Gerçeğin sesi insana hep "ölüm yoktur" diye
hitap eder. "Ben oyum ki, bana inanan ölümde hayat bulur. Ben ölümden
sonra dirilişim; hayatım. Bana inanan hiçbir zaman ölmez; daimi ve ebedi yaşar.
Bana inanır mısın?" Tolstoy, bu sözleriyle, birçok büyük insanlar
gibi, vicdanının sesine kulak vererek, ölümü daha güzel, sonsuz bir hayatın
başlangıcı olarak görmüştür.

Ölümün anlamı, hayatın anlamında gizlenmiştir.
Hayata anlam veremeyen insanlardan ölümün manasını bilmeyi beklemek, imkansızı
arzulamak gibi bir şeydir. Ölüm, bu dünyadaki zamanımızın sınırlı olduğunu
ve ayrılık vaktine kadar vazifelerimizi tamamlamamız gerektiğini hatırlatmaktadır.
Başka bir ifadeyle, şimdiki hayatımızda yaptıklarımız, bundan sonraki
hayat evrelerimizi etkileyecektir. Bize verilen süre ise, oldukça kısa ve
gereksiz yere harcanamayacak derecede değerlidir. Hayatı bir sınav, ya da bir
müsabaka olarak değerlendirenler için ölüm her şeyin son bulması demek değildir.
Hayat, sınavdan ve müsabakadan sonra da büyük bir hızla devam edecektir.
Fakat, sürenin ne zaman dolacağı belirli olmayan sınavda ve müsabakada gösterilen
başarı, gayret ve dikkat, hayatın tamamına yön verecektir. Ölüm, sürenin
dolduğunu bildiren, müsa-bakayı bitiren zildir. Umutlarla dolu bir hayatın
hem başlangıç hem de dönüm noktasıdır.

Gelişen, büyüyen herşey yıkılmaktan, bozulmaktan
kurtulamıyor. Hücre de, insan bedeni de, sürekli gelişerek balon gibi şişen
kainat da. Çünkü, gelişme varsa yaşam süresi de vardır. Yaşam süresinin
en son noktası ise yıkımın nihai mertebesi olan ölüme işaret etmektedir.
Şimdiye kadar yaşayıp gelişen hiçbir varlığın ölümden kurtulamamış
olması, şimdiden sonra da bu kanunun böyle devam edeceğinin en sağlam
belgesidir.

Yeryüzü şartlarında bile, ölüm daha mükemmel bir
hayata başlangıç olabilmektedir. Her bahar mevsiminde, tabuta benzeyen sayısız
çekirdeklerin, tohumların ve yumurtaların ölmeleri, çürümeleri birçok
bitkilerin ve hayvanların hayatlarının temelini meydana getirmektedir. İnsanın
midesinde ölen meyveler, sebzeler daha gelişmiş bir hayat mertebesine yükseliyorlar.
Çürüyen, kokuşan bitki ve hayvan cisimleri bile, birçok kurtların ve
mikroorganizmaların hayat bulmasına kaynak teşkil ediyorlar. Bir beden ölürken
milyonlarca canlı, varlık sahnesinde diriliyor. Varlık alemini durağanlıktan
kurtaran, korkunç bir faaliyet halinin sürekliliğini temin eden ölüm, hayat
ateşinin daha kuvvetli bir şekilde yanmasını sağlamaktadır. Hayatın gerçek
düşmanı olan yeknesaklık, uyuşukluk, vurdumduymazlık ve statiklik gibi
halleri de, adem alemlerine hapsetmekle görevli bir memurdur, ölüm.

Bu yazıda, öncelikli olarak ölümün hakikatinin ne
olduğu, Cenab-ı Hakk’ın ölümü, zevali ve ayrılıkları niçin yarattığını
incelenecektir. Daha sonra, ölümün hayat üzerinde havf ve reca dengesini ne
şekilde sağladığı ve hayatı her yönüyle etkileyerek, nasıl yön verdiği
üzerinde durulacaktır. Son olarak ise, ölüm korkusunun hangi nedenlerden
kaynaklandığı ile ölümün rahmet ve nimet olma gerçekleri konusunda bir
takım tespitler zikredilecektir.

Ölümün Hakikati Nedir?

Parça-bütün, küçük-büyük, değerli-değersiz her
şeyin hakikati, özü esma-i İlahiyeye dayanmaktadır. Cansız cisimlerden
bitkilere, hayvanlara, meleklere ve insanlara kadar birçok farklı özelliklere
sahip varlıklar, Allah’ın sonsuz mertebeleri olan bin bir isminin tecelli
etmeleri ile yaratılmışlardır. Cansız varlıklardan olan güneş, toprak,
yağmur gibi unsurlar bile Hayy isminin tecellisiyle hayat kaynağı kesilmişlerdir.
Semeklerden/balıklardan meleklere kadar birçok canlı türünün hayatı, yine
aynı ismin değişik mertebelerdeki tecellilerindendir. Herhangi bir varlık üzerinde
bir ismin tecelli etmesi, diğer isimlerin tecelli etmesine engel teşkil
etmemektedir. Güneşin, ışığındaki bütün tonlarıyla eşyayı aydınlatması
gibi, varlıklar üzerinde birçok isimler aynı anda tecelli edebilmektedir.
Yalnızca insanın yaratılması hadisesinde bile bir anda birçok ismin hükümlerini
icra ettikleri görülmektedir. Hayy isminin tecelli etmeye başlamasıyla
birlikte, Hakîm ismi de tecelli eder ve bedendeki organların en faydalı bir
şekilde düzenlenmesini, sistemli bir işleyişin olmasını sağlar. Aynı
zamanda Müzeyyin ve Musavvir ismi de tecelli eder, bedenin ve organların
zineti ihmal edilmeden güzel bir şekle sahip olmalarını temin eder. Daha
bunlar gibi bilerek yapıldığını gösteren Alim, birçok imkanlar içerisinden
en idealinin seçildiğini hissettiren Mürid isimleri gibi birçok isimler
birbirlerini ikmal eder bir tarzda hükümlerini icra etmektedirler.

Ölüm de bütün zamanları ve mekanları istila etmiş
bir hakikat olarak, Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir. Nasıl ki, Hayy ismi
kesif topraktan, bulanık sudan/nutfeden sayısız canlıların yaratılmasını
gerektirmektedir. Mümit ismi de yeryüzü sayfasında pekçok zihayat/canlı
harflerin yazılabilmesi ve bir hakikatin pek çok yönlerinin açığa çıkması
için ölümü netice vermektedir.

Bütün alemlerin Rabbi ve Yaratıcısı olan Allah’ın,
hakimiyet ve tasarrufları birbirinden ayrı pek çok isimleri olduğundan
bahsettik. Bu isimlerin tecellileri ise cemali ve celali olmak üzere iki türlüdür.
Bahar ve yaz mevsiminde meydana gelen değişimler cemali isimlerin tecellisi,
sonbahar ve kış mevsiminde meydana gelen inkılaplar ise celali isimlerin
tecellisindendir. Şimşeğin çakması ve gök gürlemesi celali tecellilerin,
yağmurun yağması cemali tecellilerin hava sayfasındaki yansımalarıdır.
Daha bunlar gibi aydınlık-karanlık, güzellik-çirkinlik, Cennet-Cehennem
diye uzun uzadıya sıralayabildiğimiz bütün nisbi hakikatler, cemali ve
celali isimlerin tecellilerinden başka bir şey değildir.

İşte, isimlerin celali ve cemali olarak kainatta tecelli
etmesi nedeniyledir ki, zıtlar açığa çıkmış ve bu zıtlar arasında ise
birbirinin sınırlarını zorlamalar/saldırılar ile müdafaa vaziyetleri
vukua gelmiştir. Zıtlar arasındaki mücadeleden de terakki/yükseliş ve
tekamül/mükemmelleşme ortaya çıkmıştır.1 Cemali isimlerden olan Hayy
isminin tecellisi olan hayat ile, celali isimlerden olan Mümit isminin
tecellisi olan ölüm, birbirine zıt iki hakikattirler. Ölümün varlığı,
hayatın anlamını ve değerini ortaya çıkarmaktadır. Ölümün keşif
kolları olan hastalıklar ve musibetler sayesinde, hayat saflaşmakta, kuvvetleşmekte,
derece kazanmakta ve yokluğun kokusunu hissettiren sabitliğin, tenbelliğin
tozlarından temizlemektedir.

Hem hayat hem de ölüm, Cenab-ı Hakk’ın varlığını
ispat eden çok önemli iki delildir. Hayat, Cenab-ı Hakk’ın varlığının
vücub derecesinde olduğuna, ölüm ise varlığının bekasına işaret eder.
Bütün canlıları değişik hayat mertebelerinde yaratan Yaratıcı’nın hayat
sahibi olmaması imkan harici olduğu gibi, ölen varlıklardan sonra hayatı
tekrardan icad eden Zatın da baki ve sermedi bir hayat mertebesinde bulunmaması
mümkün değildir.

Cemali tecellileri gösteren hayat, ehadiyetin bir delili
olduğu gibi, celali tecellileri gösteren ölüm de vahidiyetin bir delilidir.2
Ehadiyet sırrı, Cenab-ı Hakk’ın perdesiz, doğrudan doğruya, özel olarak
teveccühüyle tasarruf etmesidir. Nitekim, hayat için bu çok açık bir şekilde
ortadadır. Sebeplerin perde yapılmadığı dört şeyden (vücud, hayat, nur,
rahmet)3 biridir, hayat. Fakat, vahidiyet sırrı sebeplerin perdesi arkasında
ve genel bir kanun çerçevesi içerisinde bir tasarrufu intac etmektedir.4
Halbuki, tevhid ve celal sebeplerin hakiki manada tesir sahibi olmasına razı
olamaz. Öyle ise, varlıkların, kendilerini meydana getiren bütün zahiri
sebeplerle birlikte son bulup ölmeleri yaşanmalıdır5 ki, sebeplerin hiçliği
ve birer perde oldukları hakikati de anlaşılmış olsun.

Cemali isimlerden olan Hayy ve Muhyi isimleri hayatı,
celali isimlerden olan Mümit ismi ise ölümü gerektirmektedir. Cemali isimler
hüsn-ü bizzat dediğimiz bütünüyle güzel olan tecellilerin, celali isimler
ise hüsn-ü bilgayr dediğimiz neticeleri itibariyle güzel olan tecellilerin
kaynağıdırlar. Cemal hamdi ve övgüyü gerektirir, celal ise kusur ve
noksanlardan uzak olmayı iktiza eder. Cemali isimler Allah’ın kullarına
rahmeti cihetiyle yakınlığını hissettirirken, celali isimler ise izzeti ve
azameti cihetiyle sonsuz derecede yarattıklarından uzak olduğunu hatırlatmaktadır.6

Cenab-ı Hak, yeryüzünü her baharda canlandırmasıyla,
sayısız çeşitlikte canlılarla süslendirmesiyle sanatının maharetini ve güzelliklerini
göstermektedir. İnsandan beklenen ise, bütün bu güzellikleri ve mükemmellikleri
kendisine verilen duygularıyla algılaması, manalarını okuyup anlaması ve bütün
bu güzel sanatlarıyla kendi manevi cemalini göstermek isteyen Zata karşı sınırsız
bir sevgi beslemesidir. Ne yazık ki, sebeplerin örgüleri arasında perde
arkasını göremeyen insan, nakışlardaki güzelliklere takılmakta ve bütün
methini, senasını, sevgisini zahiri güzelliklere yöneltmektedir. Bu ise,
yaratılış gayesinin bütün bütün aksine hareket etmesi demektir. Fakat,
birden mevsim değişir, bahar ve yaz biter, yerine güz ve kış gelir. Çiçekler
solmaya, yapraklar sararmaya ve canlılar ölmeye başlarlar. Aşk derecesinde
sevilenler, artık eski çekici güzelliklerini, hoş kokularını, tatlı gülümsemelerini
kaybetmişlerdir. Aklı başında bir insan için, güz ve kış mevsiminin ölümle
karışık bütün bu değişimlerinde çok önemli bir mesaj vardır. Meydana
gelen hadiseler, bütün olup bitenler gösterir ki, sebepler gerçek manada hiçbir
özelliğe sahip değildir ancak birer perdedir, Ezeli ve Sermedi bir cemal
sahibi olan Allah’ın isimlerinin sanat harikası nakışlarıdır.

Havf (Korku) ve Reca (Ümit) Dengesi

Korku, insanın düşmanı tarafından yok edileceği, en
azından zarar göreceği duygusundan kaynaklanır. Eğer düşman belirgin ise
buna korku, belirgin değilse buna da kaygı (endişe) denmektedir. Yine korku
ile kaygı arasındaki aşikar farklardan birisi de, korkunun daha şiddetli ve
kısa süreli, kaygının ise daha hafif olmakla birlikte uzun bir zamana yayılmış
olmasıdır.7 Korku ile kaygı arasındaki farklar konusunda felsefeciler,
psikologlar, antropologlar ve edebiyatçılar gibi birçok değişik dallarda
uzman bilim adamı ve düşünürler fikir beyan etmişler, değişik
pencerelerden meseleyi aydınlatmaya çalışmışlardır. Fakat, bu yazıda söz
konusu ayrımın ayrıntısına girilmeden, hem korku hem de kaygı, havf kavramı
içinde düşünülecektir.

Genel olarak insanı korkutan, ya da kaygılandıran
etkenler üç kategoride düşünülmüştür. Bunlar, varlık korkusu, başarı
korkusu ve sosyal korkulardır. İnsanın bedenini tehdit eden ölüm, hastalık
ve kaza gibi olaylardan korkma, varlık korkusu sınıfına girmektedir. Hatta,
bir kısım hayvanlardan korkma, yükseklik korkusu ve karanlıktan korkmak da
varlık korkusunun uzantıları olarak kabul edilmektedir. Korkunun diğer bir
çeşidi olan başarı korkusu ise sınav korkusu, okul korkusu ve bedensel
faaliyetleri başaramama korkusu şeklinde ortaya çıkmaktadır. Üçüncü tip
korku olan sosyal korkular, insanın kendi değer ve kişiliğini tehdit eden
durumlar karşısında tedirginlik ve heyecan duymasıdır. Diğer insanlar
tarafından sürekli gözlendiğini ve değerlendirmeye tabi tutulduğunu düşünen
bir insan, toplum karşısında mahcubiyet, utanma, tedirginlik gibi bir takım
korkular duyabilmektedir.8

Ümit ise, iyi ve faydalı bir şeyin gerçekleşeceği
beklentisini ve inancını taşımaktır. Ümit güven duygusunun kaynağıdır.
Kur’an’da ümit kavramı reca kelimesi ile ifade edilmiştir ve birçok defa
tekrarlanmıştır. Tek bir hücreden başlayan yaratılışından, mü’min
konumuna gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet ve insaniyet
mertebelerinde birçok elemleri ve emelleri olan bir insanın ümide son derece
ihtiyacı vardır.9 Bitkisel tarafı olan bedenini tehdit eden hastalıklardan
tutun da ta tabii afetlere kadar birçok sebepler insana elem verir. Estetik
olmayan görüntüler, rahatsız edici sesler ve kötü çevre koşulları gibi
menfilikler başka bir açıdan, insanın hayvansal yanını sıkıntıya sokan
olaylara örnektir. İnsanın bir de insaniyet tarafı vardır ki, onu bütün
varlıklarla ve bütün zamanlarla alakalı bir konuma getirmektedir. Diğer
varlıklar hakkındaki fikirleri hayatının akışını çok etkili bir şekilde
olumlu ya da olumsuz olarak değiştirmektedir. Varlıkları dost, memur gibi gören
birinin yaşantısı ile yabancı, başıbozuk, gelişigüzel hareket eden sürüler
kabul eden bir insanın hayat tarzı arasındaki belirgin farkları karşılaştırmak,
bu meseleyi anlamak için yeterli miktarda bize ölçüler kazandıracaktır.
Hatta, insanı en fazla etkileyen olay, sevdiklerinin ona karşı tavırlarıdır.
Yakın çevresindeki insanların yaşantıları ve kendisi hakkındaki düşünceleri,
insanın hayatında köklü değişimlere neden olmaktadır. Diğer insanların
kendi hayatına karşı aşırı ilgilerini, bazen de ilgisizliklerini hayatının
en önemli bir meselesi yapabilmektedir. İnsanın belki de en ayrıcalıklı yönü,
insaniyetin en büyük derecesi olan İslamiyet ve imanın kazandırdığı yüksek
makama çıkabilmesidir. Bu özelliği sayesinde öylesine geniş bir hayat
mertebesine ulaşılır ki, başta insanın kendisi olmak üzere sevdiklerinin
ve gelmiş geçmiş bütün varlıkların saadetleriyle, sonsuz bir alemde mükafatlandırılmalarıyla
alakadar olmaktadır. Bu derece etrafıyla kuvvetli bağları olan insanın,
elemlerine ve emellerine ümid kaynağı olacak ise ancak ve ancak sonsuz güç
sahibi Kadir ve sonsuz zenginlik sahibi Rahman bir Yaratıcı olabilecektir.

İnsan bedeninde alyuvar ve akyuvarların fonksiyonlarına
benzer bir tarzda, vicdanında da nokta-i istinat ve nokta-i istimdad olarak
adlandırılan iki pencere vardır ki, nihayetsiz bir reca/ümit kapısını ardına
kadar açar. Çünkü, nokta-i istimdat, sayısız kabiliyetlerin, emellerin ve
meyillerin hayat kazanmasına hizmet eder. Nokta-i istinat ise, insana hücum
eden alemin sayısız musibet ve sıkıntılarına karşı kuvvet kazandırır.
Vicdandaki nokta-i istinat celalin bir tecellisidir ve sonsuz kudret sahibi
Kadir olan Allah’a açılan bir penceredir. En büyük varlıkların, mükemmel
bir itaatle, mütevaziane bir havf ve heybet altında hizmetine koştukları bir
otoriteyi tanıttırır. Yalnızca Ondan korkulup emrine riayet edildiği
taktirde havf edecek hiçbir varlığın kalmayacağı müjdesini ihtiva eder.
Nokta-i istimdad ise, cemalin bir tecellisidir ve nihayetsiz merhamet ve şefkat
sahibi Rahman’a açılan ikinci bir penceredir. İnsanı ve saadetleriyle
alakadar olduğu bütün sevdiklerini ebedi mükafatlandıracak hazineler sahibi
olan Cenab-ı Hakk’ın rahmetini keşfettiren tılsımlı bir reca/ümit kapısını
açmaktadır.

Halık-ı Zülcelal, ezeli Kelam’ının birçok yerinde
kendisinden korkulmasını emretmektedir.10 Bir kısım ayetlerinde ise başta
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere diğer peygamberlerin [Hz. İsa
(a.s.), Hz. Nuh (a.s.), Hz. Lut (a.s.), Hz. Salih (a.s.), Hz. Şuayb (a.s.), Hz.
Salih (a.s.), Hz. İlyas (a.s.)] dilleriyle, kendisinden korkulmasını
istemektedir.11 Kur’an’daki havfullah (Allah korkusu) gibi bazı önemli
kavramlara tahşidat yapılmasının sebebi, Allah’ın haşmetinin ve de
insanların yaptıkları kötülüklerin ne kadar çirkin kaçtığının gösterilmek
istenmesinden kaynaklanıyor. Bu manadaki ayetleriyle Cenab-ı Hak manen şöyle
demektedir: "Nasıl cesaret ediyorsunuz! İsyanınızla öyle bir Sultan’ın
emirlerine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler, emir
dinleyen askerler gibi Ona itaat ederler. Onun öyle askerleri vardır ki, dünya
büyüklüğünde düşman askeri olsaydınız, gülleler gibi yıldızları üstünüze
yağdırabilirlerdi. Hâlâ, Ondan korkmuyor musunuz!"12

İnsan kendisine verilen aşk, inat, istikbal endişesi
gibi şiddetli duygularını nasıl ahiret hesabına kullanması gerekiyorsa,
benzer şekilde fıtratındaki korkuyu da aynı doğrultuda ve ölçüde istimal
etmelidir. İnsan ister istemez korku duygusunu yaşayacaktır. Çünkü, yaratılışından
gelen bir özelliğidir. Bu duygusu ise ya halka karşı olacaktır, ya da Halık’a
karşı. Halktan, varlıklardan korkmak ise başlı başına bir musibettir.
Çünkü, korkulan öyle şeyler vardır ki, insana merhamet etmediği gibi hürmetini
de kabul etmezler. Halbuki, korku duygusu Halık’a karşı istimal edilse,
binlerce korkulardan kurtulmak mümkün olduğu gibi, Onun sonsuz rahmetinin
kucağına götüren bir kamçı mahiyetini kazanacaktır.13

Bütün işleri hikmetli olan Cenab-ı Hak, Ramazan ayı içerisinde
Kadir gecesini, Cuma gününde duaların kabul edildiği saati, insanlar içerisinde
veliyi, ömür içerisinde eceli ve dünyanın ömrü içerisinde de kıyamet
vaktini gizlemiştir.14 Bu gibi önemli şeylerin gizlenmesinin sebebi, her şeyin
ve her anın değer kazanmasını temin etmek ve imtihan dünyasını anlamlı kılmaktır.
Hayat, trajik ya da dramatik bir oyun kurgusu üzerinde dönen, rolleri
belirlenmiş bir tiyatro gibi değildir. Belki her dakikası cevaplandırılması
gereken anlamlı problemlerle dolu -süresi beklenmedik bir anda sona
erebilecek- bir imtihan, tükenip gitmekte olan -ne miktarda olduğu bilinmeyen-
sermayenin gelecek vaad eden yatırımlara kanalize edilmesi gereken bir
ticaret, sonuna kadar konsantre olunması gereken -bitiş çizgisi belirsiz- bir
yarıştır. Yani, hayatın her anı değerlidir ve en iyi bir şekilde değerlendirilmesi
gereken -dünyevi, uhrevi- fırsatlarla doludur. İşte, havf ve recanın önemi
bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dünya ile ahiret işleri arasındaki dengeyi
sağlayabilmek, havf ve reca ortasında yaşamaktan geçmektedir. Havf ve reca
dengesinin olabilmesi ise, ölüm vaktinin/ecelin bilinmemesiyle mümkündür. Eğer,
ecel bilinmiş olsaydı, ömrün ilk yarısında reca kefesinin ağır bastığı,
ikinci yarısında ise havf kefesinin dengeyi kendi lehine değiştirdiği,
zaman dilimleri yaşanacaktı. Bu ise, ömrün ilk yarısının huzurdan uzak,
gafletin en derin uykusunda rüyaya dalmak gibi bir yaşantıyı, ikinci yarısında
ise sona yaklaşmaktan, çaresizlikten ve gereksiz işlerde harcanan hayatın
hesabını verememekten kaynaklanan ye’s içerisindeki bir hayatı netice
verecekti.

Havf ve reca dengesini kuran bir insan için ölüm
korkusu ise, o insanı uyaran, ihtiyatlı ve tedbirli olmasını sağlayan ve
kendini savunma konusunda ona yardımcı olan bir tepki suretine girecektir.
Korku ve kaygıdan kaynaklanan gerginlik hali de, potansiyel bir güç kaynağı
meydana getirecek ve her an kinetik hale geçmeye hazır bir enerji birikimine
sebep olacaktır. Sıradanlığın, tekdüzeliğin, tembelliğin, sakinliğin ve
uyuşukluğun paslarına karşı, dinamizm ve aktiviteyi arttırıcı bir
katalizör görevini üstlenecektir.

İnsanın yaratılış gayesi olan "sırat-ı müstakim"i
hayatın her anında yaşayabilmek için, ne Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe
düşülmeli, ne de azabından emin olunmalıdır. Bu ise havf ve reca
dengesinin hayatın bütün safhalarında korunmasıyla mümkün olmaktadır.
Yani, havf ile eğri yollardan sakınılarak Allah’ın yasakladıklarından
uzaklaşmalı, reca ile emirlerine uygun hareket ederek doğru yollara
gidilmelidir. Dikkat edilmelidir ki, şeytanın en önemli desiselerinden birisi
de, Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek insanları isyana
sürüklemesidir.15 Bu açıdan da, havf ve reca dengesini hayatın her anında
muhafaza etmek apayrı bir önem arz etmektedir.

Niçin Ölümden Korkulur?

Ölümün gerçek yüzünü göremeyenler için, "Ölümün
peçesi karanlık, siyah, çirkin ve korkunçtur" der, Bediüzzaman. Peki,
ölümü insanların nazarında korkunç yapan özellikler nelerdir? Böyle bir
arayışın içine girdiğimizde, karşımıza genel olarak şu ana başlıklar
çıkıyor. Ölüm bedeni yitirmektir, çürümektir, bozulmaktır. Şahsiyetin,
kişisel kimliğin kaybedilmesidir. Aileden, sevgililerden ebediyen ayrılmaktır.
Hiç beklenilmedik bir zamanda, yaşanmamış bir boyuta yolculuktur. Yalnızlığa,
belki de tamamıyla yokluğa atılan ilk adımdır.

Ölüm korkusu ya da endişesi, hayatı değerli kılmak
ve onu her türlü tehlikelerden koruma bilincini canlı tutmak için verilmiştir.
Fakat, hayata karşı gösterilen aşırı derecedeki hırs, onu daha da şiddetlendirmiştir.
Özellikle de dünyevileşmenin yoğunlaştığı bir toplum içerisinde yaşayan
fertler için, hayatı boyunca yatırım yaptığı bütün değerlerinden ve
sahip olduklarından ayrılmak, dayanılması güç bir acı vericidir.

İnsanlar için ölümün en korkunç yönlerinden birisi,
sanat harikası olan bedenini kaybetmesi ve çürümesine, bozulmasına engel
olamaması gerçeğidir. Firavunlar zamanında zirve noktaya çıkan mumyalama
geleneğinden, günümüzdeki düşük ısılı özel binalarda dondurulmuş bir
vaziyette canlandırılmayı bekleyen ölü bedenlerine kadar, bütün benzer
hadiseler insanların bedenlerini kaybetme endişelerinden kaynaklanmaktadır.
Halbuki, insan hayatı boyunca kaç sene yaşamışsa, bir o kadar farklı farklı
bedenlere sahip olmuş demektir. Bu kadar beden değiştirmesine rağmen, değişmeyen
bir mahiyeti varsa bu durum bedeninin özelliklerinden değil, belki baki olan
ruhunun özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Öyle ise, gelip geçici olan
bedeninin ölüm ile son bir defa çıkarılması insanı korkutmamalıdır.
Elbette, dünya hayatında birçok defalar ruha münasip bedenleri ardı ardına
fark ettirmeksizin veren Yaratıcının, ölümden sonraki hayata uygun daimi,
çürümeyecek bir bedeni hediye etmesi, rahmetinden kuvvetle ümit edilecek bir
beklentidir.

İnsanı en fazla öldüren sevdiklerinden ayrılmaktır.16
Ömrü boyunca bağlandığı, değer verdiği insanların arkalarında ağlayarak
kalmak bir gurbet halini yaşattığı gibi, bir gün kendisinin de dünyadan
ayrılıp sevdiği birçok insanı geride bırakması, çok daha ayrı hazin bir
gurbeti hissettirmektedir. Bir de, dünya hayatında yalnız bıraktıklarının
buna ne kadar hazırlıklı oldukları endişesini taşıyorsa ve onların
geleceklerini düşünüyorsa, ayrılık ateşi ruhunu çok daha derinlerden
yandıracaktır.

Ölüm, insanı alışık olduğu ortamdan ve hayatı
paylaştığı kimselerden ayırmakta, onu tek başına koymaktadır. Nitekim,
derinlik psikolojisine göre sevilen objelerden ayrılma, bütün korkuların
esas kaynağıdır.17 Hücre hapsi (haps-i münferit), tek başına bir hapis
kapısı, ahiret inancı olup sefih hayatından vazgeçmeyenlerin bekledikleri
bir sonuçtur.18 Dünyanın konforunu yaşamış bir insan için bir seneden az
hapisler bile dünyevi lezzetlerini acılaştırmak için yetmektedir. Sayıların
yetersiz kaldığı seneler boyunca hücre hapsi ile cezalandırılma kapısı
olan ölüm, elbette en büyük bir endişe ve korku kaynağı olacaktır.

Yokluk, o donduran buz, o söndüren karanlık; / Büsbütün
bilgisizlik ve tam bir unutkanlık…

Zaman, mekan ve benlik kavramlarını büyük bir hızla
koparıp kendisine çeken, canlı cansız bütün varlıkların kafile kafile
ardına süratle gidip kaybolduğu yokluk alemini, Necip Fazıl dizelerinde
barid buz, kesif karanlık, cehl-i mutlak ve nisyan-ı mutlak manasında tarif
etmiştir. Böyle bir yolun yolcusu olmaya, hangi vicdan çıldırmadan
katlanabilir? Ebediyeti ve sonsuz bir saadeti aşk derecesinde şiddetli bir şekilde
arzulayan insanın ademe, idama, hiçliğe, mahv olmaya tahammül etmesi mümkün
değildir. İnsanın mahiyetindeki duygular içinde en çabuk tatmin edilebilen
duygusu hayalidir. Fakat, hayal bile, bir milyon sene ömür ve dünya saltanatından
sonra, ademe ve hiçliğe gitmeyi tatmin edici bulmamakta, Cehennem de olsa, adi
ve meşakkatli de olsa, yine sonsuz bir hayatı arzu etmektedir.

Ölüm korkusunun bir nedeni de, insanı bilinmeyene sürüklemesidir.
Çünkü bilinmeyen ve yeni olan her şey, insanda korku uyandırmaktadır. Çoğu
insan için ölümden duyulan korkunun, bu bilinmezlikten kaynaklandığı söylenebilir.
Ortada yeni olarak keşfedilmesi gereken bir memleket vardır ve
bilinmezliklerin sisleri altında gizemliliğini korumaktadır. İşte, belki de
insanı en çok korkutan tarafı budur, ölümün kendisinden sonra takip edecek
olayların ulaşılamayan gizemi…19

Ölüm, insanın arkasında onu parçalamayı bekleyen bir
arslan gibi takip etmekte, bu işi ne zaman ve nasıl yapacağı belli olmayan
gizli bir düşman gibi her an tehdit altında bırakmaktadır. Hele bir de
hayat gereği gibi değerlendirilemediyse, boşa harcanan yıllar olarak görülüyorsa
ve hedeflenenlerin çok uzaklarında kalınmışsa, bütün bu başarısızlıklar
insanın ölüm korkusunu olabildiğince şiddetlendirecektir.

Ölüm denilince ilk akla gelenlerden biri de dünya hayatında
yapılan kötü işlerden ve davranışlardan dolayı cezalandırılma düşüncesidir.
Hem Kur’an-ı Kerim’de hem de hadis-i şeriflerde, inanmayan ve inandığı gibi
yaşamayanlar için çok şiddetli tehditler bulunması, ölüm korkusunu arttırmaktadır.
Cenab-ı Hak, Enbiya Suresinin kırk altıncı ayetinde, azabının korkunçluğunu
ve en azının bile tesirinin ne derece şiddetli olduğunu göstermek için
diyor ki: "Yemin olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara
azıcık dokunacak olsa, muhakkak ‘Vay bizlere, biz gerçekten zalimlerdik!’
diyeceklerdir." Ayette geçen, lein (eğer olsa), mes (azıcık dokunmak),
nefha (esinti, kokucuk), min azabi (azabından az bir şey) gibi her bir kelime
azlığı ifade etmektedir. Bunlarla birlikte Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi
isimlerin yerine merhameti hissettiren Rab isminin tercih edilmesi ile şiddeti
hatırlatan ikab yerine şefkati ifade eden azab kelimesinin kullanılması, düşünülebilecek
en hafif bir cezanın bile ne kadar dehşetli olduğunu ihtar etmektedir.20

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ebedi azabı hak edenlerin
oradaki yiyeceklerinden bahsederken: "Eğer zakkumdan, dünyaya tek damla
damlatılacak olsa, bu dünya ehlinin yiyeceklerini ifsad ederdi. Öyleyse,
yiyecek ve içeceği zakkum olan Cehennemliğin hali ne olur (anlayın)!"21
diyerek, en sıradan bir azabın korkunçluğunu nazarlara vermesiyle, ölümden
sonraki hayat için endişe edilmesini ve dünya hayatını ona göre değerlendirilmesini
ders vermektedir.

Vazifelerini gereği gibi yerine getiremeyen ve bir kısım
günahları işlemekten de uzaklaşamayan insanlar, Kur’an’-da ve hadislerde geçen
uhrevi cezaları duyunca, ister istemez pişmanlık duymakta, sıkılmakta ve ölümün
menfi neticesinden endişe etmektedirler.

Ölüm Rahmet ve Nimettir

Günümüzün gelişmiş Batı toplumları yakın zamana
kadar ölümü tabu olarak görmekteydi. Özellikle de Amerikan toplumu halen
"ölümü yadsıyan bir kültür" yapısına sahiptir. Fakat, son
yirmi yıl içinde, ölüm Batı toplumlarında yeniden keşfedilmiştir.
Tanatoloji, yani ölümün incelenmesi son yıllarda gittikçe gelişmiştir.22
Fakat, bütün bu gelişmelere rağmen, ölüm olayının biyolojik, psikolojik
ve sosyolojik boyutlarına ait durum tespitinin yapılması haricinde önemli
bir ilerleme sağlanabilmiş değildir. Hayatın anlamını içinde gizleyen ölüm
gerçeği, birçok insan için muammasını muhafaza etmektedir. İster istemez
yaşanacak olan ölüm hakkında kimsenin tereddüdü yoktur ve ona ya sonu
olmayan bir yokluk ya da ebedi bir hayatın başlangıcı olarak inanılmaktadır.
Ölümün yokluk olduğuna inanmak, hem hayatı hem de ölümü anlamsızlaştırmaktadır.
Hayata değer katan ölümün gerçek anlamı ise, tanatoloji çalışmalarının
da bütün birikimiyle sonunda gelip dayanacağı, imanın altı esasında
temellerini bulmak zorundadır.

Bediüzzaman, İhtiyarlar Risalesi’nde kabre ve ölüme
yakınlaşan ihtiyarlara, kendi hayatında karşılaştığı hüzün ve sıkıntı
verici olaylara karşı bulduğu reca/ümit kapılarından bahsetmektedir.
Risalenin adı her ne kadar İhtiyarlar Risalesi bile olsa, sanki ihtiyarlardan
çok gençler için yazılmış bir eser gibi yediden yetmişe bütün insanlığa
ümit ve moral kaynağı olmaktadır. Yirmi Altıncı Lem’a’da Bediüzzaman,
devasız bir dert, dermansız bir yara zannedilen ölüm, fena ve zevalin ab-ı
hayat gibi tesirli bir ilacı, imanın altı rüknünde gizlendiğini değişik
reca kapılarının anahtarlarını elimize vererek içeriye buyur etmektedir.
Herbir iman hakikatinde kuvvetli bir reca ve parlak bir teselli nurunun varolduğunu,
mü’min olan her yaştaki insanlara göstermektedir.

İmanın altı esasının birincilerinden Allah’a iman
hakikatinin içinde, ilahi rahmetin keşfedilmesi, ölümü büyük bir nimet
haline getirmektedir. Çünkü, varlıkların acizlik ve fakirliğinin derecesi
oranında rahmetinin hediyelerini gönderen, bütün yavruları en temiz,
besleyici gıda olan süt gibi rızıklarla besleyen ve Kur’an-ı Kerim’de yüz
on dört yerde kendini "er-Rahmanü’r-Rahim" sıfatlarıyla takdim
eden bir Zatın huzuruna açılan bir kapı olmaktadır.

"Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene
bir vücud-u ebtere müreccahtır." sırrıyla, Allah’a iman ederek bir an
yaşamak, Onu tanımaksızın milyon sene yaşamaktan daha iyidir.23 Çünkü,
vahdet sırrıyla Cenab-ı Hakk’ın esma-i Hüsnasına bağlanan her varlık
diğer varlıklarla da bağ kurmuş olur. Cenab-ı Hakk’ın esması baki olduğu
müddetçe bütün varlıklar dahi beka bulabileceklerdir. Bu noktadan sonsuz
bir vücud nuru kazanılır ve her türlü ayrılıklardan ebediyen uzak kalınır.
Eğer, iman-ı billah olmazsa, ölüm ile varlıklar arasındaki bağlar kopar
ve sonsuz sayıda ayrılıkların, yoklukların ağır yükleriyle karşı karşıya
kalınır. İşte, ölüm varlıkların fani olduklarını göstermesiyle,
Baki-i Hakiki olan Allah’ı aratmasıyla ve bütün yaratılanların Onun varlığıyla
sonsuz bir varlık kazandıklarını göstermesiyle, büyük bir nimettir ve
rahmettir.

Hüda davet eder elhamdülillah

Bu can dosta gider elhamdülillah

Hakikat şehrine çün rihlet oldu

Gönül durmaz uyar elhamdülillah24

Yeryüzündeki bütün güzellikler ve mükemmel
eserleriyle kendi manevi cemal ve kemalini göstermek isteyen Cenab-ı Hakk’ı,
görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyaklı olmak, insanın yaratılışının
en önemli gayelerinden biridir. Öyle bir güzellik ki, bir saat müşahedesi
Cennetin bin senelik lezzetlerini unutturacak derecede cazibedar. Ölüme bu
pencereden bakınca merak uyandırıcı, şevk verici ve ısrarla talep edilmeye
layık bir nimet olarak görmemek mümkün değil.

Bir başka reca kapısında,25 peygamberlere imanın ölümü
sevdiren yönlerinden bahsedilmektedir. İnsan bir yolcudur ve her konakta
belirli bir süre bekledikten sonra, arzusu sorulmaksızın uğraması gereken
diğer memleketlere sevk edilmektedir. Ölüm de berzah memleketine kış ayında
yapılan gece yolculuğu gibidir. Gelinen memlekette ise, öyle nurani dostlar,
güneş gibi aydınlatıp ısıtan ahbaplar vardır ki, yolculuğun bütün sıkıntılarını
hiçe indirirler. Başta Resul-i Ekrem (a.s.m.) olmak üzere bütün
peygamberlerin, asfiya ve evliyaların toplandığı berzah ülkesine seyahat, bütün
hakiki dostlara kavuşmaktan başka bir şey değildir.

Geldim cihane garib, oldum güle andelib / Herdem ciğerler
delip, çağırırım dost dost / Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp
/ Şevk ile daim uçup, çağırırım dost dost26

Ölüme karşı teselli veren, ümitlendiren bir başka
iman esası, başta Kur’an-ı Hakim olmak üzere, kitaplara inanmaktır. Bu dünyayı,
daha doğrusu kainatı bilerek sanatla yapan, iradesiyle düzenleyen ve süsleyen
Cenab-ı Hak, ilim sahibi Alîm’dir. Yapanın bilmesi, bilenin de konuşması
prensibince, elbette Cenab-ı Hak da, konuşmasını bilen, kabil-i hitap ve mükemmel
insanlarla konuşacaktır. İşte, insanlarla olan münasebetini ve onlardan
beklediği arzularını gösteren kitaplar, Kur’an-ı Kerim gibi semavi
fermanlardır. Kur’an, hem hayat ile ölümün hakikatlerinden ayrıntılı bir
şekilde bahsetmekte, hem de ölümden sonraki hayat için nihayetsiz bir
sermaye kazandırmaktadır. Kur’an’ın her bir harfinin en az on sevabı vardır
ve bu miktar Kadir gecesinde otuz bine kadar çıkmaktadır. Bir de onun kazandırdığı
mana-i harfi nazarıyla kainata bakılacak olursa, her bir varlık birer ayet ve
harf olup insanın dünyasına sonsuz sevap nurlarının yağmasına sebep
olacaktır. İşte, ahiret sevabı, Cennet meyveleri ve kabir alemini aydınlatması
gibi birçok yönlerden, hiçbir kitap Kur’an ile rekabet edecek makamda değildir.

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssaların sonlarındaki
ayrılıklar, kıssadan alınan hayali lezzeti acılaştırıyor. Kıssalar içinde
"Ahsenü’l-kasas" ünvanını almış Hz. Yusuf’un (a.s) kıssası
ise, onun ölüm haberiyle bitmesi, insanı çok daha fazla duygulandırıyor.
Fakat, Kur’an’ın Hz. Yusuf’un (a.s.) vefatını bildirmesinde, bütün insanlar
için çok önemli bir müjde ve saadeti göstererek manen diyor ki:

"Demek, o dünyevi lezzetli saadetten daha cazibedar
bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf
Aleyhisselam gibi hakikatbin bir zat, o gayet lezzetli bir dünyevi vaziyet içinde,
gayet acı olan mevti istedi; ta öteki saadete mazhar olsun. Siz de hakiki
saadet ve lezzet diyarı olan kabrin arkası için çalışınız."27

İmanın diğer bir rüknü olan ahirete iman, diğer
erkanın verdiği teselli nurunu daha da aydınlatan kırılmaz ve kapatılamaz
bir reca kapısını ardına kadar açmaktadır. Sonsuz bir gençliği, ebedi
bir saadeti, tükenmeyen bir serveti, elemsiz lezzeti, ayrılık acısını bir
daha tatmaksızın ivazsız şefkati, muhabbeti ve uhuvveti doyumsuzcasına yaşamaya
gitmek olan burak-ı mevt ile yolculuk, huzur verici bir halettir.

Meleklere imanın, ölümün dehşetli yarasını nasıl
tedavi ettiğini, Meyvenin On Birinci Meselesi’nde çok çarpıcı yönleriyle görüyoruz.
Azrail’i (a.s.) bilmek, artık bize korkunç gelmiyor. Çünkü, biliyoruz ki O
(a.s.), sahip olduğumuz en kıymetli malımızı, ruhumuzu fenadan, başıboşluktan
muhafaza eden güvenilir bir emanetçidir. İnsanın omuzlarında durup
iyiliklerini ve kötülüklerini yazmakla vazifeli melekler olan Kiramen
Katibinin varlığı da bize ümit veriyor. Çünkü, insan kıymetli sözlerini
ve hallerini yazı, şiir, fotoğraf ve video kamera ile kalıcı yapmak
istiyor. Cennetin son derece mükemmel sinemalarında gösterilecek ve
sahiplerine sonsuz mükafat, şöhret kazandıracak fiillerin Kiramen Katibin
tarafından her an kaydedilmesi ne kadar sevinç vericidir. Ölümün diğer
boyutu olan daracık kabir hayatının yalnızlığı, kimsesizliği, karanlığı
ve soğukluğu içinde iken, Münker ve Nekir taifesinden iki arkadaşın çıkıp
geleceklerine inanmak, daha başka bir huzur kaynağı olmaktadır.

İmanın en son sınırlarını teşkil eden altıncı
esası, kazaya, kadere, hayır ve şerri Allah’ın yaratmış olduğuna inanmaktır.
Kadere iman sayesinde ademe, fenaya gidip yok oldu zannedilen bütün varlıklar
bir anda hayat kazanırlar. Çünkü, geçmiş ve gelecek zamanda, yaratılmış
ya da yaratılacak olan her şeyin kaderi levhalarda, ilmi birer varlıklarının
olduğu anlaşılmaktadır. Varlık ve canlılık yalnızca maddi aleme ve şimdiki
zamana münhasır değildir. Belki, her bir alem kabiliyetine göre hayat
hakikatinden nasiplerini almışlardır.28 Hayata bu pencereden bakan bir mü’min
için ölüm, başka bir hayat mertebesine terakki etmek olarak algılanacaktır.

Bediüzzaman, Birinci Mektup’ta hayat mertebelerini anlatırken
ölüme bakışımıza ayrı boyut daha kazandırmaktadır. Hayatın beş
mertebesinden bahsetmekte ve bu mertebelerden dördüncüsü şehidlerin hayatı,
beşincisi ise kabirdekilerin hayatları olduğunu izah etmektedir. Bu demektir
ki, ölüm hayatın başka bir mertebesine açılan bir kapıdır, köprüdür.

Şerlerin varlık sebebini bilen bir insan için, hiçbir
şey moral bozucu, endişe verici olamaz. Tam tersine gayretine ve ciddiyetine
kuvvet verici hükmüne geçer. Çünkü, şerler ve kötülükler, kıymetli ürünleri
ve malları üreten bir fabrikanın çarklarının çalışması için gerekli
olan yakıcı, elektriklendirici maddeler olarak görülürler. Şerlerin içinde,
belki en dehşetlisi gibi görülen ölümün hakikati de aynı sırrın özelliklerini
taşımaktadır. Geçici bir hayata ait cüz’i bir varlık kaybedilse bile,
ahirete ait binlerce daimi varlıklar kazanılmaktadır. Bu durum yokluk, hiçlik
değil hayatın ta kendisidir.

En çirkin görünen şeylerde bile, gerçek manada güzellikler
saklıdır. Hüsn-ü bilgayr denilen ve neticeleri itibariyle güzeller sınıfına
giren hadiselerden biri de ölümdür. Dışarıdan seyredildiği zaman, yokluk,
çürümek, hiçlik, ayrılık ve lezzetlerin son bulması gibi birçok çirkinliklerden
mürekkep bir sima ile karşılaşılır. Fakat, onun gerçek yüzü hiç dıştan
göründüğü gibi değildir. İnanan bir insan için ölüm terhis
tezkeresidir, mekan değiştirmektir, sonsuz bir hayatın kapısını adımlamaktır
ve dünya zindanından Cennet bahçelerine uçmaktır. Dünyada yapılan
hizmetlerin ücretlerini almak üzere Allah’ın huzuruna çıkmaya ve sonsuz
saadete kavuşmaya bir davetiyedir.29

Canlıların içinde, dünyaya ait faydalardan -hem
nicelik hem de nitelik itibariyle- en fazla istifade eden insandır. İnsana böyle
bir şerefin verilmesi, yeryüzündeki nimetleri tadıp, tartıp Allah’a karşı
şükür vazifesini layıkıyla yapabilmesi içindir. Fakat, yaratılış gayesi
ve vazifesi unutulunca, dünya nimetlerinin aslında ahiretin tarifi imkansız
nimetlerine birer nümune oldukları hakikati nazarlardan gizlenir. Allah’ın
manevi cemalini ve rahmetini sevdirmek için ikram etmiş olduğu hediyeler,
insanı dünyaya aşk derecesinde kuvvetle bağımlı hale getiren gizli şerikler/ilahlar
olurlar. Cenab-ı Hak, vazifesini suiistimal ederek dünyanın zevklerine bu
derece bağımlı olmuş bir insana, ölüm ve ayrılığın çok fazla acı
vermemesi ve tehlikeli bu vaziyetinden kurtulabilmesi için, dünyadan nefret ve
ahirete gitmeye şevk uyandıran birtakım sebepleri yaratmıştır. Bu
sebeplerden bazıları şunlardır: dünya nimetlerinden istifadeyi azaltan
ihtiyarlık, güzel ve çekici birçok varlığın insana itibar etmeksizin ayrılıp
gitmesi, sevilen dostlardan ayrılık, yaşamın zorlukları ve sorumluluklarından
sıyrılıp istirahat etme arzusu, ölümün ve dünyanın gerçek yüzlerinin
bilinmesi…

Dünya bütün şaşaasıyla birlikte, ahirete nispeten
bir zindan gibi kalmaktadır. Dünyanın zindanlarından, ahiretin saraylarına
gitmek olan ölüm, elbette ki, büyük bir nimettir. Hayat vazifesini bitirip
ücret almaya gitmek; dünyanın ve bedenin kayıtların kurtulup ruhların uçtukları
berzah alemlerine seyahat etmek; varlıkların usandıran gürültülerinden
kurtulup Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmak, rü’yetine mazhar olmak bin canımız
olsa, uğrunda feda etmekten kaçınmayacağımız bir hadise olsa gerek.

Dünyayı aşk derecesinde şiddetli bir tarzda sevmek
insanın yaratışından kaynaklanan bir durumdur. Çünkü, insandaki sevgi
duymak, aşık olmak iradesine bağlı değildir. Fakat, bu durum seveceği şeyleri
seçerken iradenin fonksiyonunun olmadığı manasına gelmemektedir. Aksine,
sevginin yüzü bir sevgiliden diğerine çevrilebilir. Fakat, sevgide ve aşkta
inhisar özelliği olduğundan, sevgililerden birinin çirkinliğinin ya da diğerinin
daha fazla sevgiye layık olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Bu prensip, dünya
ve ahiret sevgisi için de geçerlidir.

Dünya; harfleri, cümleleri ve sayfaları sürekli
yenilenen bir kitaptır. Bahar sayfasında, bitkiler ve hayvanlar sayısınca değişik
kelimelerle birçok hakikatler yazılmaktadır. Daha sonra kışın beyaz
silgisiyle birçok satırlar silinerek ertesi bahara ter temiz yeni bir sayfa
daha açılmaktadır. Öyle ise, dikkatleri manalarına çevirip, okuyup
anlamaya çalışmalı, harflerin özelliklerinin ve güzelliklerinin cazibesine
kapılmamalıdır. Bir tarladır; ekilip olgun ürün almaya çaba sarf
edilmeli, sapına samanına ehemmiyet verilmemelidir. Aynalar mahzenidir; esma-i
Hüsna’dan yansıyan güzellikler sevilmeli, kısa bir zaman sonra kırılacak
olan cam parçalarına aşık olunmamalıdır. Hareket halinde bir pazardır; kâr
getiren alışverişler yapılmalı, apar topar kaçıp giden kervanların peşinden
koşulmamalıdır. Kısa metrajlı bir filmdir; ibret nazarıyla bakılıp ders
alınmalı, çirkin sahnelere önem verilmemeli ve filmin çabucak bitmesinden hüzünlenip
çocuklar gibi ağlanmamalıdır. Bir misafir evidir; ev sahibinin izni ile her
türlü ikramlardan güzelce istifade edilmeli, ihsan edilenlere karşı
minnettar olunup teşekkür edilmelidir. Ev sahibine ait olan eşyalara göz
konmamalı, evin düzenine karışılmamalıdır.30

Her hatanın başı olan dünyanın fani, geçici yüzünü
sevmek birçok sıkıntıları, ayrılıkları beraberinde getirir. Sevilen birçok
varlık sevildiğinin bile farkında değildir ve beklenmedik bir zamanda arkasına
bakmadan terk edip gitmektedir. Daima sıkıntı veren, ezici, boğucu, fenaya
mahkum ve neticesi olmayan bir sevgiyi ise insanın taşıması mümkün değildir.
Dünyanın Cenab-ı Hakk’ın esması ve ahiret hesabına sevilen yüzünde
ise, ne fena, ne adem, ne de ayrılık vardır. Ahiretin tarlası olması
cihetiyle bu dünya, fidanları bir miktar yetiştiren küçük bir bahçe
gibidir. Başta insanın duyguları ve hisleri olmak üzere bütün varlıkların
kabiliyetlerinin inkişaf ettiği ve çiçek açıp meyve verdiği yer ise
Cennetin harikalar diyarıdır. Yeryüzünde zayıf gölgelerinin aksettiği
ilahi isimler, Cennetin aynalarında en şaşaalı bir şekilde gösterileceklerdir.
İşte ölüm, dünyanın gerçek yüzü olan ahirete ve Cenab-ı Hakk’ın
isimlerinin tam manasıyla tecelli ettiği saadet diyarına açılan bir kapı
mahiyetinde olmasıyla sürur vericidir.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), daha sağlığı yerinde
iken etrafındakilere şöyle demiştir: "Hiçbir peygamber Cennetteki
makamını görmeden kabzedilmez, sonra yaşamaya devam veya öbür dünyaya
gitme hususunda muhayyer bırakılır." Daha sonra, hastalandığı zaman gözlerini
tavana dikmiş ve "Ey Allah’ım! Refik-i A’la’da (bulunmayı tercih
ederim)" demiştir. Hz. Aişe (r.a.) bu sözü işitince, daha önce
Peygamber Efendimizden (a.s.m) duyduğu hadisi hatırlayarak, kendi içinden şöyle
geçirmiştir: "Demek ki (makamı gösterildi) ve bizimle olmayı tercih
etmiyor"31

Biz de fahr-i alem olan Resul-i Ekrem’in (a.s.m.), bütün
peygamberlerin, asfiyaların ve evliyaların yaptıkları gibi padişahlar padişahı
olan Rabbü’l-Alemine karşı acizliğimizi ve fakirliğimizi şefaatçi ederek,
hazinane, mahbubane, müştakane ve tazarrukarane dua etmeli ve demeliyiz:

"Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız!
Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster;
ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme; bizi
huzuruna al, bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini
orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir
şu muti raiyyetini başıboş bırakıp idam etme."32

Erhamü’r-Rahim olan Cenab-ı Hak, ezeli Kelamında en
sevdiğin kulun olan Habibine (a.s.m.): "Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir
insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı? Senin ölmenle
rahata kavuşacaklarını mı sanıyorlar? Her nefis ölümü tadacaktır."33
demesiyle, ölümün -en imtiyazlı bir kul için bile- istisna kabul etmeyen
bir gerçek olduğunu ilan etmektedir. O Server Nebi (a.s.m.) de dünya ile
ahiret arasında tercih yapma konusunda serbest bırakıldığı halde,
"Refik-i A’la" diyerek ahireti istemesiyle, gerçek saadetin ölümün
arkasında gizlendiği müjdesini vermektedir. Doğduktan sonra "Ümmeti,
ümmeti" diyen, mahşerde herkes "Nefsi, nefsi" dediği zaman,
yine "Ümmeti, ümmeti" diyerek en yüksek bir fedakarlıkta bulunacak
olan ve şefaatiyle ümmetinin yardımına koşan Resul-i Ekrem (a.s.m)
"emaneti hakiki sahibine satma"nın en son merhalesini de tam bir sıddıkıyetle
yaparak -ölmek de dahil olmak üzere- ümmetine her yönüyle rehber olduğunu
göstermiştir.

O Zatın (a.s.m.) ümmeti olarak her bir Müslüman’a düşen
vazife ise, terhisat memurları gelinceye kadar, Allah’ın vermiş olduğu
emanetleri muhafaza ve saltanatının haysiyetini himaye ve izzetini vikaye
etmek için, Onun haricinde korkulacak hiçbir şeye karşı boyun eğmemek
olmalıdır. Ve de kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, en sevgili
kul olan Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) dahi büyük bir zevkle içtiği sonsuzluk
iksirini/ölümü -tadı ne olursa olsun- kana kana içmeye her an hazırlıklı
bulunabilme cesaretini kazanmaya gayret sarf etmektir.

1. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1998, s. 131.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1996, s. 274.

3. Lem’alar, s. 161.

4. Sözler, s. 565.

5. Epikürcü inancın tam aksine ölüm yaşanılan bir
durumdur.

6. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1998, s. 106.

7. Yrd. Doç. Dr. Faruk Karaca, Ölüm Psikolojisi, Beyan
Yayınları, İstanbul 200, s. 146.

8. Stefan Konrad, Claudia Hendl, Çev: Meral Taştan,
Duygularla Güçlenmek, Hayat Yayınları, İstanbul 2001, s. 31.

9. Mesnevi-i Nuriye, s. 121.

10. Bakara 2:40, 41, 150, 197, 203, 223, 231, 233, 278;
Al-i İmran 3:175, 200; Nisa 4:1, 131; Maide 5:2, 3, 7, 8, 11, 35, 44, 57, 88,
96, 108; En’am 6:155; Tevbe 9:119; Nahl 16:2, 51; Ahzab 33:55, 70; Zümer 39:10,
16; Zuhruf 43:63; Hucurat 49:1, 10, 12; Hadid 57:28; Mücadele 58:9; Haşr 59:7,
18; Teğabun 64:16; Talak 65:1, 10.

11. Bakara 2:189, 194, 196; Al-i İmran 3:50, 102; Maide
5:4, 100, 112; Hud 11:78; 15:69; Mü’minun 23:32, 87; Şuara 26:106, 108, 110,
124, 126, 131, 132, 142, 144, 150, 163, 177, 179, 184; Saffat 37:124; Nur 71:3.

12. Sözler, s. 166.

13. Sözler, s. 322.

14. Sözler, s. 309.

15. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; O çok aldatıcı
şeytan da Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi
isyana sürüklemesin. (Lokman Suresi: 33)

16. Lem’alar, s. 306.

17. Yrd. Doç. Dr. Faruk Karaca, Ölüm Psikolojisi, Beyan
Yayınları, İstanbul 200, s. 163.

18. Sözler, s. 131.

19. Ölüm Psikolojisi, s. 160.

20. Sözler, s. 334.

21. Tirmizi, Cehennem 4, (2588).

22. Bekir Onur, Gelişim Psikolojisi, İmge Kitabevi,
Ankara 2000, s. 377.

23. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1998, s. 280.

24. Niyazi Mısrî, Hüda Davet Eder, Anonim.

25. Lem’alar, 26. Lem’a, 3. Reca, s. 282.

26. Niyazi Mısrî, Dost, Anonim.

27. Mektubat, s. 274.

28. Lem’alar, s. 518.

29. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul 1997, s. 21.

30. Sözler, s. 186.

31. Buhârî, Megazî 83, 84, Tefsîr, Nisa 13, Marda 19,
Da’avât 29, Rikâk 41; Müslim, Fezâil 87, (2444); Muvatta, Cenâiz 46, (1,
238, 239); Tirmizî, Da’avât 77, (3490).

32. Sözler, s. 55.

33. Enbiya, 21:34, 35.