“Hulefa-i Raşidîn her biri hem bir halife,

hem reis-i cumhur idi. Sıddik-i Ekber (r.a.) aşere-i
mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur
hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adâ-
leti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri
idiler.”

—Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 332.

Tespit (giriş)

İslami hükümler itikadî, amelî ve ahlakî olmak üzere üç gruba
ayrılır. İtikadî hükümler dinin temel inanç esaslarıyla; ameli hükümler de fıkhi
ve amel keyfiyetine bağlı olarak emredilen muhtelif ibadetler ve insanlar arası
hukuki ilişkileri içeren muamelat konuları; âhlaki hükümlere gelince, bunlar
insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla olan münasebetlerini düzenleyen
ve nefsin terbiyesine dayanan hükümlerdir. Devlet yönetiminin bunlardan
hangisine girdiğini tespit etmek için Kur’ân ve hadislerdeki bununla ilgili
yaklaşımları şu şekilde görüyoruz:

İslami literatürde devlet yönetimi imamet, hilafet ve imaret
kavramlarıyla ifade edilir. Arapça’da değişmek, bir halden bir hale geçmek,
dolaşmak, nöbetleşe birbiri ardınca gelmek anlamındaki “DVL” kökünde gelen
devlet Kur’ân’da geçmez; ancak aynı kökten gelen iki kelime, birisi Uhud
Gazvesi’nde nisbi yenilgiye uğramış Müslümanlara ilahi sünneti beyan
vesilesiyle, (Al-i İmran/40) diğeri ganimetlerin çeşitli kesimler arasında
taksiminin hikmetini belirtmek üzere (Haşr/7) sözlük anlamında iki yerde
kullanılır. Aynı şekilde hadislerde de devlet sadece sözlük anlamında
zikredilir.

İmamet ise, sözlükte öne geçmek, başta bulunmak, çekip çevirmek,
yol göstermek manasındaki “EMM” kökünden gelir. Kur’ân-ı Kerim’de imamet
kelimesi geçmemekle birlikte, aynı kökten imam kelimesi tekil ve çoğul olmak
üzere on yerde geçer. (Örn: Bakara/124; Hud/17; Ahkaf/12; İsra/71) Bunların
hemen hepsinde imam kelimesi, sözlük anlamına uygun olarak önder manasında
kullanılır.

Hadislerde ise imam kelimesi sözlük anlamından başka ıstılahi
olarak hem namaz kıldıran kişi, hem de devlet başkanı anlamında müteaddit
defalar geçer. Meselâ kıyamet gününde Allah’ın arşının altında gölgelenecek
kimseler sayılırken, bunların başında adaletli devlet yöneticisi zikredilir.
(Buhari-Zekat, 16) Görüldüğü gibi, imam kelimesi Kur’ân’da devlet yöneticisi
anlamında hiç kullanılmamış, hadislerde ise yer yer kullanılmıştır.

Yönetimle ilgili diğer bir kavram olan hilafete gelince “HLF”
kökünden gelen bu kelime, temsil etmek, peşinden gelmek ve yerini tutmak gibi
anlamları ihtiva eder. Kur’ân-ı Kerim’de halife kelimesi çoğullarıyla birlikte
on bir ayette geçmekte olup, birisi hariç bunların tamamında Allah’ın yeryüzünde
temsilcisi anlamında (Bakara 2/30; Yunus 10/14), bir ayette ise devlet
yöneticisi anlamında kullanılmaktadır: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde ha-life
(yönetici) yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese
uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan
sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”(Sad/26) Bu
ayetlerin hiçbirinde bu kelimenin peygamberin halefinin ünvanı olması
gerektiğine dair sarih bir işaret yoktur. Hadislerde ise hilafet ve halife
kelimeleri hem sözlük anlamında, hem de devlet yöneticisi anlamında bir çok defa
geçmektedir.

Yönetimle ilgili diğer bir kavram imarettir. Sözlükte emir
verme, çoğalma, işleri yürütme ve başkanlık yapma manasındaki “ÊME” kökünden
gelen imaret son anlamı bakımından yöneticiliği de ifade eder. Kur’ân-ı Kerim’de
buyurmak emir vermek anlamında bir çok ayette geçen bu kelime devlet yöneticisi
anlamında “ululemr” şeklinde bir ayette geçer. (Nisa 4/59) Hadislerde, imaret
emir vermek, işleri yürütmek ve idareci olmak anlamında bir çok rivayette yer
alır.

Bütün bu yukarıda Belirtilen Kur’ân-ı Kerim ve hadislerdeki
ilgili terimlerde bize paketlenmiş halde nesnel, objektif ve müşahhas şemalar
verilmemekte; aksine soyut, esnek ve her çağdaki “ilcaata” göre farklılaşma
eğiliminde olan ilkeler ve-rilmektedir. Bu ilkeler de farklı konum ve makamlarda
farklı vurgu ve anlamlarda söylenmiş âyet ve hadislerde ifade edilmiştir.

Kur’ân yönetim konusunda açık ve ayrıntılı bir tarif vermiyor.
Kur’ân’ın bu konuda beşeri düzenlemeye terkettiği geniş alan, insana bahşettiği
hürriyetle yakından ilgilidir. Kur’ân siyasi sürecin iki temel aktörü olan
yöneten ve yönetilen arasındaki temel münasebete ölçü getirmiş ve bunların Allah
indindeki yerlerini tahkim etmiştir. Şüphesiz ki bu esaslar, siyasi hayatın
amentüsü olarak beşeri düzenlemenin zenginliğine imkan ve fırsat tanımaktadır.

Bu noktadan hareketle İslam’ın yönetim şeklini şu anda cari olan
veya tarihte emsali görülmüş siyasi modellerden birine veya bir kaçına teşbih
etmek mümkündür; böyle bir teşbih mümkün olduğu ölçüde gereksizdir. Mümkündür
çünkü Müslümanlar tarih boyunca farklı devlet modelleri denemişlerdir;
gereksizdir, çünkü Kur’ân isim koymak suretiyle bir devlet modeli
vaz’etmemiştir. İslâm, Kur’ân’da belirtilen esaslar çerçevesinde insana siyasi
model kurmak ve işletmek hususunda serbesti tanımıştır. O halde rahatlıkla ifade
edilmelidir ki, Kur’ân’ın koyduğu esaslara itaat eden her siyasi model, gaye
itibariyle İslami bir muhteva taşır ve bu yönetimin has isminin “ne idüğü” mühim
değildir. Müslümanlar Kur’ân prensiplerine itaat eden her siyasi kavram ve
müesseseyi—ilk defa Müslü-manlar tarafından ortaya konulmuş olsun veya
olmasın—”yitik mal” olarak görmekte haklıdır. Bu manada Kur’ân, has ismiyle bir
“İslam devleti” tarif etmek yerine, “İslamî devlet”in temel esaslarını
vaz’etmekle ye-tinmiş ve konulan prensiplerden inhiraf etmemek kaydıyla, sair
kurumların düzenlenmesini “halife” olarak onurlandırdığı insana terk etmiştir.
Artık insan, kendisine bahşedilen bu geniş tasarruf sahasında Allah’ın muradına
uygun bir yönetim, düzeni kurup işletmek imtihanı ile baş başadır. Zaten Kur’ânî
hikmete uygun olan da bu tavırdır. Çünkü Kur’ân sadece bir çağı değil, kıyamete
kadar uzanan tüm çağları kucaklayan bir mesaj niteliğindedir.

Kur’ân belli bir sistem şemasını dikte etmiş olsaydı, bu şema
ilk çağlardaki insanlara uygulanan olacaktı, ya da daha sonraki çağın
insanlarına… Bunun yerine temel ve evrensel ilkeler çerçevesinde yaşamalarını
emretmiştir. Doğal olarak bu ilkeleri yorumlayacak, o ilkeler ve yorumlar
istikametinde sosyo-ekonomik mekanizmalar geliştirecek olanlar yine bilim
adamları olacaktır.

Hilafet

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ümmetine karşı iki görevi vardı:

Bunlardan birincisi vahiy yoluyla Allah’dan aldığını ümmetine
tebliğ etmekti. Zaten peygamber olarak vazifelendirme sebebi de buydu.

İkinci görevi ise, Müslümanlara “imam” olmaktı. Öyle bir “imam”
ki, bütün Müslümanlar Onun etrafında kenetlenecekler, hayatlarını Onun ortaya
koyduğu prensiplere göre inşa ve tanzim edeceklerdi. O da vahyin ışığında
İslamın hayat sistemini kuracak, mü’minlerin elinden tutarak sistem içinde
yaşamayı öğretecek onların karşılaştığı problemleri çözecek, cihanşümul ve
kıyamete kadar yaşayacak bir hayat sistemini mimarı olacak ve bu sisteme gönül
verenleri, o sistemde yaşayacak bir şahsiyet olgunluğuna eriştirecekti.

Hz. Peygamber görevini tamamladı ve bu dünyadan göçtü. Onun
irtihaliyle müminlerin önüne iki mesele çıkıyordu. Birincisi Hz. Peygamber’in
teşrî vazifesinin nasıl sürdürüleceği; ikinci ise İslam toplumunda “imamet” in
nasıl yürütüleceği meselesiydi.

Teşrî konusu Hz. Peygamber’le tamamlanmıştı. Vahiy ve onun
ışığındaki “sünnet” İslamın teşrî niteliğinin iki ana kaynağı olarak ikmâl
edilmişti. Bundan sonra Müslümanlara bu ana kaynaklar çerçe-vesinde hayatı
tanzim etmek, sistemlerini kurmak ve karşılaştıkları problemleri çözme görevi
kalıyordu.

Hz. Peygamber’in vefatıyla ikinci ana mesele, Hz. Peygamber’in
İslam toplu-mundaki “imamlık” görevinin nasıl sürdürüleceği idi.

Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra müminleri yönetecek kişinin
nasıl seçileceği hakkında İslamın kaynaklarında belli bir hüküm yoktur.
“İşlerini aralarında müşavere ile yürütenler” (Şura/37) mealindeki ayet-i kerime
ve benzerleri ise hilafet meselesini olduğu gibi daha başka konuları da kapsayan
genel hükümler durumundadır.

Hz. Peygamber’in sünnetinde de, halife seçimini esasa bağlayan
hükümler bulunmamaktadır. Sanki Allah ve Resulünce bu mesele, Müslümanların
sağduyusuna havale ediliyor ve konuyu kendi aralarında halletmeleri isteniyordu.
Allah ve Resulü, bu konuda Müslümanlara daha geniş bir düşünce ve uygulama alanı
veriyorlardı. Gerçekten de Müslümanlar, Hz. Peygam-ber’in irtihalinden sonra
hilafet için çok değişik alternatifler bulup uyguladılar.

Hilafet makamı “din ve dünya işlerinin en yüksek
idareciliğidir.” Bu müessese amme velâyetini, yani bütün Müslümanlar için
iktidarı kullanma hakkını içinde bulundurur. Bir halifenin rasgele devletin
başına getirilmesi mümkün değildir. Bunun nasıl seçileceği hakkında muhtelif
görüşler vardır. Fakat üzerinde anlaşılan nokta hali-fenin seçimle işbaşına
gelmesi gerektiği yolundadır.

Kainatın Efendisinden (s.a.v.) sonra işbaşına geçen Hulefa-i
Raşidin doğrudan doğruya Hz. Peygamber’in emri altında yetişmiş, O’nun terbiyesi
ile gelişmiş, yanında bulunmuş, İslami yaşayışın her safhasını Zat-ı
Saadetlerinden öğrenmişlerdi. Kainatın Efendisi, kendinden sonra her hangi bir
kimsenin, bir şahsın veya zümrenin yerlerine geçmesi hususunda işaret buyurmamış
olmalarına rağmen, İslam ruhu ve İslam düşüncesiyle yetişmiş bulunan Hulefa-i
Raşidin İslami yaşayışın iktizası gereğince bir müşavere hilafetinin zaruri
olacağını düşünmüşlerdi. Öyle bir sistem ki, burada ne bir aile ne de bir
hanedan hükümranlık edebilecekti. Ne de herhangi bir kimse kuvvet kullanarak
zorla iktidara gelecek, hilafet makamını eline geçirebilecekti. İşte bunun için
Müslümanlar toplandı, bir araya geldi, kendi rızaları ve serbest reyleriyle bir
birinin arkasından gelen dört ha-lifeyi işbaşına getirdi. Bu halifeler Kainatın
Efendisinin en yakın dört sahabesi idi. Bu sebepledir ki, İslam ümmeti bu zevatı
“Hulefa-i Raşidin” ismiyle yad eder. Böylece “seçimli hilafet usulü”
Müslüman-larca doğru görülmüştür.

Şimdiye kadar yaptığımız tespitle, Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerde
yönetim konusunda genel esaslar, prensipler ve-rilmiş olduğunu görüyoruz.
Böylece insana siyasi, idari model kurmada ve işletmede serbesti tanınmıştır.
Genel çerçeve içinde belirtilen esasları şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Biat-seçim
2- Meşveret
3- Adalet
4- Kanun üstünlüğü
5- Otoriteye itaat
6- Devlet işlerinin ehline verilmesi
7- Devlet başkanının sorumluluğu
8- İnsan hakları
9- Anayasa
10- Kuvvetlerin ayrılığı

1- Seçim (Biat)

Yöneticilerin yönetenler nezdindeki meşruiyeti ancak biat
(seçim) (Mümta-hine/12) ile mümkündür. Müslümanlar Hz. Peygamber’in irtihalinden
sonra hilafet için çok değişik alternatifler bulup uyguladılar:

a- İstişari seçim (Hz. Ebu Bekir’in seçiminde)
b- Aday teklifi (Hz. Ömer’in seçiminde)
c- Şura tayini (Hz. Osman’ın seçiminde)

Hz. Peygamber’den sonra yerine geçmek üzere Müslümanlar Hz. Ebu
Bekir’e kendi rızaları ve istekleriyle biat ettiler.

Hz. Ebu Bekir (r.a.) ise bu dünyadan göçeceği sırada, Hz. Ömer
(r.a.) hakkında hilafet hususunda vaziyette bulunmak, bunu tebliğ etmek ve
kendisinden sonra halifelik makamına geçmesini tavsiye etmek üzere Müslüman
halkı peygamber mescidinde topladı ve verdiği hutbesinde şöyle dedi: “Yerime
geçmek üzere bir kimse hakkında vasiyette bulunsam acaba razı olur musunuz?
Allah’a yemin ederim ki, bu mevzuda karar verebilmek için kafamı bir hayli
yordum ve çok uğraştım. Aileme mensup bulunan veya akrabamdan olan bir şahsı
değil, yerime geçmek üzere Ömer ibn-i Hattab’ı size tavsiye edeceğim. Bu sebeple
siz onu dinleyecek ve ona itaat edeceksiniz”

Bunun üzerine halkın cevabı: “Dinleyecek ve itaat edeceğiz”den
ibaret oldu.

Hz. Ömer ibn-i Hattab (r.a.) vefatından önce hilafet meselesini
halletmek maksadıyla bir “halife seçim meclisi” kurulmasını kararlaştırmıştı. Bu
karara vardığı zaman: “Müslümanlarla müşavere etmeksizin, zorbalıkla kendisini
emir kılmağa kalkışanı hemen öldürünüz.” demişti.

Bununla beraber O, ilerde hilafet ırsi şekle girmesin diye kendi
çocuklarını sarahaten halife olmaktan menetmiş ve onları halifelik dışında
bırakmıştır.

Halife seçecek olan bu meclis altı kişiden teşekkül etmişti. Hz.
Ömer’in (r.a.) düşüncesine göre meclisin azaları, halk arasında en makbul ve
kendisine en çok güvenilen kimselerdi.

Nihayet bu meclis müşavereye başladı. Kendi azalarından birini,
Hz. Abdurrahman ibn-i Avf’ı (r.a.) gerekli araştırmalarda bulunmak ve halife
seçilecek zatı tespit etmek üzere vazifelendirdi. Hz. Abdurrahman (r.a.) halkın
arasında dolaştı, fikirlerini almaya çalıştı, nabızlarını yokladı, Medine’nin
evlerini gezip, araştırdı. Nihayet halkın hilafet mevzuundaki fikrini öğrendi.
Ekseriyetin Hz. Osman’ın halife olmasına karar verdi. Neticede Hz. Osman halife
seçildi ve umumi toplantıda halk kendisine biat etti.

Hz. Osman’ın şehadetinden sonra bazı kimseler Hz. Ali’yi (r.a.)
halife yapmak istiyorlardı. Fakat kerremellahü onlara açıktan açığa şöyle dedi:
“Siz böyle hareket edemezsiniz. Bu iş sizin selahiyetiniz dahilinde değildir.
Halifenin seçimi Şura Ehline ve Elh-i Bedr’e aittir. Ehl-i Şura ve Ehl-i Bedr
kimi halife yapmak isterse o ha-life olur. Şimdi geliniz, toplanalım bu husus
üzerinde düşünelim.”

Taberi’nin rivayetine göre Hz. Ali’nin sözleri şöyle idi: “Bana
gizliden gizliye biat etmek olmaz. Bu iş müslümanların rızasıyla olmalıdır.”

Vefatı sırasında halk Hz. Ali’ye (r.a.) sordu: “Acaba oğlunuz
Hz. Hasan’a biat edelim mi?” Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.): “Bu mevzuda ne size
emir veririm, ne de sizi bundan men ederim. Siz kendi işinizi kendiniz daha iyi
bilirsiniz” buyurdu. Oğullarına son defa vasiyette bulunurken bir zat Hz. Ali’ye
(r.a.) dedi ki: “Ya emirü’l-müminin! Niçin kendinize veliaht tayin
buyurmuyorsunuz?” Bu suali şöyle cevaplandırdı: “Ben de müslümanları,
Rasulullah’ın (s.a.v.) bıraktığı gibi bırakı-yorum.”

Ashab hilafet meselesi hakkında şöyle düşünüyorlardı: Bu iş
müslümanların umumunu alakadar eden bir meseledir. Müşavere edecekler, rıza ve
arzularıyla, kendi aralarında birini seçerek bu makama getireceklerdir. Tevarüs
suretiyle veyahut da zorbalıkla bir kimse iktidarı ele geçirirse, o zaman bu iş
hilafet olmaz, padişahlık ve saltanat olur ki, bu da maksada uygun düşmez.

Muazzez Sahabeler, padişahlık ile hilafet arasındaki farkı vazıh
bir şekilde ortaya koymuşlardır. Bu hususta Ebu Musa Eş’ari’nin (r.a.) sözlerine
dikkat edelim:

“Emirlik (yani saltanat) müşavere ile ayakta kalabilen bir
iştir. Melikler (yani saltanat) ise kılıç zoru ile ele geçen bir makamdır.”

2- Meşveret

Hulefa-i Raşidin hükümet işlerinde ve teşriî meselelerde ümmetin
ileri gelenleri olan “Ehlü’r-rey” ile istişare etmeksizin karar almazlardı.
Yönetici, işler yani yönetim faaliyeti hususunda müşavere (Al-i İmran
Suresi/159; Şûra/38) ile emr olunmuştur.

Bu konuda Hz. Ebu Bekir pek çok Sahabelerle istişare etmiş,
mühim işlerini istişare ile halletmişti. Hz. Ebu Bekir, istişareye açtığı konuda
genel bir giriş yaptıktan sonra kendi görüşünü söyler ve “Benim düşüncem
böyledir. Sizler de görüşlerinizi bildiriniz” derdi.

Hz. Ömer devrinde ise istişare meselesi artık bir sisteme
oturtuldu. Müşavere meclisi teşkil edildi.

Hz. Ömer bir de günlük normal meseleri görüşüp konuşmak için bir
meclis teşekkül ettirmişti. Ensar ve muhacirlerden oluşan bu meclis mescitte
toplanırdı. Hz. Ömer herkes geldikten sonra iki rekat namaz kılar, sonra bir
konuşma yaparak meseleyi istişareye açar, herkesten fikrini söylemesini isterdi.
Herkes fikrini söyledikten sonra çoğunluğun görüşüne göre hareket edilirdi.
Umumi meseleler için bu meclisin kararı bağlayıcıydı.

Her iki mecliste de Hz. Ömer halife olduğu için meclisin diğer
üyelerinden fazla bir yetkiye sahip değildi. İstişareye açtığı konularda kendisi
bu hususu şöyle ifade ederdi: “Sizi ancak bana yüklediğiniz emanete ortak etmek
için davet ediyorum. Çünkü ben de sizin gibi bir insanım. Bunun için sizin benim
arzuma uymamızı istemem. Hangi yol hak ve doğru ise gerek benim görüşüme uygun
olsun, gerekse muhalif olsun, söylemelisiniz.”

Hz. Osman ve Hz. Ali de istişareye değer verir, mühim meseleleri
istişare, meşveret ederlerdi.

Halifelerin kendileriyle istişarede bulunduğu Ehl-i Şura, rey ve
fikirlerini tam bir serbesti içinde beyan ederlerdi.

Dayanışma yoluyla yönetme diyebileceğimiz “meşveret”, günümüzün
“parlamento” esasına tekabül etmektedir. Elbette o devirlerden farklı olan
günümüzün şartları Müslümanların itimadını kazanmış, emanet ve ehliyet sahibi
kimselerin teamül yoluyla tespitini zorlaştırdığından seçim usulü bu itimadın
gösterilmesi için bir yol olarak kabul edilebilir.

3- Adalet

Yönetici hak ve adalet ile hareket ve hükmetmeye mecburdur.
(Ahzab/26; Şura/15; Nisa/58; Maide/8) Adalet, Kur’ân-ı Kerim’in dört esasından
biridir. Hukukun, hakimiyetin ve kanunlara saygılı bir cemiyet yapısının devam
etmesi, devletin fertlere emniyet vermesine bağlıdır. Böylece her fert bir
haksızlığa uğradığında haksızlık yapan kim olursa olsun hakkının alınacağına
inanır. Bu güven duygusunun verilebilmesi de, ancak adaleti temin eden
kanunların tam olarak tatbik edilmesiyle mümkündür.

Adalet ikiye ayrılır. Birincisi adalet-i mahza, diğeri ise
adalet-i izafiyedir.

Adalet-i mahzanın iki temel esası vardır. Bunlardan birincisi,
gerçek adalette fert ile cemiyete farklı gözlerle bakılmaz. Birinin hakkı
diğerine feda edilmez. Bir masumun hakkı bütün insanların selameti için de olsa
feda edilemez. Çünkü, Cenab-ı Hakk’ın nazarında har haktır, küçüğüne büyüğüne
bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilmez. Milletin ve cemaatin selameti için,
bir insanın rızası olmadan hakkı da, hayatı da feda edilemez.

Adalet-i izafiyede ise, çoğunluğun selameti için fert feda
edilir. Yine, milletin, cemaatin selâmeti için şahsın hakkı nazara alınmaz.

Adalet-i mahzanın tatbikinin mümkün olduğu bir yerde, adalet-i
izafiye uygulanmaz. Uygulansa zulüm olur.

Adaletin diğer bir esası da, “kuvvetin hakta olduğu, kanun
karşısında herkesin eşit olduğu”dur. Bu esasa göre kanun karşısında herkes
eşittir. Zayıf da olsa haklı olan kanunlar karşısında kuvvetlidir. Kuvvetli de
olsa haksız olan kanunlar karşısında zayıftır. Haklı olan hakkını, zulüm ve
hak-sızlık yapan ise karşılık olarak cezasını görür.

Ayrıca adaletin gerçekleşmesi ve ferdin hukukunun korunması
için, yargılamanın gizlilik içinde oldu-bittiye getirilmemesi gerekir. Bir ferdi
ancak açık ve meşruluğunu hukuktan alan mahkemeler yargılayabilir. Safhaları
bilinmeyen ve hi-leye dayalı muamelelerle adaletin tam olarak gerçekleşmesi
imkansızdır. Bu konuda Bediüzzaman: “İslamiyette istibdat yoktur. Bir fert için
karar vermek ancak, safhaları açık ve şeriat adaleti içindeki mahkemelerin
hakkıdır. Bu kararlar mahiyeti meçhul kimselerin, hakiki safhaları izah
edilmeyen desiseleri saklayan gizli yazılarıyla verilemez.”

Verilen hükümlerde adaletin tam tahakkuk edebilmesi için gerekli
olan bir diğer husus da, hukuki kıymeti olan delillerin olmasıdır. İslam
hukukuna göre adil bir hüküm verebilmek için şahsın suçluluğunun ve
haksızlığının kesin delillere dayandırılması gerekir.

Adaletin gerçekleşmesi için lüzumlu olan hususlardan biri de,
müdafaa hakkının verilmesidir. Bir ihtilaf durumunda her iki taraf kendi lehine
olan delilleri mahkemeye sunmakla, adaletin gerçekleşmesine yardımcı olurlar.
Bütün bu esaslardan sonra Hulefa-i Raşidin döneminde, bu esaslarla ilgili pek
çok örnek uygulamaları bulmak mümkündür.

4- Kanun üstünlüğü

Hulefa-i Raşidin kendi şahsiyetlerini hiç bir zaman kanundan
üstün telâkki etmezlerdi. Onlar, kanun muvacehesinde kendilerini, memleketin bir
vatandaşı gibi düşünürlerdi. Şahıslarını halkla aynı seviyede görürlerdi. Bir
kimse hakim (kadı) olduktan sonra, halifeyi bile serbestçe muhakeme edebilirdi.
Hulefa-i Raşidin, hakimlerin karşısında alelade bir vatandaş muamelesi ile
karşılaşırlardı.

Hz. Ömer halife seçildikten sonra yaptığı konuşmasında halife
olarak kendisinin de Müslümanların hiçbirisinden fazla bir hukuka sahip
olmadığını, kanun karşısında herkesle eşit olduğunu şöyle ifade etmişti:
“İçinizden biriyle benim ihtilaflı bir meselem olursa, istediğiniz birinin
önünde onunla mahkeme edilmekten kaçınmayacağım. Eğer benden bir şikayeti
olanınız varsa, hakim huzuruna çıkmaya hazırım.”

Hz. Ömer’in halifeliği döneminde bunun örneği yaşandı. Halifesi
Hz. Ömer, bir Sahabe ile hakim karşısına çıktı. Hz. Ömer ile Übey bin Ka’b
(r.a.) arasında bir anlaşmazlık çıkmıştı. Meseleyi kendi aralarında
halledemeyince, aralarında Zeyd bin Samit’i (r.a.) hakem seçip ona gittiler,
“Aramızdaki meseleyi halletmen için sana geldik” dediler.

Hz. Zeyd bir minder serdi, Halifeyi yanına oturtmak istedi, “Ey
müminlerin Emiri, şöyle buyurun” dedi.

Hz. Ömer hiddetlendi ve şöyle dedi: “Bu, şimdi vereceğin hükümde
yaptığın ilk adaletsizliktir. Ben davacıyla beraber oturmak istiyorum.”

Hz. Ömer davacı değil, davalıydı. Aleyhindeki iddiayı da kabul
etmiyordu. Dolayısıyla yemin etmesi geriyordu. Davacı Übey (r.a.) ondan yemin
etmesini istedi. Hz. Zeyd, Hz. Ömer’in mevkiini nazara olarak Hz. Übey’e: “Hz.
Ömer’i yeminden muaf tut. Halifenin dışında başka birisi için böyle bir teklifte
bulunmam” diye ricada bulundu.

Hz. Ömer yine hiddetlendi. Hz. Übey’in teklifi üzerine yemin
ettikten sonra şöyle dedi: “Ömer ile herhangi bir Müslüman arasında eşit muamele
yapmadıkça Zeyd’e dava götürülmemelidir.”

Kısaca dört halifeden hiçbiri kendi şahsiyetini hiçbir zaman
kanundan üstün kabul etmemiştir. Kanun karşısında onlar diğer insanlar gibi
muameleye tutulmuştu. İslam yönetiminin kanun üstünlüğü esasına harfiyen
uyuluyor ve yöneten ile yönetilen kanun karşısında aynı eşit muameleye tabi
tutuluyordu.

5- Otoriteye itaat

Hükümetin, idarenin vatandaşlar üzerindeki hakları da
bulunmaktadır. Adaletli meşveret kaîdelerini tatbik eden siyasi otoriteye,
halife veya devlet başkanına itaat edilmelidir.

“Allah’a itaat ediniz ve O’nun resulüne de itaat ediniz,
kendinizden olan ulü’l-emre de (idareciler).” (Nisa/59)

Otoriteye itaat etme sorumluluğunu ye-rine getirmek için şu
hususlara dikkat edilmelidir:

a- Kanuna bağlı bulunmak, intizam ve nizamı bozmamak. “Islah
olduktan sonra, yeryüzünde fesat çıkarmayınız.” (Araf/85)

b- Bütün iyiliklerde ve hayır işlerinde hükümete yardımcı olmak.
“İyiliğe ve takvaya yardım ediniz.” (Maide/2)

c- Hükümetin müdafaası için can, mal ve her şeyiyle yardımcı
olmak. “Allah yo-lunda yola çıkın diye size söylendiği zaman, ya niçin siz
yeryüzünde toplanıp oturuyorsuzun… malınızla, canınızla Allah yolunda cihad
ediniz. Siz bilen iseniz, işte sizin için böylesi hayırlıdır.” (Tevbe/38-41)

Bunlar vatandaşların görevi olduğu gibi, idarecilerin
adaletsizliğinin de bir müeyyidesi vardır. İslâm dini ihtiva ettiği esaslar
dahilinde “icra-yı adli” emretmiş ve müslümanlara karşı sorumluluk Allah’a karşı
sorumlulukla aynı saymıştır. O kadar ki, halife hak yolundan ayrıldığı takdirde
şeriatın tayin ettiği hükümler dairesinde suistimaline engel olmak, yahut da
kendisini “hal” etmek bütün müslümanlar üzerine vacip olur. Zalim bir hükümete
hükümet demek bile abestir. O bu isme layık değildir. Çünkü istibdat şer’an da,
aklen de reddedilmesi gereken bir batıl fikirdir.

6- Devlet işlerinin ehline verilmesi

Yönetimle ilgili Kur’ân-ı Kerim’in koyduğu bir esas da “emanet”
olan devlet işlerinin ehline bırakılmasıdır; “Şüphesiz Allah, emanetleri ehline
vermenizi, insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.”
(Nisa 58)

Toplum yapısında en büyük emanet, milleti idare edenleri
seçerken işi ehline vermektir. Bu devlet başkanından ta mahalle muhtarına ve
bekçiye varıncaya kadar idari sistemin her kademesinde yasama, yürütme ve yargı
organlarında geçerli ve önemini hiç bir devirde kaybetmeyen ilahi emirlerden
biridir.

Dini ıstılahta “mesalih-i amme” denilen kamu yararları ile
ilgili işleri üslenecek kimseler, vazife ve memuriyetlerine ait bilgi ile
mücehhez ve doğruyu düşünme ve doğruyu yapmaya muktedir kimseler olmalıdır.

İş başına getirilecek ve idarecilik mesuliyeti yüklenecekler,
ahmak, bilgisiz ve cahil kimseler olmayacaklardır. Bu işi yapacak olanlar her
bakımdan bilgili, anlayışlı, kavrayışlı ve hilafet işlerini intizamla
yürütebilecek kabiliyette bulunan, kafi derecede dirayetli, ruhen, fikren ve
cismen ehliyetli kimseler olmalıdır.

İdareciler kendilerine tevdi edilmiş emanetin büyük mesuliyetini
iyice bilmeli ve omuzlarına yüklenen bu ağır yükün ne demek olduğunu hakkıyla
anlamalı, bundan başka, böyle azametli bir yükün altından kalkacak kudrette
olmalıdırlar.

7- Devlet başkanının sorumluluğu

Kur’ânî esasta yönetici yani iktidarı ve kamu gücünü kullanacak
kişi, evvela kendisine toplum tarafından sunulan biatin, her hâlükârda itaat
manasına gelmediğini bilir. Biat, yönetime katılma ve yöneticileri meşru kılma
iradesidir. Biatin bu tarzda anlaşılması, “eşitler arasında birinci” mevkiindeki
yöneticiyi işin daha başında fevkalâde tahdit eden bir durumdur. Yönetici bu
haliyle hükümran değil, muvazzaftır; üzerindeki yük ve sorumluluk yönettiği
toplumun her bir ferdinden daha ağırdır.

Meşveret ve adalet, devlet başkanının halka karşı mükellef
bulunduğu vazifeleri ve iktidarının sınırlarını belirler. İkisi de bir emr-i
İlahi olan adalet ve meşveret, devletin kendisini netice verir. Adalet ve
meşveret esasına uymayan devlet başkanına karşı Ehl-i Sünnet alimlerinin büyük
bir kısmı, “Zulümden kısmen şikayet edilir, emirin karşısında hak söz söylenir,
isyan etmek doğru değildir.” demişlerdir. Ekseriyete göre haksız yere kan dökmek
bile ayaklanma için yeterli sebep değildir. Alimlerin bu konudaki görüşleri Hz.
Ebu Bekir’in halifelik biatinden sonra verdiği ilk hutbesine dayanmaktadır:

“Ben, Allah’a ve O’nun Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz bana
itaat edeceksizin. Eğer Allah’a ve Resulüne itaatsizlik yoluna saparsam, o
taktirde bana itaat etme mükellefiyeti üzerinizden kalkar”

8- İnsan hakları

Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde idarecilerin görev ve
sorumluluklarını belirleyen önemli esaslardan biri de, müslüman ve gayr-i müslim
halkın haklarının koruma altına alınmasıdır.

Temel insan hakları diyebileceğimiz esasların başlıcaları
şunlardır:

1- Can (yaşama), mülkiyet (mal) ve namusun korunması hakkı:

“Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmeyiniz.”
(İsra/33)

“Birbirinizin malını aranızda batıl üzeri-ne yemeyiniz.”
(Bakara/188)

“Kendi evlerinizden başka eve girme-yiniz, ancak izin almış
bulunmakla.” (Nur/27)

“(Halkın hususi işlerin) kurcalamayınız.” (Hucurat/12)

2- İnsan hürdür ve suçu sabit olmadıkça, hürriyeti elinden
alınamaz. Adaletin muktezasına göre, her hangi bir cürümle suçu sabit olmadıkça
itham edilmez.

“Size bir fasık, bir haber getirebilir, bunu tahkik etmelisiniz.
Olur ki, bilmemezlik yüzünden bir şey yapar da sonra pişman olursunuz.”
(Hucurat/6)

3- Herkesin ancak kendi fiilinden mes’ul olması:

Bir kimse başkasına ait fiillerden, işlerden sorumlu tutulamaz.

“Her nefis ancak kendi yaptığından mesul olur, başka kimsenin
yükünü/de başka biri üzerine yüklenemez.” (En’am/163)

4- Herkes fikir hürriyetine ve fikrini açıklama hakkına
sahiptir. Fiile dönüşmedikçe kimse fikirlerinden dolayı suçlanamaz.

Hz. Ebu Bekir döneminde, Hz. Ömer O’nun verdiği bir kararı
şiddetle tenkit etmiş ve kararından vazgeçirmiştir.

Hz. Ömer Halifeliğe geldikten sonra: “İçinizden haksızlığa
uğrayan ve kendisine zulmedilen olursa bana haber versin. Çünkü ben de sizin
gibi bir insanım, siz söylemez-seniz ben bilemem” demişti.

Yine Hz. Ömer müslümanlara hitab ediyordu. Bir ara “Eğer hak ve
doğruluktan ayrılacak olursam ne yaparsınız?” diye sordu.

Cemaatten biri ayağa kalktı: “Seni kılıçlarımızla doğrulturuz”
dedi. Bu cevap üzerine Hz. Ömer: “Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak
olursam, milletim içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var” diye dua etti.

5- İdareciler ihtiyaç içinde bulunan ve sıkıntı çekenlerin
zaruri geçimini sağlamalıdır. Sadece müslüman olanlar değil, zımmiler de bu
hükme dahildir. Hz. Ömer’in Yahudi bir zımmiye beytü’l-maldan tahsisat ayırması
buna en güzel örnektir.

Aynı şekilde Hz. Ömer’in ihtiyar kadın ve çocukların ihtiyacını
karşılamak için bizzat sırtıyla onlara erzak taşıması da manidar bir örnektir.

9- Anayasa

İslam alimleri ve bir çok düşünüre göre İslam devletinin
anayasası, yazılı olmayan bir anayasadır. Bununla birlikte İslam devletinin ilk
kuruluş yıllarında yazılı bir anayasa örneği bulunmaktadır. Medine toplumunun
üzerinde ittifak ettikleri 47 maddeden müteşekkil, ayrı dinlerden olan bütün
Medine sakinlerinin bir arada yaşama formülünü içeren bu vesika “ilk yazılı
anayasa” olarak kabul edilmektedir. Bu metin bir Yahudi kavminin bozgunculuk
yapmasına kadar yürürlükte kalmıştır. Daha sonra ilk olarak Osmanlı devletinde
ve çeşitli müslüman devletlerde yazılı anayasa örneklerine rastlıyoruz. Bu
anayasalar İslâm fıkhına dayalı, İslam kaynaklarından alınan anayasalardır.

10- Kuvvetler ayrılığı

Devlet teşkilatında kuvvetler ayrılığı uygulaması Hz. Ömer
devrinde başlamıştır. İdare ve hayır ayrımı yapılmış, bunun yanında devletin en
yüksek müzakere ve karar organı olarak bir şura meclisi kurulmuştur. Bu meclis,
kabile mümessilleri ile halk temsilcilerinden teşekkül etmekteydi.

Kaynaklar

1. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994.

2. Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yayınları,
İstanbul 1976.

3. İlyas Üzüm, “İslam’da Devlet Yönetiminin Yeri”, Köprü,
No: 58, Risale-i Nur Enstitüsü, İstanbul 1997.

4. Köprü Özel Sayısı, Şeriat ve Demokrasi…, Risale-i Nur
Enstitüsü, İstanbul 1997.

5. İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınevi, İstanbul 1970.

6. Doğuşundan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 2, Komisyon,
Çağ Yay., İstanbul 1987.

7. Ebu’l-a’lâ el-Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, çev: Ali
Genceli, Hilal Yay., İstanbul.

8. İsmail Mutlu, Dört Halife Devri, Yeni Asya Gazetesi
Neşriyatı, İstanbul 1991.

9. Muhammed Yusuf el Kandehlevi, Hayatü’s-sahabe.