Yargıtay Başkanı sayın Doç.Dr.Sami Selçuk Bey’in ünlü açılış
konuşmasından sonra özellikle demokrasi-din ilişkisi gündeme geldi ve çeşitli
boyutlarıyla da yavaş yavaş tartışılıyor. İslami düşünce ile ilgilenen biri
olarak bizim de bu konuda düşüncelerimiz olmalıdır. Biz de burada konuyu belli
boyutlarıyla analiz etmeye çalışacağız.

İlk olarak konunun can alıcı sorusunu soralım: İslami inanca
sahip olan bir toplumun verili bir yönetim şekli var mıdır? Varsa bu yönetim
şekli nasıldır ve bunun meşruiyet kaynağı nedir? Yoksa, böyle bir toplumun
demokratik yönetim şekliyle yönetilebilme imkanı olabilir mi?

İlk olarak müslüman toplumun verili bir yönetim şeklinin
olmadığını vurgulamış olalım. Bu konuda Kur’an ve Hadis’in bize sağladığı
malzeme sadece genel ilkelerdir. Geri kalan düzenleme insanların akıllarına
havale edilmiştir. İnsanlar yaşadıkları çağın genel eğilim ve ihtiyaçlarını da
dikkate alarak İlahi ilkeler çerçevesinde toplumsal düzenlerini kurmak
durumundadırlar. Ancak bunu nasıl gerçekleştireceklerdir?. Vahyi ilkelere dayalı
belli bir düzenleme gerçekleştirilirken hangi yöntemleri kullanacaklardır? İslam
tarihinin bu konudaki geleneği (özellikle Maturidi gelenek) dikkatle
incelendiğinde bu konuda izlenen yöntemin akıl yürütme yöntemi olduğu görülür.

Temel Referans Kaynakları

İlk olarak bu konuda müracaat edilecek temel referans
kaynakların açık nas, gelenek ve akli ilkeler olduğunu vurgulayalım. Gelenek,
özünde tarihsellik taşıdığından zamanlıdır, dolayısıyla bu konuda
yararlanılabilir özelliği sınırlıdır. O zaman geriye vahiy ve akıl olmak üzere
iki önemli referans ilke kalır. Vahiyden yararlanabilmek için ilk olarak bu
konuda vahiy bize hangi malzemeleri sağlamaktadır, bunun tesbit edilmesi
gerekir. İkinci olarak bu ilke-lerden yönetim modeli üretirken hangi tip toplum
için çalıştığımızı, bu toplumun bireylerinin eğilimleri, düşünce ve inanç
sistemleri, dünya görüşleri, hayata bakış tarzları, ekonomik refah seviyeleri ve
kültürel yaşantı şekillerinin ayrıntılı ve derinliğine incelenmiş olarak
elimizin altında bulunması gerekir. Üçüncü olarak yeni bir yönetim modeli
üretirken temel amaçlarımız neler olacaktır bunları belirlememiz, buna göre
yöntemimizi seçmemiz gerekir. Dördüncü olarak da belirlenen yönetim şeklinin
dokunulamaz değil, tersine toplumsal zaruretlere göre sürekli yenilenebilir
olduğunu bilerek toplum üzerinde sınayarak en iyi yönetim şeklini elde etmeye
çalışmalıyız.

O zaman temel referans kaynağımız olan Kur’an ayetleri ve
mütevatir hadisler bize bu konuda hangi malzeme ve ilkeleri vermektedir acaba?
Kanımca ne Kur’an ne de Hadis külliyatı bize belli bir yönetim şablonu
dayatmamaktadır. Bu konuda Kur’an’ın bize önerdiği ilkeler "adalet", "istişare",
"liyakat", "hak" gibi evrensel ilkelerdir. "Allah adaleti, iyiliği, vermeyi
emreder, her türlü kötülükten de men eder…"(Nahl/90) Bu ayete göre insanlar
hayatlarının tüm cephelerinde adalet ve iyi-liği gerçekleştirmek durumundadır.
Siyasal, ekonomik, kültürel, dinsel, ahlaksal tüm yapılarını adalet ve iyiliğe
uygun, kötülükten uzak şekilde dizayn etmelidirler. Kur’an’da Allah "adalet
şudur" demediği ve yeni bir adalet tanımı ortaya koymadığı ve var olan bir
olguya atıfta bulunduğuna göre bu adalet vahiyden bağımsız nesnel ve evrensel
bir olgu olmalıdır. O zaman bu adalet olgusunu nasıl bulabileceğiz? Bu konuda da
elimizde biri Hz. Peygamber diğeri de yine akıl olmak üzere iki araç
bulunmaktadır. Hz. Peygamberin tarihsel olan sözleri ve davranışları
(yararlanılma özelliği saklı kalarak) bir tarafa bırakılırsa kaynağını vahiyden
alan ilkeler adalet ve iyiliği belirlemede bize temel referans olacaktır. Ancak
Hz. Peygamber de son peygamberdir, ondan sonra peygamber gelmeyecek, dolayısıyla
vahiy inmeyecektir, peki o zaman bundan sonra adalet ve iyiliğe nasıl
ulaşılacaktır? Zaten bir insanın ömrü sınırlı olduğundan hem ilkesel sözleri hem
de hikmetli davranışları da sınırlı olmak durumundadır, oysa hayat kıyamete
kadar devam etmekte, sosyal-siyasal hayat her gün karmaşıklaşmakta insanların
önüne yepyeni "iyi-kötü" problemi çıkmaktadır. Bu durumda geriye temel referans
olarak sadece akıl kalmaktadır. İnsanlık vahyi ilkeleri anlama sürecinde
Hz.Peygamberin anlayış ve yorumunu da dikkate alarak ileri düzeyde bir akıl
yürütme yöntemiyle vahyi kavramaya çalışacaktır.

Ancak bu akıl nasıl bir akıldır? Aklı genel olarak ve her hangi
bir felsefi kategoriye tabi tutmadan "saf akıl", "kısmen kirlenmiş akıl",
"kirlenmiş akıl" olarak üçe ayırarak inceleyebiliriz. Saf akıl fıtrata yakın
akıldır. İlahi gerçekliği en yalın şe-kilde kavrayabilen, beşeri günahlarla
kirlenmemiş akıldır. İnsanın çıkarı, hazzı, kin ve intikamı, ideolojisi,
bağımlılığı vs tarafından kirletilmemiş, törpülenmemiş akıldır. Bu akla en güzel
örnek Hz. Peygamberin aklı verilebilir. Kısmen kirlenmiş akıl ise kişinin beşeri
özelliklerinden kısmen et-kilenmiş olmakla birlikte kaba içgüdülerinin etkisi
altına girmemiş kısmen bağımsız akıldır. Mücedditlerin ve müçtehitlerin aklı bu
akla örnek olabilir. Bunların akılları doğal olarak beşeriliklerinden
et-kilenmekte ve kısmen de olsa kirlenmektedir, ancak bir şahsın, grubun,
devletin, toplumun çıkarı, hazzı ve ideolojisi emrine girmediğinden özsel ve
nesnel niteliğini koruyabilmektedir. Kirlenmiş akıl ise belli bir ideolojinin,
kişi veya grubun, toplum veya devletin emrine amade kılınmış, bağımsızlığını
kaybederek nesnelliğini yitirmiş akıldır. Bu akılla belli bir toplumun veya
genel olarak insanlığın problemlerine çare bulmak mümkün değildir, çünkü bu
akıl, kölenin efendisine hizmet ettiği gibi sadece emrine girdiği şahıs, grup
veya toplumun çıkarına hizmet etmektedir. Modern çağda Batı’da yetişen bilim
adamları ve filozofların çoğunun aklı özelde burjuva sınıfı ve genelde de Batı
toplumlarının çıkarına amada kılınmış akıl olduğundan nesnel niteliğini
kaybetmiştir. Dolayısıyla bu aklın genel olarak insanlığın kurtuluşu için nesnel
adalet ve nesnel "iyi"i arama ve bulma gibi bir amacı olamaz. Zaten bu akıl
araçlaştırılmış, kişiler, firmalar veya devletlerarası yıkıcı rekabetin emrine
tahsis edilmiş olduğundan nesnel ve evrensel adalet ve iyi gibi olguları tanım
amaktadır.

Bununla birlikte Müslüman aklı dışında nesnel olarak çalışabilen
akıl olamaz mı? Şayet varsa bunlardan yararlanamaz mıyız? Doğal olarak Müslüman
aklı dışındaki tüm akılların nesnelliğini kaybederek araçsallaştığını düşünmek
doğru değildir, aklını beşeri kirleriyle kirletmeden mümkün olduğu kadar saf
tutabilen insanlar olabilir, vardır da. O zaman bunların adalet ve "iyi"yi arama
konusundaki birikimlerinden Müslüman olarak yararlanmamız mümkündür. Aşağıda
Bediüzzaman ve demokrasi konusu incelenirken bu konu üzerinde tekrar
durulacaktır.

Yöntem Sorunu

Yukarıda anlatılan süreçler acaba İslam tarihinde dikkate alınan
süreçler midir? Siyasal ve ekonomik sistemler kurulurken bu akılcı yöntem ne
ölçüde etkili ve belirleyici olmuştur? Aslında "zaman" son derece önemli bir
öğretici ve müfessiridir. İnsanların deneyim ve tecrübe birikimi arttıkça
kişilerin aklın ve vahyin açık ilkelerinin doğruluk ve yararlılık derecelerini
kavrama kapasiteleri de artmaktadır.

İslam uleması vahyin ilkelerini mümkün olan en az kirlenmiş
akılla kavrama çabasında önemli başarılar elde etmiş ve bu konuda temel
yöntemleri üretmiştir. İslam uleması kategorisi içine çok sayıda ekol girdiği,
bu konularda çok geniş bir yelpazenin üretildiği dikkate alındığında işin
içinden çıkmak doğal olarak güçleşmektedir. Ancak burada biz daha fazla Maturidi
ulemayı dikkate alarak analizimizi onların geliştirdiği yaklaşımlar çerçevesinde
sürdüreceğiz.

Maturidi ulema deyince akla doğal olarak Türkler (burada Türk
kavramından bir etnik yapıdan ziyade belli bir kültürel coğrafya
kastedilmektedir) gelmektedir. Gerçekten İslam tarihinde Türklerin İslami
düşünceye katkılarının boyutu gerçekten inanılmayacak düzeydedir.
Karahanlılardan itibaren Türk dünyasında çok sayıda muhaddis, müfessir, kelamcı,
filozof ve fakih yetişmeye başlamıştır. Bunların büyük ekseriyeti
Hanefi-Maturidi çizgiye intisap etmiş, bu düşünce sistemini çağı da aşacak
şekilde geliştirmişlerdir. Bunların temsil ettiği okula "Maveraünnehir Okulu"
demek mümkündür. 13-14. yy Maveraün-nehir Okulunun altın çağı olmuştur. Usul ve
kelamda Fahru’lislam Pezdevi, İbn-i Hacip, Sadru’ş-Şeria, Taftazani ve Cürcani
gibi düşünce adamları İslami-Maturidi düşünceyi önemli ölçüde işleyerek
netleştirmişlerdir. Bu düşünürlerin ortaya koyduğu Müslümanlık "yaşayabilir
Müslümanlık"tır. İçinde; devletin, dinin, aklın, bilimin, kültürün harmanlandığı
pratik hayatta uygulanabilirliği çok yüksek bir müslümanlıktır.

Çağımızda "nasıl bir sosyal-siyasal sistem" sorusuna söz konusu
okulun geliştirdiği yöntemlerle cevap bulmak mümkündür inancındayım. Bu okulun
düşünce sisteminde bireyin özgürlüğü, can ve mal güvenliği, akli melekelerinin
geliştirilmesinin garanti altına alınması, dini hayatını yaşama hakkının
eksiksiz şekilde sağlanması, sefalet ve fakirlikten kurtarılması gibi hedefler
temel amaç olarak belirlenmiştir. Usul diliyle ifade edersek İlahi emir ve
nehilerin (ibadetlerin şekli ve miktarı dışında) mutlaka bir illeti ve hikmeti
vardır. Ünlü usulcü alame Sadr’ş-Şeria’ya göre bu illet insanın canını, malını,
neslini, dinini, ahlakını ve aklını koruma ve geliştirmeye yönelik olmalıdır.
İnsanın malını, canını, neslini, dinini, aklını ve ahlakını riske edecek
herhangi bir hüküm Kur’an ve Hadis’ten çıkartılamaz. Bu, Allah’ın hikmetine
aykırı olur. Yani Kur’andan elde edilen hükümler insanlar için ya menfaat
sağlayıcı (celb-i menafi) ya da zarar yok edici (def-i mefasid) özellikte
olmalıdır. Şayet bir hüküm belli yönleriyle zarar belli yönleriyle fayda
doğuruyorsa (savaş veya kısas gibi) burada fayda-zarar karşılaştırılması
yapılır, şayet fayda zarardan fazla ise o hüküm meşru, az ise gayr-i meşru
sayılır. Yine usul diliyle ifade edersek çok hayırın yanında az şer bulunabilir.
Bu yönteme dayanarak şunu açıkça ifade edebiliriz: Kur’an insanların ellerinde
bulundukça insanların can, mal, akıl, din, hürriyet ve ahlaklarını ihmal edecek
hiç bir açık ilke Müslüman birey tarafından tasvip edilemez ve savunulamaz.
Biraz daha açarsak; 1- insanların yaşama imkanlarını riske eden, 2- gelir ve
servetlerini azaltarak fakirleşmelerini doğuran, 3- akli yetkinliklerini
körelterek insanları ahmaklaştıran 4- dini inanç ve yaşantılarını engelleyip,
insanları günah ve haramlara sevk eden, 5- hürriyetlerini kısıtlayarak tamamen
ya da kısmen köleleştiren ve 6- ahlaki güzelliklerini tahrip ederek
ahlaksızlaştıran hiç bir sistem, düzen, ve politika benimsenemez, kabullenemez
ve savunulamaz.

Toplumsal Zaruret Bir Meşruiyet Kaynağıdır

İslam tarihinde Maturidi-Hanefi Türk kültür coğrafyasında tüm
hukuk sistemleri, ekonomi politikaları, ceza kanunları bu ilkeler çerçevesinde
düzenlenmiştir. Bu coğrafya parçasında özellikle "toplumsal zaruretler" çok
ciddi bir meşruiyet kaynağı olmuştur. Çok sayıda düzenleme o konuda nas olmadığı
veya olduğu halde naslar toplumsal zaruretlere uygun olmadığından (Hanefi usulde
istihsan veya maslahat) toplumsal zaruretler dikkate alınarak çözümlenmiştir. Bu
ilke ulemanın elinde hayatı esnetici, rahatlatıcı, makulleştirici bir araç
olmuştur. Alternatif bir yönetim şekli olarak demokratik yönetim şekli gündeme
geldiğinde Bediüzzaman hiç tereddüt etmeden toplumsal zaruret olduğunu ifade
ederek demokrasiyi savunmuştur. Gerçekten Maturidi anlayışın dışında başka bir
yaklaşımla demokrasiyi açık şekilde savunmak zordur.

Ancak Bediüzzaman demokrasiyi savunurken Batıdan geldiği şekilde
değil, yukarıda ifade edilen ilkeler çerçevesinde savunur. Demokratik rejim
insanların can, mal, hürriyet, akıl ve ahlak güvenliğini garanti altına
almalıdır. Ancak bu durumda demokratik rejim "Meşru Demokrasi" olabilir. Meşru
demokrasinin bir insan tabanı bir de devlet tabanı olmalıdır. Bediüzzaman
Maturidi-Hanefi usulün tüm esnekliklerinden yararlanarak, zaman zaman özgün
içtihatlarda da bulunarak çağımızın şartlarına uygun, temel vahyi ilkeleri de
içeren bir toplumsal yönetim modeli geliştirmeye çalışır. Burada Bediüzzaman’ın
meşru demokrasinin beşeri tabanını teşkil eden insan özgürlüğü konusundaki
yaklaşımlarını kısaca hatırlatalım.

Bediüzzaman ve İnsan Özgürlüğü

Geçmiş usulcülerin vurguları daha fazla can, mal, ahlak ve din
güvenliği üzerine idi. Bu vurgu çağımızın genel eğilimlerine uygun olarak
Bediüzzaman’la insan özgürlüğüne kaymıştır. Artık çağımızdaki insan geçmiş
çağlarda olduğu gibi çeşitli baskı ve istibdatlara mahkum olamaz. Çünkü her
türlü istibdat ve dayatma Bediüzzaman’a göre insanın insanlığının gelişmesine
ciddi bir engeldir.

Bediüzzaman, Maveraünnehir ulemasından ceddimiz Sadru’s-Şeria
tarafından ortaya atılan ve özellikle ünlü Osmanlı alimi Gelenbevi tarafından
işlenerek belli bir formülasyona sokulan "insan özgürlüğü" yaklaşımını esas
alarak düşüncesini geliştirir. Bu yaklaşım insan iradesinin mevcut olmadığı,
tersine nisibi ve izafi bir olgu olduğu, dolayısıyla insana verilebilir olduğunu
temel alarak insanın her türlü yaptığı eylemlerden sorumlu olduğunu vurgular.
İnsan iradesi iki alternatiften birini seçebilir bir özellikte olduğundan
doğrudan insanın emrinde ve tasarrufundadır. Bu nisbi ve izafi olguyu Cenab-ı
Hak insan fiilini yaratmasına bir şart-ı adi yapmıştır. Yani insan kendi
tasarrufunda olan yaratılmamış iradesiyle tercih yapabilme özelliğine sahiptir,
dolayısıyla insan yaptığı her şeyden sorumlu olan bir varlıktır. Çünkü insanın
sahip bulunduğu bu cüzü irade özellikle olumsuz ve ademi şeylerin ortaya
konulmasında son derece etkili ve fonksi-yoneldir. Düşünüre göre günah, küfür,
zulüm, dalalet gibi şeyler olumsuz ve ademi olduklarından çok basit bir "terk"
ve "ihmalle" gerçekleştirilebilirler. Böylece son derece basit bir olgu olan
insan iradesi bunların gerçekleştirilmesi için bir temel olabilir ve insanı
yaptıklarından sorumlu kılabilir.

İnsanın seçici ve yapıcı bir varlık olması İlahi hakimiyet ve
kudretle nasıl bağdaştırılabilir? Hatta "Allah’ın Hakimiyeti" ile "Halkın
Hakimiyeti" nasıl bir arada düşünülebilir? Bediüzzaman bu konuda ilginç
sayılabilecek "mülk-melekut" ayırımını yapar ve yaklaşımını bunlar üze-rine bina
eder. Mülk alemi fizik ve organik alemi, melekut alemi ise fizik ötesi olan gayb
alemini ifade eder. Mülk aleminde hikmet, melekut aleminde ise kudret hakimdir.
Mülk alemi sebeplerin ve tabiat kanunlarının egemen olduğu alemdir. Melekut
aleminde ise doğrudan İlahi kudret egemendir. Sebepler ve fizik aleme ait
kanunlar orada geçerli değildir. (Nursi,1994, s. 236).

Bu yaklaşıma göre bizim muhatap olduğumuz alem mülk alemidir.
Bilim, hukuk, siyaset, ekonomi gibi olgusal şeyler mülk alemine aittir. Bu
alemde her şey İlahi hikmet tarafından belli sebeplere bağlanmıştır. Başka bir
açıdan varlık aleminin mülk kesimi insan eylemlerinin bağımsızca gerçekleştiği
kesimdir. İnsan iradesi bu alanda etkili olmakta, serbestçe seçebilmekte,
insanın kudreti kendi fiillerini üretebilmekte ve bundan dolayı insan
yaptığından da sorumlu olabilmektedir. Başka bir ifade ile varlık aleminin mülk
tarafı "daire-i muamelat"tır. İnsanın günlük olgusal ilişkilerinden ahlak,
hukuk, bilim, siyaset ekonomi bu alanda belli sebep-sonuç etkileşimi
çerçevesinde oluşur. Burada insanlarca gerçekleştirilen tüm akitler, eylemler,
objektif olarak değerlendirilir, kararlar ras-yonel olarak verilir. İnsan
bireyinin yaptığı her şey kanun önünde belli bir anlama sahiptir ve insan
onlardan sorumludur. Melekut alemi ise "daire-i itikat"tır. İnsan her şeyin
dizgini Allah’ın elinde olduğuna itikat etmekle yükümlüdür. Ancak muamelat
aleminde kendi aklıyla ve iradesiyle en iyi ve en yararlıları seçmek ve yapmak
durumundadır. Doğal olarak "iyi"yi bulma konusunda Cenab-ı Hakk’a sürekli dua
etmelidir.

Mülk-melekut ayrımıyla "Allah’ın Hakimiyeti" "Halkın Hakimiyeti"
kavramlarının ilişkisini de izah edebiliriz. İlahi hakimiyetin doğrudan
kuşattığı alan melekut alamidir, mülk aleminde ise özellikle siyasal alanda
milli hakimiyet söz konusudur. Bu birbirini çelen ve olumsuz-layan iki farklı
unsur değildir. Kainattaki tüm varlıkların Allah’ın egemenliği altında olması
nasıl insanların gayr-ı menkul ve menkullere malik olmalarına, onlar üzerinde
çeşitli tasarruflarda bulunmalarına engel teşkil etmiyorsa sosyal ve siyasal
alanlarda millet hakimiyetinin de Allah’ın hakimiyetine engel teşkil etmesi
düşünülemez. Mülk alemindeki etkinlikleri Cenab-ı Hak insanların tasarrufuna
bırakmıştır. Akli ve vehyi ilkeleri dikkate alarak insanlar sosyal, siyasal,
ekonomik ve kültürel düzenlerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda geliştirip
kurabilir, gerektiğinde de değiştirebilirler. Sonuçlarından da doğal olarak
doğrudan kendileri sorumlu olurlar. Böyle olmaması durumunda dünyada sosyal ve
siyasal hayatta belli bir düzen ve kurumdam söz etmek mümkün olamazdı. Hukuk
sistemiyle kişilerin mal ve can güvenliği garanti altına alınmış, cana ve mala
tecavüz çok sert cezai müeyyidelerle önlenmeye çalışılmıştır. Kimsenin "nasıl
olsa her şey Allah’ın mülküdür" deyip gelişi güzel hareket etmesine izin
verilmemiştir. Ünlü Türk alimi Nesefi bu konuları Tabsıra adlı eserinde önemli
ölçüde makül bir çerçeveye oturtmuştur. Zaten Maturidi yaklaşımın hakim olduğu
kültür coğrafyalarında bu konularda her hangi bir zihinsel karışıklık ortaya
çıkmamıştır.

İnsan hürriyetine bu kadar değer veren Bediüzzaman bu hürriyetin
ancak meşru demokrasilerde sağlanabileceğini, her türlü siyasal, dini, ve ilmi
istibdadın insanın duygularını çökerteceğini, insanlar arasında kin ve nifak
tohumlarını yeşerteceğini, insanları sefalete sürükleyip fakirliğe mahkum
edeceğini, hatta bu istibdadın İslamı bile zehirleyeceğini savunur. Ona göre
Müslüman birey aklını kullanan, kendine güvenen onurlu, sadece Allah’a kul olup
başka hiç bir şeye köle olmayan bireydir. Çünkü Bediüzzaman insan hürriyetini
imandan bir parça saymaktadır. Ona göre Allah’a hakiki kul olan ne başkasına kul
olur ne de başkasını kendisine kul yapar. O zaman insanların demokratik ilkelere
göre yerlerini yeniden gözden geçirmelidir. Alimlerin, şeyhlerin ve uluların
yerleri yeniden belirlenmeli, ilişki tarzları yeniden ortaya konmalıdır.
Bediüzzaman’a göre artık bu çağda şeyhlerin Müslüman birey üzerinde büyüklük
taslayarak sulta kurması, onun onurunu kırıcı şekilde ezmesi kabul edilemez. Bu
tip şeyhler şeyh değil müteşeyyihtir (çocukça şeyhtir). Çünkü ilmin ve şeyhliğin
gereği tasallut, tahakküm değil tevazu ve mahfiyettir. İnsanlara saygı ve
güvendir. Beraber yaşayabilme sanatıdır. Karşılıklı taviz verebilme becerisidir.
Bediüzzaman alim ve şeyhlerden bu ilkelere uymayanların Müslümanlar tarafından
ilim ve şeyhliğinin tanınmaması, onlara gereğinden fazla saygı gösterilmemesi
gerektiğini ister. (Nursi, Münazarat, 1991, s. 59-60) Ona göre insanların
iradesine ve hürriyetine müdahaleye kimsenin hakkı yoktur.

Siyasal ve Ekonomik Mekanizmalar Makine Gibidir

Demokrasinin bir burjuva kurumu olduğu, burjuvaların ise
Hıristiyan veya Yahudi olduğu, Müslümanların dışında başka insanların yaptığı ve
geliştirdiği şeylerin Müslümanlar tarafından nasıl alı-nabileceği problemine
Bediüzzaman son derece ilginç bir içtihatta bulunarak siyasi ve ekonomik
konuların büyük kısmının saat veya makine gibi şeyler olduğu, saat veya makineyi
din ve ahlaki durumuna bakmadan nasıl en iyi saat veya makine yapan ustadan
alıyor, bozulduğunda yine o konuda uzman olan ustaya tamir ettiriyorsak ekonomik
ve siyasi mekanizmaların çoğunu da din ve ahlakına bakmadan o konuda uzman olan
kişilerden almamızda dinen hiç bir mahzurun olmadığını vurgular. Çünkü her hangi
bir Müslümanın tüm sıfatlarının müslümanca olamayabileceği gibi her hangi bir
kafirin de tüm sıfatlarının kafirce olması gerekmez. Müslümanın bazı sıfatları
kafirce olabildiği gibi kafirin bazı sıfatları da müslümanca olabilir. Sevgi ve
nefret zati (özsel) olmadığından güzel sıfatlar kimde olursa olsun sevilir,
hatta takdir ve taklit edilir, kötü sıfatlardan da nefret edilir. (Nursi,
Münazarat, s.41-42) O zaman Bediüzzaman’a göre kafirlerin güzel sıfatlarının bir
tecellisi olarak ortaya konulan ekonomik, siyasal ve kültürel kurumlardan
Müslümanların yararlanmasında her hangi bir mahzur olamaz. Adalet, hürriyet,
ve-rimlilik, tasarruf, yardımlaşma gibi temel ilkeleri odak alan sosyo-ekonomik
mekanizmalar, kurumlar, politikalar Müslüman toplum tarafından orijinine
bakılmaksızın alınabilir ve taklit edilebilir. İslamiyet, Hıristiyan ve
Yahudilerden, her hangi bir Müslüman bireyin (erkeğin) sadece ekonomik ve
siyasal kurumları almalarını değil, bunlardan çok daha hayati özelliğe sahip
olan hanımlarını bile eş o-larak alabilmelerine izin vermiştir. (A.g.e, s. 71)

Bu ilkeden hareketle Müslümanların her türlü hürriyetini, can,
mal, ve akıl güvenliğini, ekonomik ve kültürel gelişmesini en etkin ve en
verimli şekilde demokratik yönetim şekli gerçekleştirecekse orijinine
bakmaksızın bu kurumu benimsemelerinde her hangi bir mahzurun olmadığı
söylenebilir. Buna mukabil söz konusu güvenliklerden her hangi birinin
gerçekleştirilememesi ya da sınırlı düzeyde gerçekleştirilmesi durumunda o
düzenin adı "İslam Cumhuriyeti" de olsa özü İslami olamaz.

Demokrasinin Ortamı

Doğal olarak demokratik ilkelerin serbestçe yaşayabileceği belli
bir kültürel ortam gereklidir. Bediüzzaman’a göre demokratik sistemi inşa edip
devam ettirebilmek için insanların bilgi, teknoloji, ahlak ve kültürde belli bir
düzeyi tutturmaları gerekir. Vahşetin, cehaletin, bağnazlığın, ilkelliğin,
kırsal kültür ve geleneklerin egemen olduğu sosyal ortamlarda demokrasi var
olamaz, var olsa da ayakta kalamaz.

Ona göre demokrasinin temel ilkelerinden bazıları kuvvet yerine
hakk’ın, cehalet yerine bilginin, kin ve düşmanlık yerine sevginin, keyfilik ve
şahsiyetçilik yerine objektif kanunun ve ilkelerin ikame edilmesi, sosyal ve
siyasal hayatın bu ilkeler çerçevesinde dizayn edilmesidir. Aynı şekilde tüm
kararların, keyfî ve kişisel heveslere göre değil, kolektif bilgi ve hikmete
dayalı kurum ve kurullarla istişare edilerek alınması ve uygulanmasıdır. Bu
ilkelerin hayata geçirilebilmesi için ise toplum fertlerinin ciddi bir
eğitim-öğretim seviyesine ulaşmış olması gerekir.

Meşru demokrasi sadece insan bireylerinin özgür olmasını
sağlamayacak, aynı zamanda toplumun hatta belli bir kıtanın ekonomik olarak
gelişmesini de sağlayacaktır. Bediüzzaman’a göre despotizme, keyfî karar ve
iradelere, bilim ve hikmet dışı eği-limlere dayanan bir toplumun sağlıklı bir
şekilde gelişmesi ve varlığını istikrarlı bir şekilde devam ettirmesi mümkün
değildir. Özellikle İslam toplumlarının sosyo-eko-nomik gelişmesi her türlü,
istibdat ve baskıdan uzak İslamî hürriyet ve Şurâ ile mümkündür.

Gerçekten Bediüzzaman ve benzeri şahsiyetler İslam toplumlarının
ve genel olarak Asya kıtasının geri kalmasının esas nedeninin gerekli hürriyet
ve şurâ kurumlarını geliştirememiş olmalarına bağlarlar: "…mânâ-yı meşrutiyete
iptilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde
terakkisinin birinci kapısı meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki
hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşrutiyetteki
şûrâdır." "Müslümanların hayat-ı içtimaiyye-i İslamîyyedeki saadetlerinin
anahtarı, meşveret-i şeriyyedir. Ve emruhum şura beynehüm (Şurâ suresi, 42/38)
âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak émrediyor. Evet, nasıl kı, nev-i beşerdeki
telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla
birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünunun esası olduğu
gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı
hakikiyeyi yapmamasıdır." (Nursî, 1994, s. 1928)

Sonuç olarak yeniden demokrasi arayışına çıktığımız şu günlerde
can, mal, akıl, ahlak ve özgürlük güvenliğini sağlayacak şekilde yeniden dizayn
edilen siyasal sistemimize Müslümanların karşı çıkmaları bir yana şiddetle
savunmaları gerektiği inancındayım. Bunu bize temel referans kaynaklarımız vahiy
ve akıl önermektedir. Akıl ve tecrübenin önderliğinde yukarıdaki hedeflerin
nasıl gerçekleştirileceği serbest tartışma veya deneyip yanılma yoluyla
bulunabilir. Bu ilkelerin bir kaçı veya tümünü ihmal eden, ortadan kaldırmak
isteyen her türlü siyasal, ekonomik veya kültür politikası ne adına olursa olsun
akıl ve vahiy adına muhalefetle karşılaşacaktır. Doğal olarak muhalefet yeni
can, mal, akıl ve din güvensizlikleri doğurur nitelikte olmayacaktır. Ülkemizin
geleceğini inşa etmek isteyenler akli ilkelerde buluşmak durumundadırlar.