Ölüm, insanoğlunun dünyaya gelişi ile birlikte hayat
kadar önem taşıyan bir gerçeğidir. İnsanın kendisini güzel ve etkili bir
biçimde ifadesi olan sanatın ve özellikle şiirin bu olguya bigane durması düşünülemez.
Bu sebeple denebilir ki şiirde en evrensel tema ölümdür. Bütün dünya
edebiyatlarında ölüm vazgeçilmez bir tema olarak karşımıza çıkar. Türklerin
İslâm dinini kabul etmelerinden sonra ortaya koydukları ve 20. yüzyıla
kadar devam eden Divan edebiyatında ölüm bir çok şair tarafından işlenmiştir.
Şairin dünyaya ve hayata bakışı ölüm düşüncesini etkilemiştir. İslam
medeniyeti çerçevesinde eser veren Divan şiirinde ölüm, muhasebe düşüncesiyle
ele alınmıştır. Yani şair, ölümü sorgulamaz. Ölüm hayat kadar gerçektir
ve kabul edilmiştir.

İslâmiyet’in etkisinde Divan edebiyatı, tekke edebiyatı
ve halk edebiyatı adları altında üç koldan gelişen ve inanç temelleri aynı
olan sanat hareketlerinin hepsinde ölüme bakış bir takım nüanslar dışında
aynıdır diyebiliriz. Özellikle tasavvufî şiirlerde, insanların gaflete düşmemeleri
için bir muhasebe unsuru olarak ölüm düşüncesinin sıkça işlendiği görülür.
Bu yazımızda bazı divanları tarayarak Divan şiirinde ölüm düşüncesini
ve şairlerin ölüm karşısında aldıkları tavrı tespite çalıştık. Bu
çalışmada,yazının çerçevesini zorlayacağından mesnevilere başvurmadık.
Aslında mesnevilerde de farklı bir tutum olmadığını söylemek mümkündür.

Şairlerimizin ölümle ilgili düşüncelerini
anlayabilmek için önce dünya görüşlerini incelememiz gerekmektedir.

Dünyaya Bakış

Divanlarda ölüm konusu daha çok mersiyelerde ve
tarihlerde karşımıza işlenmiştir. Diğer nazım biçimlerinde salt bir
estetik unsur olarak ölüm yer almıştır. Daha önce de belirtildiği üzere
ölüm düşüncesi her şeyden önce dünya görüşü ile ilgilidir. Bu açıdan
önce divan şairlerinin dünya ile ilgili görüşlerini araştırmak yararlı
olacaktır. Dünyanın üç türlü görüntüsü vardır. Şair, dünyayı esmâ’nın
tecelli ettiği bir varlık olarak algılar. Yani dünya, Allah’ın isimlerinin
tecelli ettiği bir çeşit aynadır. Dünyayı esmâ’nın aynası olarak gören
‘ârif’ elbette ki onun kaybından üzüntüye kapılmaz. Nâbî, bu düşünceyi
şöyle dile getirir:

Cihan aks-ı merâyâ olduğın fehm eyleyen ‘ârif / Zevâlinden
zülâl-i ‘âlemüñ endûhgin olmaz1

Aşağıdaki beyitlerde ise Nâbî, yer yüzünün bir
kader yaygısı, dünyanın Allah’ın azametinin çadırı, sabit ve seyyar yıldızların
kudret meşaleleri, cihanın Allah’ın rahmet hazinelerinin cömertliğinin
neticesi; yaratılış sayfalarının ise yaratıcının hikmet nüshaları olduğunu
söylemiştir:

Zemîn bisât-ı kader çarh hayme-i ‘azamet / Nücûm-ı
sâbit ü seyyâr meşal-i kudret / Cihân netîce-i cûd-ı hazâ’in-i rahmet /
Sahâ’if-i suver-i kevn nüsha-i hikmet2

Yukarıda dile getirilen düşünceler hemen bütün şairler
için ortak bir görüş ve inanışın ifadesidir. Aşağıdaki beyitlerde Cinânî,
dünyanın yol üzerinde kurulmuş eski bir konak olduğunu, buraya yerleşmenin
anlamsız olduğunu, burada sevinç ve neşe bulunamayacağını dile getirir:

Reh-güzâr üzredür bu köhne ribât

İtme ey gâfil anda bast-ı bisât

Dâr-ı gamdur bu ‘âlemün nâmı

Anda mümkin degül sürûr u neşât3

17. yüzyılın usta şairi de dünyanın bir misafirhane
olduğunu şu güzel beytinde dile getirmiştir:

Misâfir-hâne-i dünyâda hân-ı gussa-zâdımdur / Libâs-ı
âfiyet merdûd-ı çeşm-i şu’le-zâdımdur4

Büyük şairimiz Yunus Emre, zengin tasavvufî coşkusuyla
dünyanın faniliğini, geçiciliğini çarpıcı ifadelerle dile getirmiştir.
Yunus’a göre dünya büyük bir şehirdir, insan ömrü ise bir pazardır.
Buraya gelip konan bir daha dönmemek üzere tekrar yola çıkacaktır:

Bu dünyânın meseli bir ulu şâra benzer / Velî bizim
ömrümüz bir tez pazara benzer/ Her kim bu şâra geldi bir lahza karar kıldı
/ Geri dönüp gitmegi gelmez sefere benzer5

Bir başka şiirinde ise Yunus, gerçekte bir vehim, bir
hayal olan bu dünya süsünün terk edilmesini tavsiye ederek terk edilmesini
tavsiye eder. Dünya vefasızdır çünkü ölüm pusudadır. Ömür ise geçicidir.
Bu hususta sultanlar en çarpıcı örnektir. Dünyaya hükmeden, buyrukları ülkeleri
itaat altına alan sultanların hepsi ölüp gitmişlerdir:

Kogıl bu dünyâ bezegin bu dünyâ yel durur hayâl / Ne
vefâ kılısar bize çün pusuda durur zevâl / İnanma fani ömre kim bâkî
degildir sevguisi / Görür iken sultanları koyup giderler mülk ü mâl6

Yunus’a göre dünya insanları yalayıp yutan bir
ejderhadır. Toprağa bakın der Yunus, nice has insanları koynuna almış;
bizi de bir gün koynuna alacaktır:

Bu dünya bir evrendir âdemleri yuducu / Bize dahi gelüben
yuda doyuna bir gün / Görmez misin toprağı hasları kuçmuş yatur / Bizi
dahı anun tek ala koynuna bir gün7

XV. yüzyıl şairi Şeyhî de dünyanın vefasızlığını,
düzenbazlığını, hilekârlığını anlatır : Mamur gibi görünse de dünya
aslında bir harabedir:

Yâ Rab dehr-i dûn nicesi bî-vefâyimiş / Mekkâr u hîle-ger
sitem ü pür-cefâyimiş / Bakma imâretine ki mahzâ harâbdır / Bakma bekâsına
ki beküllî fenâyimiş8

Şu beyitte ise Şeyhî, dünyanın alçak olduğunu
bilgili kimselerin ona bel bağlamayacağını ve bunun bir rüzgâr gibi geçici
olduğunu anlayanların dinlerinin saf olduğunu dile getirmiştir:

Dünyâ denî durur ana dânâ dayanmaya / Bâd anlayan bu
hâki zihî pâk-dîn ola9

Aşağıdaki beyitlerde 15. Yüzyıl şairi Ahmed Paşa, dünyanın
faniliğini anlatır:

Dolâb-ı çarh dökdügi seyl-i fenâ imiş / ….. / Cân-ı
azîze Mısr-ı vücûdunda rûzigâr / Şerbet yerine sunduğgu zehr-i fenâ
imiş10

Kimse bu dünyada kendinden emin oturamaz, çünkü kimse
bu zalimin elinden yakasını kurtaramamıştır:

Zinhâr emîn oturma ki âlemde kimse hîç / Bulmadı çarh-ı
zâlim elinden emân dahi11

Madem dünya geçicidir, o halde ona gönül bağlamayanlar
mutludur. Dünya denilen varlığa yönelmek, onu, dünya olarak, sevmek hatadır.
Çünkü o, sonunda herkesi kefen beziyle, padişah ve dilenci diye ayırmadan
siler süpürür. Zaten bu yüzden zemine "yer" demişler. O gerçekten
insanları ve diğer canlıları yiyicidir:

Devlet anun ki kendüyi dünyâya virmedi / Dünyâ diyene
meyl ü mahabbet hatâ imiş / Bir destmâl ile siler âhir kefen bizi(bezi) /
Demez ki bu gedâ imiş ol pâdişâ imiş / Rûy-ı zemîne yir didiler biz
inanmaduk / Her yiri agız olucı bir ejdehâ imiş12

Necâtî Beg, insanoğluna şöyle seslenir: Canını
esirge, dünyaya gönül verme bela kuyusuna kendini Hz.Yusuf gibi esir etme, dünyaya
alıcı gözle bakma; onda sadece gözyaşı vardır. Vücut eski bir elbisedir
ona aldanma; bu kumaş beka çarşısında zarar eder.13 Necatî Beg’e göre bu
dünya, mala servete mağrur olan baykuşları uçuran bir viranedir:

Mala magrûr olma ey hâce ki dünyâ diyen / Sencileyin
nice baykuş uçuran vîrânedür14

Şair Hamdullah Hamdî, himmette huma kuşu gibi olan
ruhun, sinek gibi bu dünya balına tenezzül etmemesi gerektiğini şu çarpıcı
beyitle anlatmıştır:

Düşmedi meges gibi bu dünyâ aseline / Ey Hamdî can
murgı ki himmetde hümâdur15

16. yüzyıl şairi Usulî de kendisini hümaya benzeterek
alçağa(dünyaya) konmaktan sakındığı söyler:

Usûlî dâr-ı dünyâdan güzer kıl

Hümâsın alçaga konma hazer kıl16

Gelibolulu Ali’nin, dünyayı tasvir eden aşağıdaki
beyitleri de dikkat çekicidir: Dünya, gelen misafirlerini dehlize (kabre)
atar; kaybolur gider onlardan bir daha haber gelmez.

Gelen mihmânını dehlîze salar bî-nişân eyler / Güm
olurlar giderler hiç birinden bir nidâ gelmez / Hevâsından kuş uçmaz
yollarından kârvân geçmez / Geçen dönmez giden bir dahi artuk bu yana
gelmez17

Bir çok şairin üzerinde birleştiği husus bu dünyanın
yol üzerinde bir konaklama yeri olduğu ve burada sevince yer olmadığıdır.
Hayalî Bey bunu şöyle ifade eder:

Dilâ bu menzil-i vîrânı sanma cây-ı sürûr / Ki
kasr-ı dehre bulunur hezâr dürlü kusûr18

Türk edebiyatının en büyük şairlerinden olan Fuzulî,
dünyanın emanet hayatındansa aşk şehidi olup ebedîyet kazanmanın daha iyi
olduğunu söyler:

Şehîd-i aşk olup feyz-i bekâ kesb eylemek hoşdur / Ne
hâsıl bî-vefâ dehrüin hayât-ı müsteârından19

Hayretî’nin dünya tasviri genel bir inanışın
ifadesidir: Dünya ihtiyar bir zalimdir; gece gündüz işi tuzak ve hiledir;
basiret sahipleri için çirkin bir kahpe, körlere göre ise güzel bir kadındır:

Dünyâ didükleri ne ne ‘aceb pîre-zâl imiş / Leyl ü
nehâr pîşesi mekr ile âl imiş / Ehl-i basîrete göre bir kahbe-i kabîh /
A’mâ yanında dilber-i sâhib-cemâl imiş20

Bu yüzden de bu dünya kimse için güven ve emniyet yeri
değildir. Akıllı kişi burada kendisini güvende görmez.21 Kim devamı
olmaya bu yerde yerleşmek ister?

Kim karâr eyler beş on gün bu cihân dârında kim / Götürüp
âhir vücûdı noktasın kılmaz karâr22

16. yüzyılın sultanü’ş-şuarası Bâkî’inin aşağıdaki
beyti gayet açıktır: Feleğin cazip köşküne tutulma; bu fani saray bir çok
mirasa girmiştir. Yani varisleri sayısızdır.

Felegin kasr-ı dil-âvizine meftûn olma / Nice mirâsa
girüpdür bu sarây-ı fânî23

Dünyanın işi eninde sonunda yoklukmuş ey Bâkî ne
yapalım dünya hükümdarı sağolsun:

‘Akıbet yoklık imiş kâr-ı cihân ey Bâkî / N’idelüm
Şâh-ı cevân-baht-ı cihân var olsun24

Dünya acımasızdır Rüstem gibi nicelereni öldürmüştür;
herkesi çeşitli hastalıklarla öldürür, Lokman bile elinden kurtulamaz:

Ey nice Rüstemleri gûra koyup âlemlere / Eyledi destân
bu zâl-i bî-vefâ-yı rûzgâr / Dürlü emrâz ile âhir dehr-i hâyin öldürür
/ Fi’l-mesel Lokman olursa lokmahâ-yı rûzgâr25

Bakî’nin medrese arkadaşı şair Nev’î de dünyanın geçiciliğinden
yakınanlar arasındadır: Dünyada rahat yoktur; dünyanın mutluluk
elbisesinde beka yoktur. Eninde sonunda atlas ve diba da olsa bu kumaş yırtılacaktır.
Yani dünya ve içindekiler geçicidir:

Ah kim bu ‘âlemüñ âsâyişinde yok bakâ / Râhat içün
bir nefes cennetde Adem kalmadı26

Bî-bakâdur bu kabâ-yı devlet-i dünyâ dirîg / Çâk
olur ceyb-i libâs-ı atlas u dîbâ dirîg27

Ümmî divan şairlerinden Enverî yiğitçe bir eda ile
mert insanların dünyaya can için meyl etmemelerini, kendisinin buna tenezzül
etmediği hususunun bu dünya kocakarısından sorulabileceğini söyler:

Erenler cân içün meyl itmemek dünyâya erlikdür / Benüm
erligüm iy sûfî bu çarh-ı pîre-zenden sor28

Bu geçici dünyayı yine yokluk selleri yıkacaktır:

Yıkdı fenâ-yı gönlümi çün cûy-bâr-ı eşk / Fânî
cihânı niteki seyl-i fenâ yıkar29

Lamiî, dünyanın yokluk seli üzerinde kurulmuş bir
binaya (kabarcık) benzetir. Gök ise can yutucu bir ejderhadır:

Mülk-i cihan ki hâsılı bâd-ı hevâyimiş / Seyl-i
fenâ yüzinde yapılmış binâyimiş / Gök sandugun bir evrenimiş cansitân
bugün / Yir didügün cihan yuducı ejdehâyimiş30

Lami devamla şöyle der: Bu devrin yeme içmesine
aldanma. Çünkü dünyanın sunduğu şerbet zehirlidir. Varlık iddiasında
bulunan kişi uyandığı zaman bunun bir uyku olduğunu anlar.31

Mahremî bir mersiyesinde dünyanın özelliklerini şöyle
sıralar: Alçak dünya evi bir yıkıntıdır, büyüleri ve yılanları bol
fakat hazinesi olmayan bir harabedir. İnsana gösterdiği elmas ve inciler kuşları
avlamak için kullanılan buğday taneleri gibidir. Bu dünya bir anda bir çok
güzel çirkin şekiller gösteren iki yüzlü bir kilisedir. Bu yokluk
meclisinde ecel kadehi sürekli döner. Bu ne şaşılacak bir kadehtir ki
zengin fakir ayırmadan içer.

Dâr-ı dünyâ-yı denî kim key aceb gam-hânedür / Pür
tılısm u mârı çok bî-genc bir vîrânedür / Dâma salmasun seni la’l u
cevâhir arz idüp / Key sakın magrûr olma sana anlar dânedür / Niçe sûret
arz eder bir lahzada hûb u kabîh / Bu kühen deyr-i dü-rengî bü’l-aceb kâşânedür
/ Bu fenâ bezminde turmaz devr ider câm-ı ecel / Bay u yohsul nûş ider anı
aceb peymânedür32

Şair Nef’î, bu fani dünyadan el etek çekip vahdet köşesinde
oturmayı tercih eder:

Ehl-i aşk olan çeker bu bezm-i fânîden ayag / Nef’iyâ
ger rind isen ol kûşe-i vahdet nişest33

Nâilî, melekût alemini bilenin bu düdünyaya
meyletmesini cehalet olarak değerlendirir:

Meylin bu hâkdâna cehâlet degil midir / Ey hâce âlem-i
melkûtu alîm isen34

Nâbî ölen bir yakının arkasından şöyle seslenir:
Sonunun yokluk olduğunu anlayıp bu geçici, emanet dünya hazinesinden elini
çekti. Ruhu dua gibi yüce aleme gitti; bu aşağılık dünyayı çiy damlası
terk etti:

Añlayıp gencîne-i dehrüñ fenâsın ‘âkıbet / Çekdi
genc-i müste’âr-ı dehr-i fânîden eli / Gitdi rûhı ‘âlem-i ‘ulvîye mânend-i
du’â / Jâleveş terk eyledi bu hânedâñ-ı esfeli35

Şaire Adile Sultan, geçici dünyaya itibar edilmemesini,
onun vefasız olduğunu, kimse için güvenli bir yer olmadığını, bu yüzden
de gönlünün buna bağlanmaması gerektiğini şu iki beyitte dile getirmiştir:

‘Arif iseñ etme bu fânî cihâna i’tibâr / Görmedi
kimse vefâsın olmadı hîç pâyidâr / Kimseye bu dâr-ı mihnet olmadı dârü’l-emân
/ Sen emîn olma göñül bend etme zinhâr zinhâr36

Çünkü bu dünya bir konuk evidir; konan elbette bir gün
göçecektir. Buraya insan çıplak gelir, çıplak çıkar:

Çün misâfir-hânedir konan göçer bî-iştibâh / Añladınsa
oña göre et tedârik kalma hâr / Gelen bu fâniye ‘üryân gelir gider ‘üryân
/ Metâ’ u mâl u benûn hemân zîb-i cihânım var37

Divan şairlerinin dünyaya dair görüşlerini Râmî’nin
aşağıdaki beyitleriyle noktalamak sanırım uygun düşecektir. Bu beyitlerde
Râmî, fani dünyanın ebedi bir yerleşme yeri olamayacağını, buranın
kimseye mülk olamayacağını; yokluk yolunun üzerinde bir konak bir menzil
olduğunu ve misafirlerini öldürdüğünü söyleyerek, ömür tacirinin
nereye giderse gitsin sürekli zarar ettiğini bu yüzden dünyanın yüceliklerine
aldanmamak gerektiğini çünkü sonunda insanı tuzağa düşürerek mevt
kuyusuna attığını söylemektedir:

Ebedî mesken olur sanma cihân-ı fânî / Kimsenün mülkü
degüldür bu harâb eyvânı / Menzil-i râh-ı ademdür bu ribât-ı köhne /
Katl ider zehr-gi ecel kim ki olur mihmanı / Tâcir-i ömr ziyân itmededür
subh u mesâ / Ne yana itse sefer hemreh olur husrânı / Dehrün aldanma sakın
âkıl isen rif’atine / Çâh-ı mevte düşürür hîle ile insânı38

Bu bölümdeki görüşleri özetle şöyle
toparlayabiliriz: Bu dünya aldatıcı ve geçicidir. Alımlı görünen bir
kocakarıdır. Basiret sahipleri süslü yüzünün arkasındaki çirkinlikleri
ve faniliği görür, ona aldanmazlar. Hayat alem-i ervahtan gelen dünyaya uğrayıp
tekrar beka alemine uzanan bir yolculuktur. Dünya bu yolculukta insanların ağırlandığı
bir muvakkat menzildir. Ancak uyanık olmayanları tuzağa düşüren ve yanıltan,
yolculuklarında zarara uğratan bir konaktır. İnsan ruhu aslında hüma gibi
yükseklerde, ulviliklerde uçmağa uygundur, bu yüzden zehirli bir bal olan dünyaya
bir sinek gibi konmamalıdır.

Ömür

Dünyaya gelen her insanın belli bir ömrü vardır. Süresi
değişmekle birlikte gün, ay ve yıllarla ifade edilen bu süre şüphesiz sınırlıdır.
Dünyayı "ahiretin tarlası" olarak gören divan şairi sonu meçhul
olan ömür süresine aldanmaması gerektiği hususunda çok titizdir. Sonunda
ölümün bulunduğu bir dünyayı istemeyen Yunus bunu şu beyitle dile getirmiştir:

Gerekmez dünyeyi bize çünki bâkî bünyâd degil / Bir
kul bin de yaşar ise ölicek bir sa’at degil39

Bu ömür yüz bin yıllık bile olsa sayılı olduğundan
bir kuşluk vakti kadar bile olamaz:

Yüz bin yıllık ömr olsa bir kuşlukça degildir / Geçtik
bitmez sağışdan anı yağmaya verdik40

Yunus’un şu beyitleri de ömrün tez tükenişi hususunda
bir fikir vermektedir:

Ecel erer kurur baş tez tükenir uzun yaş / Düpdüz
olur dağ u taş gök dürülür yer gider41

Ömür yaya gerilmiş bir oktur. Bırakıldı mı uçup
gider; geri dönmesi imkânsızdır. Sen onu fırlattın say:

Ömrün delim bir okdur yay içinde dop-dolu / Dolmuş oka
ne durmak ha sen anı attın tut42

Şeyhî, beka isteyen insanın iyilik yolunu tutmasını
öğütler; çünkü insan dünyadan gider ama iyilik, yani insanlık kalır:

Ömr-i bekâ diler isen ihsân yolun gözet / Çün kalır
âdemîlik u âdem gelir gider43

Ahmed Paşa ömrün vefasızlığını şöyle dile
getirmiştir:

Anı ki cân u cihândan azîz sanırdık

Dirîg ömr gibi bî-vefâ imiş bildik44

Ümmî Sinan, ömrünü yele verenleri uyarır, zikirle meşgul
olmalarını öğütler:

Sen meger ömrini yellere virüp kılduñ hebâ / Hak yolına
zikr ile dur andan oldun bî-haber45

Ömür bahar mevsimi gibidir; ansızın sonbahar rüzgârları
esebilir:

Aldanma iñen ‘ömr bahârına i Hamdî / Bir gün irişür
bâd-ı hazân işte bilürsin46

İnsan, ömrü Hz. Nuh’un ömrü kadar da olsa sonunda ölüme
yakalanacaktır: Vücut gemisi ölüm tufanında batacaktır:

‘Ömr-i Nûh olsa müyesser yok elinden hîç halâs / Fülk-i
cismi garka-i tûfân idersin ‘âkıbet47

Nev’î’nin aşağıdaki beytinde, zaman değirmeninin yıldız
arpasını ölçüp dökerek yaratılmışların ömrünü gece gündüz ölçtüğü
güzel bir ifade ile dile getirilmiştir:

Mümkinâtuñ dâne-i ‘ömrin ögüdür subh u şâm /
Asiyâb-ı çarh encüm erzenin ölçer döker48

16. yüzyılın bir çok şaire hocalık yapmış ünlü
ismi Zâtî, gece ile gündüzü insan ömrünü tüketen iki fareye teşbih
eder. Bahtına gururlanma der şair, zira bu dünya geniş senin bile olsa ömür
atının meydanı dardır:

İki dâne mûşdur benzer bu eyyâm-ı dü-reng / Ömrümüz
anbarını düketdiler bir şûh u şeng / Bu geniş dünya senün Tutalum ey
çâbük-süvâr / Gırre olma devlete ömr atının meydânı teng49

16. yüzyılın terkib-i bendiyle ünlü şairi Ruhî, ömrü
akan bir suya benzetir:

Ömr bir sudur ki akmakdur işi şâm u seher / Mevt bir
yeldür ki eyler her gelen andan güzer50

Ömür böyle kısa olunca, Ruhî, insanların basit çıkarlar
için kavga etmelerini anlamsız bulur :

Dost düşman deyü itme halk ile ceng ü cidâl / Câhil
olma iki günlyük ömr içün gavgâyı ko51

Usulî ömrü bir ekine benzetir; ölüm yelleri bu ekini
biçer:

Ölüm yelleri esmezse ömr ekinini biçmezse / Ecel leşkeri
basmazsa kor muyum seni kor muyum52

Bir gaflet uykusu içinde geçen ömr için duyduğu üzüntüyü
şu beyitle dile getirmiştir:

Bir hâb-ı gaflet içre hayâl-i muhâlde / Geçdi nesîm-i
subh gibi ‘ömr-i nâzenîn53

Hayretî ömür sarayının varlığını tartışır: Bu
saray temelsizdir; duvarına dayanmak yanlıştır:

Kasr-ı ömrüñ yok durur bünyâdı gel dîvârına /
Arka virme sanma ey hâce esâsın üstüvâr54

Fuzulî, nazenin ömrün çabuk geçtiğini hatırlatarak
fırsatların değerlendirilmesini ister:

Zayi geçirme fursatını agla her nefes / Bu ömr-i nâzenî
çü bilürsin kılar şitâb55

Fazlî, Allah’ın "kâf-nûn" (kün) kalemiyle
ömre sonsuzluk yazmadığını şu güzel beyitle dile getirmiştir:

Yazmadı levh-i ömre hatt-ı bekâ

Kalem-i kâf u nûnla Yezdân56

Kıvamî ise ömrün geçiciliğini su ve hava
benzetmeleriyle dile getirir ve ömürle mağrur olmanın yanlışlığını
vurgular:

İy dil bu ömr esâsına magrûr olma kim / Kişi yile vü
suya dayanmak hebâyimiş57

Hikemî şiirin büyük temsilcisi Urfalı Nâbî, ömrün
kat kat demir zincirle bağlansa bile geçip gideceğini ve geride sadece
esefler bırakacağını şu güzel beyitlerle dile getirmiştir:

Sâ’at-ı evkât-ı ‘ömr-i nâzenîn durmaz geçer / Nâbiyâ
baglansa kat kat âhenîn zencîr ile / Sarf-ı ‘ömr itdügüm esbâb-ı fenâ
bunda kalur / Nakd-ı efsûsdur ancak görinen mâ-hasalum58

İnsan, ömür defteri sona erince ahiret iklimine doğru
yola çıkar:

Oldukda sâlik-i reh-i iklim-i uhrevî / ‘Ömr-i ‘azîzi
defteri buldukda ihtitâm59

Ölüm

Yukarıda Divan şairlerinin dünya ve ömürle ilgili görüşlerini
tespite çalıştık. Artık bu şairlerin ölümle ilgili düşüncelerini araştırabiliriz.
Şairler ölümü insanlar için adeta sevimli bir hale getirirler. Yunus Emre,
ölümü anınca içinin yandığını ancak, ululara danışınca bu düşüncenin
kendisine hoş geldiğini söyler:

Yanar içim göynür özüm ben ölü(mü) anıcak / Ölüm
endîşesi ne hoş ululara danışıcak60

Yunus ölüm gününü şu çarpıcı tasvirle anlatmıştır:
Sen gözünün bir şey görmeyeceği o günü anmaz mısın? Vücudun toprağa
düşecek, dilin konuşmaz olacaktır. Azrail’i ne tutabilir; ana baba ona karşı
bir fayda veremez; onun heybetine kimse dayanamaz. Sana kılıcı canlar alan
gelecek; aman vermeyerek aklını başından alacaktır:

Anmaz mısın sen şol günü gözün nesne görmez ola /
Düşe sûretin topraga dilin haber vermez ola / Çün Azraili ne duta assı kılmaz
ana ata / Kimse döymez o heybete halkdan meded ermez ola / Gele sana can alıcı
dahı cân alur kılıcı / Aklını başdan alıcı bir dem aman vermez ola61

Yukarıdaki beyitlerde görüleceği üzere Yunus, tamamen
İslâmî bir perspektiften ölüme bakmaktadır. Dışı son derece ürkütücü
olan ölüm, aslında göründüğü gibi değildir. Çünkü ölen, yitip giden
sadece bu dünyaya ait olan bedendir. Ruh ölümsüzdür:

Ten fânidir cân ölmez çün gitdi geri gelmez / Ölür
ise ten ölür canlar ölesi değil62

Ancak bedenin çürümesi, gözler önünden yitip gitmesi
görünüşte insanı dehşete düşürecek bir durumdur. Gaflet perdesini yırtıp
aralayan bu dehşetli olayı şair, ibret alınması için bir uyarıcı olarak
değerlendirir. Aşağıdaki beyitlerde Yunus bu dehşeti dile getirmiştir:

Ey nice arslanları alır aktarır ölüm / Azrail pençesine
bir yoksulca döyemez63

Bir nicenin belin büker bir nicenin mülkün yıkar / Bir
nicenin yaşın döker var gücünü üzer ölüm / … / Alır yiğidi kocayı
yakar ananın içini / Kızların sarı saçını teneşirde çözer ölüm64

Yunus râbıta-i mevti divanının birçok yerinde anlatır.
Aşağıdaki beyitte, öldüğünü, ellerinin yanına konduğu, dilinin konuşamadığını
ve ameliyle baş başa kaldığını anlatmıştır:

Yanlarıma kona elim söz söylemez ola dilim / Karşıma
gele amelim n’etdim ise görem bir gün65

Bu tefekkür hali şairi derinden sarsarken onu, iman ve
Kur’an yoldaşlığını dileme noktasına getirir:

Anıcağız şol bir günü titrer mi Yunus’un cânı / İmân
Kur’ân yoldaş eyle son menzile yetmiş iken66

Ölümü yokluk, hiçlik, yitip gitmek olarak düşünmeyen
Yunus, ebedî bir hayatın varlığına duyduğu inançla şu beyti seslendirir:

Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın / Çünkim işe
yararsın bu söz fâsid davâdır67

Çünkü Yunus’un inancına göre âşıklar (Allah aşıkları)
ölmez:

Aşık öldü diye salâ verirler

Ölen hayvan durur âşıklar ölmez68

Hamdullah Hamdî, ölümün zevk ve safayı nasıl acılaştırdığını
şu beytiyle gözler önüne sermiştir:

‘Alem içinde olmasa ölmek elemleri / Sürmek olurdu zevk
u safâyile demleri / … / Aldanma ‘izzetine cihânuñ ki ‘âkibet / Hor u hakîr
itdi nice muhteremleri69

Şeyhî, ölümü tevekkülle karşılar: O, Allah’ın
emridir; boyun eğmekten başka çare yoktur:

Yok yok ki sende bizcileyin ‘âciz ü za’îf / Bu emr-i Zü’l-celâldir
ü hükm-i Kirdgâr70

Necatî aşağıdaki beyitte ölen bir kimsenin arkasından,
yokluk diyarına tabut kayığını sürdün, gözümün yaşını uçsuz bucaksız
denize çevirdin, diyerek ağlar. Burada geçen "adem" mutlak yokluk
anlamında olmayıp bırakıp gitme, bu dünyadan ayrılma anlamında kullanılmıştır:

‘Adem diyârına tâbût zevrakın sürdüñ / Gözümüñ
yaşını bahr-i bî-kenâr itdüñ71

Aşağıdaki beyitlerde Yahya, ölümü tasvir etmektedir:

Arkamuzı yire getürür küştgîr-i mevt / Ya Rab ne
pehlevân-ı gazenfer-likâ imiş / Kaddüñ kemâna döndügi ölüm nişânıdur
/ Cismünde her kılun sana tîr-i cefâ imiş / Bir gün olur ki menzilini bürc-i
hâk ider / Dimez bunun yüzi gün ana alnı ay imiş72

Aşağıdaki beyitlerde Türâbî adlı şair bir çocuğun
ölümüne duyduğu acıyı dile getirirken ölüme dair düşüncelerini de
anlatmıştır:

Ma’sûm iken ki kıldı sefer dâr-ı bâkiye / Merhûm
idi ki bakmadı bu dehr-i fâniye / Göz yumdı âlemün şerr ü şûrından
oldı pâk / Kıldı nazar o pencere-i kasr-ı âliye / Bu dehr-i zulmet içre
karâr itmedügi bu / Gitdi çerâg-ı nûr idi Hak Te’âliye / Yakın durur
ecel gözün ag u karası tek / İllâ ne vakt idügi bilinmez kemâhiye73

Yukarıdaki beyitlerde küçük bir çocuğun ölümü güzel
sebeplere bağlanarak anlatılmıştır: Allah’ın rahmetine mazhar olduğu için
bu çocuk, geçici dünyaya iltifat edip bakmamıştır. Dünyanın kötülüklerine
kavgalarına bulaşmadan tertemiz gitmiştir.O bir nur meşalesi olduğu için
bu karanlık dünyadan Hakk’a yürümüştür. Aslında ölüm insana gözünün
ak ve karasından daha yakındır ancak günü ve saati bilinmez.

Beden ruhun emaneten giydiği bir elbisedir. Onu diken
terzi dilediği gibi keser, biçer, uzatır, kısaltır. İnsanın bedenle övünmesi
doğru değildir. Rahmî bu düşünceyi, ki bütün Müslümanlar buna inanır,
şu beyitle anlatmıştır:

Rûhun beden ki ariyetî bir libâsıdur / Akil gurûr
ider mi bu köhne kabâ ile74

Dünya bütün insanlar için ölümlüdür. Bu konuda
kimseye ayrıcalık tanınmamıştır. Dünyanın hürmetine yaratıldığı Hz.
Muhammed bile ölümden kurtulamamıştır:

Kanı Muhammed Mustafa hükm etdi tâ Kaf’tan Kaf’a / Dünyâ
kime kıldı vefâ aldanuban kalanı gör75

Ölüm karşısında bütün insanlar eşittir; dilenci
veya padişah arasında bir fark yoktur:

Pây-mâl olmada âhır şütur-ı gerdûna / Pâdişâh
ile gedâsı hele yeksân ancak76

Hamdullah Hamdî’nin şu beyitlerinde, saltanata mağrur
olmanın yanlışlığı anlatılırken nice Cemler’in, Hüsrevler’in ölüp
toprak oldukları dikkatlere sunulmuştur:

Magrûr olma saltanat-ı bî-sebâta kim / Hâk oldı câm
eylediler niçe Cemleri / Seng eyledi zamâne niçe Husrev’üñ tenin / La’l oldı
mihnet ile olan bagrı demleri / Gûşında la’l oldugı Husrevlerüñ budur / Yâd
ideler o demleri olsa sitemleri / Kılma nazar tarâvet-i dünyâya Hamdî kim /
Virdi felek yile niçe bâg-ı İremleri77

Benzer bir düşünceyi Hayali de şu beytiyle dile
getirmiştir:

Bezm-i âlemde fenâ câmın mukarrerdür içer / Ger gedâ-yı
sifle-perver ger emîr-i kâmyâb78

Fuzulî, bu geçici nakışlardan (dünyadan) el çekip
bekâ alemine yönelmeyi tavsiye eder:

Arif isen tutagör ser-rişte-i feyz-i bekâ / Terk kıl
bu sûret-i fânî vü nakş-ı zâ’ili79

Ölüm zehirinin panzehirini doktorlar bulamamıştır
diyen Nev’î, ecel tuzağının, en hızlı kuşu bile yuvasında yakaladığını
dile getirir:

Hukemâ ittifâk idüp hergiz

Bulmadılar bu zehre tiryâkı80

Aşiyânında sayd ider murgı

Ne kadar çâpük olsa dâm-ı ecel81

Kıvâmî, ecelden kurtulmanın mümkün olmadığını söylerken,
"Her nefis ölümü tadıcıdır" hükmünü hatırlar ve eceli bir
kurda benzeterek kimseye aman vermediğini şu çarpıcı beyitlerle ibret nazarına
sunmuştur:

Kurtulmag olmaz imiş ecelden dirîg u âh / Her nefs ölüm
belâsı ile mübtelâ imiş82

Gürg-i ecel ki kimseyşe virmez aman dirîg / Aciz vuhûş
elinde zebûn ins ü cân dirîg83

Rubaileriyle ünlü şair Haletî ölüm karşısında
kazaya rızadan başka çare olmadığına işaret eder:

Sezâ budur ki Hâletî virüp kazâya rızâ / Karîn-i hüsn-i
kabûl eyle hükm-i Yezdânı84

Divan şairleri ölüm için daha çok "rihlet"
kelimesini kullanırlar. Onlara göre ölüm bir göç etmedir; fani dünyadan
baki aleme bir seferdir. Ölüm karşısında sorgulayıcı bir tavır almamaları
da daha çok bu hususla ilgili olmalıdır. Ölüm, sonsuz bir hayatın başlangıcı
kabul edilince dünyadaki kederler, acılar adeta hafiflemiştir. Aşağıdaki
beyitlerde bir çok şairin ölümü "rihlet" (göç) ve yine bu
kelimeden türeyen "irtihal" (göçme) ile ifade ettikleri görülmektedir:

Bu ribât-ı köhnede sâlik nice kılsun huzûr /
Dokunurken gûşına âvâze-i kûs-ı rahîl85

Dâr-ı bekâya rıhlet imiş çâresi hemân / Uruldı
çün fenâ üzerinebinâ-yı çarh86

Arif isen ol azîzün rıhletinden hisse al / Varlıgun
eyle tarîk-i hazret-i Hakka sebîl87

Ahır çalındı kûs-ğı rahîl itdüñ irtihâl / Evvel
konaguñ oldı cinân bûstânları88

Gam degül Bâkî bekâ semtine kılsa irtihâl / Nice şehler
bu fenâ mülkinde bâkî kalmadı89

Göz yumup bu cihân-ı fâniden / Dâr-ı bekâya irtihâl
itdi90

Kulaguña sadâ-yı kûs-ı rihlet çalınur âhır / Henüz
irişmedin nevbet inâbet kılsan olmaz mı91

Adile Sultan bu göçün Hakk’a olduğunu şu beyitle
anlatmıştır: Çare yoktur, göçmem gerek; Celal sahibi Allah’a kavuşmaya yönelsem
gerek:

Çâre yokdur irtihâl itsem gerek

‘Azm-i vasl-ı Zü’l-Celâl etsem gerek92

Sonunda emanetlerini teslim ederek Allah’a göçtü;
Kur’an nuru mezarını aydınlatsın.

‘Akıbek verdi emânâtını göçdü Hakk’a / Medfen-i pâkini
tenvîr ede nûrı Kur’ân93

Aşağıdaki beyitlerde de rihlet kavramı tekrarlanmaktadır:
İffet fidanlığının gülü Afîfe Kadın bu geçici dünya bağından beka
bahçesine göçtü:

‘Afîfe kadın ol verd-i nihâlistân-ı ‘iffet kim / Fenâ
bâgından itdi rihlet-i gülşengeh-i ‘ukbâ94

Ah ol verd-i nihâl-i nahvet / Kıldı gülzâr-ı bekâya
rihlet95

Ah o nahvet fidanının gülü beka gül bahçesine göçtü.

Ölümü bir "göç etme" olarak algılayan
divan şairleri göçün nereye yapıldığını da tam bir kanaat ile dile
getirmişlerdir. Bu konuda yine Yunus’un beyitlerini dikkatlere sunuyoruz:

Yûnus ölürse ne gam aşk içinde kardaşlar / Aşk
yolunda uyagan ma’şûk burcunda biter96

Yunus’a göre ölüm dosttan (Allah) gelen davete
icabettir:

Aceb degül gider ise sûreti terk ider ise / Yanlış
yalan gaybet degil dosttan haber geldi gider97

Bu anlattıklarından dolayı Yunus ölümden gam çekmez,
çünkü gittiği yerde ölüm yoktur:

Ne gam bu dünyâda bir kez ölürsem

Onda ölüm olmaz ölmezem ayruk98

Orada mesken tutabilmek için Cinânî dünyada hazırlık
yapılmasını tavsiye eder:

Hâlüñi agla tedârük kıl kim

Dâr-ı ‘ukbâda tutarsın mesken99

Ruhî, Hüsrev-zade İbrahim Çelebi için yazdığı
mersiyede onun zevk ve safa ile sonsuzluk ülkesine gittiğini, ancak bu ayrılığın
ahbapları arasında velvele çıkardığını söyler. O, alem-i ervahta
Cennete gitmiştir, ayrılık dostlarının kalbine ateş düşürmüştür. O
bu fani dünyada ikameti uygun görmediğinden ruhu yüce aleme gitmiştir:

O gitdi zevk u safâ ile mülk-i ukbâya

Giriv ü velvele saldı firâkı dünyaya

Ol itdi âlem-i ervâhda bihişte duhûl

Bırakdı firkati âteş dil-i ahibbâya

Çü hâkdânda revâ görmedi ikâmetini

Azîmet itdi hemân murg-ı rûhı bâlâya100

Bu beyitler şairin ölümü ebedî bir aleme gidiş
olarak algıladığını açıkça göstermektedir. Ölümün kalanlara verdiği
acı ise sadece geçici bir ayrılıktan dolayıdır.

Kabir

Ölümden sonra cesedin ilk durağı kabirdir. Divan şairleri,
özellikle mutasavvıf şairler kabrin, kabirde cesedin durumunu insanların
ibret almaları için bütün çıplaklığıyla tasvir ederler. Cesetlerin bu
zahiri dağılışı, parçalanışı ve çürüyüp gitmeleri şairler için
insanları tefekküre sevk etmek açısından önemli imkânlar sağlamıştır.
Özellikle Yunus Emre bu konuda çok canlı mezar tabloları çizer. Aşağıdaki
beyitler açıklama gerektirmeyecek kadar açık ve ürperticidir:

Sabahın sinlere vardım gördüm cümle ölmüş yatar /
Her biri bî-çâre olup ömrün yavu kılmış yatar / Vardım bunların katına
baktım ecel heybetine / Nice yigit muradına erememiş ölmüş yatar / Yimiş
kurt kuş bunı keler nicelerin bağrın deler / Şol ufacık nâresteler gül
gibice solmuş yatar / Toprağa düşmüş tenleri Hakk’a ulaşmış canları /
Görmez misin sen bunları nevbet bize gelmiş yatar / Esilmiş inci dişleri dökülmüş
sarı saçları / Bitmiş kamu teşvîşleri Hak varlığın almış yatar /
Gitmiş gözünün karası hiç işi yoktur durası / Kefen bizinin paresi sünüge
sarılmış yatar / Yunus âkil isen bunda mülke sûret bezemegil / Mülke sûret
bezeyenler kara toprak olmuş yatar101

19. yüzyıl şairlerinden Rahmî-i Harpûtî’nin aşağıdaki
şiiri de ölmüş bir insanı tasvir etmektedir:

Nice bir nâz ile perverde idersin bu teni / Nice bir bu
zer ü zîverle bezersin bedeni / Seni magrûr-ı cemâl eyledi dünyâ-yı denî
/ Çıkarır bir gün ecel câmeyi hem pîreheni / Seni üryân ideler boynına
takup kefeni / Gidesin kabre hemân terk edesin bu vatanı / Ne imişsin hele ol
gün bilesin sen de seni / Sû-i a’mâle cezâ eylese Mevlâ-yı Ganî102

Yunus Emre kabirde insanın öyle başı boş bırakılmayacağını
yine İslâm inancına uygun olarak sual meleklerinin geleceğini şu beyitlerle
dile getirir:

Cân hulkuma geldikde Azra’ili gördükde / Yâ cânımı
aldıkda âsân ola mı yâ Rab / Yunus kabre vardıkda Münker-Nekir geldikde /
Bana suâl oldukda dilim döne mi yâ Rab103

Ahmet Paşa, ölmüş bir yakını hakkında, nazik tenini
gülden elbise bile incitirken yazık ki o gönül alıcı şimdi kara yerde
yatmaktadır, derken şairane bir anlatımdan öte kabir gerçeğini dile
getirmiştir:

Nâzik tenine zahmet ederken kabâ-yı gül / Girdi kara
yere yatar ol dil-rübâ dirîg104

Kabir, insanın ameline göre ya Cennet bahçelerinden bir
bahçe ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur. Ahmet Paşa bu inancı aşağıdaki
beyitlerde dile getirmiştir:

Yâ Rab makâmı ravza-i huld-ı berîn ola / Kabri enîsi
haşre degin hûr-ı iyn ola / Firdevsden mezârına revzenler açılıp / Ervâh-ı
kuds ile dün ü gün hem-nişîn ola105

Hayreti aşağıdaki beyitte fakir zengin ayırt edilmeden
herkesin eninde sonunda kabre gireceğini, bu yüzden de zenginim diye övünmenin
doğru olmadığını anlatır:

Kara yerdür çün yeri bay u gedânuñ ‘âkıbet / Hâce-i
dehrem diyü itmek ne lâzım iftihâr106

Adile Sultan kabirde kendisine imanı yolda etmesi için
Allah’a yakarır. Çünkü iman yoldaş olursa sorgu meleklerine cevap vermesi
kolay olacaktır:

Mezâra yalıñız koyma bizi imânı yoldaş et / Su’âlimiz
edip âsân Hudâ çekdirmeye zahmet / İlâhî tâ sehergâh-ı kıyâmet
‘Adilene’nin hem / Ser-i hâkinde kıl îmânını kandîl-i pür-rahmet107

Haşir

İnsanın aslında uzun, dünya hayatında ise göz yumup
açınca uçup giden hayat yolculuğu kabirden haşre uzanır. Son durak haşirdir:
İnsanların topluca muhasebelerinin yapılacağı yeniden dirilme olayı. Divan
şairleri bu konuda İslâm inancına uygun olarak ölümün haşirle
noktalanacağı konusunda hem-fikirdirler. Yunus Emre’den başlayarak hemen her
şair öldükten sonra dirilmeye olan inancını dile getirmiştir. Yunus bunu
şu beyitlerle şiirleştirir:

Yarın siyâset kurula cümle halâyık dirile / Kimi emîr
savan birle kimi isiden yanışacak / Amâl vere anda cevâp amâlsize olur itâb
/ Şol kişiye olmaz azâb bunda âzâd oluşucak108

Usulî ise şu beyitlerde haşirde halinin ne olacağını
sorgulamaktadır:

Yâ Rab hâlimiz nola rûz-ı şümârda / Çün bî-şümâr
cürm ü hatâmız şümâr ola / Setr eyle afvun ile eyâ sâtirü’l-uyûb /
Çün gizli aybımız gözüne âşikâr ola109

Sonuç olarak diyebiliriz ki Divan şairleri dünyayı geçici
bir menzil olarak görmektedir. Dünya geçici olunca mala, mülke, servete ve
saltanata güvenmenin; bunlarla övünmenin doğru değildir. Dünya Allah tarafından
yolculukları esnasında durup dinlenecekleri bir konaktır. Bu konak süsleri
ve ihtişamıyla aslında bir hayalden, bir görüntüden ibarettir. Akıllı
olan bu vehimlere aldanmaz. Yolculuk ebed ülkesinedir.

Allah’tan gelen ruhun Allah’a gitmek için çıktığı
yolculukta geçici bir konaklama yeri olan dünya insanın Allah’a verdiği sözü
tutup tutmama konusunda imtihana tabi tutulduğu bir duraktır. Asıl menzil
beka ülkesidir. Kabir de bir geçittir. Bu karanlık geçidi aydınlatan iman
ve Kur’an nurudur. Şairler Allah’tan iman nuruyla kabirlerinin aydınlanması
dilerler. Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe ya Cehennem çukurlarından
bir çukurdur.

Ölüm, ebedî bir hayata geçiş sürecidir. Öldükten
sonra insanlar dirilecek ve yaptıklarından hesaba çekileceklerdir. Bütün şairlerin
dileği bu muhasebeden yüz akıyla çıkmaktır.

Kısacası Divan şairleri ölümü tevekkülle karşılamış,
onu yeni bir hayatın başlangıcı saymışlardır. Bu konuda bir sorgulama şiirlerde
karşımıza çıkmaz. Kabrin dehşeti sadece gafletten insanları uyandırmak için
bir uyarıcı olarak anlatılır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla Divan şairleri
ölüm, kabir ve haşir konusunda İslâm inancının içinde duygu ve düşüncelerini
dile getirmişlerdir.

1. Nâbî Divanı, haz. Ali Fuat Bilkan, İstanbul 1997,
s. 685.

2. Nâbî Divanı, s. 170.

3. Acıyı Bal Eylemek, Mustafa İsen, Ankara 1993, s.
218.

4. Nâilî Divanı, haz. Haluk İpekten, Ankara 1990, s.
149.

5. Yunus Emre Divanı, haz. Mustafa Tatçı, Ankara 1991,
s. 80.

6. A.g.e., s. 127.

7. A.g.e., s. 179.

8. Şeyhî Divanı, haz. Mustafa İsen, Cemal Kurnaz,
Ankara 1990, s. 91.

9. A.g.e., s. 253.

10. Ahmed Paşa Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan, Ankara
1992, s. 89.

11. A.g.e., s. 90.

12. Necâtî Beg Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan, İst.
1997, s. 110.

13. A.g.e., s. 102.

14. A.g.e., s. 182.

15. Hamdullah Hamdî ve Divanı, Haz. Ali Emre Özyıldırım,
Ankara 1999, s. 153.

16. Usulî Divanı, haz. Mustafa İsen, Ankara 1990, s.
40.

17. Acıyı Bal Eylemek, s. 37.

18. Hayâlî Bey Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan, Ankara
1992, s. 27.

19. Fuzulî Divanı, haz. Kenan Akyüz, S. Beken, M.
Cunbur, Ankara 1990, s. 235.

20. Hayretî Divanı, haz. Mehmed Çavuşoğlu, İstanbul
1981. s. 67.

21. A.g.e., s. 23.

22. A.g.e., s. 23.

23. Bâkî Divanı, haz. Sabahattin Küçük, Ankara 1994,
s. 82.

24. A.g.e., s. 85.

25. Usûlî Divanı, s. 59.

26. Nev’î Divanı, haz. Mertol Tulum, M. Ali Tanyeri, İstanbul
1977, s. 172.

27. A.g.e., s. 182.

28. Ümmî Divan Şairleri ve Enverî Divanı, Cemal
Kurnaz-Mustafa Tatçı, Ankara 2001, s. 70.

29. A.g.e., s. 71.

30. Acıyı Bal Eylemek, s. 88.

31. A.g.e., s. 99.

32. A.g.e., s. 194.

33. Nef’î Divanı, haz. Metin Akkuş, Ankara 1993, s.
288.

34. Nâ’ilî Divanı, s. 248.

35. Nâbî Divanı, s. 198.

36. Adile Sultan Divanı, haz. Hikmet Özdemir, Ankara
1996, s. 337.

37. A.g.e., s. 338, 349.

38. Acıyı Bal Eylemek, s. 289.

39. Yunus Emre Divanı, s. 127.

40. A.g.e., s. 120.

41. A.g.e., s. 62.

42. A.g.e., s. 53.

43. Şeyhî Divanı, s. 148.

44. Ahmed Paşa Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan, Ankara
1992, s. 195.

45. Ümmî Sinan Divanı, A. Azmi Bilgin, İstanbul 2000,
s. 36.

46. Hamdullah Hamdî Divanı, s. 195.

47. Nev’î Divanı, s. 176.

48. A.g.e., s. 36.

49. Acıyı Bal Eylemek, s. 109.

50. A.g.e., s. 232.

51. A.g.e., s. 230.

52. Usulî Divanı, s. 208.

53. Bâkî Divanı, s. 339.

54. Hayretî Divanı, s. 23.

55. Fuzulî Divanı, s. 142.

56. Acıyı Bal Eylemek, s. 121.

57. A.g.e., s. 14.

58. Nâbî Divanı, C. II, s. 959, 845.

59. A.g.e., C. I, s. 344.

60. Yunus Emre Divanı, s. 110.

61. A.g.e., s. 47.

62. A.g.e., s. 128.

63. A.g.e., s. 99.

64. A.g.e., s. 152.

65. A.g.e., s. 176.

66. A.g.e., s. 193.

67. A.g.e., s. 61.

68. A.g.e., s. 103.

69. Hamdullah Hamdî Divanı, s. 214.

70. Şeyhî Divanı, s. 91.

71. Necati Beg Divanı, s. 106.

72. Acıyı Bal Eylemek, s. 113.

73. A.g.e., s. 356.

74. A.g.e., s. 131.

75. Yunus Emre Divanı, s. 56.

76. Bâkî Divanı, s. 247.

77. Hamdullah Hamdî Divanı, s. 214.

78. Hayalî Bey Divanı, s. 76.

79. Fuzulî Divanı, s. 311.

80. Nev’î Divanı, s. 191.

81. Nev’î Divanı, s. 193.

82. Acıyı Bal Eylemek, s. 14.

83. A.g.e., s. 14.

84. A.g.e., s. 327.

85. Usulî Divanı, s. 170.

86. A.g.e., s. 109.

87. Acıyı Bal Eylemek, s. 231.

88. Bâkî Divanı, s. 79.

89. A.g.e., s. 431.

90. Nev’î Divanı, s. 192.

91. A.g.e., s. 199.

92. Adile Sultan Divanı, s. 266.

93. A.g.e., s. 283.

94. Şeyhülislâm Es’ad ve Divanı, haz. Muhammed Nur Doğan,
İstanbul 1997, s. 122.

95. A.g.e., s. 129.

96. Yunus Emre Divanı, s. 58.

97. A.g.e., s. 88.

98. A.g.e., s. 111.

99. Acıyı Bal Eylemek, s. 215.

100. A.g.e., s. 398.

101. Yunus Emre Divanı, s. 111.

102. Rahmî-i Harpûtî Divanı, H. Erdoğan Cengiz, Gönül
Hatay Eren, Ankara 1996, s. 38

103. A.g.e., s. 52.

104. Ahmet Paşa Divanı, s. 114.

105. A.g.e., s. 92.

106. Hayreti Divanı,s. 24.

107. Adile Sultan Divanı, s. 309.

108. Yunus Emre Divanı, s. 111.

109. Usulî Divanı, s.98.