği Uruc Bey tarihinde ise, Ertuğrul’un
gördüğü rüyayı tabir eden şeyh, Konya’da oturan ve Alaüddin’in de çok güvendiği
son derece ünlü ve zengin bir şahşiyetti. Yukarıdaki kayıtta adı geçen Abdülaziz
ise Sultan Alaaddin’in veziridir. Sultan Osman Konya sultanının askerlerle
birlikte İstanbul tekfuruna karşı yaptığı bir mücadeleyi müteakip, ganaimden
öşrünü çıkarıp Konya sultanına göndermesi üzerine, sultan tarafından kendine
gönderilen sancak vesaire ile birlikte Şeyh Edebalinin kızını da getiren işte bu
vezirdir. Bir anlatıma göre Osman Bey rüyasında bu şeyhin kuşağından çıkan bir
ayın kendi koynuna girmiş ve oradan gölgesi bütün cihanı kaplayan bir ağaç
halinde yükselmiştir ve Osmanın koynuna girmekte ve oradan gölgesi bütün alemi
tutan bir ağaç halinde yükselmiştir.

Başka bir anlatımda ise rüyayı Osman Beyin atası Ertuğrul Bey
görmüştür "Ey oğul atan Ertuğrul gördüğü düş buydu kim, Şeyh Edebali ol düşü
tabir etmişti…

Atına sıvr olup doğru Konya’ya vardı. Meğer Konya’da bir
muabbir-i mu’teber kişi vardı, şeyh Edebali dirlerdi. Sahib-i Kemal idi. İlm-i
Rü’yayı hub bilirdi. Kerameti zahir olmuş kişi idi. Dünyası çağdı. Ol vilayette
meşhurdı, Sultan Alaeddün dahi ona itikad itmişdi…

Şeyh ayıtdı, ya yiğit düşinin tabiri budur kim bir oğlun ola,
adı Osman ola ve benim dahi bir kızım ola Rabia (diğer tarihlerde Balahun
Malhun) adlu, benim kızımı senin oğlun Osman’a vireler.." (Barkan, s.284).

Rüya olayında dikkate değer bir kaç nokta vardır: bir kere
rüyayı gören Osman Bey veya babasının Şeyh Edebali ile tanışık olması gerekir.
Bundan anlaşılıyor ki Şeyh Edebali Konya’da ikamet etmesine rağmen ünü İslam
dünyasının her tarafına yayılmıştır. İkinci nokta, görüş ve düşünceleri son
derece muteber, vizyon ve ufku alabildiğine geniş ve açıktır. Çağın olaylarını
net bir şekilde okuyabilmekte, hadisatın akış istikametini sezinleyebilmekte ve
yöneticileri o istikamette yönlendirmektedir. Üçüncü nokta Osman Bey’in de
yüreğinin derinliklerinde ışığı dünyanın her tarafını kuşatan bir Cihan Devleti
özlemine sahiptir. Buradan da anlaşılıyor ki, Osmanlı aşireti sadece dağdan
dağa, yayladan yaylaya sürü peşinde at koşturan "çoban"lar değil, tersine
uluslararası gelişmelerin yakın takipçisi olacak düzeyde bilgi, tecrübe ve
vizyona sahip bilge kişilerdi. Barkan’ın ifadesiyle, "gölgesi alemi tutan bir
ağaç hayaline sahip olacak kadar siyasi emeller besleyecek vaziyette" bulunan
kimse idi.(Barkan, s.287)

Şefkatli ve yardımsever olmak

Öte yandan Şeyh Edebali İ’la-i Kelimetullah’ın içe doğru inşa
dediğimiz niteliklerine de sahiptir. Şefkat, muhabbet, sadakat, ihlas, rıza ve
yardımseverlik gibi yüce vasıflar onun temel vasıflarıdır. Şeyhimizin
misafirhanesi hiçbir zaman boş kalmamaktadır. "…Amma derviş siretin tutardı.
Hatta derviş diyü lakap iderlerdi. Bir zaviye yapup ayende ve revendeye hidmet
iderdi. Kah kah Osman onun zaviyesin misafir olurdı.."(Neşri Tarihi, Yp 24,
Veliyyüddin Efendi Kütp).

"…kendüleri arasında bir aziz şeyh vardı, hayli kerameti zahir
olmuştu. ve cemi halkın mu’temedi idi. Ve illa dervişlik batınında idi. Dünyası
nimeti ve davarı çoktu. Ve sahib-i çerağ ve alemdi, daim misafirhanesi hali
olmazdı. Ve Osman Gazi kim bu dervişe konuk olurdu."(Aşıkpaşazâde Tarihi,
İstanbul Basımı s. 6)

Issız yerlerde veya kentlerde herkesin uğrağı olan bir yere bir
zaviye kurarak gelene geçene şefkatle ikramda bulunmak, güler yüz ve tatlı dille
onların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak herhalde gönüllleri feth etmenin en
kestirme yolu olsa gerektir. Zaten Horasan Erenleri de Gazi ve Alp’ler henüz
gelmeden gösterdikleri şefkat, yaptıkları ihsan ve ikramlarla civardaki
Rum’ların gönüllerini fethetmişlerdi. Çünkü kurdukları zaviyeler ve zaviyelerin
çevresinde yetiştirdiği bağ, bahçeler, yaptıkları ağıllarda besledikleri
hayvanlardan elde ettikleri ürünleri dinine, ırkına bakmaksızın gelen geçene
karşılıksız ikram ediyorlardı. Hatta değirmenler yaparak onu fakirlerin
kullanımına vakfediyorlardı. Pis bir kafir, insan yüzü görmemiş dağ başında
yaşayan bir vahşi de olsa tüm insanlarla ilgilenip, onlara yardım edip şefkat
göstermeleri çevredeki insanların Osmanlıya karşı sempati beslemelerine, dayatma
ve zorlama olmadan müslüman olmalarına neden oluyordu. Nitekim Horsan
Erenleri’nin bu öncü çalışmaları ve fetihleriyle bir çok bölge insanı savaş
yapmadan kendi rızalarıyla şehirlerinin anahtarını Osmanlı ordularına teslim
etmişlerdi.

Dirayet ve vizyon sahibi olmak

Şeyh Edebali gerektiği zaman padişahlarla bile siyasi anlaşmalar
akdedebilecek dirayet ve kapasitede idi. Osman Gazi’ye rüya ile ilgili müjdeyi
verdikten sonra padişah olduğu takdirde bütün dervişânının istifade edebileceği
bir şey vadetmesi lüzumu sözkonusu olunca, Osman Gazi ile hakiki bir siyasi
anlaşma akdeder. Filhakika Neşrinin şeyh Edebali’nin oğlu Mehmet Paşadan
naklettiğine göre bu şeyh ve müritlerinin Osmanlı memleketlerinde işgal
ettikleri mevkie bakılırsa, bu sıkı münasebet ve kız alma hikayesinin hakikatte
mütekabil bir anlaşmadan ibret olduğu meydan çıkmaktadır:

"Çünki şeyh Osmanın düşünü böyle tabir etti, derviş Durgud adlı
şeyhin bir müridi vardı, anda hazırdı, ayıtdı: ya Osman! sana padişahlık
virildi, bize şükrane ne virisin, didi. Osman ayıtdı, sana bir şehir vireyin,
derviş ayıtdı, şol köyceğize dahi razıyım, dedi. ve bana mektub vir, didi. Osman
ayıtdı, ben yazı yazmak bilmezin, işte bir maşraba ve bir kılıcım var, sana
vireyin, taki sana nişan olup anları evladım gördükde ibka edeler. Ol maşraba ve
ol kılın anlarda nişan kaldı. Ve şimdi dahi padişah olanlar anı görüp ziyaret
idüp ol dervişin evladına inamlar ve ihsanlar ideler. Ve bu Edebali de dediğimiz
şeyh 120 yaşında vefat itdi. Ömründe hemen iki hatun aldu, biri civanlıkta, ve
biri pirlikte. Evvelki hatunun kızın Osman gaziye virdi, sonraki hatunu Taceddin
kürd kızı idi. Hayreddin paşa ile bacanaklar idi. Ve bu münasebet ve bu menakıb
Edebalioğlu Mehmet paşadan nakl olundı." (Neşri Tarihi, yp. 24.)

Aynı mesele hakkında tafsilat Aşıkpaşazâde tarihinde (İstanbul
tabı) mevcuttur. Fakat bu tarihe göre Şeyh Edebali’nin müridi olan Osman’a "
bize bir kağıt vir imdi, "diyen ve atasından kalmış bir kılıncı alıkoyan şeyh
Durgud adlı derviş değil kumral dededir.

Aşık Paşazâdenin bu konud verdiği malumat: "Şeyh Edebali’nin
Osman Gazinin düşün tabir eyledi ve padişahlığı kendüye nesep ve nesline
muştuladı. Yanında şeyhin bir müridi vardı Kumral Dede dirlerdi. Ol derviş
ayıdır: Ey Osman, sana padişahlık virildi, bize dahi şükrane didi. Osman Gazi
ayıdır: Her ne vakit kim padişah olsam sana bir şehir vireyin, didi. Derviş
ider, bize bir kağıt vir imdi dir. Osman Gazi ayıoddı ben kağıd yazmak bilmirem
ki benden kağıt istersin, didi. Amma atamdan bir kılıç kalmıştır sen de dursun
nişan. Neni Allahü Teala padişahlığa irgörürse benim neslim ol kılıcı göreler,
köyünü almayalar, deyü virdi. İmdi dahi ol kılıç Kumral Dede neslindedir. Al-i
Osmandan her kim ki padişah olsa ol kılıcı ziyaret ideler (s.6, z.288).

Şeyh Edebali nüfuzlu bir Ahi şeyhi idi. Bursa Fethinde Orhan”a
yoldaşlık eden Ahi Hüseyin Şeyh Edebali’nin Kardeşi Ahi Şemseddin oğlu idi.

" Orhan Bursa fethine giderken babasının önünde yer öpüp itaat
gösterdi. Ve yine Köse Mihali ve Turgut Alp’ı Orhan Gaziye yoldaş koşdu. Ve anda
bir aziz vardı ana Şeyh Mahmud Derler idi. Anunla Edebali didikleri azizin bir
karındaşı vardı. Ahi Şemseddin dirler idi. Anın oğlu Ahı Hüseyin Orhan Gazi
atasından isteyüp Osman Gazi dahi virdü ve bilece gönderdi" (Neşri Tarihi,
s.38).

Sonuç olarak Sahabe Çevresi yüksek dinamizmleriyle ilk İslam
medeniyetini kurarken Horasan Erenleri de yeniden bir şahlanışla Osmanlı-İslam
medeniyetini kurmuşlardır. Horasan Erenlerinin insanların kalplerindeki yaktığı
ateş söndükten sonra İslam toplumları yenide bunalım ve çöküntüye düşmüştür.
Başta İslam toplumları olmak üzere tüm insanlığı çağın bunalımlarından
kurtaracak kadrolar ise yine “Tecdid Çevreleri” olacaktır. Çağımızın tecdid
çevresi ise başka bir çalışmanın konusudur.