İsmet Özel son kitaplarından Tavşanın Randevusu’nda modern çağı
bulup işletenlerin tedavisi yoluna gitmek için, bir şeyler yapmayalım diye
hastalıklar arasında saymadığı hastalıklar olduğunu söylüyor.

Özel’e göre; insanlar halledemeyeceklerine inandıkları veya
çözmek, mücadele etmek istemedikleri meselelerin, aslında mesele olmadıklarına,
teferruat bir konu olduğuna, veya zaten halledilmişliğine kendilerini inandırır
ve meseleyi başlamadan hallederler.

Bu ilginç savunma psikolojisinin, şahsi hayatımızdan iş
hayatımızdan, çocuklarımızın eğitimine kadar pek çok konuda bir şark kurnazlığı
tarzında karşımıza çıktığına inanıyorum.

Oğlunun serkeşliklerinden bıkan bir baba geçenlerde şöyle
yakınmaktaydı: "Bıktım artık, bu çocuğun adam olacağı yok. O’nu artık Allah’ a
havale ettim. Ne ben ona karışıyorum, ne de o bana."

Bu sözleri dile getiren baba, asli işinin yanında bir iş daha
yapan, her iki işini de en ince detaylarına kadar hesaplayıp, zengin olma
yolunda epey bir mesafe kat eden biridir.

Bu âlemden göçtüğünde, serkeş oğlunun haylazlıkları için
muhtemelen iyi bir servet bırakacaktır.

Ancak baba, gençlik çağının bu en deli dönemlerinde oğlunu
gündeminden çıkararak bu problemi halletmiştir! Konu, önce problem olarak kabul
edilmeli ki, çözüm yolları aransın. Böyle durumda ki bir baba, konuyu mesele
olarak kabul edebilse, konuyu çözmek için ciddi bir ceht gösterebilecektir.
Mesela, aynı problemi yaşayan diğer babalarla istişarelerde bulunabilecek,
oğlunu frekanslarının tutabileceği müspet birileriyle irtibata geçirebilecek,
bir takım tevafuklar meydana getirebilecek, velhasıl; kendi çocuğunun hidayeti
için gereken gayreti göstermiş olmanın kulluğunu ifa ederek, fiili bir duada
bulunmuş olacaktır. Zira, insan yüz kapılı bir saray gibidir. Doksan dokuzu
kapalı olsa, içlerinden biri açılabilse, o kapı sayesinde diğerleri de
açılabilecektir.

Her insanın yüz kapısından en az birisi açılabilir. Önemli olan
sabırla, hikmetle, kavl-i leyn ile bütün kapıları dolaşma azmini
gösterebilmektir. Açılacak kapı belki yüzüncü kapı olabilir. Yeter ki biz,
kevanin-i âdetullâha tevfik-i hareket ederek Allah’ın yardımını isteyelim. Yoksa
tevfiksizlik ile cevab-ı red alacağımız kesindir.

Hz. Peygamber (S.A.V)’in yüzünü görür görmez Müslüman olanlar
olduğu gibi, yıllarca Onunla mücadele edip, hatta savaşıp, ancak Mekke’nin
fethinde Müslü-man olanlar da vardır. Hz. Muhammed’e ilk yılında tabi olanlarda
sahabedir, son yılında tabi olanda sahabedir.

Yıllar önce, Manisa’da orman müdürü olan bir arkadaşımızın, yaz
tatili boyunca çocuğunun başıboş dolaşmaması, olumsuz arkadaşlar edinmemesi,
televizyon musibetine uğramaması, evde sıkıntı derdine düşmemesi için bir takım
çözümler aradığını ve ilgili arkadaşlarla istişarelerde bulunduğunu
hatırlıyorum. Sonuçta çocuk, müspet insanların uğrak yeri olan ve güzel
konuların konuşulduğu bir büroya çalışmak üzere verilecek ve baba büronun
sahibine her hafta gizlice bir ücret verip çocuğun maaş alması sağlanacaktı.

O gencin daha sonra nasıl bir insan olduğunu, Risale-i Nur ile
muhatap olup olmadığını bilmiyorum. Ancak, o babanın, çocuğunun karşılaştığı ve
karşılaşabileceği meseleleri dert edinip, mesele olmaktan düşürmediğini, ve bu
problemleri halletmek için kafa yorduğunu, plan ve projeler yaptığını,
başkalarına danıştığını, nihayet kendisine düşen vazifeyi yapmak için gayret
gösterdiğini çok iyi biliyorum.

Elbette netice Allah’a aittir. Buluğ çağına girdikten sonra
gençleri iradelerini sınırlayamayacağımız da vakıadır. Ancak, İslam fıtratı
üzerine çocukların, bu fıtratını bozacak vesileleri ortadan kaldırmak ebeveynin
görevidir.

Çocuk; babanın ibadetlerini yaşayıp, annenin namazını kılmadığı
bir evde yaşı-yorsa, dindar insanların kurduğu, ancak yapısı gereği
müminleşemeyen birkaç kanal var diye televizyona terk ediliyorsa, Milli
Eğitim’in tek tip insan ideolojisine göre yonttuğu cendereye terk ediliyorsa,
kılık kıyafeti, israflı yiyecekleri ve bir sürü faydası belirsiz oyuncak için
milyonlarca lira dökülürken, ruhunu beslemek için üç kuruş harcamıyorsa, o
çocuğunun mümin kalması bile keramet olacaktır.

Son yılların önemli şair ve yazarlarından Yavuz Bülent Bakiler
evindeki bir sohbetimizde, şu an gelmiş olduğu noktada babasının büyük payı
olduğunu söylüyordu. Çocukluk yıllarında çıkan bir iki islami gazetenin hepsini
alan baba Bakiler, okuma yazma bildiği halde bu dergileri ücret mu-kabilinde
küçük Yavuz’a okuttururmuş.

"O zamanlar, ilkokula giden bir çocuktum. Ucunda para olduğu
için haftada bir gelen bu dergi ve gazeteleri heyecanla bekler ve gelince de
babama her makaleyi yüksek sesle okurdum. Babam beni büyük bir ciddiyetle
dinler, derginin bitiminde de, makale başına belirlediği ücretten borcunu
hesaplayıp bana öderdi. Ben, parayı alınca doğru sokağa harcamaya koşardım. İşte
benim, bugünkü Müslümanlığımın ve yazarlığımın temelinde, o günkü anlamadığım
makaleler vardır."

Education at Home, İngilizce bir yazı başlığıdır. Yani, evde
eğitim. Bu makalede yazar, bugün İngiltere’de 4000 civarında ailenin,
çocuklarını hiç okula göndermeyip evde eğittiklerini söylüyor. Hatta, bu tür
ailelerin evlerinde yapılan görüşmelerde, çocukların okula giden akranlarına
göre çok daha iyi yetiştikleri ifade ediliyor.

Yazıda, İngiliz okullarının çok sıkıcı ve kabiliyetleri öldürücü
bir yer olduğu vurgulanmakta ve diploma hariç hiçbir şeye yaramadığı
söylenmektedir. Bunun yanında, evdeki eğitim çok daha fikridir. Dersler, günlük
hadiselerin paralelinde verilmektedir. Yemek pişirirken fen bilgisi, mevsim
değişimlerinde coğrafya, alış verişlerde matematik, piknik yaparken biyoloji
dersi verilebilmektedir. Çocuklar kütüphaneye, müzelere, cim lastiğe götürülerek
dersler yapılmaktadır. Yine aynı yazıda, okulda bir sene boyunca okutulan
kitapların, evde bir-iki ayda öğretilebildiği edilmektedir.

Türkiye gibi bir ülkede Education at Home’un pratiğinin olup
olmadığının düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Bu arada, Osmanlı’da konaktan
yetişme insanların üst düzey idarelere geldiğini hatırlıyorum.

Bir zamanlar, bir gazete mülakatında Erkin Koray’ ın kızını,
Milli Eğitim’ in faşist, ırkçı, tek tip insan yetiştirme ideolojisine terk
etmeyip evde yetiştirdiğini okumuştum.

Milli Eğitim’in, kabiliyetleri, beyinleri kısıtlayıcı, tek tip
insan ideolojisinden sağcısından solcusuna bir çok aile bıkmış durumda. Ancak bu
ailelerin tamamıda Milli Eğitim kıskacı altındaki okullara çocuklarını —istemeye
istemeye de olsa— bırakmaktadırlar.

Doğrusu, Education at Home, nefsimin eğitiminden, ailemin,
çocuklarımın eğitimine kadar, eğitim dünyamı yeniden sorgulamama vesile oldu.
Acaba biz Milli Eğitim’e ve başkalarının bizi, çocuklarımızı eğitmesine muhtaç
mıyız. Hz Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali hangi okul mezunuydular acaba ?

Mesele biraz, hırsıza mal emanet edip, sonra çalınınca feryat
etmeye benzemiyor mu?