Musa Kazım Efendi, Erzurum’da doğdu. Balıkesir’de
Selahaddin Ali Şuuri ve Lutfi Efendilerden, İstanbul’da da kazasker Eşref ve
Hoca Şakir Efendilerden ders aldı. Müderrisliği döneminde Hukuk Mektebinde,
Mektebi Sultani, Dar-ül Fünun ve Dar-ül Muallimin’de hocalık yaptı. 1907’de
Bab-ı Fetha Tetkik-i Müellefat Başkatipliğine ve daha sonra da kurul üyeliğine
getirildi. İttihat ve Terakki’nin bilim kuruluşunda yer aldı. II. Meşrutiyetin
ilanından sonra (1908) İsmail Hakkı Paşa, Mehmet Said Paşa, Said Halim Paşa ve
Talat Paşa kabinelerinde dört kez şeyhülislam olarak görev aldı. I. Dünya
Savaşından sonra, İttihat ve Terakkinin önde gelen öteki üyeleriyle birlikte
tutuklanarak 15 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Sürgüne gönderildiği Edirne’de
öldü.

Musa Kazım Efendi, Sırat-ı Müstakim ve İslam gibi
dergilerde yazdı. Başlıca eserleri arasında, Usul-ü Meşveret ve Hürriyet (1908)
İslam’da Cihad (1917), Sure-i İhlas ve Alak Tefsirleri (1918), Külliyat-ı
Seyhülislam Musa Kazım (1920) sayılabilir. Musa Kazım Efendi, ayrıca Şeyh
Bedreddin’in Varidat adlı eserini Türkçe’ye çevirmiştir.

Burada Musa Kazım Efendi’nin en önemli eserlerinden olan,
1324 (1908) İstanbul baskılı, İslam’da Usul-ü Meşveret adlı eserini
yayınlıyoruz.

Bi’set-i seniyeleri zekay-ı beşerin devri tekamülüne
şerefmesadif olan ben-i ahir zaman peygamberi ins-ü can (sav) Efendimiz
Hazretleri’nin taraf-ı ilahiden bütün halka tebliğine memur oldukları ahkam-ı
ilahiye, evvel emirde iki kısımdır. Ahkam-ı uhreviye, ahkam-ı dünyeviye. Sonra
bunlardan her biri dahi iki kısma münkasımdır: Biri asliye diğeri fer’iyedir.

Ahkam-ı asliye-i uhreviye akaide, ahkam-ı fer’iye-i uhreviye de
ibadete mütealliktir. Sonra, ahkamı asliye-i dünyeviye idare-i umur-u memlekete,
ahkam-ı fer’iye-i dünyeviye de muamelat ve ukubata dairdir.

Ahkam-ı asliye-i uhreviye olmaksızın ahkam-ı fer’iye-i
uhreviyeyi ifada asla fayda yoktur. Mesela; Cenab-ı Hakkın varlığına, birliğine
iman etmeyen bir kimsenin ibadat ve taat ile iştigaline hiçbir fayda terettüb
etmeyeceği bedihidir. Bunun gibi ahkam-ı asliye-i dünyeviye icra edilmedikçe,
ahkam-ı fer’iye-i dünyeviye icrada dahi hiç bir menfaat mutasavver değildir.
Mesela, adl ve hakkaniyete riayet edilmedikçe ashab-ı ceraime icrayı ukubatta
(suçluların cezalandırılmasında) fayda tasavvur olunamaz.

Ahkam-ı asliye-i dünyeviyenin üssülesası: Her işte ümmetle
meşveret, her hususta adalet ve hakkaniyete riayet, sırf emanetullah olan
tedbir-i umur-u memleketi ve tesviye-i mesalih-i ümmeti ehline tevdi etmektir.
Buna delilimiz:

1

2

3

4

5

6

gibi ayat-ı celile-i Kur’aniye ve bu mealde daha nice ehadis-i
şerifdir.

Bu ayetlerden birinci ayette Cenab-ı Hak, resulüne her işte
ümmetle müşavereyi emrediyor. İlm-i usul-ü fıkıhda beyan olunduğu üzere, bir şey
ile emr o şeyin zıddının hurmetini (yasaklanmasını) mucib olduğundan, bu ayet-i
kerime mantuğ-u münifince mazhar-ı vahy-i ilahi olan o Rasülü’s-segaleyn bile
ümmetle terk-i müşaverenin hurmeti katiyen sabit oluyor. Böyle mazhar-ı vahy-i
ilahi olan bir Zat-ı Akdes, her işte ümmetle müşavereye mecbur olursa, bütün
Müslümanlar ve bilhassa Halife hazretlerinin her işte ümmetiyle müşavereye
mecburiyeti evveliyette kalıyor.

İkinci ayette Cenab-ı Hakim-i Mutlak, Müslümanların işi
beynlerinde (aralarında) müşaveretten ibaret olduğunu gösteriyor. Bununla da
emr-i müşaverenin erkân-ı İslamiyenin rükn-ü azamı olduğu suret-i katiyede
tahakkuk eyliyor. Şu halde bu emr-i ilahi bu ferman-ı Sübhaniyeye müslüman
ünvan-ı celili altında bulunan bütün halkın inkıyat etmeleri (boyun eğmeleri)
taht-ı mecburiyette bulunuyor.

Üçüncü ayette, Cenab-ı Bari beynennas (insanlar arasında) adalet
ve hakkaniyetle hükmetmemizi ferman buyuruyor. Ve bununla da her hususda icray-ı
adaletin bir emr-i dini olduğu görülür.

Dördüncü ayette de, “adalet edin ki, takvaya en yakın olan
adalettir.” buyurulur.

Keza beşinci ayette, “Siz her sözünüzde velev ki en yakın
akrabanız hakkında olsun adaletten ayrılmayınız.” buyuruluyor.

Altıncı ayette,”Emaneti ehline tevdi etmenizi Allah emrediyor.”
buyurulur. Emir maddesi vücube mevzu olduğundan şu ayet-i kerime mantığınca
emanetin en büyüğü, en mühimi vezaif-i milleti, umur-u hükümeti ehil ve erbabına
tevdi etmek, ululemrin vecibe-i zimmeti olduğu suret-i katiyede anlaşılıyor.

Bu emanet-i mukaddeseye ehil olanları da Cenab-ı Kibriya,

7

ayet-i kerimesi ile tayin buyuruyor. Bu ayet-i celile-i
ilahiyeden anlaşılıyor ki vezaif-i milleti deruhte edecek zevatın haiz olacağı
en birinci meziyet, takvadır. Haseb ve nebebin asalet ve necabetin bu babda asla
tesiri yoktur. Takva ki, Allah’ın hukukuna, kulların hukukuna tecavüzden
mücanebettir (kaçınmaktır). Şüphesizdir ki, bu o hukuku bilmeğe vabestedir. Şu
halde vezaif-i milletten bir vazifeyi deruhte edecek kimsenin o vazifeye ait
malumatı haiz, istikamet ve reviyetle müştehir, erbab-ı iktidar ve liyakattan
olması lazımedendir.

İşte bunun içindir ki, Hoca-i Kainat aliyü’l-ekmelü’t-tahiyat
Efendimiz Hazret-leri, bizzat kendileri umuma ait olan her hususta daima ümmeti
ile meşvereti iltizam buyururlardı. Müddet-i hayatlarında vezaif-i hükümeti ehil
ve erbabına tevdi ediyorlardı. Bu hususta hısım, akraba, dost, ahbab cihetini
asla nazar-ı itibara almıyorlardı. Bütün teveccühat-ı Peygamberiye ehliyet
cihetine matuf idi. Her işte adalet ve hakkaniyetten zerre kadar inhiraf
buyurmadılar.

İstikamet, ehliyet, adalet… işte Hazret-i Resulün istediği
evsaf! İşte Cenab-ı Peygamberin aradığı meziyet! Dünyada iken, dünyadan
gidiyorken, daima, daima in’itafkah (mütemayil) amali bunlardı. İstikamet,
ehliyet, adalet.

Meşhurdur, alem-i ahirete teşriflerinden üç gün evvel, minberi
saadete çıkıp:

Ey ümmet ve ashabım! Her kimin malını aldım ise işte malım,
gelsin alsın, her kimin arkasına vurdum ise işte arkam gelsin vursun!..

Kelam-ı ulviyeti ittisamlarıyla Zat-ı Risaletpenahileri’nin bir
adalet-i müces-seme olduğunu son nefesinde bile bütün ashab ve ümmetine
gösterdiler. Bu gibi haslet-i bergüzideleriyle (seçkin hasletleri) Zat-ı
Risaletpenahileri’ne ilelebed kulub-ü ümmette nakabul zeval bir muhabbet, saf
samimi her türlü riyadan ari bir muhabbet bıraktılar. Kendilerinden sonra o
makamı mukaddesle şerefyab-ı saadet olan Hulefa-i Raşidin hazeratı da şu eseri
Ali Rasul-ü Kibriya’ya harfiyen iktifa ettiler. Bu suretle zulam-ı cehalet
içinde puyan olan (koşan), zincir-i esaret altında inleyen bütün akvama
insaniyet, medeniyet, hürriyet, müsavat, adalet, refah ve saadetin ne demek
olduğunu irae buyurdular (gösterdiler).

İşte, Hazret-i Peygamber Efendimiz’in vaz ettiği şu metin
esaslarla ruy-i zeminde misli görülmemiş bir hükümet-i fazıla tesis etti. Bu
şemsi taban-ı hakikat (parlak hakikat), Hulefa-i Raşidin’in mesai-i ciddiye ve
ikdamat-ı mütevaliyeleriyle (belli bir sıra dahilinde takip ettikleri
gayretleriyle) bütün aktar-ı cihana şa’şaa’paş-ı adalet (adaletin parıltısı)
oldu. Az zaman zarfında yüz milyonu mütecaviz mütehassır-ı hürriyet (hürriyetin
hasretini çeken), müştak-ı adalet, meftun-u müsavat, biçareleri müstağrak-ı
envar-ı saadet eyledi.

Öyle bir hükümet-i fazıla ki, zir-i himayesine (himayesi
altına), zir-i cenah-ı re’fetine iltica eden bütün akvam, Müslim, gayr-i Müslim,
İsevi, Musevi… Bütün efrad-ı beşer hukukta müsavi idi. Nazar-ı şer’i de bir
İsevinin, yahut bir Musevinin hakkı Halifenin haiz olduğu hukuk kadar mübeccel,
muhterem idi. O ne adalet, o ne hürriyet, o ne musavat idi!.. Bir Musevi gelir
bir Halife ile muhakeme oluyor. Biri oturursa diğeri ayak üzere durmaz. Biri
ismi ile yad olunursa, diğeri künyesiyle, ünvanıyla çağrılamaz.

Bunlar hep müsellem hakaik. İşte tarih, tarih-i insaniyet!..
İşte asar, asar-ı İslamiyet!.. Tetebbu ediniz, tetkik eyleyiniz, zerre kadar bir
müsavatsızlık, zerre kadar bir adaletsizlik, zerre kadar bir istibdad nişanesi
görmek mümkün mü? İslamın cins ve mezhep, din ve millet tefrik etmeyerek herkesi
bir tuttuğuna herkesin hürriyet-i şahsiyesini ve bütün hukuk-u meşruasını
tamamıyla bahş eylediğine delil mi istersiniz?

İşte size bir muhakeme-i meşhure! Öyle bir muhakeme ki, Hz Ali,
müdde-i aleyh, bir Musevi müddei. Kadı Şerih huzurunda ikisi de muhakeme oluyor.
Hz. Hasan babasının lehine şehadete geliyor. Hakim reddediyor. Hz. Ali kabul
eder, hiçbir eser-i ağraz göstermez. Hakim Musevi’yi ismiyle çağırır, Hz. Aliyi,
“Ya Ebul Hasan!..” diye künyesiyle yad eder. Hz. Halife işte buna hiddet eder.
Bunda bir şemme-i adem-i müsavat hisseder. Böyle idi o hükümet-i fazıla!.. Böyle
idi o hükümetin erkanı!.. Böyle idi o hükümet efradının mazhar olduğu adalet,
müsavat, hürriyet!.. Bu öyle mütehakkık bir hakikattir ki, bugün küre-i arzın
her tarafında bulunan bütün akvam-ı mütemeddine bunu teslim ve itiraf etmek
mecburiyetindedir.

İşte görülüyor ki, usul-ü meşveret, müsavat, hürriyet, adalet
gibi insaniyet ve medeniyetin üss’ü-l esasını teşkil eden erkan bundan bin üç
yüz sene evvel taraf-ı ilahiyeden Müslümanlara ve bütün insanlara bahş olunmuş
bir hakk-ı meşrudur. Bu hakkı bize mücerred Cenab-ı Hakim-i Müteal vermiştir.
Hiç kimsenin bu hakkı vermiş olmak iddiasında bulunmağa selahiyeti yoktur.
Fakat, vaesafa ki Hulefa-i Raşidin’den sonra ahkam-ı siyasiye-i diniye başka
kalıplara döküldü. Makam-ı hilafete gelen zevatlar şahsi menfaatlerini
düşündüler. Ağraz-ı nefsaniyelerine ram oldular. Bu maksatlarını temin uğrunda
Cenab-ı Hakim-i Mutlak’ın çizdiği yoldan ayrıldılar.

Not: Usul-ü meşveret, müsavat ve hürriyetin diyanet-i
İslamiye nokta-i nazarından tetkik ve muhakematına ve ayat-ı Kur’aniye ile
isbatına dair, ulemay-ı kiramdan ve fuzelay-ı zevi’l ihtiramdan fazıl-ı şehir
Musa Kazım Efendi Hazretlerine vuku bulan talep ve müracaat üzerine, lutfen
taraf-ı fazılanelerinden kaleme alınan makale-i alimane ve beliğanedir.

Dipnotlar

1. Al-i İmran/159.

2. Şûra/38.

3. Nisa/58.

4. Maide/8.

5. En’am/152.

6. Nisa/58.

7. Hucurat/13.