1- Hukukun önemi

Cumhuriyetle birlikte toplumsal hayatımızda yer alan
inkılapların, belki de en önemlisi hukuk alanında yapılan devrimdir. Zaten diğer
inkılapların fiiliyata geçmesi de yasal, anayasal bir takım hukuki tasarruflarla
mümkündür. Bütün siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatı yeniden
belirlemeyi, batılı ve çağdaş bir toplum yaratmayı hedefleyen devrimci kadronun
en önemli enstrümanının “Hukuk” olduğu söylenebilir.

Fakat bu kadar önemli fonksiyonlar atfedilen “Hukuk” nasıl bir
şeydir? Mahiyeti, özellik ve unsurları nelerdir? Hukukun karakteristiği, hukuk
devri-mine imkan tanır mı? Hukuk ithali mümkün müdür? Cumhuriyet rejimi hukuk
ithalatını nasıl yapmıştır.?

Bu gibi soruların cevabını vermeye çalışırken değişik açılardan
değerlendirmeler yapılabilir. Mesela, bir Müslüman gözüyle, İslam hukuku
kıstasları kullanılarak olay değerlendirilebilir. Ama biz burada tamamen mevcut
hukukun bir özeleştirisini yani kendi mantığı, sistemi ve felsefesi ile
kendisini tenkit etmesini hedefledik. Bunu yaparken Türkiye’de hukuk
fakültelerinde okutulan Hukuk Başlangıcı, Hukuk Felsefesi, Hukuk Sosyolojisi,
Mukayeseli Hukuk gibi temel derslerin donelerini kullanacağız. Keza Atatürk’e,
devrimlerine ve hukuk devrimine yürekten bağlı Kemalist hocalarımızın
kitaplarını tercih edeceğiz ki bu gerçek bir özeleştiri, otokritik olabilsin.

2- Hukukun mahiyeti

Prof. Dr. Tarık ÖZBİLGEN Hukuk Başlangıcı, Prof. Dr. Niyazi
ÖKTEM Hukuk Felsefesi kitaplarında, özellikle George Gurvıtch ve Alf Ross’tan
iktibaslar yaparak hukuku şöyle izah ederler;

Hukuk, çağlar boyu bir çok filozof ve mütefekkir tarafından çok
değişik şekillerde ele alınmış, açıklanmaya çalışılmıştır. Hukukun ilk bakışta
dikkati çeken Norm (Kural, Kaziye), Sosyal Realite (Sosyal olgu) Etik Değer
(Ahlak, Adalet) gibi üç boyutu (elemanı) olduğu görünmektedir. Çok çeşitli hukuk
ve felsefe ekolleri bu her bir elemanı münferiden ele alarak, sadece o elemana
önem verip diğer iki elemanı dışlayarak müfrit spekülasyonlar halinde felsefi
yorumlar yapmışlardır. Şöyle ki;

a-) Hukukun unsurları

Norm boyutunda hareket edenler (pozitivistler, volontaristler)
“Hukuk yetkili mercii tarafından gerekli prosedürlere uymak suretiyle konmuş
maddi müeyyideli davranış kurallarıdır.” Yine Normati-vistlerce “Hukuk bir
hiyerarşik düzen içindeki, normlar arasındaki ilişkiler kompleksidir.” Yani
hukuk normdur. Ortada kanun, kural olarak ne varsa o hukuktur. Sosyal Realite ve
Etik Değer önem arzetmez.

Sosyal Realite boyutundan hareket edenler (Solidaristler,
Marksistler) “Hukuk, sosyal hayatta meknuz (gömük) ve mündemiç (karışık) düzenin
belirleniminden oluşan kurallardır.” Yani hukuk mevcut sosyal, ekonomik
ilişkilerin kurallaşmış halidir. Sosyal olgu ne ise hukuk ona göre tezahür eder.
Ahlak (Etik Değer) ve Norm (Kural) önemli değildir.

Etik değerden hareket edenler (politiko-juritik ideolojiler,
doğal hukukçular) “Hukuk Etik Değerlerin sosyal ortamda gerçekleşmesini sağlayan
davranış kurallarıdır.” Yani hukuk, ahlak ve adaletten ibarettir, sosyal realite
ve normun bir önemi yoktur.

b-) Hukukun tanımı

Görüldüğü gibi bütün bu izahlar ünidimansiyonel (tekkatçı, tek
elemanlı) yetersiz izahlardır. Halbuki hukuk tridimansiyonel (üç katlı, üç
elemanlı) bir bütündür ve bunlardan birinin eksikliği halinde hukuk, hukuk olma
özelliğini kaybeder.

Bu açıklamalardan sonra Hukuku şöyle tarif edebiliriz; “Hukuk
sosyal hayatı, ahlaki kıymetlere göre düzenlemeyi hedefleyen maddi müeyyideyle
teçhize elverişli davranış kuralları arasındaki ilişkiler kompleksidir.”1
Bu tanım, sosyal realiteyi, Etik Değeri ve normu yani hukukun üç elemanlarını da
ihtiva eden tridimansiyonel (üç elemanlı) bir izahtır. Ve yukarıdaki müfrit ve
yetersiz spekülasyonlara göre çok daha kapsayıcı ve gerçekçidir. Bu görüş
Gurvitch’in plüralist (çoğulcu) hukuk anlayışıdır.2 Ve bilimsel
çevrelerde en fazla taraftarı olan anlayıştır.

c-) Hukukun izahı

aa- Norm

Parlamentodan sadır olan her normun (kanun, kanun hükmünde
kararnamenin) hukuki olduğu söylenemez. Kanun ile hukuk ayrı şeylerdir.

Bir kanunun (normun) hukukilik vasfı taşıyabilmesi için ilk önce
hukukun mantıki (lojik) yapısına uygun olması gerekir. Öncelikle bu kanun
Anayasaya uygun olmalıdır. Zira hukukta anayasanın üstünlüğü veya normlar
hiyerarşisi (normlar piramidi) denilen temel bir prensip vardır. Buna göre
sırasıyla kanunlar ve kanun hükmünde kararnameler anayasaya, tüzükler kanunlara,
yönetmelikler tüzüklere, bütün idari emir, fiil ve işlemlerde, yönetmeliklere ve
diğer normlara uygun olmak zorundadır. Yani her bir norm geçerlilik ve
meşruiyetini bir üstteki norma uygunluğundan alır. Bu durumda anayasa gibi en
temel kanunun meşruiyeti, güvenilirliği, sağlamlığı, sürekliliği en üst seviyede
olmalıdır.

Burada akla gelebilecek “anayasa meşrutiyetini nereden alır?
gibi bir soruya şu cevap verilebilir; anayasa meşruiyetini, hukukun temelleri
mesabesinde olan ahlak, vicdan, uygulanacağı toplumun sosyal durumu, milli
kültürü, bütün yüksek değerleri ve demokratik bir oylamadaki çoğunluğun
tasvibinden alır.

bb- Sosyal realite

Bir kanunun hukukilik niteliği taşıyabilmesi için sosyal
realiteye uygun olması zorunludur. Kanun sosyal bünyeye uygun olmalıdır.
Endividüelist (toplumu hiçe sayan ferdiyetçi) veya komünist (ferdi hiçe sayan
toplumcu) içerik taşımamalıdır. Ekonomik yapıdaki olumsuzlukları bertaraf edici,
sosyal barışı ve dayanışmayı sağlayıcı özellikte olmalıdır. Milli kültüre, örfe,
anâneye, dine uygun olmalıdır. Milletle çatışmaya girmemelidir.

Burada sosyal realiteye uygunluğu, realitede görülen menfi
durumunda aynen kabulü manasında yorumlamamalıyız, fakat normu koyarken bu
menfiliği dikkate alarak onu ıslah edici bir yol takip etmeliyiz. Zira sosyal
şartların hukuk kuralının belirleniminde negatif determinan (olumsuz
belirleyici) bir yönü de vardır.

cc- Etik değer

Bir kanunun hukuki sayılabilmesi için sosyal realite nasıl
negatif determinan ise ahlak ve adalette pozitif determinandır. (belirleyici
faktör)

Hatta hukuk ahlakilik ile belirli (yani ayırıcı karakterlerinden
biri ahlakilik olan) bir davranış kuralıdır. Mesela “her yurttaş diktatörün her
dediğini yerine getirmekle yükümlüdür. Buna uymayanlar…. hapisle
cezalandırılır” şeklindeki bu davranış kuralı bir hukuk kuralı sayılamaz. Zira
bu, “herkes, hasta olan annesini öldürecektir” yolundaki bir diktatör buyruğuna
da uymayı içerir ki, böyle bir buyruğu hukuk diye ka-bullenmek hukuka hakaret
olur.

Hukuk, ahlaksızlığa zorlayamamakla birlikte ahlaksızlığa imkan
da vermemelidir. Çünkü hukuka ahlaksızlığa imkan verme niteliği tanındığı
takdirde, böyle hallerde hukuk kuralı ahlakilik ile belirliliğini yitirecektir.
Konuyu basite irca etmek için önceki örneği tekrar edelim. Eğer hukuk
ahlaksızlığa imkan tanıma niteliği taşısaydı şu biçimdeki bir davranış kuralı
hukuk kimliği taşıyacaktı. “Bir kimse hasta annesini öldürebilir.” Görülüyor ki
burada ahlaksızlığa zorlama değil ve fakat sadece imkan sağlama vardır. Ve eğer
hukuk ahlaksızlığa imkan sağlıyorsa bu davranış kuralının da hukuki kimlik
taşıdığı kabullenilecektir. Bunun ise saçmalığı ve hukuk dışılığı açıktır. Hukuk
ahlaki olan her şeyi kapsamına almaz. Ama bu ahlaksızlığa imkan sağlama manası
taşımamaktadır. Durumun gereğine uygun (matluba muvafık) yorumu şudur. Hukuk
ahlakın tümünü değil de sadece bir kesimini gerçekleştirme misyonuyla mücehhez
olup geri kalanını kendi sınırı dışında tutar ki bu, artık ahlak olanına dahil
ve ahlaki müeyyide ile bağımlı bulunur. Eğer ahlaki müeyyide ihlalleri önlemeye
yetersizse bununla hukukun bir ilişkisi yoktur. Ve bunu hukukun ahlaksızlığa
imkan tanıması biçiminde yorumlamak yersizdir. Buradan çıkaracağımız sonuç;
hukuk kuralının ahlakiliği içermekte; bir etik değeri gerçekleştirmekle yükümlü
olduğudur.

Hukukun ahlakın tamamını gerçekleştirme misyonu—bugün
için—üstlenmiş bulunmaması onun kendi alanında ahlaktan tecrit edilebileceğini,
ahlaktan mücerret bir hukuk kuralının bulunabileceğini içermez. Hukuk imkanlar
elverdiği ölçüde olmak üzere ahlakın bir kesimini gerçekleştirme misyonunu
yüklenmiştir. Ve bütün hukuk kuralları doğrudan veya dolaylı olarak bu misyonun
yerine getirilmesine yönelik bulunmaktadır. Hatta biz şurasını—hakkıyla—iddia
edebiliriz ki hukuk, ideali, fonksiyonel varlığı itibariyle ahlakın tamamını
gerçekleştirmekle yükümlü bulunmakta fakat ferdi ve içtimai ampirik (tecrübi)
şartlar buna imkan vermediği için, mecburen bir kesimini sınırları dışında
bırakmaktadır.3

3- Dünyadaki hukuk sistemleri ve cumhuriyet türkiye’sinin
hukuku

a) Dünyadaki hukuk sistemleri

Dünyadaki hukuk sistemleri, değişik hukukçular tarafından farklı
kıstaslara tabi tutularak, ayrı ayrı tasnifler görmüştür. Bunlardan en dikkat
çekici olan Brezilyalı hukukçu Silva Pereira’nın hukuklar arasında morfolojik
ayrılıkları ve ideolojik farklılıkları esas olarak, yaptığı dörtlü ayrımdır.

1- Roma/Hıristiyan hukuku; Burada Roma hukukundan ve
Hıristiyan inancından etkilenen hukuklar yer almaktadır.
2- Common Law
3- Sovyet Hukuk Sistemi
4- Felsefi ve dinsel hukuklar (İslam hukuku)

Fransız hukukçu Levy Ulmann ise üçlü bir tasnif yapmıştır.

a) Kıta Hukuku
b) İngiliz Hukuku
c) İslam Hukuku

Türkler bin seneye yakın bir süre içinde (Selçuklu, Osmanlı)
İslam Hukukunu be-nimseyip uyguladıktan sonra, Cumhuriyetle birlikte devrimci
kadro bir hukuk inkılabı yapıp Roma-Hıristiyan (Kıta) hukukunu ithal etti ve
bunu uygulatmaya başladı.4

b) İthal şekilleri

Bir hukuk ithali sözkonusu olduğunda başlıca üç yol akla gelir.

1- Yabancı Hukukun benimsenmesi
2- Yabancı Hukukun benimsetilmesi
3- Bir hukuki olgunun aktarılması

aa) Yabancı hukukun benimsenmesi (reception)

Burada, bir hukuk ikliminde oluşan bir hukuki müessese, kavram
ya da olgunun veya bunlardan oluşan kompleksin bilerek ve istenerek (yani rızai
olarak) başka bir hukuk iklimine alınıp getirilmesi anlaşılır.

bb) Yabancı hukukun benimsetilmesi

Burada ise, fetihler sonucunda, fetheden ülkenin hukuk
düzeninin, fethedilen yerlerde zorla benimsetilmesi olayı söz konusudur. Mesela
Napoleon “Code Ci-vil”in Hollanda tarafından benimsetilmesi.

cc- Bir hukuki olgunun aktarılması

Burada da başka bir yere göç eden bir grup göçmenin,
anayurtlarındaki hukuk düzenini, göç ettikleri ülkeye aktarmaları durumu
mevzubahistir. Mesela Amerika’ya göç eden İngiliz göçmenlerinin sonradan on üç
koloniye kendi hukuklarını götürme-lerinde olduğu gibi.5

c) Türkiye’de durum

Türkiye’deki durumun üçüncü şık ile bir ilgisi olmadığı açıktır.
Pekiyi benimseme mi var? Yoksa benimsetilme mi?

Türkiye’nin bir fetih sonucu müstevlilerin zorlaması ile bir
hukuk sistemi kabul etmediği de açıktır. Şimdi benimsemeye gelelim. Müslüman
Türk milletinin rızai olarak (bilerek, isteyerek) Roma-Hıristiyan hukukunu
seçtiğini kimse iddia edemeyeceğine göre birileri (devrimci kadro) hayatın diğer
sahalarında olduğu gibi (kıyafet, harf devrimleri) hukuk alanında millet adına,
fakat onun rağmına çeşitli yabancı hukuk düzenlerinden oluşan Roma-Hıristiyan
hukuk sistemini benimsettikleri gerçeğine varıyoruz.

Prof. Dr. Özsunay ise Türkiye’de “istenerek ve bilinçli olarak
(consciousness)” benimseme durumunun olduğunu söylemektedir. Türk milletinin
istemediği ama inkılabın dar bir kadrosunun istediği kabul edilebilir. Fakat
onların da bilinçli oldukları söylenemez, zira zamanın Adalet Bakanı M. Esat
BOZKURT dışındakiler hukukçu değiller, Roma-Hıristiyan huku-kunu hiç
bilmiyorlar. Bakan Bozkurt ise sadece orada hukuk okuduğu için İsviçre hukukunu
biliyor. Fakat iktibas edilen İtal-yan, Fransız, Alman hukuklarını bilmiyor.

d) Benimseme çeşitleri

aa) Yapısal benimsemeler

Yabancı bir kanunun sistematiği ve kavramsal yapısı alınmakta,
buna karşı muhtevası ise, benimseyen ülkenin ihtiyaçlarını karşılayacak ve
hukuki gerçeklerle cevap verecek değişikliklere uğramaktadır. Örn: “Code
Civil”in İspanya ve Portekiz tarafından benimsenmesi.

bb) Kısmi benimsemeler

Sadece yabancı hukuka ilişkin bir hukuki müessese yada kavramın
alınması biçiminde gerçekleşir. Mesela çeşitli Avrupa ülkelerince Alman limitet
ortaklığına ilişkin kanunun örnek alınarak milli hukukların düzenlenmesi.

cc) Eklektik benimsemeler

Yabancı hukuk düzenlerinden çeşitli ayrıntıların alınıp bir
araya getirilmesiyle gerçekleşir (sentetik benimseme). Etiyopya ve ihtilal
öncesi Çin’de görüldü.

dd) Toptan benimsemeler

Yabancı bir kanunun tümü ile benimsenmesi görünümünde ortaya
çıkar (globale rezeption).

Türkiye’deki benimsemeler bu son şe-kilde olmuştur. Mesela
İsviçre’den Medeni Kanunun, İtalya’dan Ceza Kanununun alınması gibi. “Toptan
benimsemelere genellikle siyasal ve HUKUK DIŞI çeşitli etkenler neden olabilir.”6

4-) Cumhuriyet Türkiye’sinin hukuk ithalinde çelişkiler:

a-) Mevzuata mehaz ülkeler

Hukuk dışı faktörler bir kez devreye girdi mi bir daha nerede
durulacağı kestirilemez ve hukuk adına çeşitli garabetler ve çelişkiler
“hukukun” rağmına sergilenir. Öyle ki; Ceza Kanunu Faşizm İtalya’sından
alınırken o kanunla uyum içinde olması gereken Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu
(yani ceza yargılamasının nasıl yapılacağını, ceza mahkemelerinin nasıl
kurulacağını gösteren kanun) bir başka ülke Almanya’dan alınmıştır.

Keza Medeni Kanun İsviçre’den alınmış, ama bu kanuna göre
yargılamanın nasıl olacağı ve hukuk mahkemelerinin nasıl kurulacağını gösteren,
Hukuk Usulü Mahkemeleri Kanunu altı milyon nüfuslu bu küçücük devletin, 22
Kantonundan (devletçiğinden) biri olan Nöşatel Kantonu’ndan iktibas edilmiştir.
(orada medeni kanunu tekliği ama usul kanunlarının çokluğu durumu var.)

Yine idare hukuku büyük ölçüde Fransa’dan alınmış, anayasa
hukuku ise Alman etkisinde kalmıştır. Görüldüğü gibi Türkiye’ye ısmarlama elbise
gibi ısmarlama hukuk getirilmiş. Hukukun alındığı mağazalar aynı semti paylaşan
mağazalar (Roma-Hıristiyan hukuk sistemi) olmuş fakat, mağazalar farklı
(Almanya, İtalya, Fransa gibi) tensip buyurulmuştur. Böylelikle hukukun
panoramik görünümü armonisi yamalı bir bohçaya benzemiş, hukuk estetiği aşırı
derecede gözardı edilmiştir.

b-) Acele ve toptan kabul ediş

Olayın bir başka garip yönü bu kanunlar alınırken (iktibas)
ciddi bir araştırma ve inceleme yapılmamış müthiş bir acelecilikle adeta oradan
buradan kotarılmıştır. Öyle ki, bu sebepten bir tercümeden öteye gidemeyen bu
kanunlar büyük çeviri hatalarıyla dolmuş, bu durum Musollini İtalya’sından
alınan ceza kanunuyla sosyal çalkantılar içindeki Almanya’dan alınan kanunlarda
bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Bir milletin bütün bir psiko-sosyal ha-yatını belirleyecek Ceza
ve Medeni Kanun gibi temel kodlarda, kanun maddeleri tek tek müzakere edilip
tartışılmamış 1381 maddelik koca bir Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu toptan kabul
edilmiştir.

İstanbul Barosu eski başkanlarından Prof. Dr. S. Sulhi TEKİNAY
şöyle diyor: “Yeni ve batılı karakterde bir kanuna sahip olmak ihtiyacı iki
yoldan biriyle karşıla-nabilirdi. 1. Ya Türk hukukçuları tarafından
memleketimizin özelliklerine uygun bir kanun hazırlanmalıydı. 2. Yada batıda
vücuda getirilen kanunlardan biri olduğu gibi veya ufak tefek tadillerle
alınmalıydı.”7

Bizde ikinci yolun ilk şıkkı olduğu gibi alıntı yoluna gidildi,
ufak tefek tadillere bile gerek görülmedi. Buna rağmen Türk Kanunlarının
Avrupa’daki mehazlarından bazı farklılıklar ve orijinalitesi hiç olmadı
diyemeyiz, çünkü yapılan tercüme hataları Türk hukukunun orijinal yönünü ifade
ediyordu.

c-) Neden İsviçre medeni kanunu?

Bir Alman veya Fransız Medeni Kanunu değil de, İsviçre Medeni
Kanununun tercih edilmesinin sebebi, bu kanunun daha adil veya sosyal yapımıza
daha uygun oluşu veya bilimselliği değildir. Bunun en önemli sebebi Adalet
Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un hukuk öğrenimini İsviçre’de görmüş olması ve
İsviçre Medeni Kanununa duyduğu derin hayranlık ve saygıdır.8

d-) Lozan antlaşmasıyla hukuk birliği nasıl sağlandı?

Lozan Antlaşmasının 42/I. maddesi aynen şöyledir; “Türkiye
hükümeti gayrimüslim ekalliyetlerin hukuku aile veya ahkamı şahsiyeleri bahsinde
bu mesailin mezkur ekalliyetlerin örf ve adetlerince hal ve fasledilmesine
müsait her türlü ahkam vaz’ına muvafakat eder.” Prof. Dr. Tekinay bu konuyla
ilgili olarak şunları söylüyor. “Kısaca Lozan Antlaşmasında Rum, Musevi ve
Ermeni azınlıkları şahsi hale, aile ve miras hukuklarına ilişkin hususlarda Türk
Hukukuna bağlı olmamak imkanını elde etmişlerdir. Sözü edilen azınlıkların
yetkili temsilcileri 1926 yılında yeni medeni kanunumuzun kabul edilmesi
üzerinedir ki bu imkandan faydalanmayacaklarını ve yeni medeni kanuna
kendilerinin de tabi olacaklarını Türk Hükü-metine açıkça bildirdiler. Ve
böylece memleketimiz, yüzyıllar boyunca özlenen hukuk birliğine kavuşmuş oldu.”9
(Bu konu adliye vekili M. Esat Bozkurt’un yazmış olduğu Medeni Kanunu esbab-ı
mucibe layihasında da böyle izah edilmiştir.)

Evet hukuk birliğine kavuşulmuş oldu, fakat bu Türk hükümetinin
etkili bir politika sonucu bin yıllık İslam Hukukumuzu azınlıkların kabul
etmesiyle değil, Türk Milletinin azınlıkların Roma- Hıristiyan hukukunu kabul
etmesiyle gerçekleşti. Azınlıklar “Türk Hukukuna bağlı olmamak imkanını” rızai
olarak terk ettiler. Fakat Türk’ler razı olmadıkları halde İsviçre Hukukuna
bağlı olmama hakkını elde edemediler.

e-) İstilacı batıdan hukuk iktibası

Alınan bu hukuk kimin, kimlerin hukukuydu? Bu hukuk tarih
boyunca çeşitli haçlı seferleriyle Anadolu’muzu ve İslam’ın mukaddes bedellerini
işgale yeltenen, Hıristiyanların ve Roma’nın hukukuydu. Kanunların yoğun olarak
iktibas edildiği 1926 tarihinden 3-5 yıl önce Türkiye’mizi yer yer işgal etmiş
bulunan emperyalistlerin hukukuydu.

Bir kültür ve medeniyet görünümü olan hukuku benimsemek, onun
ortaya çıkaracağı kültür ve medeniyeti de benimsemek demektir.

İmdi biz kanlar dökerek canlar vererek kovduğumuz
emperyalistlerin hukukunu, kültür ve medeniyetini niye benimsedik. Madem
benimseyecektik niye kovduk? Bu devletin İstiklal Marşı’nda geçen “medeni-yet
denilen tek dişi kalmış canavar” kimdir?

Eğer çağdaşlık adına bu benimseme olduysa , İslamiyet,
Hıristiyanlıktan 600 Roma’dan ise 1000 yıl sonra zuhur etmedi mi? Bu hukuk
Fatih’in Doğu Romanın başkenti İstanbul’u fethettiğinde, yürürlükten kaldırdığı
Roma hukuku değil miydi? Beş asır sonra (1453-1926) beş asır önceki hukuk
getirilerek çağdaş olunabilir mi?

f-) Hukuk sosyolojisine ve felsefesine göre hukuk ithali
mümkün müdür?

Görüldüğü gibi Türkiye’de bir çok sahada olduğu gibi en önemli
konu olan hukukta da radikal bir devrim yapılmıştır. Fakat hukukta devrim
olabilir miydi? Bir anda birçok iyi, kötü veya birçok kötü iyiye çevirilebilir
miydi? Bir anda mükafat mücazata, mücazat mükafata dönüşebilir miydi? Buna
sosyal realite izin verir miydi? Bin yılı aşan bir maziye sahip kültür,
medeniyet, hukuk yerine bir oldu bitti ile bir başkası konabilir miydi? Türk
insanı kendi yürüyüşünü terk edip başkasının yürüyüşünü de öğrenememe durumuna
düşmez miydi? Büyük bir kimlik buhranına gebe arabesk bir insan ve insanlar
topluluğu meydana gelmez miydi? Bütün bu sorulara yazımızın başında kısaca temas
ettiğimiz sosyoloji, hukuk felsefesi ve hukuk sos-yolojisi disiplinleri
(ilimlerin) ışığında, maalesef müspet cevap veremiyoruz. Hukukta devrim,
bizatihi hukuk bilimi ile, iktibas edilen batı hukuku bilimi ile, hukukun
mahiyeti ile bağdaşmıyor. Zira aslana domuz başı, yetmişlik ihtiyara dansöz
kıyafeti yakışmayacağı ve uyum gösteremeyeceği bedihidir. Bu durumda sosyal
realite denilen, hukukun üç elemanından biri sayılan ve olmazsa olmaz şartıyla
bulunan, bu boyut hiçe sayılmış oluyor, o zaman da ortada hukuk kalmıyor.

g-) Etik değer boyutuna göre hukuk ithali mümkün müdür?

Hukukun etik değer (ahlak, moralite) boyutuna gelelim. Önce
putperest Roma sonra hıristiyan Avrupa’nın bir ürünü olan bir hukukun ahlak
anlayışı Müslüman Türk insanının, onun kolektif vicdanının, ahlak anlayışıyla
bağdaşabilir miydi? Batılılarla tamamen aynı şeyleri mi ahlaki veya ahlak dışı
buluyoruz?

Ceza Kanununda düzenlenen ırza geçme, edep ve iffete alenen
tecavüz, müstehcenlik, fuhşiyata tahrik gibi suçları değerlendirirken
ahlaksızlık, hayasızlık, edepsizlik gibi kelimelere hangi anlayış açısından
bakacağız? Türk insanı fuhşun suç olmamasını, genelevlerin devlet izniyle
çalışmasını tasvip ediyor mu?

Önceden belirttiğimiz gibi hukuk, ayırıcı karakterlerinden biri
ahlakilik olan bir davranış kuralıdır. Bir hukuk kuralı ahlaksızlığa
zorlayamayacağı gibi, ahlaksız-lığa imkan da veremez. Bu durumda devlet fuhşa ve
genelevlere nasıl izin vermiştir.

h-) Legalite, moralite, jüstifıkasyon

Kanuna uygunluk (legalite) ile ahlaka uygunluk (moralite) farklı
şeylerdir ve insani değerler açısından ahlakın (etik değer, moralite) üstünlüğü
hukukçularca kabul edilir. Keza günümüz hukuku ve hukukçuları tarafından sıkça
kullanılan meşruiyet (jüstifıkasyon) mefhumu, kanunilik (legalite) mefhumundan
üstün tutulur ve öylece değerlendirilir. Zira norm, sosyal realite ve etik
değerden oluşan hukukun asıl belirleyicisi etik değer (adalet) dir. Mesela Roma
kralının atının yasama (teşri) organınca senatör olarak seçilmesini veya kralın
isteği üzerine bütün mavi gözlü çocukların öldürülmesini hükmü bağlayan yasa
işlemleri kanuna uygun (legal, kanuni) kabul edilir, ama asla meşru kabul
edilmez.

ı-) Türkiye’de meşruiyetin ana kaynağı

Türkiye’de hemen her konuda olduğu gibi, bilhassa siyasi
konularda yani anayasa ve kamu hukukları konusunda meşruiyet kaynağı ne ahlak ne
adalet ne yasa ne anayasa ne de hukukun genel ilkeleridir. Biricik meşruiyet
kaynağı Atatürkçülüktür. Eğer birisi ona dayandığını iddia ediyorsa bir emirle
yasayı, devletin temel nizamını koyan anayasayı yürürlükten kaldırabilir. Bir
emirle milletin seçtiği, kanun yapan organ TBMM’ni feshedebilir. Biraz daha
eskilerde bir emirle, meclis üyelerinin çoğunu, Bakanlar Kurulunu, Başbakan ve
Cumhurbaşkanını tutuklatabilir, zindanlara koydurabilir. Bir er Başbakan veya
Cumhurbaşkanına hakaret edebilir. Bir başçavuş Başbakanı tokatlayabilir. Bir
emirle “tabi hakim” gibi hukukun en temel prensibinden vazgeçilerek seçilme
hakimlerden kurulu özel bir mahkeme tarafından uydurma yargılama ve suçlarla
Başbakan ve Bakanlar idam edilebilir.

Türkiye’de, Allah’a ve Peygamberlere inanmayabilir, dini tenkit
edebilirsiniz. Devletin esas nizamını koyan anayasayı beğenmeyebilir,
eleştirebilirsiniz ama Atatürkçülüğü asla. Fakat Atatürk’ü herkes keyfince
yorumladığından, çoğu zaman ona en zıt görüşler bile onun adına uygulanabiliyor.
Mesela Kenan Evren’le Oktay Akbal çok farklı anlıyorlar. Akbal, Evren’in
anlayışını Kemalizm değil de Kenanizm diye nitelendiriyor.

Türkiye’de, mesela 12 Eylül darbesinde, anayasal düzeni silah
zoruyla değiştirmeye teşebbüsten hapiste çürüyen, idam edilen gençler vardır.
Türkiye’de anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmiş ve o gençleri hapis ve idam
eden yaşlılar vardır. Gayet tabi olarak iki hareket arasında Atatürkçülüğü
benimseme veya iktidarı ele geçirebilme açısından önemli bir fark vardır. Fakat
anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek, iki kesimin de gayesiydi.

5- Türk hukuku laik bir hukuk mudur?

Atatürkçü anlayışın en temel ilkesi laikliktir. Türkiye’de bin
yılı aşkın bir süre içinde uygulanmış olan İslam Hukukundan bu ilke adına
vazgeçilmiştir. Laiklik ise en basit ifadesiyle “din işleriyle devlet işlerinin
birbirinden ayrı tutulması, dinin devlete, devletin dine karıştırılmamasıdır.
(Anayasa Mah. 21.10.1971, 53/76 “AMKD Sayı 10, sh. 52 vd.” )

Fakat iktibas edilen Roma-Hıristiyan hukukunun tam manasıyla
laik olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruyu cevaplarken 18.yy.dan sonra Avrupa
ülkelerinde görülen kodifıkasyon (kanunlaştırma) hareketlerine bir göz atmakta
fayda var. Kanunlaştırma çalışmalarından önce Avrupa ülkelerinde örfi (teamüli)
hukuk yürürlükte idi. Sistematize edilmiş bir hukukun gerekli-liğinin
anlaşılmasından sonra, Avrupa da hukuk bilginleri tamamen yeni, dünyevi ve laik
bir hukuk ihdas etmiş değillerdir. Bilakis önce putperest Roma, sonra Hıristiyan
daha sonra da materyalist (pozitivist) Avrupa’nın ruhundan ve uygulamalarından
süzülmüş ve Avrupa insanının bildiği, sevdiği, benimsediği geleneklere bağlı,
muhafazakar (konservatif) bir halk kanunu hazırlamışlardır. Hukuk bilginleri
halk arasında yaşamakta olan teamüli hukuku tedvin (kodifiye) etmişlerdir.10

Bu muhafazakar halk kanununda pozitivist (materyalist) etkileri
bulmak zordur. Fakat Roma’nın putperestlik (politeizm) dininin ve bilhassa
Hıristiyanlığın etkisi pek büyüktür. Hıristiyanlık tesiri daha bariz görünür.
Çünkü 1800 yıldır hıristiyan olarak yaşamış bir kültür ve medeniyetin ürünüdür.

Denebilir ki Batı kültür ve medeniyeti antik Yunan, Roma,
Felsefi akımlar ve İslamiyet’in de etkisinde kalmıştır. Hıristiyanlık da
etkenlerden sadece biridir. Durumun böyle olması hukuktaki dini tezahürü
bertaraf etmiyor. Çünkü antik Yunan da bir putperest (mitoloji) kültürüdür,
İslamiyet ise zaten büyük bir monoteist dindir. Felsefi akımlar ise, zaten dinin
cevap verdiği sorularla uğraşmıştır ve cemaatler haline gelip sosyal hayatın
kurallarını (ahlaki, hukuki) pek etkileyememiştir. (Avrupa ikidir. Birisi
İsevilik dini haki-kisinden aldığı feyz ….. diğeri felsefe-i tabiyenin
zulmetiyle ….. 17. Lema 5. Nota, Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar)

Hıristiyanlığın hukuktaki tezahürlerine bazı örnekler verirsek
konu daha iyi aydınlanacaktır. Türk Hukukunda boşanma oldukça zor temin
edilebilir bir karardır. Bunun en önemli sebebi ve kaynağı ise
Katolik-Hıristiyan doktrinde boşanmanın oldukça zor hatta imkansız görünmesidir.11

Keza mevzuatta Cumartesi ve Pazar gününün ve yılbaşının tatil
olması da dini kökenlidir. Zira, Müslümanların kutsal günü Cuma, Musevilerin
Cumartesi, Hıristiyanların ise Pazar günüdür. Zaten İngilizce de tatil, kutsal
gün (holiday) anlamına gelmektedir. Türkler, İslam Peygamberinin hicretini esas
alan hicri takvim kullanırken, 698 sayılı yasa ile Hz. İsa’nın doğumunu (milat)
esas alan Gregorius miladi takvimini kullanmaya başlamıştır.

Ceza hukukçusu Prof. Dr. Öztekin Tosun şöyle yazıyor: “Bugün
birçok ülke-lerde yemin eski dinsel biçimini korumaktadır… Bizde suç
mahkemesinde yemin laik olup, namus ve vicdan üzerine verilmektedir. (CMUK
md.57) Buna karşılık medeni muhakemede kanun, Allah ve namus üzerine yemin
edilmesini emretmektedir. (HMUK md.339)” deyip şöyle bir dipnot düşüyor; “Farklı
düzenlenmesinin nedeni CMUK’un çoğunluğu Protestan olduğu için din işlerini
dünya işlerinden ayırmada daha ileri gidebilmiş Almanya’dan HMUK’un da daha sofu
olan Katoliklerin ağır bastığı Nöşatel kantonundan alınmış olması olsa
gerektir.”12

Aynı profesör “Kutsal kitapların daha çok hakimin yetkilerini
düzenlediği ve sınırladığı, sanığı korumaya çalıştığı görülmektedir. Bu konuda
sadece Kur’an’daki bazı hükümleri nakledelim.” Dedikten sonra 13 ayet
meali zikretmiştir. Yine aynı profesör ve başka ceza hukukçuları tarih boyunca
suç muhakemesi hukukunun sanık lehine olarak geliştiğinde hem fikirdir. Demek
oluyor ki suç ve ceza hukukundaki gelişme seyri laik bir çizgide değil; Kur’an
ve İncilin, sanığı koruyan ilahi bir çizgisine doğru olmuştur. Yine İngiltere,
İskoçya, Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya, Yunanistan, İspanya, İtalya,
Portekiz devletleri kilisede kıyılan dini nikahı geçerli sayıp, medeni nikah
şartı koşmamakla aile hukukunun dini yönünü kabul etmişlerdir.13 Bütün bu
örneklerden anlıyoruz ki hukuk nizamı mutlaka içinde doğup büyüdüğü kültürün
çocuğudur, ondan etkilenmiştir ve onun izlerini taşır. Din ise bir kültürün en
önemli unsurudur.

Prof. Dönmezer “Ceza hukukunun ikinci karakteristiği bu hukuk
dalının sosyal bakımdan toplumun kültürü ile yakından ilgili oluşudur. Hatta
denebilir ki ceza hukuku toplum kültürünün bir çeşit ifadesidir. Her toplumun
bütün kültür unsurları kendilerine özgü yaşayan bir ceza hukuku doğururlar”
denmektedir.14

Din, kültür, hukuk ilişkisi öylesine yoğun ve önemlidir ki,
Yahudilerin hukukuna, Musevi hukuku veya şeriatı, Müslü-manların hukukuna İslam
hukuku, İsevi-lerin hukukuna da Hıristiyan hukuku demektedir.

Şu halde gökten zembille laik bir hukuk inmediğine göre, yerden
sandıkla laik bir hukuk çıkmadığına göre, Avrupa’dan ithal ettiğimiz
Roma-Hıristiyan hukukunun laikliğini oldukça tereddütle karşılamak durumundayız.
Çünkü işin içinde yoğun bir şe-kilde din var, fakat bu din İslam değil, sadece o
kadar.

Demek ki, din devlet ilişkilerinden en önemlisi, hatta yeganesi
hukuka karışmış ve laiklik ihlal edilmiştir. Tabi bu Avrupalının hatası, onun
sorunu bizi ilgilendirmez, biz kendi dinimizi devlet işlerine ve hukuka asla
karıştırmadık.

Şimdi de laikliğin ikinci veçhesi devletin din işlerine
karışmamasına bir bakalım. İşte bu noktada Avrupalının pek hatası yok (onlar
devleti din işlerine karıştırmıyorlar) ama bizim ufak tefek hatalarımız
olmuştur.

Önce Devlet, Diyanet İşleri Teşkilatı’nı kurup bünyesine almış
bütün din işlerini bu teşkilatla idare etmeye kalkmış, yeni devlet din işlerine
karışarak laikliği ihlal etmiştir.15 Dinin temel kaynağı Kur’an
öğrenimi uzun süre tamamen yasaklanmış, dini inancını yerine getirmek üzere
örtünen kadınlara müdahale edilmiş, kıyafetleri yırtılmış, günümüzde ise
başörtülü oldukları için üniversiteden kovulmuş. Hatta dini bir ciheti
görüldüğünden olsa gerek, Tasav-vuf ve Türk Sanat Müziği yasaklanmış.

Evlenmenin şekli nikah, Türk insanı için dini bir mahiyettedir
ve dini nikah olmadan girilen ilişkiler zina, doğan çocuklarda zina mahsulüdür.
(Veled-i zina toplumumuzda hakarettir) Buna rağmen Türkiye, Avrupa ülkelerinin
çoğunluğunca kabul edilen dini nikahı tanımamış, hatta geçerli evlenme şekli
olan resmi nikahtan önce, dini nikah kıyma hapisle cezalandırılan bir suç haline
getirilmiştir.

Görüldüğü gibi ülkemizde devlet din işlerine fazlasıyla
karışarak, hatta bizzat idare ederek laikliği ihlal etmiştir.

Batı devletleriyle, Türkiye’nin laiklik konusundaki konumunu
şöyle özetleyebiliriz. Batıda devlet din işlerine pek karışmı-yor, fakat din
devlet işlerine belli ölçülerde karışabiliyor. (Hıristiyan hukuku, sair
uygulamalar) Türkiye de ise devlet din işlerine karışıyor, sınırlıyor, bizzat
yönetiyor, ama dini kendi işlerine pek karıştırmıyor. Laikliğin ise dinin
devlete, devletin dine karışmaması demek olduğunu herkes kabul ediyor. (Anayasa
Mah. 21.10.1971, 53/76)

6- Hukukun muhteva eleştirisi

Birçok kanunun, hukukun norm, sosyal realite ve etik değer
elemanları açısından tahlil edildiğinde hukuka uymadığını görmekteyiz. Yani
getirilen kural kanuni, fakat hukuki değil. Örnek kabilinden olmak üzere
başörtüsü yasağı getiren kuralı hukukun elemanlarıyla analiz edelim.

Etik değere göre; önceden belirttiğimiz gibi, hukuk belirleyici
karakterlerinden biri ahlakilik olan bir davranış kuralıdır. Hukuk ahlaksızlığa
zorlamak şöyle dursun ona imkan dahi sağlayamaz. Hatta bütün hukuk kuralları
doğrudan veya dolaylı olarak ahlakın tamamını gerçekleştirme mis-yonunu
hedefler. Her hukuk kuralı ahlaki bir gayeye hizmet eder ve etmelidir. Şimdi
başörtüsü yasağı hangi ahlaki maksada hizmet ediyor? Denebilir ki Müslüman
Türkiye’deki ahlaka göre değil hukukunu aldığımız Hıristiyan batı ahlakının göre
değerlendirelim. Sonuç değişmez. Çünkü Hıristiyanlık çıplaklığı mecbur tutmak
şöyle dursun tesettürü tasvip ediyor ki rahibeler öyle giyiniyorlar.

Sosyal Realiteye göre; İslam’ın iki temel kaynağı Kur’an
(Nur;31, Ahzap;59) ve sünnet kesinlikle başörtüsünü emrediyor ve Türkiye
nüfusunun %99’u Müslüman, kadınların %70’i başörtülü, olmayan %30’unun da önemli
bir kısmının başörtüsünü takdir ettiği, imrendiği bir İslam ülkesi. Şimdi hangi
toplumsal zemin başörtüsünün yasaklanmasını gerektiriyor. Türkiye Cumhuriyeti
iklim ve ilkelliği sebebiyle yarı çıplak gezilen Mozambik veya Namibya
Cumhuriyeti köylerine mi benziyor ki başörtü takmakta bir beis görünsün.

Norm boyutuna göre; Etik değer ve sosyal realitenin donelerine
göre başörtüsünü yasaklayan bir kural norm olamaz. Eğer böyle bir kural varsa
bile o hukuka uymayan, gayrimeşru bir normdur.

Bu konudaki normlara kabaca bir göz atalım. İnsan Hakları
Evrensel Beyanna-mesi 18. md’sinde “Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine
hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirme hürriyetini dinini veya
kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel olarak öğretim,
tatbikat, ibadet ve ayinlerle açıklama hürriyetini gerektirir.” denmektedir.
(İnsan hakları ve ana hürriyetleri korumaya dair sözleşmenin 9. maddesinde aynı
mahiyettedir.) Bu uluslararası, normlar TC tarafından da imzalandığından,
Türkiye’yi bağlamaktadır.

Keza anayasanın 24., 25. ve 26. maddelerinde düzenlenen din ve
vicdan hürriyeti, düşünce ve kanaat hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti bu konudaki serbestiyeti açık bir şekilde dile getirmektedir.
Anayasanın bu hükümleri çerçevesinde ve hukuk devletinin de bir gereği olarak,
başörtüsünü yasaklayan bir kanun yapılamaz, şayet yapılırsa Anayasa mahkemesince
iptal edilir. Çünkü Anayasanın bağlayıcılığı (normlar hiye-rarşisi) bunu
gerektirir. Nitekim böyle bir yasak getiren kanun hükmü olmadığı gibi
serbestliği hükme bağlayan kanun hükmü vardır. Yüksek öğretim kanunu ek-17. md.
“yürürlükteki Kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; Yüksek öğretim kurumlarında
kılık ve kıyafet serbesttir.”

Evet milletlerarası normlarda ve anayasada belirtilmesine rağmen
hiçbir kanun, tüzük ve yönetmelikle yasaklanmamasına rağmen (zaten normlar
hiyerarşisi gereğince böyle bir yasak konamaz) evrensel beyannameye, anayasaya,
kanuna, tüzüğe, yönetmeliğe aykırı olarak ve hukuk devleti gereğince bunlarla
bağlı olan idare neye dayanarak bütün bu normları dolayısıyla din ve vicdan
hürriyetini çiğneyebiliyor?

Başörtüsü yasağı için yaptığımız norm, sosyal realite, etik
değer tahlilini diğer bir çok kanuna uyguladığımızda yine benzer durumlarla
karşılaşırız. Mesela kürtajın artık kanuni bir düzenleme olması, keza
genelevlerin Bakanlar Kurulunca çıkarılan bir tüzük çerçevesinde çalışıyor
olması ve bunun gibi.

7- Tatbikatta istikrarsızlık

Baştan beri ifade ettiğimiz gibi; hukuk felsefesi, hukuk
sosyolojisi ve etik değer açısından tahlil ettiğimizde mevcut hukuk düzeninin
çelişki ve çarpıklıklarla dolu olduğu görülmekte, keza iktibaslardaki
acelecilik, tutarsızlık, toptancılık hukuk sefaleti doğurmaktadır.

Teorisi ve muhtevası böyle olan hukuk nizamının tatbikatı da
içler açısıdır. Zira esas kanun anayasa 10 yılda bir keyfi olarak
değiştirilmekte hukukun devamlılığı ve güvenirliği kalmamaktadır. Türk insanı
çoğu zaman adaletten, hukukilikten vazgeçip kanuniliğe razı olmakta, fakat
kanunilik yerine keyfilik ile karşılaşmaktadır.

Askeri darbeler sonrası gelen 61, 71 ve 82 Anayasal düzenlerine
28 Şubat süreci ile bir yenisi eklenerek, postmodern bir darbe gerçekleşmiştir.
Bu yeni yönteme göre hukuku, anayasayı artık militer bir klik değil, bizzat
meclis, eğer olmazsa hükümet rafa kaldıracaktır. Bu sefer ülkeyi “silahsız
kuvvetler” kurtaracaktır. “Hükümetimiz ordumuzun emrindedir.” Artık hukuktan,
hukukun üstünlüğünden, demokrasiden, insan haklarından söz etmek vatan hainliği
ve bölücülük anlamına gelmektedir.

Artık yeni savunma konsepti belirlenmiştir. En büyük ve iflah
olmaz tehlike irticadır. Gerçi anayasa ve sair yasa ve mevzuatın hiç birinde
irtica diye bir suç, hatta kelime, geçmiyorsa da, o kanunlarda geçen hırsızlık,
cinayet, bölücülük gibi klasik suçlardan çok daha tehlikelidir. Başörtü-süyle
üniversitede ders dinleyen bir kız öğrenci, kaleşnikofuyla dağlarda adam öldüren
bir teröristten daha tehlikelidir.

Çok az bir kısmı aydınlanabilen Susurluk olayı, ancak uç veren
mafya devlet, çete patron, medya patronu ilişkileri, Batı çalışma grubunun,
kebapçı ve şekercilere kadar uzanan irticayla mücadele listeleri, devletin
görünen yüzü ardından da gerçek (derin) devlet, Türkiye’de hukukun ne kadar da
çağdaş demokratik ve bilhassa da laik olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu
arada “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yet-kisi
kullanamaz.” (Anayasa 6. md.) prensibi mi? O ufak bir ayrıntıdır.

Bütün bunlara rağmen diyebiliriz ki; Biz umutsuz değiliz. Türk
toplumunun bütün engellemelere rağmen sivilleşme ve demokratikleşme yolunda
önemli mesafeler katettiğini ve bunun dipten gelen bir dalga halinde sosyolojik
bir vak’a olarak ortaya çıktığını müşahede etmekteyiz. Asırlarca tabii
mecrasından akan fakat zorla ve ancak geçici olarak yönü değiştirilmek istenen
ve kısmen başarılan bu büyük nehir, tabii mecrasına aslına rücu etme
sürecindedir.

Dipnotlar

1. Eleştirisel Hukuk Başlangıcı Dersleri, Prof. Dr. Tarık
Özbilgen, İst. 1976, shf. 16.

2. Hukuk Felsefesi, Prof Dr. Niyazi Öktem, İst. 1983, shf.
30 ve devamı.

3. Hukuk Başlangıcı, Prof. Dr. T. Özbilgen, shf. 19 ve
devamı.

4. Karşılaştırmalı Hukuka Giriş, Prof. Dr. Ergun Özsunay,
İst. 1976, shf. 291 ve devamı.

5. A.g.e. shf. 270 ve devamı.

6. A.g.e. shf. 273.

7. Medeni Hukuka Giriş, Prof. Dr. S. Sulhi Tekinay, İst.
1979, shf.15 ve devamı.

8. A.g.e., shf.15 ve devamı.

9. A.g.e., shf.15 ve devamı.

10. A.g.e., shf.15 ve devamı.

11. A.g.e., shf.15 ve devamı.

12. Türk Suç Mahkemesi Hukuku, Prof. Dr. Öztekin Tosun, shf.
104, 105, 747.

13. Milletlerarası Özel Hukuk Bağlama Kuralları ,Prof. Dr.
Gülören Tekinale, shf. 111.

14. Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, Prof. Dönmezer-Erman,
shf. 15 ve devamı.

15. İdare Hukuku Ders Notları, Prof. Dr. Lüfi Duran, shf.
240.