Ehven-i şer kavramı, siyasi ve hukuki sahada kullanılan bir
tabir olmakla beraber, insanların hayatında önemli bir hareket tarzını da
tanımlar. Her akıllı insan, hayatında karşılaşabileceği bazı kötü
alternatiflerin içerisinden daha az zararlısını tercih ederek zararı asgariye
indirmeye çalışır. Gazâlî’ye göre “bütün bunlar zarurî olarak insanoğlunun
haberi olmaksızın onda taktir edilmiştir.”1 Buna günlük hayattan
örnek verilebileceği gibi, öğrencilik, askerlik, ticaret vs. hayatındaki bazı
önemli kararların alınması açılardan da örnek verilebilir: Düşman karşısında
sıkışan bir ordunun zararı en aza indirgeyen bir tercih yapması, ticaretle
uğraşan bir insanın sıkıntıya girdiği bir dönemde kaynaklarını en verimli bir
şekilde kullanarak zararı en aza indirmesi hep bu tür mülahazaların meydana
getirdiği bir davranış biçimidir.

Siyaset literatüründe kullanılan ehven-i şer kavramı,
bazılarının nazarında, değişik mülahazalarla, ürkeklik ve kimliksizlikten öte
bir anlam ifade etmemektedir. Buna göre şerler arasında tercih yapılmasının bir
sapma, hatta ana daireden çıkma olduğu; hasılı, İslam’a değil batıla hizmet
olduğu düşüncesi—propaganda tarzında—daima işlenmiştir. Halbuki ehven-i şer bir
mecburiyet halidir; mecburiyet oluşmazsa bu anlamdaki ithamlar ve tenkitler
haklılık kazanabilir.2

İslamî ve muhafazakâr camialarda, siyasî tercihlerin altında
yatan sebepler, uzun süre zihinleri meşgul ettiği bilinen bir gerçektir. Ehven-i
şer kavramı, Türkiye’nin şartları göz önüne alınarak, bazı camialar için siyasî
tercihte anahtar görevi görmüştür. Bu yazımızda, siyasî tercihlerin arkasındaki
gerçek saiki sorgulamaya ve anlamaya çalıştık.

Cevdet Paşa’dan Günümüze

Cevdet Paşa’nın yönetiminde hazırlanan Mecelle’den (1869) beri
hukukî anlamda daha iyi anlaşılan bu tabirin, muhafazakâr ve dindar kesimler
arasında siyasî bir kavram olarak kullanılması çok partili hayata geçtikten
sonraki dönemlere rastladığı söylenebilir.

İnsanların hayatında düstur olacak ehven-i şer kavramı ve bunun
açılımını sağlamak için Mecelle’deki bazı maddelere göz atmakta yarar var:

Madde 21: “Zaruretler (şer’an) memnu (ve haram) olan şeyleri
mubah kılar.”

Zaruretlerin, yasaklanmış ve haram olan şeyleri mübah kılmasına
usul ilminin kurallarında “ruhsat” denilir ki ruhsat, özürlü olunduğunda meşru
olan şey demektir. Ve bu ruhsat ile amel etmek “bilicma” meşru olup ayrıntısı ve
açıklaması, “ilm-i usul fıkhındandır.”3

Madde 22: “Zaruretler (yani zaruretle mübah olanlar) kendi (yani
zaruretler) miktarlarınca (ve tahdid) olunur.”

Örneğin, bir kişi açlıktan ölmek korkusuyla yüz yüze gelmeden
başkasına ait bir yiyeceği izinsiz yiyemez. Alıp yese, yasaklanmış bir
davranışta bulunmuş olur.4

Bu meselede İslâm dini, zorunluluk halinde, “ancak başkasının
hakkını zedelemeyen bir yasağı işlemekle korunabildiği taktirde, bu yasağın
işlenmesini zaruri kılmıştır… hatta bazı hallerde bu zaruretler, haram olan
şeylerin yapılmasını vacip kılar.”5

Madde 23: “Bir özür için caiz olan şey ol özürün zevaliyle batıl
olur.” Yani bir mazeret sebebiyle izin verilen şeye özür ortadan kalktıktan
sonra artık cevaz verilemez.6

Madde 26: “Zarar-ı ammi def (ve izale) için zarar-ı has ihtiyar
olunur.” Mesela bir yangın anında, yöneticinin emriyle, yangının genişlememesi
için özel bir mesken ortadan kaldırılabilir.7 Yani gerçek anlamda bir
tehlike olmadığında verilen böyle bir zarar tam bir zulüm olur.

Madde 28: “İki fesad tearuz ettikte (yani biri azam diğeri ehaf
(hafif) olmak üzere iki fesat karşılaştıkta) ehafı irtikab ile azamın (def ve
izalesi) çaresine bakılır.” “Yani, hafifini irtikâb etmek büyüğünün definin
çaresi olur.”

Madde 29: “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” Yani bir kimse iki
şerden, iki meşru olmayan emirden birisini işlemeye mecbur olduğu zaman hangisi
ehven ve fenalığı az ise onu ihtiyar edip diğeri terk edilir.8

Türkiye’nin İç ve Dış Siyasetinde Ehven-i şer Ne Anlama
Gelir?

Bugünkü Türk siyasetinin ve yönetim erkinin oluşmasında, iç
dinamiklerin etkisinin ağırlığı dünya ölçeğinde anlaşılamaması, halk gurupları
içinde, özelikle gençler üzerinde sürekli mükemmeliyetçi yönlendirmelere sebep
olabilmekte ve alternatif milli siyasetin oluşabildiği zannını ortaya
çıkarmaktadır. Halbuki siyasetin ve siyasetçinin bir görevi, iç ve dış
politikada ülkeyi en az zararla idare etmektir. Aslına bakılırsa, Türk
tarihinin—siyasî-askerî stratejiler bakımından—son iki yüzyılında, politika
yapma tarzında genel olarak ehven-i şer anlayışı artarak devam etmiştir. Bu,
Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra—özellikle 1800’lere doğru, Osmanlının tek
başına büyük devletlerle başa çıkamayacağının anlaşılmasından sonra—denge
siyaseti oluşturmak için ittifak girişimlerinde bulunmasıyla kendini göstermeye
başlar. Esasen son yüzyıllık Türk dış siyasetindeki yoğunluğun belki de ana
gövdesi bu çerçevede oluşmuştur. Mesela, Abdülhamid’in statükoculuğunun kaynağı
bu olabilir. Bunu Cumhuriyet dönemindeki dış politikalar açısından da düşünmek
mümkündür. Büyük siyasi olaylar karşısında Türk hariciyesinin çoğunlukla zararı
en aza indirgeme refleksi ön plana geçmiş, eğer imkan varsa atak bir siyasete
girilmiştir.

Bunun yanında, “Türkiye’deki siyasal hayatın, son yüzyılda belli
bir anlayış ve belli bir zümre etrafında şekillendirilmek istendiği
bilinmektedir. Bu anlayışın Türk milletinin tarihi tecrübeyle ortaya koyduğu
düşünceler bütününden oldukça uzakta olduğu geçen zaman içinde hakkelyakîn bir
surette görülmüştür. Bu zümrenin düşünce diyalektiğini oluşturan cevher, Türk
milletinin mazisine ve cevherine yabancıdır. Bu, bilinçli bir tercihtir, elitler
açısından… İçi boş sloganlar çerçevesinde umdeler ortaya atılmış ve bir
partinin yönetimiyle zorla Türk milletine kabul ettirilmiştir. Zaten bu çevreler
tarafından inkılab anlatılırken, mevcut düzeni ve halkın kültürel normlarını
zorla değiştirmek olarak tarif edilmekte idi… Milletin düşman olacağını işin
başında ön görmek, millete karşı bir düşünce taşımakla mümkün olabilir; veya
yeni, geçmişle bağlarını koparmış hayali bir millet meydana getirmenin hesapları
yapılıyordu. Bu da mevcut düşünceyi taşıyan halkın çoğunluğunu gözden çıkarmak,
onları siyasal olarak ‘hiç’ görmek demekti.”9

Halk Partisi’nin iktidarda olduğu dönemde yapılandırılan
devletin, Türk milletinin tarihi serüveni içinde aykırı bir anlam ifade etmesi10
ve halk tabakaları arasında meydana gelen yoğun hoşnutsuzluk, 1950’lerde bir
tercih fırsatı yakalanmasıyla zararı en aza indirebilecek bir imkan taşıyordu.

Siyasal düşüncenin arka planını oluşturan bilgi ve
modele—Türkiye’nin, büyük bir istiklal mücadelesiyle amaçlarını
gerçekleştirdiğine çok abartılı bir şekilde—geniş kitleler inandırılmıştır.
Halbuki Dünya Savaşında yenilgiyle çökertilen Osmanlı Devleti’nin, 1918
sonrasında ne şekilde hükümranlığına kavuştuğu propaganda altında buharlaşıyor.
Maziyi kurumsal ve ideolojik anlamda temsil eden her şeyin ortadan kalktığı bir
ortamda, gerçek bağımsızlığın nasıl oluşacağı hiç düşünülmüş müdür? Bu realite
içinde kurumsallaşan siyasanın olabilirlik ve etkisinin boyutunu anlamadan,
Kanunî döneminde siyaseti tanzim eden gücün şimdi de var olduğu hayaliyle
siyaset üretmeye kalkmanın, mevcudu korumayı güçleştireceği anlaşılabilir bir
durumdur.

Türkiye’nin içinde yer almak durumunda kaldığı Batı sistemi
(dünya sistemi), iç politikada düşünülüp tartışılarak karar verilmiş bir husus
değildi. Bu bakımdan Fransa ve İngiltere vs. gibi ülkelerle mukayese edilmeyecek
bir siyasi düzenleme söz konusu olmuştur. Bu siyasi düzenleme zorunlu bir sonuç
olarak düşünüldü, dünyayı idare edenler tarafından. Batılı devletlerin milli bir
tecrübenin sonucunda ortaya koydukları siyasal sistemler, “geri kalmış” veya
“çevre ülkelerde” söz konusu olamamaktadır. Milliyetçiliği çağrıştıran icât
edilmiş değerler, toplumsal yozlaşmanın taşıyıcısı olmuştur ve bu, ülke
bağımsızlığının (!) teminatı gibi algılanmıştır. Böyle bir vasatın içinde
siyaseti milli menfaatler ve iç irade bakımından doğru bir zeminde görmek
oldukça zor hale gelmiştir. Böyle bir gayrı milli meşruiyet temelinde İslamcı
partilerin ortaya çıkması, bütün iyi niyet taleplerine ve yetenekli
idarecilerine rağmen arzu edilen sonuçlara ulaşabilmesi mümkün görülmemektedir.
Zira dünya sisteminin ilerleyişi bölgesel güçlerin üzerinde olduğu yüzyıllık bir
realitedir. Halkı marazî bir şekilde siyasallaştırarak milli şuura kavuşturmak
ve gerekli donanımı meydana getirebilmek hayli zor bir durumdur. Bu, eğitim ve
öğretimle, bilimsel araştırma ve sermaye birikimiyle olacak uzun vadeli bir
meseledir. Siyasallaşma ve sloganlaştırma bu tür birikimleri de riske edecek bir
ortamı hazırlayabilir.

Bunun yanında günlük siyasi endişeler İslamî kesimlerin
entelektüellerini, bilgi ve kültür birikimlerine rağmen, nötr hale
getirebilmektedir. Toplumun önünde görünen İslamcı yazarların yıllar içinde
nasıl bir düşünsel değişim ve çelişki yaşadıklarını incelemek bâkir bir konu
olarak araştırılacak kıymettedir. ‘İdeolojik partilerin’ yoğun bir şekilde
eleştire geldikleri kitle partilerinden daha az; hatta silik bir varlık
gösterdikleri de dikkat çekicidir. Ayrıca, demokrasiden (mânâsı oluşmuş bir
kavram olarak) menfi olarak söz etmeye alışık çevrelerin, on yıllar sonra
sorunları demokratik ve insan hakları çerçevesinde ele almaları, olayın çapını
küçültmüştür. Halbuki duyarlı insanlar, Türk milletinin adeta bir bağımsızlık
sorunuyla karşı karşıya olduğunu birçok olaydan anlayabilirlerdi.

Tunus ve Arap dünyasının önde gelen düşünürlerinden olan Raşid
Gannuşi’nin şu ifadeleri belki de bugünkü İslâm dünyasındaki bir çok önemli
millet ve devletler için geçerlidir: “…bugün karşı tarafın bizimle savaş
halinde olduğuna inanıyoruz. Ortada münafık medya devletinin, polis devletinin,
tek parti devletinin ve Bin Ali devletinin başlatıp başını çektiği bir savaş
var. …Demokrasiye, insanların temel hak ve özgürlüklerine, Arap-İslam
kimliğine karşı ilan edilmiş bir savaş var.”11

Şundan emin olunmalıdır, Türkiye’de cereyan eden birçok olayı
muhafazakâr sağ kanatta yer almış veya yakın durmuş, hatta sosyal demokrasiyi
hazmetmiş hiç bir politikacı içine sindiremez. Örneğin otuz bin insanın
ölümünden sorumlu olduğu iddia edilen Abdullah Öcalan’ın idamı meselesinde
mahkeme kararının uygulanmasından yana olduğu anlaşılan büyük halk
yığınlarının—siyasilerin ve yetkililerin taahhütlerine hatta şovlarına rağmen—bu
tavırları adeta yok sayılıyor. Bu kadar kısa zamanda böyle bir dönüşü, demokrasi
ve hümanizmle açıklamak hayli zordur. Halbuki gerekçe bu olsaydı bir anlamı da
olabilirdi. Buna bağlı olarak AB’ye girmek yolunda kat edilen merhaleler
yöneticiler açısından çok önemli olmadığı, hatta bir çok siyasetçinin bu konuda
takiyye yaptığı düşünülebilir… Avrupa’ya, ‘sizinle beraber olmak istiyoruz’
şeklinde bir izlenim uyandırılması, bizden korkmayın ve sıcak bir savaşa
girmeyin, bizim artık fetihçilikle uzaktan yakından bir ilgimiz yok; bu anlamda
ne varsa zaten yok etmiş ve etmeye kararlıyız, dolayısıyla ‘önümüzü kesmeyin’
şeklinde bir mesaj sürekli canlı tutulmakta, sempati kazanılamıyorsa da en
azından antipatiye meydan verilmemek gayesiyle, ‘biz sizden olmak istiyoruz;
kabul etseniz de etmeseniz de dünyada bundan ciddi bir gayemiz yoktur’, demeye
getiriyorlar…

***

Soğuk savaş döneminde bazı ideolojik guruplar ve siyasal
partiler her zaman “adalet-i mahza”nın gerçekleşebileceğinin mümkün olduğu
hissiyatıyla, siyasal tercihlerini kamuoyuna deklere etmişler ve mükemmeliyetçi
bir yolu ihtiyar etmişlerdir. Bu tavrı zıt istikametlerdeki ideolojik
guruplarda—sol gurupların hemen tamamında—benzer şekillerde görmek mümkündür.
Reel-politik çerçevede siyaseti tanzim etmenin gerekliliğine inanan bazı
politikacıların ve bunun şuurunda olan seçmenlerin karşısında daima
mükemmeliyetçi argümanlarla çıkıp tenkit edenler12—ki, nihaî olarak
bu mükemmeliyetçiliğe düşünce bazında genellikle karşı olunmadığı bilinen bir
durum olmasına rağmen—gün gelip siyasal iktidara kavuşunca reel siyasetin
gereklerini dahi yerine getirebilecek bir kapasite gösterilememiş; hatta, kendi
ideolojik amaçları açısından bile tenkit ettikleri çevrelerden daha zayıf bir
varlık gösterdiklerine 2000’lerin Türkiye’sinden geriye bakılınca bir çok somut
örnek vermek mümkündür. Halbuki mümkün olmayanı talep etmek, muhali talep etmek
anlamına geldiği için ve en iyisini ararken—siyasi taraftarlığın toz duman
ettiği bir ortamda—orta derecedeki bir iyiyi de kaybetme durumu meydana
gelmiştir. Yani sorun, hayalle realite arasındaki bir sorun olarak görülebilir.
Ancak şunu da teslim etmek gerekir ki hayalin olmadığı yerde ciddi bir gelişme
olmaz; burada ölçü, hayalle olabilirliğin sınırlarını ayarlama meselesidir.
Hayali gerçek zannedenin nihai durumu, rüyasında kendini sarayda gören fakir bir
insanın uyanmasından sonraki haline benzer.13

Halbuki bugünkü İslam ülkelerinin yönetiminde milli hakimiyet ve
hükümranlığın gerçek anlamda izafi olması, siyasetin mevzii menfaatler üzerinde
dönmesi, bunun büyük siyasi dış oluşumlarla ilişkili olması, siyasetçinin çok
yoğun bir şekilde hesap yapmasının gerekliliğini ortaya çıkarır. Aksi halde,
ülkede yeşeren ümidin ve buna bağlı olarak insan kaynaklarının heder olması
tehlikesiyle yüz yüze gelinir. Bunun korkaklık ve çekingenlikle bir ilgisi
yoktur. Zira bazı davranış biçimleri zahirde birbirine benzese de hakikatte
tamamen birbirinden farklıdır: Tedbir için geliştirilen davranış biçimi ile
korkaklığın etkisindeki davranış biçimleri gibi… Kaynaklarını hesap yaparak
kullanmak ve siyaseti buna göre tanzim etmenin korkaklıkla açıklanması
düşündürücüdür. Burada gaye, mümkün mertebe doğru hareket tarzına ulaşmaktır. En
güzeli örnek alarak bunu imkan dahilinde gerçekleştirmek her irade sahibinin
üzerinde yüktür. Ancak ehven-i şerri ihtiyar etmenin yanlış olduğunu düşünüp,
siyasi ve sosyal şartları iyice tartmadan, ortamı uygun zannedip hayr-ı azamı
ihtiyar niyetiyle bilumum mukaddes kavramlarla siyasi arenaya çıkan siyasiler ve
guruplar, bu kavramların ağırlığını koruyabilecek bir istidadı ve ortamı
bulamadıklarında büyük şerlere sebebiyet verebilmektedirler. Büyük din alimi ve
mütefekkir, Muhammed Said Ramazan El-Bûtî bu tehlikeye şu veciz ifadeleriyle
ışık tutmaktadır:

“…Söz konusu İslâmcılar, profesyonel siyasîlerle aynı yolda
birleştiler, aynı metodda kaynaştılar. Bunun sonucu, İslâmcıların safına,
liderlik ve iktidar konusunda siyasî emelleri ve kişisel çıkarları bulunan pek
çok kişi sızıp karıştı. Bu kimseler, İslâmı şahıslarına ve amaçlarına perde
yaptılar. İki taraf arasında metot birliği ve üslup birliği bu durumu
kolaylaştırdı. Bundan sonra, İslâmî bir hedefe bürünme son derece kolay ve basit
hale geldi. Sayfalar karıştı, doğruluk ve aldatmaca yanyana geldi, halk
gerçekleri farketmez oldu, geniş halk kesimleri temyiz ve tefrik kabiliyetini
yitirdi…

“Sonra bu sonuçlar da şöyle bir sonuç doğurdu: Bu kişiler
önünde, arzu ettikleri İslâmî toplumu kurma yolu kapandı. Hatta, Kendileriyle bu
emelleri arasındaki uçurum gittikçe büyüdü, engeller kat kat arttı. Dolayısıyla,
ne dini konuda cahiller ve şaşkınlar cahillik ve şaşkınlıklarından kurtulup
İslâma sempati besleyip ona bağlandı, ne de yöneticiler ve liderler sözkonusu
İslâmcıların İslâmî maksatlarının samimiyetine ve dine gerçek dostluklarına
güvendi.”14

Halbuki bir nevi fetret dönemi yaşayan İslâm ülkelerinde duyarlı
Müslümanların en önemli görevi, fetreti ortadan kaldıracak faaliyetlerde bulunup
yapıyı yeniden evrensel anlamda tesis etmektir. Aksi halde fetret döneminin
boyutunu tam anlamıyla kavrayamadan, evrensel bir anlam taşımayacak olan mevzii
zaferlerin sarhoşluğuna kapılarak altyapıyı ihmal etmek, nefsânî bir tatmin
sağlasa da sonucu değiştirmez.

Seyid Hüseyin Nasr İslâm dünyasındaki bu gerçekliği şu yalın
düşünceyle ifade etmektedir: “Her zaman bir İslam birliğinden bahsederiz. Ancak
şunu da unutmamalıyız ki, İslam dünyasında bin tane teşekkül var ve vakıa ile
yüz yüze geldiklerinde bunların koca bir sıfırdan farkı kalmıyor…”15

Türkiye’yi yöneten siyasetçilerin Türk milli kültürü ve İslamî
gelişmeler açısından bir fobi içinde olmasının sebebi bu genel zaafiyet olduğu
düşünülebilir. Yakın bir zamanda Türkiye’yi ziyaret eden büyük bir ülkenin
başkanı—belki de sempatik bir ortam meydana getirmek için—başbakanın İslam dini
hakkındaki düşüncesini öğrenmek istediğini belirtince aldığı cevap hayli
ilginçtir; irtica ve fundamentalizmle mücadele edildiğini, Türkiye’nin laik bir
ülke olduğunu, dolayısıyla, bu tür hususların geride bırakıldığını söyleyerek
başkanı tatmin etmeye çalışması dikkatten kaçmadı. Halbuki başkan, ailece İslam
dinine ilgi duyduklarından dolayı, Müslüman bir ülkenin başbakanına bunu
açıklayarak bir cemile yapmak istediği ortaya çıktı.

Bu reel durumu hisseden bir çok dini cemaat siyasal tercihlerini
kullanırken “ehven-i şer” mantığıyla siyasete bakarak kendilerini sorumluluktan
kurtardıkları düşüncesini taşımışlardır. Siyasi meselelerde “ehven-i şerri
ihtiyar” edenler, “renksiz” ve “şahsiyetsiz” davranmadıkları iki bin yılından
geriye bakıldığında ideolojik partilerin ve Müslümanlığı kendine ölçü edindiğini
düşünen birçok inanan insanın düştüğü ve düşürüldüğü gayri hukukî ve gayri
insanî durumla anlaşılabilir.

Bazı “İslamcı” yazarların Türkiye’deki İslamî taleplerin yegane
muhatabı olarak “Siyasal İslam” görüşünü taşıyanlar olduğunu düşünmekte, hatta
bunun dışında geniş bir İslamî hizmet içinde olup da siyasal tercih olarak,
“İslamcı” bir partiyi oy atmadıklarından dolayı dikkate alınmamaktadırlar.
Bununla beraber, zaman zaman değişik mülahazalarla bu partilere oy atsalar bile,
siyasî cemaatlerin davranış biçimleri ve bazı duygularını paylaşmamaları,
onların göz ardı edilmelerine sebep olabilmektedir. Anlaşılan odur ki belli
çevrelerin nazarında İslamî duyarlılığın ölçüsü siyasal faaliyetlerin tarzıyla
açıklanmaktadır. Halbuki ehven-i şer mantığıyla hareket edenler, hem mevcut
ortamın ve sistemin hak üzerinde inşa edilmediğini fiili olarak vurgulamakta;
hem de oy attıkları partileri ve siyasal liderleri gözlerinde büyütüp
putlaştırmamaktadırlar. Dolayısıyla böyle bir ortamda zararı en aza indirgemenin
yolunu aramaktadırlar.

Türkiye’de tarihi şartların oluşmasıyla demokratik meşruiyetin
bir batı ülkesindeki gibi anlam taşıdığı ve bunun her türlü siyasi, askeri,
iktisadi altyapısının oluştuğu bir ortamda Türk siyaseti açısından “ehven-i
şerri” ihtiyar etmenin genel olarak yanlış olacağı ortadadır.

28 Şubat 1997 tarihinden sonra siyasal partilerin düştüğü durum
bu realiteyi ortaya koyacak önemli bir gelişmedir. “Dün dündür bugün bugündür”
ifadesi, “omurgasızlığın” delili olarak bir siyasetçiye mal edilmesine rağmen
bütün siyasetçilerin ortak bir anlayışı olmuştur. Bu anlayış, ideolojik
söylemleri bir çeyrek asır ön planda tutmuş ve yoğun eleştirilerle sağda yer
almış kitle partilerine göz açtırmayan siyasal partiler açısından daha acımasız
bir şekilde arzı endam etmiştir.

Hasılı, Türkiye’nin yakın tarihinde dış baskılarla oluşturulan
siyasal yapının demokratik açıdan gayrı meşruluğu, geniş sağ kitleleri ve dini
cemaatleri daha duyarlı olmaya iterek siyasal tercihlerini reel-politikanın
şartlarına göre düzenlemeye itti. Ancak, ortalama her Türk vatandaşı Türkiye’nin
aktif ve güçlü bir şekilde dünya siyasetinde söz sahibi olmasını ve aynı şekilde
içerde de sosyo-kültürel taleplerinin yerine getirilmesini ister. Ancak bütün bu
isteklerin olabilirliği ile idealdeki arzuların ne kadarının örtüştüğünün hesabı
yapılarak bir siyaset izlenmesi gerekmektedir. İç ve özellikle dış realiteyi
hesaplayamayan siyasî hareketler ne kadar ulvi bir söyleme sahip olurlarsa
olsunlar eşyanın doğasına aykırı hareket ettiklerinden arzu ettikleri neticeye
ulaşmaları muhal olur. Zira, “Henüz zamanı gelmemiş bir şeyi aceleyle isteyen,
ondan yoksun bırakılmakla cezalandırılır.”

Dipnotlar

1. Bünyamin Duran, İslâm Tarihinin Konjoktürel Değişimi-2
Gazâlî, İstanbul: Nesil Basım Yayın, 1998, 173-174.

2. Mehmed Kırkıncı, Siyasette Ölçü, İstanbul: Yeni Asya
Yayınları, 1977, s. 45-46.

3. Ali Haydar, Darü’l hükkâm Şerh-i Mecelletü’l-Ahkâm,
İstanbul, 1330, s. 76, 78.

4. Ali Haydar, a.g.e., s. 78-80.

5. Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyasi İtikadî ve Fıkhi
Mezhepler Tarihi, İstanbul: Hisar Yayınevi, tarihsiz, s. 97.

6. Ali Haydar, a.g.e., s. 80.

7. Ali Haydar, a.g.e., s. 83; Toplumsal hayattaki benzer bir
mantığın menfi uygulaması şu çarpıcı ifadelerde görülebilir: “Zalim siyasetin
gaddarane bir düsturu olan ‘cemaat için fert feda edilir’ diye çok zalimane pek
çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet-i izafiye namında hakimiyetine
bir maslahat göstermişler. Hatta bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir
adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar
vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder.” (Said Nursi, “Yirmi Yedinci
Mektup”, Risale-i Nur Külliyatı, c. II, İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996, s.
1768).

8. Ali Haydar, a.g.e., s. 85-86; Düşüncenin istikameti
açısından ele alındığında şu görüşlere yer vermekte yarar vardır: “Hadd-i evsatı
gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belağat ve
mantıkla hikmettir. Evet, hikmet derim, çünkü hayr-ı kesirdir. Şerri vardır,
fakat cüz’idir. Usul-i müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesiri
tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesri işlemek demektir. Ehvenüşşerri
ihtiyar elzemdir.” (Nursi, “Muhakemat”, age., s. 1991).

9. Bahadır Eroğlu, Milliyetçiler, Muhafazakarlar,
Demokratlar…, Yeni Asya Gazetesi, 6 Ekim 2000.

10. Bu dönemde Diyanet İşleri Başkanlığında çalışan ve daha
sonra reislik de yapan bir zatın hizmetlerini ehven-i şer açısından
değerlendiren Said Nursi’nin şu ifadeleri önemlidir: “Bu senin eski medrese
arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir
tahribata karşı ‘ehvenüşşer’ düsturuyla, mümkün olduğu kadar bir derece bir
kısım vazife-i ilmiyeyi mukaddesatın muhafazasına sarf edip tehlikeyi dörtten
bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşallah
kefaret olur” (Nursi, “Yirmi Yedinci Mektup”, a.g.e., s. 1810).

11. Kusay Salih Derviş, Raşid Gannuşi ile İslami Hareket
Üzerine Söyleşiler, İstanbul: Birleşik Yayıncılık, 1994, s. 146.

12. Türkiye’deki siyasi zeminlerin değişimine ve oluşumuna
Abdülhamid döneminden beri tanıklık eden ve İslamî camialarda önemli bir yeri
olan Said Nursi, talebelerine şu tavsiyede bulunmuştur: “Benim nur ahiret
kardeşlerim, ‘ehvenüşşer’ deyip bazı biçare yanlışçıların hatalarına hücum
etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfi hareket vazifemiz olmaz. Madem
siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekardır;
‘ehhvenüşşer’ olarak bakınız. Daha ‘azimüşşer’den kurtulmak için, onlara
zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.” (Nursi, “Yirmi Yedinci Mektup”,
a.g.e., s.1914).

13. Buna benzer problemlerin yaşandığı meşrutiyet döneminde,
Said Nursi’nin, bir sual vesilesiyle yaptığı açıklamalar günümüzde de
geçerliliğini korumaktadır: “Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir.
Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükümet tamamıyla masum olamaz. Demek,
nokta-i nazar, hükümetin hasenatı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz
hükümet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira
onlardan birisi—Allah etmesin—bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükümetin
hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan
meylü’t-tahrip ile, o sureti bozmaya çalışacak…” (Nursi, Münazarat, a.g.e.,
s.1940.)

14. Muhammed Said Ramazan El-Bûtî, “Bediüzzaman’ın Hayatında
İslâma Dâvet Tecrübesi”, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, İstanbul: Nesil
Basım Yayın, 1995, s. 113.

15. Seyid Hüseyin Nasr, “İslam Birliği Üzerine”, Söyleşiler,
İstanbul: İnsan Yayınları, 1996, s. 167.