Tartışma

Köprü Dergisinin Bahar/2000 sayısında İslam Yaşar imzasıyla
“Said Nursi Türkçesi” adı altında bir yazı yayınlandı; bu yazıyı okuduğumda
fart-ı muhabbetten doğan idealleştirmenin (kristalizasyon) ne kadar vahim tesbit
hatalarına yol açabileceğini farkederek tenkide karar verdim; bu tenkidi,
okuyucuya açık bir temin olmasından ziyade, şifahi bir ikaz tarzında yazara
iletmeyi düşündümse de bilahare dergi sayfalarında yer almasının daha faydalı
olabileceğini farkederek bu yolu tercih ettim. Bu derginin sayfalarında
karşılıklı cevap ve rövanş duygularını körükleyecek bir polemik başlatmak
niyetinde değilim; bu yüzden tenkidimi Latinlerin “dentibus albis” dedikleri
“beyaz dişlerle” yani, hırpalamaktan ziyade tebessümü tercih eden bir üslup
içinde tamamlamaya gayret edeceğim. Dilediği takdirde yazarın elbette cevap
hakkı mahfuzdur.

Türkçeyi İhyâ?

1- İslâm Yaşar, mezkur makalenin yer aldığı derginin 81.
sayfasında Said Nursi’nin, dilin derin darbeler yiyip ağır yaralar aldığı bir
zamanda, Yunus Emre ve diğer dâhî şairlerin yaptığını yaparak “Türkçe’yi yeniden
ihyâya” karar verdiğini ileri sürüyor. Devamında Yahya Kemal, Mehmet Akif, Faruk
Nafiz ve Ziya Gökalp’in Türkçe’yi kurtarmak için eserlerini İstanbul ağzı ile
kaleme almayı tercih ettikleri halde Said Nursi’nin, “Türkçe’nin çok gelişmiş de
olsa mahalli bir ağzını esas almak yerine, pek çok ağız ve şive özelliklerini
ihtiva eden Osmanlı Türkçesini kullanmayı tercih ettiğini söylüyor. Hemen
alttaki paragrafta ise Said Nursi’nin Şark vilayetlerine merkezi bir hüviyet
izafe ettiğini ve dilin inşâsında “bu bakış açısını” esas aldığını savunuyor.

a- Makaledeki iktibaslardan Said Nursi’nin “Türkçe’yi ihyâ”
iddiasını doğrulayan bir ifadeye rastlamadım; Külliyatı arasında böyle bir
ifadenin yer alıp almadığını bilmiyorum; sadece Said Nursi’nin “Türkçe’yi ihya”
gibi bir kişinin, hatta bir neslin asla güç yetiremeyeceği bir iddiada
bulunamayacağını tahmin ediyorum.

b- İstanbul ağzı, Türkçe’nin telâffuzuyla ilgili bir vâkıâdır;
yazıya geçirilmesi ve imlâsı sözkonusu olduğunda “İstanbul ağzı”ndan bahsetmek
teknik bir hata olur. Üstelik İstanbul ağzı, mahalli ağız sayılmaz; mahalli ağız
tabiri daha ziyade taşra mıntıkaları için tercih edilir. İstanbul, devletin ve
kültür namına biriktirdiğimiz herşeyin kalbidir. Dolayısıyla Said Nursi’nin
İstanbul ağzı yerine Osmanlı Türkçesi’ni tercih ettiğini ileri sürmek garip bir
fikirdir ve gâlib ihtimal Said Nursi’ye onun muradını aşan emeller izafe etmek
suretiyle gıyabî bir bühtan olur.

c- Said Nursi’nin kendine mahsus lisan terkibinde Şark
vilayetlerini esas ittihaz ettiği yolundaki iddia da zayıf görünüyor. Adı geçen
yerdeki iktibasta Said Nursi, “Risale-i Nur’a Urfa taraflarında kuvvetli ellerin
sahip çıkmasını bekliyorum” derken bana göre Şark vilayetlerinin Türkçe zevkini
esas tuttuğunu ifade etmekten çok, Risale’lerin ihtiva ettiği haberin, bu
mıntıkalarda maya tutmasının ehemmiyetini vurgulamaktadır.

d- Said Nursi’nin dilin inşasında “bu bakış açısı”nı esas aldığı
yolundaki tez, ilk üç gerekçe ışığında mesnetsizdir. Said Nursi’nin bir lisan
müceddidi olduğunu ileri sürmek, bence bühtandır. Said Nursi bir lisan müceddidi
değil benim kanaatime göre bir iman müceddidi olarak tebcil edilirse daha
isabetli olur.

Bühtan Olmuyor mu?

2- 82. Sayfanın başındaki iddia, ilkine mümâsildir; bu iddiaya
göre Said Nursi Arapça ve Farsça yanında Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Zazaca
gibi mahalli dillere ilaveten Azeri ve Tatar şivelerine de aşina olduğu için
neredeyse bütün Türk ve İslâm dünyasına hitab edebilen ve “hepsinin ortak
hususiyetlerini taşıyan müstesna bir dil terennüm” etmiştir.

Bu iddia da, bana göre bir bühtandır, çünkü:

a- Said Nursi’nin Türkçe’si, İslâmi ıstılahlara aşinalığı ve
Arapça’ya vukufu yüzünden “Osmanlı Türkçesi” görüntüsü veren, ancak klasik ve
edebî Osmanlıca zevkinden hayli uzak bir lisandır; bu hususta eski edebiyat
mütehassıslarının hakemliğini daha şimdiden kabul ediyorum. Said Nursi, manevi
yıkıntıya uğrayan gönülleri onarmak ve güçlendirmek, imânî nokta-i nazardan
cemiyeti güçlendirmek maksadıyla bütün ömrünü hâlisâne mesâiye vakfetmiş bir
insandır. Aynı makalenin 83. sayfasında İslam Yaşar, Said Nursi’nin ana dilinin
Türkçe olmadığını belirtiyor ki bu durumda Said Nursi’nin Türkçe’yi nasıl ihyâya
muktedir olabildiği suali, yazarın omuzlarında kalmış bir bühtân manzarası
veriyor. Said Nursi’yi, Türkçesi’nin zayıflığı ve ittiratsızlığı noktasında
tenkid etmek aklımdan geçmez fakat bu gibi zayıf iddialarla Nursi’nin
Türkçesi’ne estetik bir ihya nâmı yakıştırmak asla doğru olmaz.

b- Yazar bence doğrularla eğriyi karıştırıyor: Türk ve İslâm
dünyasına hitab edebilmek noktasında Osmanlı Türkçesi, gerçekten büyük mesafeler
kazanmış ve rüşdünü isbat etmiş bir kemâl seviyesinde idi. Bir lisan, hitab
ettiği toplulukların mahallî lugâtçelerine yaslanarak “sultâni” yani “imperial”
bir nitelik kazanmaz. Dil, bu cinsten “kolaj” gayretleriyle ayakta kalmaz. Bütün
mahallî ağız ve lugâtçelerin fevkine çıkabilmiş, kaideleri muhkem, telâffuzu
standart, ilim, san’at ve diplomasi lisanı olarak kifâyetini “asırlarca ve
eserlerce” isbat edebilmiş bir dile “sultâni” yani emperyal sıfatını
verebiliriz; öyle ki bu dil, farklı diller ve ağızlar konuşan tebânın
mecburiyetten ziyade medenî bir sevk-i tabii ile müştereken teveccühünü
kazanarak seviyesini isbat eder. Buradan, İslam Yaşar’ın klasik Osmanlı
metinleri ve lisanı konusundaki mütebahhiresinin Said Nursi külliyatının
ufuklarıyla muhât bulunduğu şüphesi doğuyor. Parçadan hareketle bütünü tasavvur
ve ihâta etmek muhal ihtimal! Dolayısıyla Osmanlı Türkçesi’nin vüs’at ve estetik
kalite itibariyle Said Nursi’nin estetik ihyâ hamlesine ihtiyacı olduğunu
düşünmek insaf haricindedir.

Her Zaafın Tenkidi Gerekmez; Fakat…

3- “Said Nursi Türkçesi” başlıklı bölümde (s.82) yazar Said
Nursi’nin kelimeleri seçerken “Sinan’ın mâbedine taş, Itrî’nin tamburuna tel,
Karahisâri’nin hattına mürekkep alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti”
gösterdiğini ileri sürüyor; bu hükme katılmak insâf ile kaabil-i te’lif
değildir. Çünkü Said-i Nursi’nin Türkçesi’nde, klasik lisâna âşinâ olanların
damağında kekre lezzetler bırakan, ham ve alışılmadık tasarruflar sıkça göze
çarpar. Bana göre bu kekrelik, övülecek bir özellik olmaktan ziyade zaaf teşkil
eder fakat illâ tenkidi de gerekmez. Meselâ, yazarın da makalesinde birkaç kere
kullandığı “hayattar” kelimesi bunlardan biridir; kelime bu haliyle Osmanlı
Türkçesi’nde yer bulmamıştır. Ve Devellioğlu lügâtında da bu terkibe yer
verilmemiştir. Keza mahvolma, helâke uğrama mânasındaki “helâket” dahi bunlardan
biridir mâruf lugâtlerde yoktur; kezâ yazarın da endişesizce tasarruf etmekten
kaçınmadığı “abesiyet” kelimesi dahi öyledir. (s. 84) Eski dile vâkıf birisi bu
kelimelerin ne anlama geldiğini bilir fakat bu tanışıklık, lisanın güzel
tasarrufundan bir şube değildir. Bunlar açıkça dil kekreliği veya hatalı
tasarruf dediğimiz lisan yanlışlıkları içine girer. Meselâ “emrine tâbi olan
zerratları” (Tabiat Risâlesi) söyleyişi hem letâfetten, hem de imlâ metânetinden
uzaktır; malumdur ki zerrât, zerre’nin cem’idir. Keza Osmanlı Türkçesi’ne hâkim
birisi asla “rezzakiyet kanunları” terkibini tercih etmez; “Rezzak”ın kök
ittihaz edilmesi suretiyle “Rezzakiyet” kelimesini türetmek manaca ma’kul, fakat
dil zevki itibariyle garibtir.

Benim maksadım Said Nursi’nin Türkçesi’ni tenkid etmek değil; o
yüzden bu kabil örneklerin sayısını artırmak, benim nokta-i nazarımdan bir
kazanç teşkil etmiyor; fakat, Said Nursi’nin Türkçesi’ni “Türkçe’yi ihyâ”
derecesinde abartmanın hak-nâ-şinaslıktan da öte, bu şecî, vakur ve dürüst
insana bühtân mânâsına gelmesi beni üzüyor.

Said Nursi Bir Lisan Müçtehidi mi İdi?

4- Yazarın 83. sayfada yer alan, “böylece yalnız dinî
meselelerde değil, dil ve üslûp sahasında da içtihat yaptığını gösterdi” cümlesi
dahi bu cümledendir. Bir şeyde içtihadın muvaffakiyeti, usûle bağlıdır. Said
Nursi’nin Türkçe’yi tasarruf tarzına içtihad nâmını vermek doğru değildir. Kendi
tâbiriyle Türkçe’den başka bir dille düşündüğü halde düşündüklerini Türkçe veya
Arapça ile ifade etmek mecburiyetinde kalan, hatta 84. sayfadaki iktibasta,
kendi ifadesiyle “benim gibi Türkçesi az” itirafında bulunmaktan çekinmeyecek
kadar tevazu sahibi bir insanı, tasarruf hataları sebebiyle tenkid etmek insafa
sığmaz; fakat o insan Türkçe’de bir müçtehit nâmıyla tebcil olunduğunda hakikat
incinir. Said Nursi bir Türkçe müçtehidi değildir; Türçeyi, hâkim zevk ve usûlün
hayli dışında, hatta “garip” diye adlandırılabilecek bir tarzda tasarruf etmek
elbette “yeni” bir şeydir; yeniliğin içtihat haline gelmesi için usûle uygun ve
latif vasıflarını behemahal taşımalıdır.

İlim Vadisinde Fart-ı Muhabbete Mesağ Yoktur!

5- Yazarın fart-ı muhabbeti, başkaca aşırı hükümlerde
bulunmasına da yol açıyor. Mesela, Said Nursi külliyatının Yahya Kemal, Mehmet
Akif, Ahmed Haşim’in eserleriyle mukayese edildiğinde onlardan “çok daha sade,
akıcı ve anlaşılır bir dille yazıldığı” yolundaki intibâ tam bir fart-ı muhabbet
eseridir ve öyle olduğu için insaf haricindedir; bu hükmü ayrıca tenkide hacet
görmeden sadece işaret etmekle yetiniyorum.

6- 84. sayfada Said Nursi’nin Güneş Dil Teorisi’ni fiilen
hükümsüz bıraktığı iddiasıyla, “bu yeni Babil kulesini Kur’anî i’cazla yıktığı”
ve bu eylemin “Risale-i Nur’un tağutlarla mücadelesi”ne teşbih edilmesi dahi en
azından aşırı sâfiyetle malul değerlendirmeler gibi görünüyor. Keza 85. sayfanın
başında yer alan ve Said Nursi’nin “sadece Türkçe’yi bütün şive ve ağız
hususiyetlerini içine alacak şekilde kullanarak Türkler’e hitap etmekle
kalma”dığı “diline, milli hudutları aşan cihanşümul bir hitap derinliği
kazandır”dığı mealindeki iddia da ciddiyetten uzaktır ve ayrıca tafsilen tenkidi
gerekmez.

7- Ve nihayet Türkçe’ye ve Said Nursi’ye hamledilen, “Osmanlı
Devleti’nin cihan hakimiyetinden sonra ilk defa Risale-i Nur Külliyatı sayesinde
milli hudutları aşarak yeniden dünya dili olma şansını yakalamıştır” (s. 85)
hükmü, aslında bu tenkid yazısını kaleme almakla isabetli bir iş yapıp
yapmadığımı bana hatırlatacak kadar abartılı, yanlış ve bühtan dolu bir ifade
teşkil ediyor; keşke yazarın iddiaları doğru olabilseydi!

Hülasa

Köprü Dergisinin 70. sayısında yayınlanan “Said Nursi Türkçesi”
başlıklı yazı, öyle anlaşılıyor ki, onu kaleme alan İslam Yaşar’ın şahsî
fikirlerini ifade etmekten daha geniş bir zihniyetin temsilcisi mevkiindedir.
Tecrübelerim bana, “fart-ı muhabbet”le malul bulunduğu âşikâr kişilerle ilmî
tenkid vâdisinde muhatap olmanın, düşman kazadırmaktan başka bir işe
yaramadığını hatırlatıyor ama sayın İslâm Yaşar’ın bu peşin hükmümde beni
yanıltmasını kuvvetle temennî ediyorum; bazen fart-ı mahabbet, sevilen kişi veya
nesnenin aleyhinde neticelere sebep olabilir. İlmî tesbit mübalağayı hoş görmez.
Mezkur yazıyı okuduktan sonra bende hâsıl olan kanaat Said Nursi’nin bühtâna
uğradığı merkezinde idi; bu yazıyı, hem o bühtânı tekzip etmek, hem de
mübalağalı hükümlerin—sırf tekzibe uğramamaktan ötürü—genel kabul görmüş bir
meşrûluk kazanmasına itiraz etmek için kaleme aldım. “Beyaz dişlerle” tenkid
ettim. Ümit ederim ki hayra bais olur.