Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî
adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına
çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten
ziyade biz zarardîdeyiz.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 21

Asıl, Şeriatın meslek-i hakîkisi, hakikat-ı Meşrutiyet-i
meşruadır. Demek Meşrutiyeti, delâil-i şer’iye ile kabul ettim. Başka
medeniyetçiler gibi taklîdî ve hilâf-ı Şeriat telâkki etmedim. Ve Şeriatı rüşvet
vermedim.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 22

İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adâlet ve Şeriattır.
Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona
itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar
haydutturlar.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 23

Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassup müsaâdesiyle, Şeriatı—hâşâ ve
kellâ—istibdata müsait zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben üzülmüştüm.
Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade Şeriat nâmına
alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik
eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camiinde meb’usana hitaben feryat
ettim. Ve söyledim ki: Meşrûtiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telâkki ve telkin
ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına
siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira
câhil efrat ve avâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve
itaatsiz olur. Adâlet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih
ola. Zira, hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten
istihracı mümkün olduğunu dâva ettim.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 24, 25

Meşru, hakikî meşrutiyetin müsemmâsına ahd ü peyman ettiğimden,
istibdat ne şe-kilde olursa olsun, meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın,
rastgelsem sille vuracağım.

Fikrimce meşrutiyetin düşmanı, meşrutiyeti gaddar, çirkin ve
hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir.
“Tebeddül-ü esmâ ile hakaik tebeddül etmez.”

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 40

İkinci sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir velî
haydut kıyafetine girse, veyahut meşrutiyet, istibdat şekline girse, ona taarruz
edenlerin cezası nedir? Belki, hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve
istibdattırlar.

Üçüncü sual: Acaba müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit
şahıslar müstebit olmaz mı? Bence kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat münkasım
olmuş olur. Ve komitecilikle tam şiddetlenir.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 47

Onuncu sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze
olunsa, acaba biçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle
olmasaydı, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez miydi?

On Birinci sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya
müsemmâ-yı meşrutiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse,
acaba kefaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve
mâsum olan efkâr-ı umumiye yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?

Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi
hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenâsuh etmiş. Ve maksat da Sultan
Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı,
şiddetli ve kesretli yapmakmış!

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 49

Hem de mânâ-yı meşrutiyete iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur
ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı
meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve
baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üç yüz
yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdâd-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi
hakimiyet-i İslâmiye, âlemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümfermâ olduğu
halde, her bir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve
hürriyetten üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeye bir çâre-i
yegânedir. Farz-ı muhal olarak, burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette
çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yazık! Eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi
muhtelittir. Su gibi memzuç olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-i
İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid
ederek bir mizâc-ı mutedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i meşrua! Sağ olsun hakikat-i şeriat
terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 55, 56.

Hem de meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer saadetinin bir
sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan
hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran
meşveret-i şer’iyenin mayasıyla mayalandıran meşrutiyet-i meşrua sizi herkes
gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i
ihti-yacınızı görmek istiyor.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 59.

Cumhuriyet ki adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten
ibarettir. On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya
dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen
namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat tevzi olunmuş olur.

hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âm veyahut
din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâ ve heveste değil.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu;
şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz.
Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 65

Ey Meb’usan! Uzunluğu ile beraber gayet mûciz birtek cümle
söyleyeceğim. Dikkat ediniz, zira itnâbında îcaz var. Şöyle ki:

Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kanun-u esasî
denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet, bu ünvan ile beraber, asıl
mâlik-i hakikî ve sahib-i ünvan-ı muhteşem olan, ve müessir ve adâlet-i mahzâyı
mutazammın bulunan ve nokta-iistinadımızı temin eden, ve meşrutiyeti ve
cumhuriyeti bir esas-ı metine istinad ettiren, (…) ol Kur’ân-ı mukaddesin
düsturları ünvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me’haz edinseniz ve
düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaid ile beraber ne gibi birşey
kaybedeceksiniz?

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 69-72.

Hürriyete hitap

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir
sadâ ile çağırıyorsun, benim gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında
yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette
kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynü’l hayat şeriatı
menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşvünema bulsan, bu millet-i mazlumenin de
eski zamana nispeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla
seni rehber etse, ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse,


ki bizi kabr-i vahşet ve istibdattan ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbet-i
milliyeye davet etti. Yâ Rab! Ne saâdetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki,
hakikatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i
kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı muumiyede arayan ve istibdadı
arzu edenler,

demeye başladılar. Yeni hükûmet-i meşrutamız mucize gibi doğduğu için, inşaallah
bir seneye kadar,

sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilâne, sabûrâne tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı
sükûtun sevabıdır ki, azapsız, cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize
açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u şer’î hâzin-i
cennet gibi bizi duhule davet ediyor. Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim, dahil
olalım. Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulub; ikincisi, muhabbet-i
milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i
sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zira davete icabet
vaciptir.

Bu inkılâb-ı azîmin fatihası mucize gibi başladığı için bir
fâl-i hayırdır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

Bu inkılâp, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve
istidad-ı terakkiye karşı setleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten
tahlis ve bu millet-i mazlumede cevahir-i insaniyeti izhar ve âzâde olarak
kâbe-i kemâlata doğru gönderdiği gibi, hatimesi de, yani otuz sene kadar
rengârenk sefahet ve isrâfat ve hevesat ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı
medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza sevk eden
umurlar maddeten zararını ihsas edeceğinden, o muzlim ve kesif olan sehab,
arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan, şems-i şeriat ve mâkesi olan kamer-i
medeniyet, berrak ve saf ve esâsatta Asya’yı ve Rumelini tenvir ve mutazammın
olduğu istidad-ı kemalin tohumları hürriyetin yağmuru ile neşvünema bularak
rengârenk elvan ile tezyin edeceğini, bu fâl-i hayır bize müjde veriyor. Bir
mucize-i Peygamberîdir (a.s.m.) ve bu millet-i mazlumeye bir inayet-i İlâhîdir
ve cemiyet-i milliyenin niyet-i halisanesinin bir kerametidir ki, bu maden-i
saadet ve hürriyet olan şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî
elimize meccanen girdi. Milel-i saire, milyonlarla cevahir-i nüfus feda etmekle
kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyülât-ı âliye-i milliyemizi ve
ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen, cezbe tutmuş mevlevî gibi
meczup cevvalin simâhında tanin-endâz ve umum milleti sürur ile bir garip
ihtizaza getiren sadâ-yı hürriyet ve adalet nefh-i sûr-u İsrafil gibi
hayatlandırıyor. Sakın, ey ihvan-ı vatan, sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle
tekrar öldürmeyiniz

Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i
şeytaniyeye ve tabasbusata karşı şeriat-ı garrâ üzerine müesses olan kanun-u
esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü. Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat
ve hilâf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz.

Demek, şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu
ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı mâdere geçtik, neşvünemâ bulacağız.
Yüz bu kadar sene geri kaldığımızmesafe-i terakkiden, inşaallah mucize-i
Peygamberî (a.s.m.) ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve
burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri
zaman-ı kasırada tekemmül-ü mebâdi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i
mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına
binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebâdiye
bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve
istidad-ı fıtrînin, feyz-i imanın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil
yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı
mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki:

Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden
kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi
boğmasın. Zira hürriyet, mürâât-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile
tahakkuk ve neşvünemâ bulur. Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i Kiramın o zamanda,
âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve
müsavatları bu müddeâya bir bürhan-ı bâhirdir. Yoksa, hürriyeti sefahet ve
lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve hevâ-i nefse ittibâda serbestiyet
ile tefsir ve amel etmek, bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların
istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber, milletin çocukluk
istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık
ve hürriyete adem-i liyakatini gösterir. Zira sefih mahcurdur. Geniş ve muşa’şa’
olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat-zira çocuğa geniş olmaz-şanlı olan
ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef
edecektir. Zira ehl-i takvâ ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif
olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı
milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat
yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım.

kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları
(fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı
seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için
çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit su-i talih cihetiyle
ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk
gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyete kesb ettiğimizden, muhannes gibi
(yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın
gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense
muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli
hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve
medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin
gençliği ve şebabeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i
medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlarAvrupa’dan mehasin-i
medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini
muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için,
iki cihetle sarılmak zaruridir.

Ey hamiyetli ebnâ-yı vatan! Cemiyet-i millî ruhlarını feda
etmekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı lezaizimizi terk ile onlara yardım
edeceğiz. Zira o sofra-yı nimete beraber oturu-yoruz. Efkâr-ı fâside sahibi,
yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu edenler, mevt-i ebedîye mazhar
olan ve zaman-ı mazinin çukurunda medfun olan istibdâdâtı veyahut seyl-i
hurûşân-ı zaman içinde yuvarlanmış olan mezalimi, bir daha temaşa etmemek için,
tarih-i hayat-ı hürriyetin beyanıyla, mazi ve hal meyanında delinmez bir sedd-i
âhenin çekmek istiyorum. Şöyle ki:

Bu inkılâp, doğurduğu hürriyeti, eğer meşveret-i şer’iyenin
terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihyâ edecektir. Eğer
vebâ-yı âğraz-ı şahsiyeye müsadif olsa, istibdad-ı mutlaka dönecek, o çocuk
ölecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaat-ı zaman tam terbiyesine
hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil; tâ ki çok külfetemuhtaç olsun. Eski zaman
gibi bu kadar tazyikatın tesiriyle meyusiyet ve mahvolmak şanından olmayan
hamiyet-i İslâmiye o kadar galeyana gelmiş ki, güya hürriyet rahm-ı mâderde
tekmil yaşa kadar gelmiş. Kadem-nihâde-i saha-i vücut olduğu anda
hükümfermalığını ilân ve hiçbir müsademata karşı tezelzüle ve delmeye
uğramayacak bir sedd-i âhenin gibi veyahut taht-ı Belkısî gibi beş hakaik-i
sabite üzerine teessüs edecek.

Birinci hakikat: Mecmuda bir kuvvet bulunur; hiçbir fert o
kuvvete mâlik olamaz: bir kalın şerit ile eczasından kalın bir telin kuvveti
gibi… Veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski
hükûmetimiz gibi. Ey millet, biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ile
veyahut hodserane ile bunu zayıf etse, umumun hakkına affolunamaz bir
cinayettir.

İkinci hakikat: Zaman-ı sâlifte, yani galebe-i vahşet vaktinde
âlemde hükümferma, vahşetin mahsulü ve tedennî ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet
ve cebrin saltanatı idi. Herhangi devletin deveran-ı demmi yerine girmişse, öyle
devletlerin sahâif-i tarihiyeleribaykuşların âşiyâneleri gibi satırları
inkırazlarını çağırıyorlar, bağırıyorlar.

Tasallut-u medeniyetin zamanında âlemin hükümranı ilim ve
marifettir. Müvellidi medeniyet; ve şanı tezayüd; ve ömrü ebedî olduğundan
herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuşsa, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-ü
tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidat
vermiş. Kitab-ı Avrupa sahâifi bunu alenen gösteriyor.

Eğer denilse, şimdiye kadar bu hükûmet-i zaifeyi âdi adamlar
idare edebilirlerdi. Fakat bu kadar metin ve dehşetli, kaviyen emel ettiğimiz
yeni hükûmeti omuzunda taşıyacak harika ve dâhi adamlar lâzımken, Asya ve Rumeli
tarlası acaba öyle mahsulât verecek mi?

Buna cevap: Eğer başka inkılâplar başa gelmezse, evet.

Ve üçüncü hakikate dikkat et. Şöyle ki:

Bu zaman-ı mazide insan istidad-ı gayr-ı mütenâhîye mâlik iken,
o kadar dar ve mahdut daire içinde hareket ediyordu ki, güya insan iken hayvan
gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nispetinde tedennî etmiş ve mahsur
kalmıştı. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilâne eğer yaşasave bozulmazsa, fikr-i
beşerin ağır zincirlerini pa-ralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı setleri
hercümerc ederek o küçük daireyi dünya kadar tevsi edebilir. Hattâ benim gibi
bir köylü adam, Süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara alacak, âmâl ve
müyûlâtın filizlerini orada bağlayacak. Ve herbir fiil ve tavrının orada bir
ihtizaz ile ziîmedhal bulunacağından, himmet Süreyya kadar teâlî ve ahlâkı o
derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden,
Eflâtun’ları, İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları, Dekart’ları ve Taftazanî’leri
inşaallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası çok şübban-ı vatan
mahsulü vereceğinden kaviyen ümitvarız.

Lâsiyyema: Şu memalik-i Osmaniye umum enbiyanın mahall-i zuhuru
ve devlet-i mütemeddine-i sâlifenin mehd-i teşekkülü ve şems-i İslâmiyetin
maşrık-ı tulûu olduğundan, insanların fıtratlarında ektikleri bu üç istidadat-ı
kemal bu hürriyetin yağmuru ile neşvünemâ bulsa, herkesin istidadı ve fikr-i
münevverinin dal ve budakları şecere-i tûbâ gibi her tarafa açacaktır. Ve Şarkın
Garba nispetini, seherin guruba nispeti gibi edecektir-eğer süst-ü ataletle ve
sümum-u ağrâz ile kurtulmazsa. Dördüncü hakikat: Şeriat-ı garrâ kelâm-ı ezelîden
geldiğinden, ebede gidecektir. Zira şecere-i meylü’l-istikmâl-i âlemin dalı olan
insandaki meylü’t-terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telâhuk-u efkârla
hasıl olan netâicinin teşerrub ve tegaddî ile büyümesi nispetinde, şeriat-ı
garrâ aynen maddî zihayat gibi tevessü ve intibak edeceğinden, ezelden gelip
ebede gideceğine bürhan-ı bâhirdir. Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve
adalet ve müsavatı, bahusus o zamanda delil-i kat’îdir ki, şeriat-ı garrâ
müsavatı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levazımatıyla câmidir.
İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Salâhaddin-i Eyyubî â’sârı bu müddeâya
delil-i alenîdir. Buna binaen, kat’iyen hükmediyorum: Şimdiye kadar
noksaniyetimiz ve tedenniyatımız, su-i ahvalimiz dört sebepten gelmiş:

1. Şeriat-ı garrânın adem-i mürâât-ı ahkâmından,

2. Bazı müdâhinlerin keyfemâyeşâ su-i tefsirinden,

3. Zâhirperest âlim-i câhilin veyahut câhil-i âlimin taassubat-ı
nâ-bemahallinden,

4. Su-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle
müşkilü’t-tahsil olan Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi hevâ ve hevese
muvafık zünub ve mesâvî-i medeniyeti tuti gibi taklittendir ki, bu netice-i
seyyie zuhur ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini ifa etse, memur olmayan
ilcaat-ı zamana muvafık sa’y etse, sefahete vakit bulamayacaktır. Bu iki kısmın
herhangisinde bir fert, sefahete inhimak gösterdiyse, bu, heyet-i içtimaiye
içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.

Beşinci hakikat: Zaman-ı sabıkta revâbıt-ı içtimâ ve levazım-ı
taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşaub etmediğinden, bazı
kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda
revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt
etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i
millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i
şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o
devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikate misal, eski
hükûmet-i müstebide, yeni hükûmet-i meşrutadır. Üçüncü Hakikatin bana verdiği
vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle, üç şey ihtar ediyorum.

Birincisi: Bir cisim birden zerrattan tahallül ve yeni zerrattan
teşekkül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref ve
yenilerini ikame eylemesi, muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaenaleyh, istidad-ı
habis ve kabil-i ıslah olmayan adamları zaten cism-i devlet def-i tabiî ile
ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zaten güneş garptan tulû
et-mediğinden, tevbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübelerinden istifade
etmeli. Bunların yerini dolduracak, kırk sene lâzım. Yoksa, umumu aleyhinde
itâle-i lisan ve terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı milleti—bozulmuş bazı
efkâr ve ahlâklarına binaen—bir hastalığa hedef edecektir.

İkincisi: Ben şarkın dağlarında büyümüştüm. Merkez-i Hilâfeti
güzel tahayyül ediyordum. Vaktâ ki, bundan yedi-sekiz ay mukaddem Dersaadete
geldim. Gördüm ki, İstanbul, tevahhuş ve tenafur-u kulûb sebebiyle medenî libası
giymiş vahşî bir adama benzerdi. Şimdi, ittihad-ı millî sebebiyle, medenî adam,
fakat yarı medenî, yarı vahşî libasında bize arz-ıdîdâr ediyor. Evvel şarkta
fenalığın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan
İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim. Anladım ki, kalbindeki
hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım; bir divanelikle
taltif edildim.

Hem de gördüm ki, medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen
İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hâzıradan geri kalmış; güya İslâmiyet
su-i ahlâkımızdan darılmış, mazî tarafına dönüp gidiyor. Zaman-ı Saadete bizi
şikâyet edecektir. Bunun en büyük sebebi, istibdattan sonra, mürşid-i umumî üç
büyük şubenin ki, “Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif,” veyahut


beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mektep ve eh-i
tekkenin, tebayün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşâribidir.

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış,
ittihad-ı milleti çatallaştırmış. Terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır.
Zira biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor; öteki tefrit ile onu
teçhil ve gayr-ı mutemed addedi-yor. Bunun çaresi, tevhid ile ve efkârlarının
mabeyninde teyid ile münasebet ile musalâhadır. Tâ itidal noktasında musafaha
ile birleşmeli ki, âheng-i terakkîyi ihlâl etmesinler.

Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın
ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı
şahsiye ve fikr-i intikam! Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i
muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i Ahrâr ve
Nur talebeleri.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 73-89

Suâl: “İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?”

Cevap: İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete
istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir,
zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine
insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve
ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ her-şeye sirâyet
ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye,
Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.

Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan
istibdâd-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden
fırkaları tevlid etmiştir.

Suâl: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik.
Lehü’1-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrûtiyeti
bize târif et.”

Cevap: Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size
yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan
fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı
olan meşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim.

İşte, meşrûtiyet



âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O
vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı
muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz.
Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve
hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan
kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini
açacaktır. Size müjde! Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin
bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince telgibi her tarafa
hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı
lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan
efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi
bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret
ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de
câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-i İslâmı bir aşîret
gibi birbirıne rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zîrâ meşveret
perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet
ışıklandı, ihtizâza geldi. Zîrâ, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve
nisbî ve izâfiden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.

Suâl: “İstibdâdın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine
delilin nedir?”

Cevap: Siz avâm olduğunuzdan hayâlinizle tefekkür, gözünüzle
taakkul ettiğinizden, temsil size bürhân-ı nazarîden daha ziyâde muknîdir. İşte,
ikisinin mâhiyetlerini misâlle tasvir edip göstereceğim.

İşte, biliniz: Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır.
Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde,
Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etmemişim, hem
de tâcizimi istemeyen müdâhenecilerden, yalancılardan başka kimseyi görmemişim.
Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya
gönderdiğim reçetesiz; mîzansız bir ilâcı istimâl eden, acaba şifâ mı bulur
veyahut ölür?

Evet,

sırrına, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilâç
göndermek, hattâ dâü’1cû ile karın ağrısına müptelâ olan emsâlinize hazım ilâcı
hükmünde olan iâne toplamak, yahut eşkiyâlık ve husûmet derdiyle mültehap
bulunan o vücuda, iltihâbı tezyid eden Hamidîlik icrâ etmek ve ilâ âhir, acaba
tedâvi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’1-mevte yardım etmek midir?

İşte mâhiyet-i istibdâdın timsâli budur. Zîrâ, sâbıkta, Padişah
kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin hâlini anlamıyordu, yahut
zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamakistemiyordu, yahut mütehevvisâne ve
mütekey-yifâne ve mütekalkıl olan tabiatı, anlattırmaya müsâit değildi. İşte
hükümetteki istibdâda, herşeydeki istibdâdı kıyas ediniz. Hattâ, taklidi tevlid
eden ilmin istibdâdı dahi böyledir.

Ammâ, bizzarûre hükümet-i İslâmiyenin hedef-i maksadı olan
meşrûtiyet-i meşrûanın timsâlini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu
çadır dahi eczahânedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit
hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini yazmış bir müntehap adam, yanıma geliyor,
reçetesini ibrâz ediyor ki; “Dâü’1-cehl ile baş ağrısı var” yazılıdır. Ben dahi,
fen afyonunu iptidâ onların lisânlarının zarfında, sonra da lisân-ı resmiyeye
ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini gösteriyor ki; kalb hastalığı
olan zaaf-ı diyânet var. Ben de, fünûnu maarif-i İslâmiye ile mezc ederek bir
mâcun yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde
dâü’1-husûmet ile ihtilâl sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak,
ışıklandırarak, tiryâk-misâl adâlet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek,
sulfato-misâl bir ilâç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan
hastahânesinde, bîçare etfâli helâktan halâs eder. Hâ, hükümet-i meşrûtânın
timsâl-i nûrânîsi

sırrınca, herbir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir.

Suâl: “Derman, dermandır; neden zehir olsun?”

Cevap: Bir derdin dermânı başka bir derde zehir olabilir. Bir
derman hadden geçse, dert getirir.

Suâl: “Ne diyorsun?

Hâl-i hâzırın eskisi gibi çok fenalığı var, bize zulmeder; hem de zaafta,
kuvvetsizlikte eskisine benzer. Demek, târif ettiğin meşrûtiyet daha bize selâm
etmemiş; tâ ki, biz de ‘Ehlen ve sehlen’ desek?”

Cevap:


Fakat, sizin dîvâneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm,
meşrûtiyetin hatâsı değil, belki kafanızdaki cehâletin zulmetindendir. Siz
dîvânelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehurân aşîretleri, daha
asker gelmeden, alâküllihâl vermeye mecbur olan emvâl-i emîriyeyi hazır etse
idiler, şu kadar zulüm olmayacaktı. Evet, bir millet cehâletle hukukunu
bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.

Siz diyorsunuz: “Şimdiki hükümet eskisi gibi zayıftır.”

Evet; kuvvetsizlikte, dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki
ihtiyara benzer. Fakat, o kabre müteveccihen iner, eğilir, girer; şu ise,
doğrulur, şebâbe doğru yükselir.’

Suâl: “Neden böyle bulanıktır, sâfî olmu-yor?”

Cevap: Yüz seneden beri harâba yüz tutan birşey, birden
yapılamaz. Size bir misâl söyleyeceğim. Bir bulagbaşı, çok zaman taaffün ve
tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş, sonra da onu tasfiye için o pislikleri
içinden çıkarılırsa ve bir havuz gibi yapılırsa, acaba pınarın suyu bir zaman
bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz; âkıbet berrak olacaktır.

Sııâl: “Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve
niçin bütün gelmiyor?”

Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin
şu vahşetengiz, cehâletperver husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki
vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare
meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da
onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini
göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat
sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zîrâ eski zamanın
adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan
kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi
mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber,
eşkiyaya rast geçecektir.

Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da
başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ
verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında
da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.

Münazarat, s. 22-29

Suâl: “Şimdi fenalığı da görüyoruz, iyiliği de görüyoruz.
Meşrûtiyetin âsârı hangisi, ötekisinin âsârı hangisidir?”

Cevap: Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyâsındandır; ne kadar
fenalık var, ya eski istibdâdın zulmetinden, yahut meşrûtiyet nâmıyla yeni bir
istibdâdın zulmündendir. Geri kaldı; tâ tâziyeden sonra vedâ edip, pederini
takip etsin. Fakat, emîn olunuz, ziyâ galebe çalacaktır.

Suâl: “Meşrûtiyeti pekçok i’zâm ediyorsun. Eskide rey-i vâhid
idi, milletten suâl yok idi; şimdi meşverettir, milletten suâl edilir. Millet,
‘Ne için?’ der; ona, ‘Ne istersin?’ denilir, işte bu kadar. Daha nedir, o kadar
ilâveyi takıyorsun?”

Cevap: Zâten şu nokta bütün cevaplarımı tazammun etmiş. Zîrâ
meşrûtiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti her vecihle
uyandırır. Her nevide, her tâifede onun sanatına âit bir nevi meşrûtiyeti tevlid
eder. Hattâ ulemâda, medâriste, talebede bir nevi meşrûtiyeti intâc eder. Evet,
her tâifeye ona mahsus bir meşrûtiyet, bir teceddüt ilhâm olunuyor. İşte, şu
arkasında şems-i saadeti telvih eden ve temâyül ve incizap ve imtizâca yüz tutan
lemeât-ı meşverettir ki, bana meşrûtiyet hükümetini bu kadar sevdirmiştir. Bence
taklidin temelini atıp, ihtilâfâtı çıkarmakla, Mûtezile, Cebriye, Mürcie,
Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyetten intâc eden mesâil-i dîniyedeki
istibdâd-ı ilmîdir ve nefsü’1-emirde mukayyed olan şeyde ıtlaktır. Meşrûtiyet-i
ilmiye hakkıyla teessüs etse, meyl-i taharri-i hakîkatin imdâdıyla, fünûn-u
sâdıkanın muâvenetiyle, insafın yardımıyla şu firâk-ı dâlle Ehl-i Sünnet ve
Cemaate dahil olacakları kaviyyen me’mûldür. Şu fırkalar, eğer, çendan bir hizip
olarak görünmüyor, fakat efkârda tahallül ederek münteşiredir. Herkesin
dimâğında onların meylettiği mesleğe meyelân bulunabilir. Hattâ, eğer bir dimağ
büyütülse, maânî tecsîm edilir ise, şu firak, sinematografvârî o dimağda
temessül ettiği görülecektir. Şu kıssa, uzundur, makamı değil; siz suâllerinizi
ediniz.

Suâl: “Şu meşrûtiyet, büyüklerimizi, beyle-rimizi kırdı; fakat
bâzıları da müstehak idi. Hem de, maddeten birşey görmeden yalnız meşrû-tiyetin
nâmını işitmekle, kendi kendilerine düştüler. Bunun hikmeti nedir?”

Cevap: Mânen herbir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin
ıstılâhınızca, o zamanınmakinesini çeviren bir ağa lâzımdır. İşte, zaman-ı
istibdâdın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî olsa
idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi,
ağası hak’tır, akıl’dır, mâri-fet’tir, kânun’dur, efkâr-ı âmme’dir; kimin aklı
keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça
tezâyüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden
kurûn-u vustâ hükûmetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme
istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar.

İşte ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hattâ şeyhleriniz dahi, eğer
kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de
müstehaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimâl ve
hissiyâtı, efkâra tâbî ise, o düşmeyecek, belki yükselecektir.

Suâl: “Neden, şu inkılâb-ı hükûmet, herşeyde bir inkılâp
getirdi?”

Cevap:

sırrınca, istibdat herkesin damarlarına sirâyet etmişti, çok nâm ve sûretlerde
kendini gösteriyordu, çok dâm ve plânlar istimâl ediyordu. Hattâ benim gibi bir
adam, ilmi vâsıta edip, tahakküm ediyor idi veyahut sehâvet-i milliyeyi sû-i
istimâl ederdi. Veyahut şu şeyh gibi, necâbeti sebebiyle herkes onun hatırını
tutarak-tutmakla mükellef bildiğinden-tahakküm ve istibdat ediyordu.

Suâl: “Demek, öldürmemize, hükûmetin istibdâdına yardım eden
başka istibdatlar da varmış?”

Cevap: Evet, cehâletimizin silâhıyla, asıl bizi mahveden,
içimizdeki, garip nâmlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki,
hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi
olan istibdâd-ı hükûmete âittir.

Suâl: “Beyler, ağalar, müteşeyyihler iki kısımdır; farkları
nedir?”

Cevap: İstibdat ile meşrûtiyet kadar farkları vardır. Ben dahi
meşrûtiyet ve istibdâdı müşahhas olarak size göstermek istediğimden, şu iki
kısmı timsâl olarak beyân ediyorum.

Suâl: “Nasıl?”

Cevap: Eğer, büyük adam, istibdat ile kuvvete veya hileye veya
kendisinde olmayan, tasannûen kuvve-i mâneviyeye istinâden, halkı isti’bâd
ederek havf ve cebrin tazyiki ile tutup, insanı hayvanlığa indirmiş; dâimâ o
milletin şevkini kırar, neşelerini kaçırır. Eğer, bir nâmus olursa, yalnız o
şahs-ı müstebitte görünür; denir ki, “Falan adam şöyle yaptı.” Eğer bir seyyie
olursa, kabahat bîçare etbâa taksim olunur. İşte şu mâhiyetteki büyük hakîkaten
büyük değildir, küçüktür; milletini küçüklettiriyor. Zîrâ, milleti her sa’yi
suhre gibi işliyor, hatır için gibi yapı-yor, iyilik etse de riyâ karıştırıyor,
müdâhene ve yalana alışıyor, dâimâ aşağıya iniyor. Zîrâ, sa’y-i insânînin buharı
hükmünde olan şevk, müntafî oluyor. Ağaları ve büyükleri, omuzlarına biner, tâ
yalnız görünsün, onların etlerinden yer, tâ büyüsün. O milletin gonca-misâl
istidâdâtı üze-rine o reis perde olup ziyâyı göstermiyor. Belki, yalnız o neşv-ü
nemâ bulur, inkişaf eder, açılır. Eğer müşahhas istibdâdı görmek arzu
ediyorsanız, işte size şu…

Suâl: “Aman, bu kadar istibdâdın fena bir zehiri varken, acîbdir
ki, biz bu kadar kalmışız!”

Cevap: Acîb değildir. İhtilâftan bâzan istifâde olunur. O pis
istibdâdın taaddüdü için, birbirinin kuvvetini bir derece kırar, tâdil ederdi;
yoksa işiniz fena idi.

Suâl: “İkinci kısım nasıldır?”

Cevap: Bir büyük adam, hakka isnad ile aklı istimâl edip
muhabbetle milletini kendisine rabt, zîrdostânının omuzları üstüne çıkmaz,
altına girer, yükseltir, şevklerini uyandırır, bir iyilik olursa mânen millete
tevzî eder, herkese bir parça nâmus düşmekle şevki artırır, hak yerini bulmak
için milletini ziyâ-i mârifete karşı tutar, gonca-misâl olan o milletin
hissiyâtına zülâl-i muhabbet ve aklı gönderir, neşv ü nemâ verirese,


hadîs-i şerifte meşrûtiyetli reise misâl-i müşahhas olur.

Meşrûtiyeti gözle görmek istiyorsanız, işte şu aynaya bakınız.

Münazarat, s. 31-36

Suâl: “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?”

Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu
da beraber getirmiştir.

Suâl: “Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?”

Cevap: Evet… Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça
etmek, dâimâ kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i
esâsiyesindendir.

Suâl: “Sonra?”

Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; tâ ki; zeminin yüzünü
temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetten siyah lekesini izâle etsin;
hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle,
hilâfet saltanâta inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Tâ Yezid
zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin
Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne
çare ki, istibdâdın kuvveti olan cehil vevahşet, cevânib-i âlemde zeynâb gibi
Yezid’in istibdâdına kuvvet verdi.

Suâl: “Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekâtı
nerede? Hilâfet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha
ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?”

Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir.
İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak
kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas
giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği
zaman tamamen hükmünü icrâ etmiş, meşrûtiyet mağlup olduğu vakit mahvolmuş.
Kellâ! Kâinatta gâlib-i mutlak hayır olduğundan, pekçok envâ ve şuubât-ı heyet-i
içtimâiyede meşrûtiyet hükümfermâ olmuştur. Cidâl berdevam, harb ise seccâldir.

Suâl: “Bâzı adam, ‘Şeriata muhâliftir’ diyor?”

Cevap: Rûh-u meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat
ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün. Hem de, her ne
hâl ki, meşrûtiyet zamanında vücuda gelir! Meşrûtiyetten neş’et etmesi lâzım
gelmez. Hemde, hangi şey vardır ki, her cihetle şeriata muvâfık olsun; hangi
adam var ki, bütün ahvâli şeriata mutâbık olsun? Öyle ise şahs-ı mânevî olan
hükûmet dahi mâsum olamaz; ancak Eflâtûn-i İlâhînin medîne-i fâzıla-i
hayaliyesinde mâsum olabilir. Lâkin, meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser
yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.

Suâl: İtiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?

Cevap: Ben libâsa ilişiyordum. Hükümet iyi bir adamdır. Pislerin
libâsını giymişti. Biz o libâsı yırtmak ve yıkamak isterdik, olamadı. Zamana
bıraktık; tâ yavaş yavaş yırtılsın. Evet, namazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu;
sonra tanıdı ve tanıyacaktır. Ehvenüşşerreyn, bir adalet-i izâfiyedir. Fakat
kemâl-i telehhüf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılâp eden fikr-i intikâmın
tedâhülü ve heyecânâtı intâc eden tecrübesizlik, üzerimize emri şiddetlendirdi,
pahalaştırdı. Muvakkaten, bir nevî karanlık çöktü. Emîn olunuz ki, çekilecektir.

Münazarat, s. 37-39

Suâl: “Meclis-i Mebusânda Hıristiyanlar, Yahudîler vardır;
onların reylerinin Şeriatta ne kıymeti vardır?”

Cevap: Evvelâ, meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise,
Müslümandır, altmıştan fazla ulemâdır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında
olmamak gerektir. Demek, hâkim İslâmdır.

Sâniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, sanatkâr
bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir; Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i
Mebusândaki mesâlih-i siyâsiye ve menâfi-i iktisâdiye dahi ekserî bu kâbilden
olduğundan, reddetmemek lâzım gelir. Ammâ ahkâm vehukuk ise, zâten tebeddül
etmez; tatbikat ve tercihâttır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Mebusların
vazifesi, o ahkâm ve hukuku sû-i istimâl etmemek ve bâzı kadı ve müftülerin
hilelerine meydan vermemek için bâzı kânunları yapmak, etrâfına sur etmektir.
Aslın tebdiline gitmek olamaz; gidilse, intihardır.

Suâl: “‘Adâlettir’ diyorsun. Neden tekâlif-i devlet, fukarâ
üstünde hafifleşmedi?”

Cevap: Bir fark vardır: Eskide vâridât zâyi olur giderdi, şimdi
millet rakîbdir. Demek, evvel suya ve şûristana atılır idi, şimdi tarlaya
atılıyor veya atılacaktır. İşte, bir nevi hafiflik…

Suâl: “Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat
edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temâşâ
etmek ve ellerimizi onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim
olduğumuzu göstermek nâsıldır? Zîrâ hükûmet ve İstanbul daha bulanıktır.”

Cevap: Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin
misâl-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır.

Münazarat, s. 41, 42

Sual: Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen
kimlerdir?

Cevap: Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam
paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan
milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti incitenbir cemiyettir.

Benî beşerde ona intisap eden, bir dirhem zararını bin lira
milletin menfaatine fedâ etmeyen, hem de menfaatini ızrar-ı nâsta gören, hem de
muvazenesiz, muhakemesiz mânâ veren, hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini
feda etmediği halde mağrurane millete ruhunu feda etmek dâvâsında bulunan, hem
de beylik veya tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak
mânâsıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul fikirlerde bulunan, hem de zulüm
görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve
istirahat-i umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin âsabına
dokundurmakla, tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir.

Münazarat, s. 47, 48

Suâl: “İstibdat o kadar fena birşey iken, niçin herkes bir çeşit
ile onu irtikâb ederdi?”

Cevap: İçinde tefer’unun lezzet-i menhûsesi ve tahakküm ve
tehevvüs-ü nemrudâne vardı.

Münazarat, s. 53

Sual: Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdetâ
hürriyette insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek
şartıyla birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?

Cevap: Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini
ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet,
âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve
rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın
istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır.

Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır.
Hürriyetin şeni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.


Münazarat, s. 55

Sual: Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik.
Hürriyetimiz tev’em olarak bizimle doğmuş. Öyleyse başkalar keyiflensin, bize
ne?

Cevap: Evet, zaten o sevdâ-yı hürriyettir ki, sizi tahammülsûz
meşakkatlere mütehammil kılmış. Ve medeniyetin muşa’şâ bu kadar mehasininden,
sizin anka-i meşrebâneniz sizi müstağnî etmiştir. Fakat, ey göçerler, sizde
olanı yarıhürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem
de kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan
hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu biçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve
tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun
mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı
medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve
hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.

Sual: Ne diyorsun? Şu senâ ettiğin hürriyet hakkında
denilmiştir:


Cevap: O biçare şair, hürriyeti Bolşevizm mesleği ve İbâha
mezhebi zannetmiş. Hâşâ! Belki insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti
intaç eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrardan ziyade
hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve Kanun-u Esasîyi otuz sene evvel kabul
ettiği için fenadır.” İşte, yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını
hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasînin müsemmâsız isminden ürken adamın sözünde
ne kıymet olur? Hem de, yirmi senelik İslâmiyetin bir fedaisi de demiştir:


Sual: Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?

Cevap: Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan
adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı
altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi;
başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi
bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne
tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek
iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…

Münazarat, s. 57-59

… Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet
hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki
ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz
ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç
bin adamı ağalığımıza, riyasetimize şerik ettiğimiz vakitte, millet-i
İslâmiyeden aktâr-ı âlemde üç yüz bin adamın riyasetine yol açılıyor. Biri zayi
edip bini kazanan, zarar etmez.

Münazarat, s. 79

Ben 31 Mart hâdisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira
İslâmiyetin meşrutiyetperver ve hamiyetli fedâileri cevher-i hayat makamında
bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip ehl-i hükûmeti adalet
namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle ila; ve
meşrutiyeti, şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sabıkayı muhalefet-i
şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında
bulundular. Sonra, sağını solundan fark edemeyenler-hâşâ!-şeriatı, istibdada
müsait zannederek tûti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz” demekle, hakikî
maksat ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan
olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz
ettiler. İşte câ-yı ibret bir nokta-i siyah!

Münazarat, s. 83

Asya’nın bahtını, İslâmiyetin taliini açacak yalnız meşrûtiyet
ve hürriyettir. Fakat, Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla.

Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka
şekle çevrilmiş birer mesele-sidir.

Muhakemat, s. 39

Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten
ibârettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya
dilencilik etmek, dini İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimale müteveccihen namaz
kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur.


hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da; mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyâhut
din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.

Hutbe-i Şamiye, s. 93

Benden sordular ki:

“Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” Ben de dedim:

Eskişehir Mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden,
ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i ha-yatım ispat eder.
Hulasası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, halî bir türbe kubbesinde inzivada
idim. Bana çorba geliyordu; ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi
onun suyu ile yerdim.

İşitenler benden soruyordular; ben de derdim:

“Bu karınca ve arı milletleri, cumlıuriyetçidirler. O
cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”

Sonra dediler: “Sen, Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun?”

Cevaben diyordum: “Hulefa-i Raşidîn, herbiri hem halife, hem
reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kiram
elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat, manasız isim ve resim değil, belki
hakîkat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-i dindar cumhuriyetin
reisleri idiler.”

İşte, ey müdde-i umûmi ve mahkeme azaları! Elli seneden beri
bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz.

Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki, laik manası
bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere
ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki
ederim. On senedir—şimdi yirmi sene oluyor—ki, hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden
çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. E1-iyazü
billah, eğer dinsizlik hesabına, îmanına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek
kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilaperva
îlan ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, îmana ve ahiretime feda etmeye hazırım.

Tarihçe-i Hayat, s. 357, 358

… Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle
vatana ve millete zararlı bir sûrette meşgul eyleyen muarızlarımız olan
zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle,
irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi
vermekle, cebr-i keyfi-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem
hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hakimiyet-i İslamiyeye ve millete ve
vatana, ecnebî hesabına, darbeler vuruyorlar.

Tarihçe-i Hayat, s. 364