1838’de Tanzimat’ın ilan edildiği yılda İstanbul’da doğan Ali
Suavi, İmparatorluğun en uzun yüzyılı kabul edilen 18. yy Osmanlı tarihinin
fikri, siyasi ve kültürel çalkantılarının odağında olan bir Türk aydınıdır.

Ali Suavi, Rüştiyeden sonraki hayatı için “Politikaca geçen
ömür” nitelemesinde bulunmaktadır. Okulu bitirdikten sonra “Bâb-ı Seraskeri’de
Dersaadet yoklama kalemi”ne memur olarak girmiştir. Bu dönemde bir yıl süren,
İslami ilimleri, Arapça ve Farsça’yı geliştirmek için yaptığı Hac yolculuğu
vardır. Bu Hac yolculuğundan sonra ilk önce İzmir’e gelmiş, oradan da Bursa’ya
geçmiştir. Arapça ve Farsça’yı bilmesi, İslami ilimlerdeki vukufiyeti, gittiği
bütün yerlerde toplumun ve devlet erkânın teveccühünü kazanmasına sebep
olmuştur.

Bütün iyiliklerin ve güzelliklerin sebebi kabul ettiği ilim
öğrenme ve öğretme arzusunu hiç yitirmeyen Suavi, Bursa’dan sonra hayatında
önemli yeri olan iki olayın geçtiği, Simav’a gidecektir. Burada medrese hocalığı
yapan Suavi, dönemin sosyal yapısını da ortaya koyan bu hadiselerin, enfüsî
aleminde açtığı yaraları ömrü boyunca taşıyacaktır. Bu olayların ikisi de ülkede
can ve mal güvenliğinin olmadığının, rüşvet ve cehaletin had safhada olduğunun
bir göstergesidir. Nitekim kendisi bu konuda şöyle serzenişte bulunacaktır. “Bu
ne cehalet, bu ne ifta; bu ne şeriat, bu ne devlet, bu ahalideki cehalet ne
cehalet”

Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), Kanun-ı Esasi
(1876) gibi üç dönemin toplumsal ve fikri çalkantıları içinde yetişen Ali Suavi;
dönemin birçok aydınında olan devletin bekasının muhafazası ve aynı zamanda,
idari yenilenme, eğitim gibi bir çok sosyal meseleyi tahlil edip daha rasyonel
bir düzenin kurulması çabası ve aceleciliğine sahipti. O’nun bu özelliğinin
cemiyet hayatındaki ilk belirtileri yeni görev yeri olan Filibe’de, medresedeki
dersleri haricinde yeni cemiyet ve cemaatlerin teşkiline çalışması, milleti
tenvir edecek dersler ve konferanslar vermesi; aynı şekilde İstanbul Şehzade
Camiinde siyasi ve içtimai konularda vaazlar vermesidir. Suavi o dönemin ender
rastlanılan karakterlerinden biridir. Çünkü o Rüşdiye’de muallim, medresede
hoca, konfe-ranslarda hızlı bir siyasetçidir.

Ali Suavi, çöküşün sebebi olarak kabul ettiği meseleleri bir an
evvel halletme ve birçok meseleyi ele almak arzusu ve bu görüşlerini geniş
kitlelere ulaştırmak gayesi için vaaz ve konferansların yetersiz olduğunu görmüş
ve gazeteciliğe soyunmuştur. İlk yazarlık deneyimi Ermeni asıllı Filip
tarafından çıkarılan Muhbir gazetesinde olmuştur.

Suavi, yazılarında maarif ağırlıklı konulara yer vermiş,
eğitimin problemleri ve yenilenmesi üzerinde durmuştur. O’nun bu yaklaşımı
kurtuluşun, halkın iyi eğitim almasına ve hukukunu bilen bir toplumun hiç bir
zaman yıkılmayacağına inanmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim bu dönemde
yazılarında hürriyet, müsavat, meclis, demokrasi kavramlarıyla dikkatleri
üzerine çekmeye başlamıştır. Suavi bu kavramların teoriden pratiğe dönüşmesi
için belirli bir eğitim ve kültür almış bireylerin; toplum halinde yaşamanın
gereğini algılamış ve o toplumun oluşturacağı ahlaki ve hukuki değerler
manzumesini hazmedecek birikime sahip olması gerektiğine inanmaktadır. Bu yüzden
Demokrasi ve eşitliği güzel ahlak ortamında şakıyabilen bir bülbüle
benzetmektedir. “Demokrasi, müsa-vaat bir andelibdir ki gülistan-ı ahlak-ı
ha-senede nağmesiz olur.”

Suavi gazete yazılarıyla dikkatleri üze-rine çekmeye
başlamıştır. Gazetenin sahibi Filip’in, sürgünde olan M. Fazlı Paşa ile alakalı
yazılar yazması Bab-ı Ali nazarında Suavi’nin Fazıl Paşa taraftarı olduğu
kanısını doğurmuş ve hükümetçe dikkate alınmasına neden olmuştur. Hatta bir süre
sonra bu süreç müdahaleye dönüşmüştür. Suavi dış siyasetle de alakadardır.
Hükü-metin Girit, Belgrat Kalesi gibi konularda aciz kalmasını eleştirmiştir.
Siyaset sahnesinde yeni bir seslendirmeyi başlatan Suavi’nin çalışmaları
cevapsız kalmamış, Muhbir gazetesi kapatılmış ve kendisi Kastamonu’ya sürgüne
gönderilmiştir. Suavi, bu günkü parlamenter Cumhuri sistemlerin temel
unsurlarından olan muhalefet kavramının Osmanlıdaki ilk kullanıcısı olarak kabul
edilmektedir.

Bir dönemin, bir zihniyetin adı olarak anılacak olan Tanzimat
Fermanıyla Osmanlı Devleti Avrupa Medeniyetinin üstünlüğünü kabul etmiş
olmaktadır. Batılılaşma ve yenilenmenin devlet meka-nizmasındaki tezahürünü
Tanzimat olarak kabul edecek olursak; tabandaki yansıması ise dogmatik bir
otoriter yapıya sahip olan Osmanlı gibi bir toplumda, bu yapıdan sıyrılmış,
bireysel inisiyatifiyle hayatına yön verebilen ve fikri düşünce sistemi
oluşturabilen, “müesseseleşmiş doktrinlere kuşku ile bakan” bir aydın sınıfın
oluşmasıdır. Bu aydın sınıf Ali Suavi’nin de içinde olduğu Yeni Osmanlıcılıktır.

“Meşrutiyeti tesis ve umumi ıslahat icrasını temin” amacı
etrafında, “ittifak-ı hamiyet” adı altında, 1865 yılı Haziran ayında İstanbul’da
gizli olarak kurulan Cemiyete Ali Suavi Kastamonu’dan, M. Fazıl Paşa’nın
yardımıyla kaçtığı Paris’te dahil olmuştur.

Suavi’nin Fransa’ya kaçmasıyla dokuz yıl süren Avrupa’daki
yazarlık hayatı başlamıştır. O bu dönemde, Batıdaki aydınlanma çağıyla ortaya
çıkan fikri akımları izleme şansına sahip olmuştur. Bu izlenimlerini, ülke
gerçeklerini ve İslami kriterleri göz önüne alarak düşünmüş ve yorumlamıştır.
Suavi’nin diğer Jön Türklerden ayrılan özelliği, siyasi ve sosyal sıkıntılara
çareler ararken, İslamiyeti referans almaktan hiç vazgeçmemesidir.

Suavi Londra’da yayınladığı ilk gazete olan Muhbir’de kaleme
aldığı yazılarında, dönemin üzerinde en çok tartışılan meşveret olgusu üzerinde
duracaktır. O’nun meşrutiyet yazılarında meseleleri tamamen İslami normlarda ele
aldığını görürüz. Meşruti-yetin karşılığı olarak kullandığı ıstılah (usul-ü
meşveret) dahi İslamidir. Keyfi idareyi reddeden Suavi pek tabii olarak, bu
rejimin zıddı olan usul-ü meşvereti İslami klişeler doğrultusunda müdafaa
edecektir. O’na göre dahildeki sorunların sebeplerinden birisi de “fakr-ı
meşverettir.”

Suavi’nin meşrutiyetin ve alt birimlerinin, İslamiyetin özünde
varolduğunu ve bunların zamanla terk edildiğini açıklayan yazılarında, üzerinde
durduğu diğer bir konu ise usul-ü meşveretin devlet sisteminde uygulanış şekli
olan meclistir: “Elhasıl hükümet-i İslamiye şura üzere tertip olunmuştur.
Milletle istişare eden devlet terakki eder. Ne güzel hükümettir o ki, varidat ve
sarfiyatı birkaç kimsenin eline kalmayıp umumunun, yani millet tarafından
intihap olunmuş beş altı yüz zevatın nezareti altında buluna ve israf vuku
bulundurulmaya.”

Muhbir gazetesinde “Meşveret meclisi olmadıkça devlet yaşamaz”
diyen Suavi, “kurumsallaşmış bir devlette meclis yapı taşıdır, o yerinden
oynadığı zaman devlet zarar görür ve teba’nın hakları muhafaza edilemez olur”
fikrini işler: “Zira mahkum-ı tabiat himaye olunmak ister; vüzera hakim, teba’a
mahkum, hani hâmi?”

Suavi hürriyet kavramını irdelerken insan hürriyetinin her
otoritenin fevkinde olduğu fikrini ortaya atar. Bir insanın diğe-rine tahakküm
etmesine, her ne surette olursa olsun karşı çıkar. Bu bağlamda milletin
yapısının meşrutî idareye uygunsuzluğu iddiasını eleştirir. Büyük bir
medeniyetin sahibi olan Müslümanların, her milletten çok meşruti idareye layık
oldukları tezini savunur. Meşruti idare sistemine geçmenin Avrupa kanunlarını
kabul etmek anlamına gelmeyeceğini, Dört Halife ve Kanuni dönemindeki bazı
uygulamalarla örneklendirerek açıklar.

Yeni bir medeniyeti kavramak ve be-nimsemek güçlüğü ile karşı
karşıya olan bu dönem aydınlarının, bir çoğunda olan fikri değişimler, Ali
Suavi’nin hayatında belirgin derecede vardır. Ulum gazetesi devresinde Suavi’nin
meşrutiyet anlayışında bazı değişmeler olmakla beraber, O, yine de bir millet
meclisi kurulmasından yanadır. Ancak bu meclisin seçilme şekli ve bütün devlete
şamil olması konusunda ciddi tereddütleri vardır.

Demokrasiyi, Monarşi ve Aristokrasi rejimlerine tercih eden
Suavi, İslamiyetin ilk devirlerinde ümmetin reyine dayalı bir yönetim şekli
bulunduğu söyler: “Evail-i İslam’da şekl-i hükümet demokrasi idi, yani padişah,
sultan, melik yok, müsavat var idi.” Suavi bu manada yorumladığı demokrasi
anlayışının, ahlak ve faziletin hakim olduğu bir toplumda uygulanabileceğini
ifade eder. Sahabelerin doğrudan yönetime katıldıklarını ancak onlarda “Hüsn-i
ahlaktan başka tanzimat yok, hasılı olanlar Allah adamları idiler”der.

Suavi, Avrupa’daki çevrelerinin tesiriyle geri adım atarak
Osmanlı Devle-ti’nin o günkü mevcut yapısındaki konjonktür gereği Avrupa’daki
Meşrutî uygulamaları kaldıramayacağı kararına varmıştır. Bu gelişmeler sonucunda
despotizme, şiddetle karşı çıkan Suavi “Meşrutî Monarşi” yönetimini
benimsemiştir.

Avrupa’ya kaçtığı ilk yıllarda ihtilalci bir tavır sergileyen
Suavi 1876 yılında yurda döndüğünde tam manasıyla muhafa-zakâr ve saltanatçıdır.
Bu dönemde padişah II. Abdülhamit ile iyi ilişkiler içerisindedir. Suavi
Galatasaray Sultanisi müdürlüğüne tayin edilmiştir. Osmanlı-Rus Savaşının
getirdiği milli felaket onun Mekteb-i Sultani’deki görevinden alınmasından
kaynaklanan felaketiyle birleşince, şuur altında yatışmış olarak duran ihtilalci
tavrını tekrar gün yüzüne çıkarmış ve yanına aldığı beş yüz kadar muhacirle
Çırağan Sarayını basmıştır. Ali Suavi bu baskın sırasında Beşiktaş zabıtası
kumandanı Hasan Paşa’nın başına vurduğu sopa darbesiyle hayatını kaybetmiştir.

Ali Suavi hayatı boyunca çok atak, her an galeyan halindeki
“impulsif” mizacıyla bir çok devlet, siyaset ve kültür adamı ile boğuşmuş ve bu
yüzden pek çok düşmanı olmuştur. Nihayet son çağ Türk tarihine Çırağan
hadisesinin tertipçisi ve kurbanı olarak, neticesi belli olan ümitsiz bir isyan
hareketinin “sarıklı ihtilalcisi” olarak geçecektir.

Kaynaklar

1. Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları,
İstanbul 1994.

2. İsmail Doğan, Tanzimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali
Suavi, İz Yayıncılık, İstanbul 1991.

3. Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul
1997.