Fahr-i Alemdir (a.s.m.) ve mesleği; herkes kendi nefsiyle
mücahede, yani ahlak-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi
ihya ve başkalara da muhabbet ve eğer zarar etmezse nasihat etmektir. Bu
ittihadın nizamnamesi sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevahî-i
şer’iyedir; ve kılınçları da berahin-i katıadır. Zîra, medenilere galebe çalmak
ikna iledir, icbar ile değildir. Taharrî-i hakîkat, muhabbet iledir. Husûmet
ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, Îla-i
Kelimetullahtır. Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlak, ibadet, ahiret ve
fazillete aittir; yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir. Onu da
ulûlemirlerimiz düşünsünler. Şimdi maksadımız, o silsile-i nûranîyi ihtizaza
getirmekle, herkesi bir şevk-i hahiş-i vicdaniye ile tarîk-ı terakkîde kabe-i
kemalata sevk etmektir. Zîra; İla-i Kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi,
maddeten terakkî etmektir.

İşte, ben bu ittihadın efradındanım ve bu ittihadın tezahürüne
teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden
değilim.

Elhasıl, Sultan Selim’e bîat etmişim. Onun ittihad-ı İslamdaki
fikrini kabul ettim. Zîra, o, vilayat-ı şarkiyeyi ikaz etti; onlar da ona bîat
ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim Şeyh
Cemaleddin-i Efganî, allamelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit
alimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslamı hedef tutan Namık Kemal ve
Sultan Selim’dir ki, demiş:

“İhtilaf ü tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz;
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni. “
Yavuz Sultan Selim

Tarihçe-i Hayat, 59

Suâl: “İstibdat o kadar fena birşey iken, niçin herkes bir çeşit
ile onu irtikâb ederdi?”

Cevap: İçinde tefer’unun lezzet-i menhûsesi ve tahakküm ve
tehevvüs-ü nemrudâne vardı.

Suâl: “Şimdi çok hilâf-ı şeriat şeyler yapılıyor”

Cevap: Bence, muhâlif-i hakîkat-i şeriat olan şeyler meşrûtiyete
dahi muhâliftir, ya günahlarıdır veya ilcâ-i zarûrettir. Farzediniz, şu siyâset
muhâlif olsun, yine telâşa mahâl yoktur. Zîrâ, Şeriat-ı Garrânın bin kısmından
bir kısmıdır ki, siyâsete taallûk eder. O kısmın ihmâliyle, şeriat ihmâl
olunmaz.

Evet, imtisâl etmemek, inkâr etmek demek değildir. Hem de,
Devlet-i Osmâniyeye tâbî olan İslâmların on beş misli İslâmlar, sırf siyâset-i
ecânib altındadırlar. Onların dinlerine zarar gelmez; nerede kaldı ki, şu
hükûmette-Ki; Kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm; üssü’l-esas-ı siyaseti de
şu düsturdur: Bu devletin dini, din-i İslâmdır; şu esası vikaye etmek
vazifemizdir. Çünkü, milletimizin maye-i hayatiyesidir.

Münazarat, 53

“Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?”

Dedim:

“Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir
hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta
müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder,
biz kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.

“Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya
müspettir. Menfîye kapılan harf gibi:

yahut
tarif edilir. Demek bütün harekâtı, bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi
hükümsüzdür. Hulûs-u niyeti fayda vermez. Bahusus, menfî iki cihet-i zaafla
hariç cereyanın kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur.

“Diğer müspet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini giyer.
İsim gibi
’dir.
Hareketi kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezhep, mezhep olmadığından, belki
muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç cereyanın müspet ve zaafına
inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.”

Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına
meydana çıkmak lâzım.”

Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şartla ki, muharrik,
aşk-ı İslâmiyet ve hâmiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih,
siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki
ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.”

Denildi: “Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, su-i zan
bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi
olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has
göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan
düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.

“Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini
hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir
ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini
göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper
etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî
bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı
kendi nefsi için sever demektir.

“Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i
diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları
tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene
halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen
tecavüzü gördünüz. Acaba şimdiki menfi siyasetçilerin fetvalarından istifade
edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâmın en şedit hasmıdır ki, hançerini
İslâmın ciğerine saplamıştır.”

Dediler: “İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût
ediyorsun?”

Dedim: “Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i
hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i
tesmim olmaktan feragatıdır.

“Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti,
ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos
ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”

Dediler: “Fırkacılık lâzım-ı Meşrutiyettir.”

Dedim: “Bizdekilerde hutut-u efkâr telâki için mütemayilen
imtidada bedel, münharifen gittiğinden, nokta-i telâki vatanda, belki kürede
görülmüyor. Vücut-adem gibi, birinin vücudu ötekinin ademini ister.

“İnat, bazan müfrit fırka müteassıplarına, dalâl ve batılı
iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde
melek görse, libasını değiştirmiştir der, lânet eder. Su-i zan ve hüsn-ü zan
nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhtar… Vâhi emareyi bürhan,
bürhanı vâhi emare görür.

“İşte şu zulümdür

sırrını gösterir. Zira, hayvanın aksine olarak, kuvâ ve meyilleri fıtraten
tahdit edilmemiş; meyl-i zulüm hadsizdir. Lâsiyyemâ, ene’nin eşkâl-i habisesi
olan hodgâmlık, hodfikirlik, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inat o meyle
inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış.
Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

“Meselâ, birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-ı evsaf-ı
mâsume olan şahsına, hattâ ehibbâsına, hattâ meslektaşına zulmünü teşmil eder.
’ya
karşı temerrüd eder.

“Meselâ, muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfla bir kere
demiş: ‘İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak.’ Sırf o mürâi ruhtan gelen,
yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini,
İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur.
İşte şu alkışı ve gaddar telezzüzüdür ki, mecruh İslâmı müşkül mevkide bırakmış.
Zira hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, ‘Sükût et’ demiyor.
‘Alkışla, mütelezziz ol, beni sev’ diyor, onları misal gösteriyor. “İşte size
dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir.”

Sünühat, 64-70

[Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir’in
Arabî makalesinin tercümesi.]

Bağdat’ta çıkan ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden
bahisle diyor ki:

Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile
alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur
talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma
çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır?
Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi
maksatları, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde
Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur
talebelerinin beş altı cihetle farkları var:

Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten
kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki
siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî
bir cemiyetleri asla mevcut değil.

İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle,
din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.

İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye
de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar.
Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir
dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine
onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler.
Muhtaçlara mukabelesiz veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük
bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle
görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî
cemiyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki
zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.

Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiyatını
verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.

Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli bir medresenin ve bir
üniversite darülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders
alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri,
tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders
okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri
iktizasıyla mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar;
onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser
bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında
ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç
olmuyorlar ki, tecemmu’ edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri
siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur
bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas
etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç
bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya
muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine,
kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de,
Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.

Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var.
Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan
çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın
erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir
neferden büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu
çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve
hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve
hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal ettikleri
bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas ve kıskanç
muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları
mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine
taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir,
müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar.
Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama
tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u
İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için
insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas
iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları
arıyorlar.

Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye
ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve
fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i
Kur’âniyede hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i
dalâlete karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet
etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi
hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından
çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla
aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur
talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur
bilmiyorlar.

İsa Abdülkadir
Emirdağ Lahikası, 390-392

Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said’in bu dersinden
anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslamiye ile ziyade alakadardır.
Fakat, sakın zannetmeyeniz ki o, dini siyasete alet veya vesile yapmak
mesleğinde gitmiş! Haşa belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine alet ediyormuş.
Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete feda ederim” Evet, o zamanda
kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizleğe
alet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle
siyaseti İslamiytin hakaikına bir hizmetkar, bir alet yapmaya çalışmış.

Fakat, O zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık
zındıkların, Garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe alet yapmalarına
mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyati-i İslamiyeye alet etmeye
çalışmışlardı. İslamiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tabi olamaz. Ve alet
yapmak, İslamiyetin kıymatini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.

Hutbe-i Şamiye, 52

İkinci Suâlinizin meâli: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan
muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam
verebiliriz?

Elcevap: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha
ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn)
arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir.
Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzâyı esas edip Şeyheyn zamanındaki
gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları ise, Şeyheyn
zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzâya müsait idi; fakat mürur-u zamanla
İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri
için, adalet-i mahzânın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar”
denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye
siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir.

Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad
edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul,
ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar
Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azâba
müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir
nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur.
Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki:

Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünkü hem
katil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”

Adalet-i mahzâ ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki:

ayetin mânâ-ı işarîsiyle, bir mâsumun hakkı, bütün halk için
dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı
Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük
için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan,
hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder.
Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i
izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i
izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, adalet-i mahzâyı Şeyheyn
zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi o esas üzerine
bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil; çok
müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin
gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.

Eğer desen: “Hilâfet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin
fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine
nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?”

Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok
mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam
saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet ünvan-ı mânidârını bihakkın kazanamayacaktı.
Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı
ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi bâki
kaldı. Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin
taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani,
Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup,
saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını
onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i
İslâmiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı
iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih
ettiler, hataya düştüler.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri
ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap
milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri
bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip
etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim,
millettaşını tercih eder, adalet edemez.



ferman-ı katîsiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez.
Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.

İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik
olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden
muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir
âkıbete uğramasına müsaade etmiş?”

Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat
cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri
cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin
ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine
sebep olmuş.

Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise:

Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir
saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet
müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü
gösterdi-tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve
surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye
tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.

Üçüncü Sualiniz: “O mübarek zatların başına gelen o feci,
gaddârâne muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.

Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in
muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç
esas vardı:

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükûmetin
selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas feda edilir.”

İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad
ettiği için, milliyetin gaddârâne bir düsturu olan, “Milletin selâmeti için
herşey feda edilir.”

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı ananesindeki rekabet
damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet
göstermişti.

Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında
bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin
efradına “memâlik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u
milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine
intikamkârâne ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin
asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddârâne ve merhametsizcesine,
meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.

Mezkûr dört esbab, zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit,
Hazret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye
ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia
ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat
işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası
çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona
sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.

Mektubat, 56-59

“Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten men
etmiş. Çünkü mâsumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” Bazı zâtlar
bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden
hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harpten gelen istibdadat-ı askeriye ve
dalâletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i
istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak, hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa
etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak; o
hâlette o da ezlem olacak ve mağlûp kalacak. Çünkü, mezkûr hissiyatla hareket ve
taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi
bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız
vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde
kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir
ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir
haksızlık ederler.

İşte, Kur’ân’ın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten
ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa
bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa
edebilirdik.

Şualar, 260

Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok. Ve
Risale-i Nur, rıza-i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün
olduğu kadar Risale-i Nur’un mensupları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak
istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i
dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları
takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz-fakat siyaset noktasında değil.
Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman,
derste farketmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs
kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül
edip Nuru hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.

“Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın
altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi
siyasete teması var tevehhüm edilmiş. Halbuki Nurun tercümanı, birtek mesele-i
imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini mahkemelerde dâvâ edip yirmi beş sene
tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir.”

Emirdağ Lahikası, 281

Hem üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri imandır.
Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı, iman meselesidir.

Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en
mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç meseleyi
birden umum rû-yi zeminde vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan
âdetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki
meseleleri esas yapmayacak; ta ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında
bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara
âlet olmadığı tahakkuk etsin.

Hem, yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zulüm altında o
derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de
yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta karşı çok fevkalade sebat ve
metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslamiye lazımdır; yoksa akim kalır, zarar
verir.

Demek en halis ve en selametli ve en mühim ve en muvaffakiyetli
hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin daireleri içindeki kudsi hizmettir. Her
neyse… Bu mesele şimdilik bu kadar yeter.

Kastamonu Lahikası, 62

Kardeşlerim,

Sizce münasipse Başvekile ve dindar meb’uslara verilmek üzere,
ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattir.

Mukaddeme: Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser
hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul
olmadığımdan, büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem
millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir
zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet
milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve
cemiyet-i beşeriyeye hamiyetle çalışanlar için bana mânevî bir ihtar
edildiğinden Üç Noktayı beyan edeceğim.

Birinci nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir iki senedir
“irtica ile itham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said
kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet
ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına
geçiren gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarâne bir ithamla ehl-i İslâmiyet ve
hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak
belki de siyaseti dine âlet ve tâbi yapmakla, tâ İslâmiyetin kuvvet-i
mâneviyesinden bu hükümet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon
hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim
Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak “irtica”
damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar
hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci nümunesi: Bu asrın dehşetli
zulmüne karşı bir sed olarak İkinci Noktada beyan etmek zamanı geldi. Menşe’leri
iki kanun-u esasiye istinad eden iki irtica var:

Biri: Siyasî ve içtimaî ki, hakikî irticadır. Onun kanun-u
esasîsi çok su-i istimale ve zulme medar olmuştur.

İkincisi: İrtica namı verilen hakikî bir terakki ve adaletin
esasıdır.

İkinci nokta: Beşerin vahşet ve bedevîlik zamanlarındaki bir
kanun-u esasîsine, medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve
bedevîliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-ü umumîsini mahveden o
dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu biçare memleketimize girmek
istiyor. Garazkârâne ve anûdâne particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya
başlaması gibi bir ihtilâf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla
o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul
tevehhüm ediliyor. Bir hatâ, binler hatâ hükmüne geçiriliyor. İttifak ve
ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü
zeber ediyor.

Evet, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler,
kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zayıflandığı için, millete ve memlekete
ve vatana âdilâne hizmete muvaffak olunamadığından, maddî ve mânevî bir nevi
rüşvet vermeye mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için
o gaddar, engizisyonâne ve bedeviyâne ve vahşiyâne bu mezkûr kanun-u esasîye
karşı ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî

nass-ı kat’îsiyle, Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i
hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden
kurtaran bu kanun-u esasî ki, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.”
Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik
sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr
olup âhirette mesul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u
esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye iki Harb-i Umumînin gösterdiği
tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn olan o vahşî irticaa düşecek. İşte,
Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet
ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki
öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaatin selâmeti için
fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin
siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz” diye, birtek câni
yüzünden bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Birtek câninin
yüzünden bin adamın kılıçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla
binler mâsumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini o
bahaneyle nazara almaz. Birinci Harb-i Umumîde üç bin adamın câniyâne siyaset
hatâlarıyla otuz milyon biçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi, binler
misaller var.

İşte bu vahşiyâne irticaın, bu dehşetli zulümlerine karşı gelen
Kur’ân şakirtlerinin, Kur’ân’ın yüzer kanun-u esasîsinden

âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adâlet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve
uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “mürteci” namını verip
onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek
misilli en vahşî ve zalimâne bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek
terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’ân’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih
etmek hükmündedir. Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i
siyasetin mezkûr hakikati nazara alması lâzımdır. Yoksa, üç veya dört cereyanın
muannidâne muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar.
Memleketin menfaatine ve âsâyişine sarf edilecek o zayıf kuvvetle
hâkimiyetini-hattâ istibdad ile de olsa-âsâyiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya
kâfi gelmediğinden Fransız ihtilâl-i kebîrinin tohumlarının bu mübarek
memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telâş edilebilir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen zaafiyet ve kuvvetsizlik
sebebiyle ecnebînin politikasına ve ehemmiyetsiz, muvakkat yardımlarına karşı bu
acip mânevî rüşvetler veriliyor, dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar
ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mânâ hükmediyor. Ve âsâyiş ve
siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet
teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali
nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak, şimdi bu memleketteki
ehl-i siyaset, garba ve ecnebîye verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini
âlem-i İslâmın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz
milyon Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin
selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve
elzemdir.

İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli, caiz ve vacip rüşvet ise,
teavün-ü İslâmın esası ve hediye-i Kur’ân’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve
kudsî kanun-u esasîsi olan


kutsi esasi kanunlarını düstur-u hareket etmektedir.

Emirdağ Lahikası, 318-321

Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük
zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i
insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir.
Hususan böyle umumi ve mücadele suretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. Güneş
gibi bir iman lazım ki, herşeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlahi
ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalb
boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için,
kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar-ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve
kıymetli şeye sarf etmek lazım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fani
şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir
hadimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara
benzeyen mücahidinden, Selef-i Salihinden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki
dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani,
maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne
geçer.

Emirdağ Lahikası, 52, 53

Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri
Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır.

İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin
olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye,
belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i
İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet
etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.

Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi
kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün
cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları
da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler.
Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır.
Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir
hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet
mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip
cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan
muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.
Halbuki, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte

yani, “Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.”
Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasîsine dayanabilir.
Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.

Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet
milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa, o Demokratın
mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir
ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için
içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve
câzibedar bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle
beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i
medeniyenin galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse, ekseriyet teşkil
etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan
olanlar, hem hakikî Türklerin, hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya
mecbur olacaklar. Çünkü, İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime,
’dır.
Yani, “Birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.”

Halbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle mâsum bir
kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini
haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de
yol bulur. Çünkü “Bir mâsumun hakkı, yüz câniye feda edilmez” diye İslâmiyetin
bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir. Ve
hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.

Mâdem hakikat budur, ey dindar ve dine hürmetkâr Demokratlar siz
bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve câzibedar nokta-i istinadlarına
mukabil, daha ziyade maddî ve mânevî cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i
İslâmiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa, sizin yapmadığınız
eskiden beri cinayetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip,
Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlûp etmeye bir ihtimal-i kavî ile
hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş ediyorum.

Haşiye: Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri
neticesiyle, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini ve ağır
cezalarını dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları
düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:

Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on
derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden
vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve
bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene
mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar
verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân
etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın
teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahati de onlara
yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların
hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım
ve bunu yazdım.

Emirdağ Lahikası, 386-387

Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın altı aylık hilafetiyle beraber
Risale-i Nur’un Cevşenü l-Kebirden ve Celcelutiyeden aldığı bir kuvvet ve
feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye
noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana
çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, adalet-i hakikiye ile
bu asırda insanları mes ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur dur ve
onun şahs-ı manevisi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir
mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir.

Emirdağ Lahikası, 65, 66

Nur şakirtleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye
girmediler. Çünkü iman, mal-ı umumidir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri
vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır.
Nur mesleğinde, mü minlerin uhuvveti esastır.

Emirdağ Lahikası, 157