“Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir.
Ölüm, ehl-i hidâyet ve ehl-i Kur’an için, öteki âleme
gitmiş
eski dost ve ahbablarına kavuşmağa vesiledir.
Hem hakikî vatanlarına girmeye vâsıtadır. Hem zindan-ı
dünyadan, bostan-ı cinâna bir dâvettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından,
kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.
Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet
ve imtihanın tâlim ve tâlimatından bir paydostur.”
—Bediüzzaman Said Nursi
"Mâdem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir; her vakit
gelebilir …"1
Ölüm sizi her an yakalayabilir. Kim bilir o an, belki de
şu andır, ya da size çok yaklaşmıştır.
Siz bu satırları okurken bir saat sonra hayatta kalacağınızdan
emin olamazsınız. Bir saat sonra hayatta olsanız, bir sonraki saate erişeceğinizin
hiçbir garantisi yoktur. Saat değil bir dakika sonra bile hayatta olacağınız
kesin değildir. Bu yazıyı sonuna kadar okuyup bitireceğinizin de hiçbir
garantisi yoktur. Ölüm size, büyük bir ihtimalle, bir dakika öncesinde ölmeyi
hiç aklınızdan geçirmediğiniz bir anda gelecektir.
Mutlaka öleceksiniz, tüm sevdikleriniz de ölecek,
sizden önce ya da sonra mutlaka ölecekler. Bundan 100 sene sonra dünya üzerinde
sizin tanıdığınız hiçbir insan canlı kalmayacak.
Her insanın dünya hayatıyla ilgili yüzlerce konuda
kapsamlı plan ve tasarıları vardır. Oysa bu planların hiçbirinin gerçekleşeceği
kesin değildir. Buna karşın ölüm, yüzde yüz gerçekleşecektir.
Peki akla ve bilince sahip bir insan hangisine öncelik
vermelidir? Gerçekleşeceği kesin olan hakkında mı, yoksa olmayan hakkında
mı plan kurmalıdır?
İnsanların çoğu, kesin olmayana önem verirler. Hayatın
hangi safhasında olursa olsun bütün planlarını, gelecekte daha iyi ve daha
mükemmel bir hayata kavuşabilmek için yaparlar.
Eğer insan ölümsüz olsaydı, bu davranış gerçekten
de mantıklı olacaktı. Fakat bütün planlar, ölüm denen mutlak sona
mahkumdur. Bu nedenle, kesin olan ölümü bırakıp kesin olmayanları önemsemek,
akla tamamen aykırıdır.
İnsanlar tarih boyunca karşılarına çıkan pek çok
soruna çözüm bulmalarına karşın, ölüme çare bulamamışlardır. Her
canlı varlık ölüme mahkum olarak doğar. Belli bir süreye kadar yaşar.
Kimileri çok küçük yaşta hayata veda ederken, kimileri genç, kimileri
orta, kimileri de daha ileri yaşlarda bu dünyayı terk ederler. Hiçbir insanın
sahip olduğu malı-mülkü, makam-mevkisi, şöhreti, itibarı, kuvveti ve güzelliği
ölümü kendisinden uzaklaştıramaz. Hepsi de istisnasız ölüme boyun eğmişlerdir
ve bundan sonra da eğmeye devam edeceklerdir.
Pek çok insan, ölümü düşünmek istemez. Bu mutlak
sonun kendi başına da geleceğini aklına getirmez. Ancak gafleti, yaşam biçimi
haline getirmiş geniş bir kitle, kendilerini rahatsız eden bu tür gerçeklerin
akıllarına gelerek gafletlerini zedelemesinden çok huzursuz olurlar. Bu kişiler,
hayattayken ölümü düşünmekten ne kadar kaçarlarsa, ölümün gerçeğiyle
karşılaştıklarındaki rahatsızlıkları da o kadar şiddetli olur.
Hayata Gelişine ve Hayattan Gidişine Müdahale Edemeyen
İnsan
Zamanın ilerlemesine rağmen kendini yaşlanmaya ve ölüme
karşı koruyabilmiş tek bir insan gösteremezsiniz? Ölmeyecek tek bir insan
bulamazsınız? Çünkü insan kendi bedeninin ve kendi hayatının sahibi değildir.
Yaşamaya karar verip hayatını kendisinin başlatmamış oluşu, bunun bir göstergesidir.
Bir diğeri ise, hayatını sona erdiren ölüme müdahale edemeyişidir. Hayatın
sahibi, onu verendir. Ve O, dilediği zaman da o hayatı geri alır. Hayatın
sahibi olan Allah, Peygamber’ine vahyettiği, "Senden önce hiçbir beşere
ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü
kalacaklar?"2 ayetiyle, bunu haber vermiştir.
Ölüm tesadüfen değil, her olay gibi, Allah’ın
dilemesi sonucunda gerçekleşir. Bir insanın doğum tarihi nasıl belliyse,
aynı şekilde ölüm tarihi de daha o hayattayken, dakikasına, saniyesine
kadar bellidir. İnsan da kendisine verilen süreyi her saniye biraz daha tüketerek,
o son ana doğru hızla yaklaşır. Herkesin ölümünün yeri, zamanı ve şekli
kaderinde belirlenmiştir.
Buna rağmen insanların çoğu ölümün, Allah’ın ona
sebep olarak yarattığı olaylar zincirinin bir sonucu olduğunu sanırlar. Her
gün gazetelerde ölüm haberleri okunur. Ardından da, "Eğer bir tedbir
alınsaydı sonuç bu şekilde olmazdı; şöyle yapılsaydı ölmezdi"
gibi cahilce mantıklar yürütülür. Halbuki her insan kendisine tanınmış süreden
ne bir saniye eksik ne de bir saniye fazla yaşayabilir. Ancak, imanın verdiği
bilinçten uzak olan insanlar, her olaya olduğu gibi ölüme de tesadüfler
zincirinin bir halkası olarak bakarlar. Allah Kur’an’da, tamamen inkarcılara
özgü olan böyle çarpık bir zihniyetten müminleri sakındırır:
"Ey iman edenler, inkar edenler ile yeryüzünde
gezip dolaşırken veya savaşta bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için:
"Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi, öldürülmezlerdi" diyenler
gibi olmayın. Allah, bunu onların kalplerinde onulmaz bir hasret olarak kıldı.
Dirilten ve öldüren Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı görendir."
(Al-i İmran Suresi, 156)
Ölümü bir tesadüf sanmak, büyük bir cahillik ve akılsızlıktır.
Ölümün sebebi, ne bir kaza, ne bir hastalık, ne de başka bir şeydir. Bütün
bu sebepleri yaratan Allah’tır. Bize verilen süre bittiği zaman bu tür
zahiri sebeplerle hayatımıza son verilir. Öyle ki insan, elindeki tüm maddi
imkanını seferber etse bile, kendisi için seçilmiş olan ölüm zamanından
bir an bile fazla yaşayamaz. Kur’an’da bu İlahi kanun şöyle vurgulanır:
"Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek
yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır…" (Al-i İmran Suresi, 145)
Son asrın büyük alimi Bediüzzaman Said Nursi
Hazretleri, insanın hayatının ne kadar süreceğini, hangi dakikada öleceğini
Allah’ın takdir etmiş olduğu gerçeğini şöyle ifade eder:
"İ’lem Eyyühel-Aziz! Dünyada sana ait çok emirler
vardır…Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir.
Ne ileri ve ne de geri bir adım atılamaz."3
Ölüm; Vakti Belirlenmiş An
Kader; zaman ve mekan kavramlarını yoktan var eden ve
bunları tamamen kontrol ve hakimiyetinde bulunduran, zaman ve mekandan bağımsız
olan Allah’ın, geçmiş ve gelecekteki tüm olayları zamansızlık boyutunda
yaratmasıdır. Yaşanmış ve yaşanacak olan olaylar zincirinin tamamı, an
an, nokta nokta Allah katında planlanmış ve yaratılmıştır.
Zamanı Allah yaratmıştır, bu yüzden O, zamandan bağımsızdır.
Dolayısıyla O’nun, yarattığı olayları yarattıklarıyla birlikte izlemesi
ve bunların sonuçlarını beklemesi gibi bir şey söz konusu olamaz. O’nun
katında her şeyin başı da, sonu da, sonsuzluk şeridindeki yeri de bellidir.
Her şey olup bitmiştir. Nasıl bir film şeridinde yer alan görüntülerin
kendileri üzerinde de, bu şeritte bir değişiklik yapmaya güç ve imkanları
yoksa, hayat şeridinde rol alan insanların da tabi oldukları kader şeridi üzerinde
bir etkileri olamaz. İnsanlar kader üzerinde değil, kader insanlar üzerinde
belirleyici ve yaptırımcı bir unsurdur. Her şeyiyle kaderin bir parçası
olan insan o kaderden bağımsız bir şekilde davranamaz. Kaderin dışına çıkamaz
ki kaderini değiştirebilsin. Örneğin, bir insan günlerce komada kalabilir,
yeniden yaşama dönmesi imkansız gibi gözükebilir. Fakat aynı insanın,
beklenenin aksine, tekrar eski sağlığına kavuşması, onun "kaderini
yendiği" ya da doktorların onun "kaderini değiştirdiği"
anlamına gelmez. Yalnızca, o kişinin, kaderinde kendisi için belirlenmiş süreyi
doldurmadığını gösterir. Bu da aynı kaderin bir parçasından başka bir
şey değildir. Her şey gibi ölüm de Allah katında yazılıp tespit edilmiştir.
Bir Kur’an ayetinde Allah şöyle buyurmuştur:
"… Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen
kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Gerçekten bu Allah’a göre
kolaydır." (Fatır Suresi, 11)
Tıbbi Ölüm ve Gerçek Ölüm
Nasıl öleceğinizi, ölümün nasıl bir şey olduğunu,
ölürken neler olacağını hiç düşündünüz mü?
Önce ölüp, sonra da dirilerek, insanlar arasına dönen
ve neler görüp, neler hissettiğini anlatan hiç kimse olamayacağına göre,
ölümün nasıl bir şey olduğunu, bir insanın ölüm anında neler hissettiğini
bilmemize teknik olarak imkan yoktur.
Ancak insana hayatını veren ve zamanı gelince de geri
alan Allah, ölümün nasıl gerçekleştiğini Kitap’ta bizlere bildirmiştir.
Bu nedenle, ölümün nasıl gerçekleştiğini, bir insanın, ölüm anında
gerçekte neler yaşayıp, neler hissettiğini ancak Kur’an’ dan öğrenebiliriz.
Kur’an’a baktığımızda ise oldukça ilginç bir gerçekle
karşılaşırız. Çünkü Kuran’da haber verilen ve tarif edilen ölüm,
"tıbbi ölüm"den, yani diğer insanlar tarafından gözlemelenen ölümden
çok farklıdır.
Öncelikle, bazı Kur’an ayetleri ölüm anında, ölecek
kişi tarafından görülen, fakat diğer insanlar tarafından gözlemlenemeyen
olaylar yaşandığını bize haber verir. Bu durum, Vakıa Suresi’nde şöyle
geçer:
"Hele can boğaza gelip dayandığında, ki o sırada
siz (sadece) bakıp, durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz."
(Vakıa Suresi, 83-85)
Bir başka ayette de, bu "gözlemlenemeyen
olaylar"ın inkarcılar için bir zorluk anı olduğundan bahsedilir:
"Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin;
Allah bunlarla, ancak onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar
inkar içindeyken zorluk içinde çıkmasını istiyor." (Tevbe Suresi, 85)
Buna karşın, müminlerin ölümü ise "güzellikle"
olur:
"Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında:
(müminlere) "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık
olmak üzere Cennete girin." (Nahl Suresi, 32)
İşte bu ayetler, bize ölüm hakkındaki çok önemli ve
değişmez bir gerçeği haber verir:
Ölüm anında, ölen kişinin yaşadıkları ile dışarıdan
onu izleyen kişilerin gördükleri şeyler birbirinden çok farklıdır. Örneğin,
hayatı boyunca inanmayan olarak yaşamış olan bir insan öldüğünde, dışarıdan,
uykusu sırasında "rahat" bir ölümle ölmüş gibi algılanabilir.
Oysa o anda başka bir boyuta geçen ruhu, büyük acılar içinde ölümü
tadmaktadır. Ya da tam tersine, acı çektiği sanılan bir müminin ruhu,
ayette de bildirildiği gibi bedeninden, melekler tarafından "güzellikle"
ayrılır.
Kısacası, "bedenin tıbbi ölümü" ile,
Kur’an’ın tarif ettiği "ölüm" gerçekte çok farklı olaylardır.
Kur’an’ın tarifine göre inanan ve inanmayan insanların
ölüm anında yaşadığı farklılıkları şöyle ortaya koyabiliriz:
Mümin’in Ölümü:
– Kaçınılmaz olduğunu bildiği ve bu yüzden yaşamı
süresince hazırlık yaptığı ölüme kavuşur.
– Canını almaya gelen melekler ona selam verip, onu
Cennetle müjdelerler.
– Melekler güzellikle canlarını alırlar.
– Ruhu bedeninden yumuşakça çekilip alınır.
– Arkasından gelecek müminleri müjdelemek, Allah’ın
vaadinin hak olduğunu ve müminler için bir korku ve üzüntü olmadığını
haber vermek ister. Ama buna izin verilmez.
İnkarcının Ölümü:
– Hayatı boyunca kendisinden kaçıp durduğu ölümle
buluşur.
– Ölümü şiddetli sarsıntılar içinde olur.
– Melekler, ellerini ona doğru uzatır ve onu alçaltıcı
ve yakıcı bir azapla müjdelerler.
– Melekler, yüzüne ve sırtına vura vura canını alırlar.
– Ruhu en derinden acıyla sökülür.
– Ruhu köprücük kemiklerine kadar çekilir ve son müdahale
yapılır.
– Canı o inkar içindeyken zorluk içinde çıkar.
– Ölümle yüzyüze geldiği anda iman etse bile tevbesi
kabul edilmez.
– Gerçeği görmenin verdiği büyük pişmanlık içinde
Allah’tan kendisini dünyaya geri çevirmesini ve kaybettiği ömrünü telafi
etmeyi talep eder. Ama artık çok geçtir. Bu isteği kabul edilmez.
Ölüm ve Hayat Arasında Bir "Köprü": Uyku
Ölüm, yeniden diriliş ve ahiret, inkarcıların, aklın
ulaşamayacağını iddia ettikleri konulardır. Aslında bunlar insanın hayatı
boyunca karşı karşıya olduğu gerçeklerden hiç de uzak değildir.
Uyku ve rüya örneği de bu gerçeklerdendir. Ölümden
sonra dirilişi inatla inkar eden ve sürekli ölümden kaçan bir kişi aslında
her gece uykusunda ölüp, her sabah dirildiğinin şuurunda değildir.
Kur’an’ın uyku olayı hakkında bildirdikleri konunun anlaşılmasına yardımcı
olur. Allah uykunun niteliğini şöyle açıklar:
"Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni
de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı
verilmiş olanı(n ruhunu) tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele
kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten
ayetler vardır." (Zümer Suresi, 42)
"Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün ‘güç
yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı’ bilen, sonra adı
konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra ‘en
son dönüşünüz’ O’nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber
verecektir." (Enam Suresi, 60)
Ayetlerde de görüldüğü gibi uyku hali "ölüm"
olarak adlandırılmakta, bildiğimiz "ölüm"le uyku arasında bir ayırım
yapılmamaktadır. Peki nedir uykuda gerçekleşen ve ölümle bu kadar benzeşen
olay?
Bediüzzaman’ın, her iki aleme münasebettar olarak
nitelendirdiği köprülerden biri de, insanın iki alem arasında gidip geldiği
uyku köprüsüdür.
"Meselâ uyku âlemi, yakaza ile âlem-i misal arasında
bir köprüdür."4
Uyku, insan ruhunun, uyanıkken kullandığı bedeni terk
etmesidir. Rüya görmeye başladığımızda yepyeni bir beden kullanmaya başlarız
ve yepyeni bir ortam algılarız. Bunun rüya olduğunun bile farkında değilizdir.
Rüyamızda korkar, hüzünlenir, sevinir, acı duyar, ya da zevk alırız. Rüyamızda
başımıza gelen olayların gerçek olduğundan o kadar eminizdir ki bu
olaylara, uyanıkken verdiğimiz tepkilerin aynısını veririz.
Teknik olarak mümkün olsa ve bize dışarıdan müdahele
edip, aslında gördüklerimizin yalnızca his ve görüntülerden ibaret olduğunu
söyleseler, buna aldırış bile etmeyiz. Oysa, bunları dış dünyada sağlayan
hiçbir maddi gerçeklik yoktur ve rüyada yaşadığımız tüm olaylar Allah’ın
ruhumuza algılattığı bir görüntü ve hisler bütünüdür.
Burada gözardı edilmemesi gereken en önemli nokta,
uykudan uyandığımızda da bu ilahi kanunun değişmediğidir. Allah rüyaların
doğrudan kendi irade ve yaratmasına tabi olduklarını, "hani Allah,
onları sana uykunda az gösteriyordu; eğer sana çok gösterseydi, gerçekten
yılgınlığa kapılacaktınız ve iş konusunda gerçekten çekişmeye düşecektiniz.
Ancak Allah esenlik (kurtuluş) bağışladı. Çünkü O, elbette sinelerin özünde
saklı duranı bilendir."5 ayetiyle belirtirken, "karşı karşıya
geldiğinizde, Allah, ‘olacağı olan işi gerçekleştirmek’ için, onları gözlerinizde
az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve (bütün) işler
Allah’a döndürülür."6 ayetiyle normal hayatta da aynı kuralın işlediğini
kesin bir şekilde belirtir. Allah, madde hakkında algıladığımız his ve görüntülerin
tamamen kendi istek ve yaratmasına tabi olduğuna ve bunların dışarıda
mutlak bir varlığa sahip olmadığına bir başka ayette de şöyle işaret
etmektedir:
"Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin için
andolsun bir ayet (ibret) vardır. Bir topluluk, Allah yolunda çarpışıyordu,
diğeri ise kafirdi ki göz görmesiyle karşılarındakini kendilerinin iki katı
görüyorlardı. İşte Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz
bunda, basiret sahipleri için gerçekten bir ibret vardır." (Al-i İmran
Suresi, 13)
Günlük hayatta, dışarıda var olduğunu zannettiğimiz
maddeler de, maddi varlıklar, yaşadığımız olaylar da aynen rüyada olduğu
gibi, Allah’ın ruhumuza gösterdiği görüntüler ve bu görüntülerle eş
zamanlı olarak ruhumuza algılattığı hislerden meydana gelirler. Gerek
kendimize, gerek başka şeylere ait görüntü ve hareketler, Allah’ın,
bunlara ait görüntü ve algıları, kare kare yaratmasıyla ve ‘esmasının
tecellileriyle’ gerçekleşir. Bu gerçek Kur’an’da şöyle açıklanır:
"Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü;
attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri kendinden güzel bir
imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir,
bilendir." (Enfal Suresi, 17)
Rüyadan Dünyaya, Dünyadan Ahirete Geçmek
Ahiret ve ona ait olan görüntü ve algıların yaratılması
da aynı ilahi kanunla gerçekleşir. Ölümle birlikte, dünya ortamı ve bu
ortamda kullanılan bedenle ilgi kesilir. Ruh ise ölümsüzdür. Yaşama, ölme,
yeniden dirilme, ahiret hayatı gibi olaylar da yalnızca ölümsüz olan ruhun
algıladığı çeşitli hislerden ibarettir. Bu nedenle, bu dünyanın yaratılması
ile Cennet ve Cehennemin yaratılması arasında temel mantık açısından hiçbir
fark yoktur. Aynı şekilde, bu dünyadan ahirete geçişin de uykudan uyanıp dünya
hayatına geçmekten hiçbir farkı yoktur.
Yeniden dirilişle birlikte, ahiret ortamı ve bu ortamda
kullanılacak olan bedenle yeni bir yaşama başlanır. Cennet ya da Cehennem
algısı verilmeye başlayınca da kişi kendini orada bulur. Bu dünyada sonsuz
çeşitlilikte görüntüyü, sesi, kokuyu, tadı, dokunma hissini yaratan
Allah, aynı şekilde Cennet ve Cehenneme ait sonsuz görüntü ve hisleri de
yaratacaktır. Bütün bunların yaratılması Allah için son derece kolaydır:
"…O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca
"Ol" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi, 117)
Diğer bir gerçek ise, dünya hayatının rüyaya göre
daha net ve keskin olduğu gibi, ahiretin de dünyaya kıyasla çok daha net ve
keskin olduğudur. Benzer şekilde, rüya dünya hayatına nazaran ne kadar kısaysa
dünya hayatı da ahirete kıyasla o kadar, hatta kıyaslanamayacak derecede kısadır.
Bilindiği gibi zaman, eskiden sanıldığı gibi sabit değil tam tersine izafi
bir kavramdır. Bu konu günümüzde bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçektir.
Rüyada insanın saatler boyu yaşadığını sandığı bir olay dünya zamanına
göre yalnızca birkaç saniyede gerçekleşir. En uzun rüya bile dünyadaki
hesaba göre birkaç dakika sürer. Fakat rüyayı gören kişi belki de rüyasında
günler geçirmiştir. Allah zamanın göreceli olduğuna ayetlerde işaret
etmektedir:
"Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl
olan bir günde çıkabilmektedir." (Mearic Suresi, 4)
"Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra
(işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir."
(Secde Suresi, 5)
Aynı şekilde dünyada uzun yıllar yaşayan bir insan,
aslında ahiretteki zaman boyutuna göre çok az bir süre yaşamış olur.
Ahirete gittiklerinde bu gerçeğe şahit olanların konuşmaları Kuran’da şöyle
aktarılır:
Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar
kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar
kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız,
gerçekten bir bilseydiniz," "Bizim, sizi boş bir amaç uğruna
yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi
sanmıştınız?" (Müminun Suresi, 112-115)
Sonuç olarak, dışarıda var olduğunu zannettiğimiz ve
adına madde dediğimiz şey Allah’ın ruha verdiği bir algıdan başka bir şey
değildir. İnsanın kendine ait olduğunu zannettiği bedeni de aynı şekilde
Allah’ın ruha gösterdiği algısal bir görüntüdür. Allah görüntüyü
dilediği zaman değiştirir. İnsanın kendisine ait zannettiği bedeninin görüntüsü
bir anda kaybolup yeni görüntülerle muhatap olmaya başlayınca, ya da diğer
bir deyimle bu insan ölünce, gözündeki perde kalkar ve önceden sandığı
gibi yok olmadığını anlar. Bu olay Kur’an’da şöyle haber verilir:
"O, ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de,
(insana) "İşte bu, senin yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir"
(denildiği zaman da). Sur’a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği)
gündür. (Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir.
"Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü
açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir." (Kaf Suresi,
19-22)
1. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 155.
2. Enbiya Suresi, 34.
3. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 108.
4. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 206.
5. Enfal Suresi, 43.
6. Enfal Suresi, 44.